لَيْسَ لِوَقْعَتِهَا كَاذِبَةٌ
Diyanet Vakfi = Ki onun oluşunu yalanlayacak hiçbir kimse yoktur;
فَأَصْحَابُ الْمَيْمَنَةِ مَا أَصْحَابُ الْمَيْمَنَةِ
Diyanet Vakfi = Sağdakiler, ne mutlu o sağdakilere!
وَأَصْحَابُ الْمَشْأَمَةِ مَا أَصْحَابُ الْمَشْأَمَةِ
Diyanet Vakfi = Soldakiler, ne bahtsızdırlar onlar!
وَالسَّابِقُونَ السَّابِقُونَ
Diyanet Vakfi = (Hayırda) önde olanlar, (ecirde de) öndedirler.
أُوْلَئِكَ الْمُقَرَّبُونَ
Diyanet Vakfi = (11-12) İşte bunlar, naîm cennetlerinde (Allah'a) en yakın olanlardır.
فِي جَنَّاتِ النَّعِيمِ
Diyanet Vakfi = (11-12) İşte bunlar, naîm cennetlerinde (Allah'a) en yakın olanlardır.
عَلَى سُرُرٍ مَّوْضُونَةٍ
Diyanet Vakfi = (15-16) Cevherlerle işlenmiş tahtlar üzerindedir, karşılıklı olarak oturup yaslanırlar.
مُتَّكِئِينَ عَلَيْهَا مُتَقَابِلِينَ
Diyanet Vakfi = (15-16) Cevherlerle işlenmiş tahtlar üzerindedir, karşılıklı olarak oturup yaslanırlar.
يَطُوفُ عَلَيْهِمْ وِلْدَانٌ مُّخَلَّدُونَ
Diyanet Vakfi = Çevrelerinde, (hizmet için) ölümsüz gençler dolaşır;
بِأَكْوَابٍ وَأَبَارِيقَ وَكَأْسٍ مِّن مَّعِينٍ
Diyanet Vakfi = Maîn çeşmesinden doldurulmuş testiler, ibrikler ve kadehlerle.
لَا يُصَدَّعُونَ عَنْهَا وَلَا يُنزِفُونَ
Diyanet Vakfi = Bu şaraptan ne başları ağrıtılır, ne de akılları giderilir.
كَأَمْثَالِ اللُّؤْلُؤِ الْمَكْنُونِ
Diyanet Vakfi = (22-23) Saklı inciler gibi, iri gözlü hûriler,
جَزَاء بِمَا كَانُوا يَعْمَلُونَ
Diyanet Vakfi = Yaptıklarına karşılık olarak (verilir).
لَا يَسْمَعُونَ فِيهَا لَغْوًا وَلَا تَأْثِيمًا
Diyanet Vakfi = Orada boş bir söz ve günaha sokan bir laf işitmezler.
وَأَصْحَابُ الْيَمِينِ مَا أَصْحَابُ الْيَمِينِ
Diyanet Vakfi = Sağdakiler, ne mutlu o sağdakilere!
وَفَاكِهَةٍ كَثِيرَةٍ
Diyanet Vakfi = (32-33) Tükenmeyen ve yasaklanmayan, sayısız meyveler içindedirler;
لَّا مَقْطُوعَةٍ وَلَا مَمْنُوعَةٍ
Diyanet Vakfi = (32-33) Tükenmeyen ve yasaklanmayan, sayısız meyveler içindedirler;
إِنَّا أَنشَأْنَاهُنَّ إِنشَاء
Diyanet Vakfi = Gerçekten biz hûrileri apayrı biçimde yeni yarattık.
فَجَعَلْنَاهُنَّ أَبْكَارًا
Diyanet Vakfi = (36-37) Onları, eşlerine düşkün ve yaşıt bâkireler kıldık.
عُرُبًا أَتْرَابًا
Diyanet Vakfi = (36-37) Onları, eşlerine düşkün ve yaşıt bâkireler kıldık.
وَأَصْحَابُ الشِّمَالِ مَا أَصْحَابُ الشِّمَالِ
Diyanet Vakfi = Soldakiler; ne yazık o soldakilere!
وَظِلٍّ مِّن يَحْمُومٍ
Diyanet Vakfi = (43-44) Serin ve hoş olmayan kapkara dumandan bir gölge altındadırlar;
لَّا بَارِدٍ وَلَا كَرِيمٍ
Diyanet Vakfi = (43-44) Serin ve hoş olmayan kapkara dumandan bir gölge altındadırlar;
إِنَّهُمْ كَانُوا قَبْلَ ذَلِكَ مُتْرَفِينَ
Diyanet Vakfi = Çünkü onlar bundan önce varlık içinde sefahete dalmışlardı.
وَكَانُوا يُصِرُّونَ عَلَى الْحِنثِ الْعَظِيمِ
Diyanet Vakfi = Büyük günahı işlemekte direnir dururlardı.
وَكَانُوا يَقُولُونَ أَئِذَا مِتْنَا وَكُنَّا تُرَابًا وَعِظَامًا أَئِنَّا لَمَبْعُوثُونَ
Diyanet Vakfi = Ve diyorlardı ki: Biz öldükten, toprak ve kemik yığını haline geldikten sonra, biz mi bir daha diriltileceğiz?
قُلْ إِنَّ الْأَوَّلِينَ وَالْآخِرِينَ
Diyanet Vakfi = De ki: Hem öncekiler hem de sonrakiler,
لَمَجْمُوعُونَ إِلَى مِيقَاتِ يَوْمٍ مَّعْلُومٍ
Diyanet Vakfi = Belli bir günün belli vaktinde mutlaka toplanacaklardır!
ثُمَّ إِنَّكُمْ أَيُّهَا الضَّالُّونَ الْمُكَذِّبُونَ
Diyanet Vakfi = Sonra siz ey sapıklar, yalancılar!
لَآكِلُونَ مِن شَجَرٍ مِّن زَقُّومٍ
Diyanet Vakfi = Elbette bir ağaçtan, zakkum ağacından yiyeceksiniz.
فَشَارِبُونَ عَلَيْهِ مِنَ الْحَمِيمِ
Diyanet Vakfi = Üstüne de kaynar sudan içeceksiniz.
فَشَارِبُونَ شُرْبَ الْهِيمِ
Diyanet Vakfi = Susamış develerin suya saldırışı gibi içeceksiniz.
هَذَا نُزُلُهُمْ يَوْمَ الدِّينِ
Diyanet Vakfi = İşte hesap gününde onlara ikram edilecek ziyafet!
نَحْنُ خَلَقْنَاكُمْ فَلَوْلَا تُصَدِّقُونَ
Diyanet Vakfi = Sizi biz yarattık. Tasdik etmeniz gerekmez mi?
أَفَرَأَيْتُم مَّا تُمْنُونَ
Diyanet Vakfi = Söyleyin öyleyse, (rahimlere) döktüğünüz meni nedir?
أَأَنتُمْ تَخْلُقُونَهُ أَمْ نَحْنُ الْخَالِقُونَ
Diyanet Vakfi = Onu siz mi yaratıyorsunuz yoksa yaratan biz miyiz?
نَحْنُ قَدَّرْنَا بَيْنَكُمُ الْمَوْتَ وَمَا نَحْنُ بِمَسْبُوقِينَ
Diyanet Vakfi = (60-61) Ölümü aranızda biz takdîr ettik ve biz, (yerinize) benzerlerinizi (getirip, sizinle)değiştirmekten ve sizi bilemeyeceğiniz (başka) bir şekilde yaratmaktan önüne geçilecek (acze düşürülecek) olan kimseler değiliz!
عَلَى أَن نُّبَدِّلَ أَمْثَالَكُمْ وَنُنشِئَكُمْ فِي مَا لَا تَعْلَمُونَ
Diyanet Vakfi = Böylece sizin yerinize benzerlerinizi getirelim ve sizi bilmediğiniz bir âlemde tekrar var edelim diye (ölümü takdir ettik).
وَلَقَدْ عَلِمْتُمُ النَّشْأَةَ الْأُولَى فَلَوْلَا تَذكَّرُونَ
Diyanet Vakfi = Andolsun, ilk yaratılışı bildiniz. Düşünüp ibret almanız gerekmez mi?
أَأَنتُمْ تَزْرَعُونَهُ أَمْ نَحْنُ الزَّارِعُونَ
Diyanet Vakfi = Onu siz mi bitiriyorsunuz, yoksa bitiren biz miyiz?
لَوْ نَشَاء لَجَعَلْنَاهُ حُطَامًا فَظَلَلْتُمْ تَفَكَّهُونَ
Diyanet Vakfi = Dileseydik onu kuru bir çöp yapardık da şaşar kalırdınız.
أَفَرَأَيْتُمُ الْمَاء الَّذِي تَشْرَبُونَ
Diyanet Vakfi = Ya içtiğiniz suya ne dersiniz?
أَأَنتُمْ أَنزَلْتُمُوهُ مِنَ الْمُزْنِ أَمْ نَحْنُ الْمُنزِلُونَ
Diyanet Vakfi = Buluttan onu siz mi indirdiniz, yoksa indiren biz miyiz?
لَوْ نَشَاء جَعَلْنَاهُ أُجَاجًا فَلَوْلَا تَشْكُرُونَ
Diyanet Vakfi = Dileseydik onu tuzlu yapardık. Şükretmeniz gerekmez mi?
أَفَرَأَيْتُمُ النَّارَ الَّتِي تُورُونَ
Diyanet Vakfi = Söyleyin şimdi bana, tutuşturmakta olduğunuz ateşi,
أَأَنتُمْ أَنشَأْتُمْ شَجَرَتَهَا أَمْ نَحْنُ الْمُنشِؤُونَ
Diyanet Vakfi = Onun ağacını siz mi yarattınız, yoksa yaratan biz miyiz?
نَحْنُ جَعَلْنَاهَا تَذْكِرَةً وَمَتَاعًا لِّلْمُقْوِينَ
Diyanet Vakfi = Biz onu bir ibret ve çölden gelip geçenlerin istifadesi için yarattık.
فَسَبِّحْ بِاسْمِ رَبِّكَ الْعَظِيمِ
Diyanet Vakfi = Öyleyse ulu Rabbinin adını tesbih et.
فَلَا أُقْسِمُ بِمَوَاقِعِ النُّجُومِ
Diyanet Vakfi = Hayır! Yıldızların yerlerine yemin ederim ki,
وَإِنَّهُ لَقَسَمٌ لَّوْ تَعْلَمُونَ عَظِيمٌ
Diyanet Vakfi = Bilirseniz, gerçekten bu, büyük bir yemindir.
إِنَّهُ لَقُرْآنٌ كَرِيمٌ
Diyanet Vakfi = (77-78) Şüphesiz bu, korunmuş bir kitapta bulunan değerli bir Kur'an'dır.
فِي كِتَابٍ مَّكْنُونٍ
Diyanet Vakfi = (77-78) Şüphesiz bu, korunmuş bir kitapta bulunan değerli bir Kur'an'dır.
لَّا يَمَسُّهُ إِلَّا الْمُطَهَّرُونَ
Diyanet Vakfi = Ona ancak temizlenenler dokunabilir.
تَنزِيلٌ مِّن رَّبِّ الْعَالَمِينَ
Diyanet Vakfi = O, âlemlerin Rabbinden indirilmiştir.
أَفَبِهَذَا الْحَدِيثِ أَنتُم مُّدْهِنُونَ
Diyanet Vakfi = Şimdi siz, bu sözü mü küçümsüyorsunuz?
وَتَجْعَلُونَ رِزْقَكُمْ أَنَّكُمْ تُكَذِّبُونَ
Diyanet Vakfi = Allah'ın verdiği rızka karşı şükrü, onu yalanlamakla mı yerine getiriyorsunuz?
فَلَوْلَا إِذَا بَلَغَتِ الْحُلْقُومَ
Diyanet Vakfi = Hele can boğaza dayandığı zaman,
وَنَحْنُ أَقْرَبُ إِلَيْهِ مِنكُمْ وَلَكِن لَّا تُبْصِرُونَ
Diyanet Vakfi = (O anda) biz ona sizden daha yakınız, ama göremezsiniz.
فَلَوْلَا إِن كُنتُمْ غَيْرَ مَدِينِينَ
Diyanet Vakfi = Madem ki ceza görmeyecekmişsiniz,
تَرْجِعُونَهَا إِن كُنتُمْ صَادِقِينَ
Diyanet Vakfi = Onu (canı) geri çevirsenize, şayet iddianızda doğru iseniz!
فَأَمَّا إِن كَانَ مِنَ الْمُقَرَّبِينَ
Diyanet Vakfi = Fakat (ölen kişi Allah'a) yakın olanlardan ise,
فَرَوْحٌ وَرَيْحَانٌ وَجَنَّةُ نَعِيمٍ
Diyanet Vakfi = Ona rahatlık, güzel rızık ve Naîm cenneti vardır.
وَأَمَّا إِن كَانَ مِنَ أَصْحَابِ الْيَمِينِ
Diyanet Vakfi = Eğer o sağdakilerden ise,
فَسَلَامٌ لَّكَ مِنْ أَصْحَابِ الْيَمِينِ
Diyanet Vakfi = «Ey sağdaki! Sana selam olsun!»
وَأَمَّا إِن كَانَ مِنَ الْمُكَذِّبِينَ الضَّالِّينَ
Diyanet Vakfi = Ama yalanlayıcı sapıklardan ise,
فَسَبِّحْ بِاسْمِ رَبِّكَ الْعَظِيمِ
Diyanet Vakfi = Öyleyse ulu Rabbinin adını tenzih ile an.
56-VAKİA:
1. O vâkıa meydana gelince, yani kıyamet kopunca. Vâkıa, esasen vukua gelen, vukuu muhakkak olan hadise demektir. Ahid lâmı ile da, kıyametin bir ismidir. Gelecekte muhakkak surette meydana geleceği için bu isim verilmiştir. Şart mânâsını ifade eden zarftır. Âlimlerin çoğu cevabın, korkutmak için hazfedilip, mânânın "kıyamet kopunca neler neler meydana gelecektir!" şeklinde olduğunu söylemişlerse de, esasen cevap şudur:
2. Onun meydana gelmesini yalanlayacak kimse yoktur. Vuku', düşmek anlamını ifade ettiği gibi, vak'a da masdar bina-i merre olarak şiddetli bir düşüş demektir. Sonra yaygın bir şekilde başa çarpan büyük iş mânâsında kullanılmıştır. Bazen de özellikle harbe isim olarak verilmiştir. Kısacası, kıyamet kopmadan önce onu yalanlayan ve inkar edenler bulunursa da, vukuu gerçekleşip bir kere meydana geldi mi, artık onu kimse inkar edemez ve çaresizce tasdik etmeye mecbur olurlar. Başka bir ifade ile onun başa çarpışı yalan olmaz. Değişiminin tesirinden kurtulma imkanı yoktur.
3. İndirdiğini indirir bindirdiğini bindirir. yani bazılarını düşürür alçaltır, bazılarını kaldırır yükseltir. Çünkü devletler yıkan fitneler, ihtilâller, inkılâblar gibi büyük olaylar, azizleri zelil, zelilleri aziz ederek nicelerini aşağı düşürür nicelerini de yükseklere kaldırır. Burada "hafdın" takdim edilmesi, korkuya düşürmek yahut bu nevi olaylarda yıkımın yapımdan önce geldiğini göstermek içindir. Bu âyet , den bedel olarak bir nevi onu tasvir etmektedir. Yahut tenâzu üzere ya bağlıdır. Âyetteki recc, zelzele, şiddetli hareket ve sarsıntı demektir ki, bizim dünya yerinden oynadı sözümüze benzer.
4. Yani üzerindekilerin yıkılacağı şekilde yer dehşetle sarsılıp yerinden oynadığı
5. dağlar da toz duman olup bir serpiliş serpildiği "Dağlar yürütülür, serap haline gelir." (Nebe', 78/20) âyeti tahakkuk edip,
6. hepsi havada uçuşan zerreler haline geldiği
7. siz de üç çift, yani üç sınıf olduğunuz zaman. Âyetteki hitab, tâğlib tarikiyle hem şu andaki hem de geçmiş ümmetlerin hepsine ve bütün insanlara olabilirse de, bazı müfessirlerin kanaatine göre yalnızca şu andaki ümmet için olması, bizce de tercih edilen bir görüştür.
8. O üç sınıf, "Fâ-i tafsıliyye" (açıklama Fâ'sı) ile şöyle beyan ediliyor: Ashab-ı meymene. Meymene, yemin yeri yani sağ kol, sağ taraf yahut meymenet, uğur ve bereket mânâlarına gelir. Sağ taraf, meclis ve mahfellerde saygı ve hürmet mevkii olduğuna göre, "ashab-ı meymene" hürmet makamında bulunan yüksek şeref sahipleri demek olur.
Aynı zamanda bu gibi kimseler hayra yarayan ve kendilerinden istifade edilen faydalı zatlar olmaları sebebiyle meymenetli diye nitelendirilirler. Nitekim kelimenin iki mânâsına da işaret etmek için dikkatler şöyle celbediliyor: Amma ne ashab-ı meymene, yani öyle çok meymenet sahibi zatlar ki uğur ve bereketleri her vechile gıpta ve hayrete şayandır. Kanaatimizce bu vasıf, hitabın şu andaki ümmet için olduğunu hatırlatmaktadır. Yani geçmiş ümmetlerde benzeri bulunmayan ashab-ı meymene demektir.
9. Bunlara mukabil ve ashab-ı meş'eme. Meş'eme, şum yeri, yani sol kol, yahut yümnün (uğurun) zıddı olan şeâmet ve uğursuzluk mânâlarına gelir. Ashab-ı meş'eme de sol tarafta, alçak yerde bulunan değersiz, yahut kendilerine ve yakınlarına uğursuzluğu dokunan kimseler demek olur. Burada her iki mânâya işaret için de şu vasıf tekrar edilmiştir. Amma ne ashab-ı meş'eme, ne uğursuz kimseler! Biraz sonra gelecek âyetlerde ashab-ı meymene'ye ashab-ı yemin, ashab-ı meş'eme'ye de ashab-ı şimâl denilmiştir. Sebebi orada izah edilecektir
10. Bunların hepsinin önünde olmak üzere önde olanlar da öncüdürler ileri geçmişlerdir. Bunlar hakka kullukta iman ve itaatta hayır yarışlarında en öne geçenlerdir. Peygamberler, Sahib Yasin (Habib b. Musa en-Neccâr) Firavun ailesinden iman edenler, muhacir ve ensardan sâbikûn-ı evvelin (ilk geçenler) ünvanına sahib sahabiler gibi. Mübtedâ ve haberdir. Yani "sâbikun" adını alanlar, gerçekten sâbikûn vasfını kazanan ve üç sınıfın ilerisinde, kasdettikleri gayeye hepsinden önce ulaşan zatlardır.
11. İşte onlar mukarreblerdir yani Allah'ın yanında yakınlığına, en yüksek mertebe ve makama erdirilmiş kimselerdir.
12 Naîm cennetleri içerisinde üstün makamlardadırlar ruhânî ve cismanî nimetlerle devamlı ve saf lezzetler içindedirler.
13. Çoğu evvelkilerden
14. birazı da sonrakilerden. Hitab şu andaki ümmete olduğuna göre böyle olmasının mânâsı açıktır. Sâbikûnun (öne geçenlerin) çoğunun öncekilerden olması gerekir. Nitekim ilk öne geçenler sahabilerdendir. Hitab geçen ümmetleri de içine aldığına göre ise, öncekilerden sâbikunun çok olması, bütün nebi ve resulleri içine alması sebebiyledir. Sülle cemaat, büyük bir grup demektir.
15. Bunlara verilen naîm cennetlerini tasvir ile zihinlerde hayal ettirmek için buyuruluyor ki cevherlerle işlenmiş tahtlar üzerindedirler. Sürur, seririn çoğuludur. Serir, taht, sandalye ve köşk demektir. Mevdûne, altın, inci, yâkut ve elmas gibi mücevher işlemeli, yani murassa, veya birbirlerine yakın dizilmiş tertipli ve düzenli demektir
16. Bunlara verilen naîm cennetlerini tasvir ile zihinlerde hayal ettirmek için buyuruluyor ki cevherlerle işlenmiş tahtlar üzerindedirler. Sürur, seririn çoğuludur. Serir, taht, sandalye ve köşk demektir. Mevdûne, altın, inci, yâkut ve elmas gibi mücevher işlemeli, yani murassa, veya birbirlerine yakın dizilmiş tertipli ve düzenli demektir.
17. Daima vildan şeklinde taze kalan genç hizmetçiler, garsonlar, yahut hılede denilen bir nevi küpeli uşaklar
18. küpler, sapı ve emziği olmayan sürahi, desti ve küp gibi kaplar ibrikler, emziği ve sapı olan kaplar, dolgun kadeh, menbaından, kaynağından akan içki
19-24. başlarına başağrısı verilmez, başları ağrıtılmaz. Yahut cemiyetleri perişan edilmez, lezzetleri kesilmez nezf de yapmazlar akıllarını gidermezler. Sarhoş olmazlar, yahut içtikleri tükenip bitirilmez, yok olmaz.
25 Orada: O naîm cennetlerinde hiç boş mânâsız laf veya çirkin lakırdı duymazlar. Te'sim de işitmezler. Te'sim: isme, günaha nisbet etmektir. Yani kendilerine günah işlediniz denilmez.
26. Ancak bir söz işitirler ki o da selam selamdır, yani tam bir selametle selamlanır dururlar.
27. *} Ashab-ı yemin ise ne ashab-ı yemindir! Bu "ashabu'l-yemin" cümlesi, üzerine atfedilmiştir. Yukarıda "Ashâbu'l-meymene" burada ise "Ashabu'l-yemin" şeklinde zikredilmesi, ifade çeşitliliği içindir. Bunlara ashab-ı yemin denilmesi amel defteri denilen kitapların kıyamet günü "Kimin kitabı sağından verilirse." (İnşikâk, 84/7) âyetince sağ taraflarından verilmesi sebebiyle olduğu dahi ileri sürülmüştür. Ashab-ı yemin, yeminine sadık, sözünü tutan, işine sahip mutlu kişi mânâsını ifade edebilir ki, mukâbili yeminini bozan demektir. Ayrıca bu tabirin, Allah için yeminine sadık ve vefakârlar anlamında kullanıldığı da söylenebilir.
28. Sidr-i Mahdûd: Daha önce de geçtiği gibi Arabistan kirazı denilen meşhur nabk ağacının ismidir. iki mânâ ile tefsir edilmiştir. Birincisi, silinmiş, tesviye edilmiş ve düzeltilmiş demektir. Arabistan ağacı dikenli olduğu için burada sidr-i mahdûd denilerek cennet ağacının dikensiz olduğu anlatılmıştır. Hâkim ve Beyhaki Ebû Ümâme (r.a.)'nin şöyle söylediğini nakletmişlerdir: "Resulullah (s.a.v)'ın sahabileri derlerdi ki: "Allah Teâlâ bizi çölde yaşayan Araplar'dan ve onların meselelerinden istifade ettiriyor. Mesela, bir gün bir çöl bedevisi Hz. Peygamber (s.a.v)'e gelerek, "Ya Resulullah, Allah Teâlâ Kur'ân'da sıkıntı veren bir ağaç zikrediyor. Halbuki ben cennette sahibine eziyet verecek bir ağacın bulunacağını zannetmezdim." dedi. Resulullah, "Nedir O?" diye sorunca bedevî, "Sidr ağacı, zira onun dikeni vardır." dedi. Bunun üzerine Resulullah da buyurdu ki, "Allah Teâlâ buyurmuyor mu? Allah onun dikenlerini silmiştir de her dikeninin yerine bir meyva koymuştur ve onun meyvalarından her biri yetmiş iki renk ile açar ve bir rengi diğerine benzemez." İkincisi, Abd b. Humeyd'in İbnü Abbas, Katâde, İkrime ve Dahhâk'tan yaptığı rivayete göre meyvasının çokluğundan dalları bükülmüş mânâsına tefsir edilmiştir ki biz bunu, "dal bastı" tabirimize yakın görerek meâlde de "dal bastı kiraz" diye ifade etmeyi diğer mânâdaki dikensizlik anlamına da uygun olacağı kanaatiyle zevkimize muvafık bulduk.
29. Ve Talh-i Mendûd, meyvası aşağıdan yukarı istifli, sıvama muz demektir. Bazıları, muz olmadığını söylemiştir. Bunun dünya muzuna benzer, meyvası baldan tatlı bir ağaç olduğu zikredilmiştir. Daha başka türlü mânâ verenler de vardır.
30. Uzanmış bir gölge ki çekilmesi ve boşluğu yoktur. Fecr ile güneşin doğması arasındaki sabah gölgesi gibi hoş ve güzel bir gölgedir.
31. Ve çağlayan bir su, yani yüksekten dökülen akarsu. Bu suyun, kovasız, dolabsız ve istenilen yerde akan bir su olduğu da söylenmiştir. Yukarıda sâbikûn (öne geçenler)un durumu, dünyada şehirlerin, medenî halkın imrenecekleri en yüksek zevk ve lezzetlere göre tasvir edilerek, yeni edebiyatçıların "sembolizm" dedikleri işaret yoluyla ifade ve temsil edilmiş olduğu gibi, sağın adamlarının hâli de bedevileri imrendirecek güzel yayla manzaralarını andıran remizlerle ifade edilerek ikisi arasındaki farkın, medenilerle bedevilerin farkı gibi olduğuna bir nevi işaret yapılmıştır, denebilir. Mücahid'den nakledilmiştir ki o yaylalar; gölgelikleri, meyva ağacı ve sidri (Arabistan kirazı) ile müslümanların hoşlarına gitmişti. Allah Teâlâ, âyetlerini indirdi. Dahhâk'tan gelen rivayette de şöyle denilmiştir: Müslümanlar o yaylalara bakıp imrendiler. "Ne olurdu bunun gibi bizim de olsaydı" dediler. Bunun üzerine söz konusu âyetler nazil oldu.
32. Ve her türlüsünden bol bol meyva ki bunlar, dünya meyvaları gibi değil, hiçbir zaman kesilmeyen, tükenmeyen ve almak isteyenlerden men edilmeyen, yasaklanmayan meyvalardır.
33. Ve her türlüsünden bol bol meyva ki bunlar, dünya meyvaları gibi değil, hiçbir zaman kesilmeyen, tükenmeyen ve almak isteyenlerden men edilmeyen, yasaklanmayan meyvalardır.
34. Ve yüksek döşekler. Ebû Ubeyde demiştir ki: "Burada firaştan maksat, kadınlardır. Yükseklik de manevi yüksekliktir yani değer üstünlüğüdür. Zira şöyle buyurulmuştur:
35. Şüphesiz biz onları (hûrileri) yepyeni bir yaratılışla yaratmışızdır. İbnü Cerir, Tirmizi ve daha başkalarının Enes (r.a.)'den rivayetlerinde, Resulullah (s.a.v) buyurmuştur ki: "Bu yeniden yaratılan kadınlar, dünyada kocamış ve buruşmuş kadınlardır." Taberânî, İbnü Ebî Hâtim ve daha bazı âlimlerin rivayetlerine göre Selemetü'bnü Mirsed-i Cu'fi (r.a.) demiştir ki: "Resulullah'ı âyeti ile ilgili olarak işittim, şöyle diyordu: "Bunlar, ister dul, ister bekâr olsun dünyadaki kızlar ve kadınlardır." Tirmizî'nin "Şemâil"de rivayet ettiği üzere Resulullah (s.a.v)'a bir kocakarı geldi ve ona: "Ya Resulullah Allah'a dua et beni cennete koysun." dedi. Resulullah: "Ey falancanın annesi, cennete asla kocakarı girmez." buyurdu. Bunun üzerine kadın ağlayarak döndü. Resulullah buyurdu ki: "Ona haber verin kocakarı olarak girmez, çünkü Allah Teâlâ buyurmuştur ki: "Şüphesiz biz onları yeni bir yaratılışla yaratmışızdır."
36. *} Yaratıp da onları hep bekâr kızlar kılmışızdır.
37. Öyle ki hep güzel kadınlar olarak. Urub, arubun çoğuludur. Bu kelimenin üç farklı tefsiri vardır.
1) Kocalarını çok seven kadınlar.
2) Cilveli, nazlı edâlı kadınlar.
3) Güzel söz söyleyen kadınlar. Şüphesiz cilve ve anlatım güzelliği de, sevişmenin en latif sebeblerinden ve edâlı kadının şiarındandır. Hep aynı yaşıt, yani yaşları da eşit, hep birbirine denktir. Tirmizî'nin Muaz (r.a.)'dan rivayet ettiği bir hadiste şöyle denilmiştir: "Cennet ehli cennete tüysüz, bıyıkları henüz terlemeye başlamış, gözleri sürmeli, otuz, otuz üç yaşlarında girerler."
38. Sağın adamları için (yaratılmışlardır)
Meâl-i Şerifi
39. Bir çoğu öncekilerdendir.
40. Bir çoğu da sonrakilerdendir.
41. Solun adamları, nedir o solcular!
42. İçlerine işleyen bir ateş ve kaynar şu içinde,
43. Kapkara dumandan bir gölge altındadırlar.
44. Ki ne serindir, ne de faydalı.
45. Çünkü onlar bundan önce varlık içinde sefâhete dalmışlardı.
46. Büyük günahı işlemekte ısrar ediyorlardı.
47. Ve diyorlardı ki: "Biz ölüp, toprak ve kemik yığını olduktan sonra, biz mi bir daha diriltileceğiz?"
48. "Önceki atalarımızda mı?"
49. De ki: "Öncekiler ve sonrakiler"
50. "Belli bir günün belli vaktinde mutlaka toplanacaklardır."
51. Sonra siz, ey sapık yalanlayıcılar!
52. Elbette bir ağaçtan, zakkum ağacından yiyeceksiniz.
53. Karınlarınızı hep onunla dolduracaksınız.
54. Üstüne de kaynar su içeceksiniz.
55. Susuzluk illetine tutulmuş develerin içişi gibi içeceksiniz.
56. İşte ceza gününde onlara sunulacak ziyafet budur.
57. Biz sizi yarattık; tasdik etmeniz gerekmez mi?
39-40. Birçoğu öncekilerden ve birçoğu da sonrakilerdendir.
Yani sağın adamları öncekiler gibi değil daha çoktur. Öncekilerden de, sonrakilerden de çokturlar. Öncekiler ve sonrakiler ya bütün ümmetlerin öncekileri ve sonrakileri, ya da bu ümmetin öncekileri ve sonrakileridir. Ahmed b. Hanbel, İbnü Münzir, İbnü Ebî Hâtim ve İbnü Merdûye'nin Ebû Hureyre'den yaptıkları rivâyete göre âyeti inince sahabilerin gücüne gitmişti. İşte bunun üzerine âyeti nazil oldu. Peygamber (s.a.v) buyurdu ki: "Ben her halde ümid ederim ki siz cennet ehlinin üçte biri, belki de yarısı olursunuz. Kalan ikinci yarısını da onlarla paylaşırsınız." Demek ki sahabiler, cennet ehli içerisinde Muhammed ümmeti az olacak diye merak etmişlerdi. Böylece o endişe bertaraf edilmiş oldu. Buna göre Muhammed ümmetinin ilklerinden sâbikûn (önde gidenler), sonrakilerden çok olduğu gibi geçmiş ümmetlerin önde gidenleri de Hz. Muhammed'in ümmetinden sayı itibariyle fazladır. Çünkü geçmiş ümmetlere çok sayıda peygamber gelmiştir. Bununla beraber Hz. Muhammed'in ümmeti içerisindeki öncülere uyanlar, geçmiş ümmetlerin öncülerine uyanlardan daha çok olacaktır. Çünkü onlar cennet ehlinin yarısından çoğunu teşkil edeceklerdir. Bu, ihtimal ki insan nüfusunun artması meselesi ile de alakalıdır. Dikkat edilmesi gereken bir husus da şudur ki, sâbikunda "Yaptıklarına karşılık olarak." (Vâkıa, 56/24) buyurulduğu halde Ashab-ı yemin'de bu zikredilmemiştir. Bundan Ashab-ı yemin'in mutluluğunun sâbikuna uymaları sebebiyle sırf fazilet olduğu şeklinde bir mânâ çıkarılabilir. Nitekim "zıll-i memdûd" (uzanmış gölge) ifadesinde de aynı durum söz konusudur. Bu mânâ, Tûr Sûresi'nde geçen "İman eden ve zürriyetleri de iman ile kendilerine tabi olanlar (var ya!) işte biz onların nesillerini de kendilerine kattık..." (Tûr, 52/21) âyetinin mânâsına benzemektedir. Buna bakarak denilebilir ki, öncüler, hayırda öncüler olan peygamberler ve müctehid imamlardır. Ashab-ı yemin de onlara sadakatle uyanlardır.
41. Üç sınıftan üçüncüsü olan ve Ashab-ı yemin'in zıddı olarak sâbikunun solunda yer alıp, kitapları sol taraflarından verilecek solun adamlarına, (Ashab-ı Şimâl'e) gelince buyuruluyor ki Ashab-ı Şimâl ise ne Ashab-ı Şimâl! Ne uğursuz, ne bedbaht insanlardır!
42. Bir ateş, içlerine işleyen bir hararet içinde ve bir kızgın su, cehennem suyu içinde
43. ve zifirden bir gölge kömür veya kurum gibi kararıp duran sisli, boğucu bir gölge içindedirler. Yahmûm, kömür gibi simsiyah olan şey, zifir ve kara duman mânâlarına gelir. Buna zulmet denilmeyip de gölge isminin verilmesi alay içindir. İbnü Abbas'tan gelen bir rivayette de, cehennem halkını her taraflarından kaplayıp, kuşatan perdenin ismi olduğu zikredilmiştir.
44. Serin de değil kerim de değil, yani hiç bir hayır ve menfaati ve hiçbir güzelliği olmayan bir gölgedir.
45. Bunların içine düşmelerinin sebebi ise çünkü onlar bundan önce, yani bu azabın vuku bulmasından evvel mühlet verilmiş, şımartılmış keyiflerine düşkün ve hiçbir şeye aldırış etmeyen kimseler idiler.
46. O büyük günahta ısrar ediyorlardı. Hıns, esasen günah mânâsınadır. Yemini bozmaya da hıns denir. Müfessirlerin çoğu, burada hıns-i azim'i büyük günah diye tefsir etmişlerdir. Çünkü "Doğrusu şirk, büyük bir zulümdür." (Lokman, 31/13) buyurulduğu üzere şirk, büyük bir zulüm ve en büyük günahtır. Bazıları da "hıns"ın yemin-i gamus, yani yalan yere yemin etmek olduğunu söylemişlerdir. Takiyyuddin Sübki'ye göre de, "Onlar, olanca güçleriyle Allah'a yemin ettiler ve dediler ki: Allah ölen bir kimseyi tekrar diriltmez." (Nahl, 16/38) âyetinde buyurulduğu gibi, onların büyük günahta ısrar etmeleri, kuvvetlice yemin ederek dirilmeyi inkar etmeleri demektir. Bu anlam "hıns"ın meşhur mânâsına uygun olursa da
47-49. "ve diyorlardı ki..." âyeti, bu mânâyı ifade etmiş olacağı için önceki mânâ daha tercihe şayandır. Ancak şirki, "hıns-ı azîm" (büyük günah) tabiriyle ifade etmenin bir nüktesini de göz ardı etmemek lazımdır. Bu nükte ise, "Eğer antlaşmalarından sonra yeminlerini bozarlar ve dininize saldırırlarsa, küfrün önderlerine karşı savaşın..." (Tevbe, 9/12) âyetinde ifade edildiği gibi bunların yemin tanımaz, yeminlerinde durmaz yalancılar olduklarına işaret olsa gerektir. Nitekim bunlara "Ey yalancı sapıklar!" (Vâkıa, 56/51) diye hitap edilmesi de bu hususu kuvvetlendirmektir. İşte böylece bu mânânın yardımı ile de Ashab-ı Şimâlin, Ashab-ı yeminin tam zıddı bir anlam taşıdığı da anlaşılmış olmaktadır.
50. "Bilinen bir günün muayyen vaktinde mutlaka toplanacaklardır." O bilinen gün, kıyamet günüdür. Mikât, bir şeyin vaktini tayin eden ölçüdür. Kıyamet de dünyanın vaktini tahdid ettiği için mikât denilmiştir. Buradaki izâfet, izâfet-i beyaniyyedir. Mânâsı, mikât olan gün demektir.
51. "Bilinen bir günün muayyen vaktinde mutlaka toplanacaklardır." O bilinen gün, kıyamet günüdür. Mikât, bir şeyin vaktini tayin eden ölçüdür. Kıyamet de dünyanın vaktini tahdid ettiği için mikât denilmiştir. Buradaki izâfet, izâfet-i beyaniyyedir. Mânâsı, mikât olan gün demektir.
52-54. "Bir ağaçtan, zakkumdan..." (Zakkum ağacı ile ilgili bilgi için Saffât Sûresi'ne bkz.)
55. Hîm, ehyem'in veya heymâ'nın çoğuludur. Hüyam hastalığına tutulmuş deve demektir. Hüyam, deveye ârız olan bir susuzluk illetidir ki bu hastalığa yakalanan deve suya bir türlü kanmaz. İşte onlar da bu deve gibi zakkumu yer, kaynar suyu içer içer ama asla kanmazlar.
56. Bu, onlara o din (ceza) günü sunulacak ziyafettir. Nüzul, konuk, misafir gelince kahve veya kahvaltı gibi ilk sunulan yiyecek ve içeceklerdir. Konuklara ilk defa böyle şeyler takdim edilince, artık daha sonraki azabın nasıl şiddetli olacağı düşünülmelidir.
57. Bu beyandan sonra inkârcıları susturmak ve azarlamak için değişik bir hitab tarzı ile buyuruluyor ki biz sizi yarattık, hâlâ tasdik etmeyecek misiniz? Bunu daha açık ifade etmek için de şöyle buyuruluyor:
Meâl-i Şerifi
58. Attığınız meniyi gördünüz mü?
59. Onu siz mi yaratıyorsunuz yoksa yaratan biz miyiz?
60. Aranızda ölümü takdir eden biziz ve bizim önümüze geçilmez.
61. Böylece sizin yerinize benzerlerinizi getirelim ve sizi bilmediğiniz bir yaratılışta tekrar var edelim diye (böyle yapıyoruz).
62. Andolsun, ilk yaratılışı bildiniz. Düşünüp ibret almanız gerekmez mi?
63. Ektiğinizi gördünüz mü?
64. Onu siz mi bitiriyorsunuz, yoksa bitiren biz miyiz?
65. Dileseydik, onu kuru bir çöp yapardık. Hayret eder dururdunuz.
66. "Doğrusu borç altına girdik."
67. "Doğrusu, biz yoksul bırakıldık" (derdiniz).
68. İçtiğiniz suya baktınız mı?
69. Buluttan onu siz mi indirdiniz, yoksa indiren biz miyiz?
70. Dileseydik onu tuzlu yapardık. O halde şükretseniz ya!
71. O çaktığınız ateşi gördünüz mü?
72. Onun ağacını siz mi yarattınız, yoksa yaratan biz miyiz?
73. Biz onu bir ibret ve çölden gelip geçenlere bir fayda yaptık.
74. Öyleyse büyük Rabbinin adını yücelt.
58. Akıttığınız yani rahimlere döktüğünüz meniyi (gördünüz mü?)
59. Onu siz mi yaratıyorsunuz? Siz mi takdir ederek, şekillendirip insan biçimine koyuyorsunuz? Yoksa yaratıcı biz miyiz, hiç yokken biçim verip yaratan?
60. Aranızda ölümü biz takdir ettik. Sonsuz hikmetleri ihtivâ eden irademizin gerektirdiğine göre, her birinize bir vakit tayin ve taksim ettik. Ve biz önüne geçilenlerden değiliz yani kimse bize üstün gelemez. İrademizi alıkoyamaz. Her dilediğimizi istediğimiz şekilde yaparız. Buna kadiriz.
61. "Kılıklarınızı değiştirmek üzereyiz." Müfessirler bu âyete, gerek nın bağlı olduğu fiil, gerek "emsâl"in anlamı itibarıyla birkaç türlü mânâ vermişlerdir. Söz konusu âyet, âyetinin mânâsındaki kudrete veya mahzufa ya da bir üsteki âyette yer alan fiiline bağlanmış olabilir. de mimin kesriyle mislin çoğulu olabileceği gibi fetha ile de meselin çoğulu olabilir. Mimin kesresi ile olan mislin çoğulu ve fiiline bağlı olduğu durumda mânâsı; "Aranızda ölümü takdir ettik ki neslinizi kesmeyip benzerlerinizi getirelim." şeklinde olur. âyetinin ifade ettiği ye bağlı olduğu durumda ise; "Aranızda ölümü takdir ettiğimiz gibi sizi yok edip yerinize benzerlerinizi getirmek suretiyle değiştirmeye de kadiriz." anlamı verilebilir. İkinci takdire göre yapılan tefsir, "Allah dilerse sizi yok eder ve yerinize yeni bir mahluk getirir." (Fâtır, 35/16) âyetinin mânâsına uygun olur. Lakin burada iki üstün ile meselin çoğulu olması tercihe şayandır. Mesel, sıfat ve şekil mânâlarıyla maddi ve manevî benzeyişi ifade eden huy, kılık ve kıyafet demek olduğundan bu durumda da mânâ şöyledir: "Gerek fikir ve ahlâk yönünden gerek şekil ve suret yönünden bulunduğunuz ve bildiğiniz kılıklarınızı değiştirmeğe ve sizi bilemeyeceğiniz bir yaratılışta varetmeğe kadiriz. Bunun önüne hiç kimse geçemez Bu mânâ, hem dünyevî değişmeyi hem uhrevi yaratma olan dirilmeyi ifade eder. Ayrıca hem tehdit hem müjdeyi içerir. Hasan-ı Basri de tehdid cihetini düşünerek, "Sizi maymunlara, domuzlara çevirir." tarzında bir mânâya geldiğini söyler ki, bu da Nisâ Sûresi'nde geçen "Ey ehl-i kitab! Biz bir takım yüzleri silip dümdüz ederek arkalarına çevirmeden, yahut onları, cumartesi adamları gibi lanetlemeden önce, size gelenleri doğrulamak üzere indirdiğimiz kitaba iman edin.." (Nisâ, 4/47) âyetinin mânâsına benzemektedir. Sözün başı ve sonu yaratmak, ceza ve yeniden dirilmekle alakadar olduğundan tebdil (değiştirme) sözü dünyevi değişime, inşa (yaratma) sözü de, ondan sonra gerçekleşecek olan öldükten sonra dirilmeye işaret sayılabilir.
62. Herhalde ilk yaratmayı öğrendiniz. Yani insanın bu dünya hayatında topraktan, sonra nutfe, alaka, mudğa gibi tavırdan tavıra tekamül ettirilerek nasıl gerçekleştiğini gerek müşahede ve tecrübeden ve gerek Kur'ân'ın açıklamalarından öğrenmiş bulunuyorsunuz. O halde düşünseniz ya! Yani düşünseniz de bildiğiniz bu tarzı değiştirip ve tekamül ettirerek sizi peyderpey yaratıp bulunduğunuz duruma getiren ve aranızda ölümü takdir etmiş bulunan yaratıcınız Allah Teâlâ'nın sizi değiştirip, şimdi teferruatını bilemeyeceğiniz yeniden diriltmeye kâdir olduğunu anlasanız ya!
63. İnsan hayatı için gerekli olan hususlardan biri de rızıktır. Rızıkta esas maddî veya manevî planda ekipbiçme olduğu için yaratma konusu hatırlatıldıktan sonra rızka da yer verilmiş ve bu hususa ekin ile başlanarak buyurulmuştur ki Şimdi ektiğiniz tohumu gördünüz mü?
64. *} Onu siz mi bitiriyorsunuz? Siz mi tutturup, büyütüp gayesine ulaşan ziraat haline getiriyorsunuz? Yoksa biz mi bitiriyoruz? Kurtubî der ki: "Ekini eken kimsenin den sonra bu âyeti okuyup şöyle demesi müstehâb olur: "Ekini bitiren, yetiştiren Allah Teâlâdır." "Allah'ım Muhammed'e rahmet eyle ve bizi bu ekinin ürünü ile rızıklandır ve zararından uzak tut. Hem de bizi nimetlerine şükredenlerden kıl." Bu duanın, ekinleri musibetlerden koruyup bereketlendirdiği ifade edilerek bunun tecrübe ile sabit olduğu nakledilmiştir.
65. Hutam, kuru şeylerin kırıntısına denir. Çörçöp, ot çöpü, saman çöpü ve kabuk kırıntıları gibi. Tefekküh eder dururdunuz. Tefekküh, esasen türlü yemiş yemek demek olup, mecazen taaccüb etmek ve pişman olmak mânâlarına da gelir. Burada ifade ettiği anlam, "şaşkınlıkla şu lakırdıları, yemiş yer gibi tekrar tekrar söyler, çiğner ve ağzınızda geveler dururdunuz." şeklindedir. Yani şöyle der dururdunuz.
66. Biz herhalde çok zarardayız. Ektiğimiz tohumlar zayi oldu. Yaptığımız masraflar boşa gitti, yahut borçlandık. Veya garamın, helâk mânâsına olduğu göz önünde tutulursa, inanın helak olduk, mahvolduk anlamı da verilebilir.
67. Daha doğrusu biz mahrumuz. Yani ektiğimiz mahvolduğu gibi yiyeceğimiz rızıklardan da mahrumuz. Yahut bundan böyle hiç kazanç ihtimali kalmamış, her şeyden mahrum ve sefalete mahkumuz. Bu sözlerin bir cümlesi birisi, diğeri başka biri tarafından söylenmek suretiyle karşılıklı konuşma tarzında tekrar tekrar ifade edilir. Böylece ümitsizliğe kapılarak teşekkür edecek hiçbir nimet kalmamış gibi mırıldanılır durulur. Düşünülmez ki bunu söylerken içilecek bir su olsun bulunur ve Allah'ın bundan daha büyük felaketleri olabilir.
68. Onun için bunun arkasından buyuruluyor ki "Gördünüz mü o içtiğiniz suyu?"
69. buluttan Müzn, esasen bulut yahut ak bulut demektir ki ondan yağmur nadiren yağar. Ayrıca bu buluttan inen yağmur suyunun daha tatlı olduğu da ifade edilmiştir.
70. *} Dilersek onu bir ucâc, yani tuzlu ve acı bir su yapardık ki, içilme ihtimali olmazdı. Ekilen tohumların bazen çürüdüğünün gerçekte bilindiği, yağmurun acı olarak yağmasının mümkün olduğu yahut yiyeceklerin içeceklerden daha mühim olduğu tarzındaki sebeblerden dolayı öncekinde Lâm ile , bunda ise lâmsız olarak buyurulmuştur. Gerek evvelkinde, gerek bunda "dileseydik" ile başlayan iki şart cümlesi, Allah Teâlâ'nın ekini ve suyu, onlardan faydalanmayı ortadan kaldıran âfât ve diğer hallerden koruması da nebatı bitirme ve gökten su indirme nimetlerinden ayrıca şükredilmesi gereken iki ayrı nimettir. İşte bu iki cümle söz konusu meseleyi beyan etmek için zikredilmiş birer başlangıç cümlesidir. O halde şükretseniz ya! Yani bütün bu nimetlerden her birine şükretseniz de biri eksik oluverince hemen mahrumuz diye ümitsizlikle veya biz ekip biçiyoruz diye gururlanıp da nankörlük etmeseniz ya!
71. Sonra o çaktığınız ateşi gördünüz mü? Yani birbirine sürtüp çakmak suretiyle çıkardığınız ateşi ki sürtme ve temas ile çıkan bir elektrik ateşi demektir. Yâsin Sûresi'nde geçen "Yeşil ağaçtan sizin için ateş çıkaran O'dur..." (Yâsin, 36/80) âyeti de bu konuyla ilgilidir.
72. Onun ağacını siz mi inşa ettiniz? Ki bu sözü edilen ağaç, merh ve afar diye bilinen ağaçtır. Bununla beraber her ağaçta ve elektrik elde edilen her şeyde ve çakmak taşında dahi bu anlam vardır. Nitekim denilmiştir ki, "Her ağaçta ateş vardır. Fakat merh ve afar bu konuda çok meşhur olmuştur." Yoksa inşa eden biz miyiz? Yani o ağacı diğerlerinden fazla bir özellikle var edip yaratan biz miyiz? Şüphe yok ki Allah Teâlâ cisimleri o elektrikiyyet özelliği ile yaratıp inşa etmemiş olsaydı, hiç bir şekilde elektrik üretimi kâbil olmaz, ne bedevinin çakmağı çakar ne de bugünkü medenilerin elektrik fenerleri yanardı.
73. Biz onu hem bir ibret kıldık, yani yaşama sebebleri kendisine bağlanıp hayat mücadelesine örnek ve cehennem azabının ateşinin andırıp düşündürecek bir ibret kıldık. Hem de bir metâ bir faydalanma ve kazanç vasıtası, alanda bulunanlar için, yani sahraya konup göçenler için. Ondan en fazla konup göçenler istifade ederler. Çünkü çakmak çakarak ateş yakma ihtiyacı medenîlerden ziyade bedevilerde olur. Ve o ağacı en çok onlar getirip satarlar. Âyete şöyle bir mânâ da verilebilir. "İhtiyacı çok olan fakirler için." Zira başka bir kâr ve iş bulamayan fakirler hiç olmazsa odun toplayıp geçimlerini temin ederler.
74. O halde Rabbini azîm ismiyle tesbih et. Yani bu nimetleri ihsan edip duran Rabbin çok büyüktür, şirk ve noksanlıklardan münezzehtir (berîdir). Onun için Allah'ı "Yüce Rabbimi tesbih ederim" diye tenzih ederek tesbih et, yahut namaz kıl.
Meâl-i Şerifi
75. Hayır, yıldızların yerlerine yemin ederim.
76. Bilirseniz bu büyük bir yemindir.
77. O, elbette şerefli bir Kur'ân'dır.
78. Korunmuş bir kitaptadır.
79. Ona temizlenenlerden başkası el süremez.
80. (O), âlemlerin Rabbinden indirilmiştir.
81. Şimdi siz bu sözü mü küçümsüyorsunuz?
82. Rızkınızı, yalanlamanızdan ibaret mi kılıyorsunuz?
83. Can boğaza dayandığı zaman
84. Ki o zaman siz (ölmek üzere olana) bakar durursunuz.
85. Biz ona sizden daha yakınız, fakat siz görmezsiniz.
86. Eğer cezalandırılmayacak iseniz,
87. Onu geri çevirsenize; şayet iddianızda doğru iseniz.
88. Fakat ölen kişiye gelince, eğer o rahmete yaklaştırılanlardan ise,
89. Ona rahatlık, güzel rızık ve Naîm cenneti vardır.
90. Eğer O, sağın adamlarından ise,
91. "(Ey sağcı), sana sağcılardan selam!"
92. Ama yalanlayıcı sapıklardan ise;
93. İşte ona da kaynar sudan bir ziyafet vardır.
94. Ve cehenneme atılma vardır.
95. Kesin gerçek budur işte.
96. Öyle ise Rabbini o büyük ismiyle tesbih et.
75. "Yemin ederim..." Âyette bulunan kelâmın sonu ile başı arasındaki tertibi ifade etmektedir. Razî bu tertib şeklini şöyle anlatmaktadır: "Allah Teâlâ hidayet ve Hak din ile Resulünü gönderdiğinde ona gereken herşeyi vermiş ve lazım olmayan şeylerden de onu temizlemiştir. Binâenaleyh ona hikmeti, yani kesin delillerle onların kullanım şekillerini ve Mevize-i hasene'yi, yani kalpleri inceltip, fikirleri aydınlatacak faydalı nutukları ve en güzel yollarla mücadele usûllerini bahşetmiş ve herkesi herhangi bir şekilde tartışmasında aciz bırakmıştı. Ancak bununla beraber kâfirler iman etmemişlerdi. Bütün bunlar kendisine okunup da iman etmeyen kimsenin ise sonuçta söyleyeceği şey şudur: "Bu beyan, onu iddia edenin haklı olmasından değil, zihnî gücünden ve delilleri sıralamadaki kudretinden; sözünün ortaya çıkması ile değil, mücadelesinin kuvvetiyle galip geleceğini bilmesindendir. Nitekim bir çokları tartışmalarda aciz kalınca derler ki: "Benim haklı olduğumu biliyorsun, ama beni zayıf görüyor, insaf etmiyorsun." İşte durum bu noktaya gelince de karşısındakine söylenecek sözde, yemin ile güven vermekten başka çare kalmaz. Onun içindir ki Allah Teâlâ indirdiği âyet ve delillerini bir de çeşitli yeminlerle kuvvetlendirmiştir. Bundan dolayı ilk inen sûrelerde özellikle (Kur'ân'ın) son yedide birinde yemin çoktur. Kur'ân'daki bu yemin şekillerinden biri de, dür. Bu ifadede kasem (yemin) fiili açıkça zikredilmekle beraber ayrıca harfi ile de mânâ olumsuz hale sokulmuştur. Söz konusu hakkında müfessirlerin üç ayrı izah tarzı vardır. Birçokları, sözün ahengini süslendirmek için ziyade kılınan ve olumsuzluk mânâsı kasdedilmeyen Lâ-i zâide (zâid lâm) olduğunu ileri sürmüşlerdir. Bazıları da bunun te'kid lâmı olup aslının şeklinde bulunduğunu ve vakıf (duruş) halinde olduğu gibi fethasının uzatılmış olduğunu söylemişlerdir. Âlimlerden bir kısmı da "Lâ, vallahi" denildiği gibi aslı üzere olumsuzluk edâtı olduğunu iddia etmişlerdir ki, bizim de tercihimiz budur. Buna göre nün mânâsı şöyledir: "Yok, hayır, iş öyle zannettikleri gibi değil, yemin ederim, yahut artık başka söze gerek yok, yemin ederim. O yıldızların mevkilerine ki: Nücûm, yıldızlar mânâsına geldiğine göre onların mevkileri battıkları veya doğdukları yerler, yani batı ve doğuları, yahut gökteki bulundukları yerleri, burç ve menzilleri, yahut akan yıldızların düştükleri mevkiler, veya kıyamet günü döküldükleri zaman düşecekleri yerler olmak üzere dört beş değişik yorumun her birine yahut da hepsine ihtimali vardır. Ancak bu âyette nücûmu, Kur'ân'ın yıldızları yani her indirilmede gelen âyetler, indirilen kısımlar şeklinde yorumlamak mânâya daha uygun düşmektedir. Bu anlam tevriye suretiyle de olsa her halde kasdedilmiş olacağından, nücûmu yıldızlar diye terceme etmemek gerekir. Bu mânâya göre o yıldızların yerleri ise, Melekler, Peygamberler ve hâfızların kalbleri, yahut Kur'ân âyetlerinin yazıldığı sahifeler veya mânâları, yahut onların inişine sebep olan olaylar ve hükümlerdir. Şu halde yıldızların yerleri diye nitelendirilen hususların hepsini içine alan en uygun mânâ budur.
76. "Şüphesiz o bir yemindir." Bu cümle, bir mu'tarıza cümlesidir. "Eğer bilseydiniz." Bu da, mu'tarıza içinde mu'tarızadır.
77. "Şüphesiz o bir Kur'ân'dır." Yeminin cevabıdır. Çok faydalı ve feyizli mânâsınadır. Çünkü dünya ve ahirete dair birçok önemli ilmin esaslarını ihtivâ etmektedir. Diğer bir mânâ ile gayet güzel, hoş, yüceltmeye ve hürmete layık demektir. Ayrıca bu kelimeye, Allah katında değerli mânâsı da verilmiştir.
78. Korunmuş bir kitapda Meknûn, saklı, yani temiz tutulmak, kirletilmemek ve zayi edilmemek için saklanıp, kablar içinde muhafaza edilmiş demektir. İşte mushaflar öyle korunmalıdır.
79. Öyle ki temiz olanlardan başkası ona el süremez. Buradaki nefiy (olumsuzluk), nehiy (men etmek) mânâsınadır. Yani temiz olmayan kirli eller Ona dokunmasın, ancak maddî ve manevî pisliklerden, kötülükten ve necasetten temizlenmiş imanlı ve abdestli kimseler ona dokunsun. Bu âyet sebebiyledir ki, fıkıhta cünüp iken Kur'ân okunamayacağı ve abdesti olmayanın mushafa el süremeyeceği beyan edilmiştir.
80. Çünkü O, âlemlerin Rabbi tarafından indirilmiş bir kitaptır.
81. Şimdi siz bu söze mi yağ süreceksiniz? Yani hürmetsizlik edip inkâr içinde ve temizlenmeden onu kirletmeye mi kalkışacaksınız?
82. Ve rızkınızı sırf yalanlamanızdan ibaret mi kılacaksınız? Yani o kitaptan nasibinizi, onu yalanlamak ve bu suretle o nimete karşı nankörlük etmekten ibaret mi kılacaksınız? Çünkü ondan istifade edecek yerde ona hürmetsizlik etmek ve kirletmeye çalışmak, ondan elde edilecek nasibi küfr ve nankörlükten ibaret kılmaktır.
83. Bunun üzerine de yalanlama ve inkarda ısrar etmenin âkıbetine işaret edilerek buyuruluyor ki: O halde haydisenize can boğaza dayandığı vakit. Âyetteki kelâmdaki yalanlamayı sıralamak içindir. da onların acizliklerini göstermek üzere tahdid ifade etmektedir. Bu nın cevabı, ikinci dan sonra gelecek olan cümlesidir. fiilinin altındaki zamirinin nefse, yani ruha ait olduğu, sözün cereyan tarzından anlaşılmaktadır. Hulkûm, boğaz demektir. Dilimizde de "Can hulkuma geldiği vakit" denilir ki bu, ruhun çıkmak üzere bulunduğu can çekişme vakti demektir.
84. "Ve siz." Vâv, itirâziyyedir. Yani onun etrafında hazır bulunan ilgililer, sizler o zaman, içinizden birinin canı hulkuma geldiği o demde bakar durursunuz. Onun ölüm sarhoşluğunu görür, kurtaracak hiçbir şey yapamaz, acz içinde kara kara bakarsınız
85. biz ise ona, o can çekişen arkadaşınıza sizden daha yakınızdır. Gerek ilim, gerek kudret, gerek tasarruf cihetiyle olsun her hususta yakınız. Siz onun hallerinden yalnız açıkta gördüğünüz izleri tanıyabilirsiniz. Onun mahiyetine, niteliğine ve gizli özelliklerine vâkıf olamaz ve onlardan hiçbirini def edemezsiniz. Biz ise hepsini bilir ve dilediğimizi yaparız. Ve lâkin siz görmezsiniz, yani o yakınlığı idrak etmezsiniz.
86. O vakit haydi, bu diğerini kuvvetlendirmektedir. Eğer siz hak dinin hükmüne uymayacak ve yalanlamanızın cezasını çekmeyecekseniz,
87. o hulkuma gelen canı geri çevirseniz ya! Bu cümle, ların cevabı olmakla beraber şartiyyesinin cezası da olabilir. Yani onu geri çevirseniz ya bakalım. Eğer sadık iseniz, yani Allah'ın dinine tâbi olmamak, birliği ile Rablığını tanımamak davasında doğru iseniz!... Fakat ihtimal var mıdır? Siz Allah Teâlâ'nın hüküm ve kudreti altında öyle âciz, öyle mahkûm durumdasınız ki sizin için bu mümkün müdür?
88. Şimdi sonuç olarak o vefat eden zâtın ölümden sonraki halini beyan etmek için de buyuruluyor ki o canı geri dönmeyip ölen kimse, o Allah'a yakın olanlardan ise, sûrenin baş tarafında zikredilen üç sınıftan en ileride bulunan sâbikûndan (öncülerden) ise ki bu, en yüksek vasıfları olan "mukarrebûn" ile ifade edilmiştir.
89. Artık ona bir ravh. Ravh, rahat, rahmet, ferah ve devamlı hayat mânâlarına gelir ve güzel bir rızık ve bir naim cenneti, hiç kederi olmayan bir nimet ve saadet cenneti vardır.
90. Amma Ashab-ı yemin'e gelince aynen yukarıdaki isimle zikredilmişlerdir.
91. Artık sana sağın adamlarından selam. Burada ashab-ı yeminin birbirlerini selamlamaları hususu, Allah tarafından haber verilmektedir.
92. amma o yalanlayan ve inkâr eden sapıklara gelince ki bunlar Ashab-ı şimâl'dir (solun adamlarıdır) ve "Sonra siz, ey sapık yalanlayıcılar" (Vâkıa, 56/51) diye nitelendirilmiş, kötülenmişlerdir. Dâllin vasfı, onların tanıtıcı sıfatlarıdır.
93. *} amma o yalanlayan ve inkâr eden sapıklara gelince ki bunlar Ashab-ı şimâl'dir (solun adamlarıdır) ve "Sonra siz, ey sapık yalanlayıcılar" (Vâkıa, 56/51) diye nitelendirilmiş, kötülenmişlerdir. Dâllin vasfı, onların tanıtıcı sıfatlarıdır.
94. *} amma o yalanlayan ve inkâr eden sapıklara gelince ki bunlar Ashab-ı şimâl'dir (solun adamlarıdır) ve "Sonra siz, ey sapık yalanlayıcılar" (Vâkıa, 56/51) diye nitelendirilmiş, kötülenmişlerdir. Dâllin vasfı, onların tanıtıcı sıfatlarıdır.
95. Hakikaten işte bu, bu Kur'ân, özellikle sûrede zikredilen haber ve nihâyet üç sınıftan her birine ait sevab ve karşılık hiç şüphesiz o, hakku'l-yakîndir, (kesin bir gerçektir). Yalnız ilmü'l-yakîn (kesin bilgi) ve aynü'l-yakîn (görerek bilmek) değil, hakku'l-yakindir. Onlar bunun içinde gerçeği tahakkuk edici olarak kalacaklardır. Âyette geçen hak ve yakîn kelimelerinin her ikisi de aynı mânâyı ifade ettikleri halde hakkın, yakîne izafeti hakkında çok söz söylenmiştir. Bunlar içinde en uygunu İbnü Atiyye ve Râzî'nin beyanlarıdır ki o da şudur: "Hakku'l, yakîn, hakku'l-hak (en büyük gerçek) ve en üstün sevab demek gibi bir çeşit te'kid mânâsını içermektedir ki, yakînin son derecesi, yahut daha üstünde bir gerçek bulunmayan en yüksek mertebesi demek olur." Yukarılarda geçtiği ve Seyyid Şerîf'in "Ta'rifât"ında da izah edildiği üzere "Yakîn"in üç mertebesi vardır. Bunlar, ilmü'l-yakîn, aynûl-yakîn, ve hakku'l-yakîndir. Hakku'l-yakîn ilim ve müşahededen geçerek fiilî olarak tahakkuk edip yaşanan hakikat demektir. Ayrıca denilmiştir ki hakku'l-yakîn, kulun hakta yok olması ve onunla yalnız ilmen değil, hem ilim olarak, hem müşahede ile, hem hâl olarak bâki olmasıdır. Mesela, her akıllı insanın ölümü bilmesi ilmül-yakîn, melekleri görmesi aynü'l-yakîn, ölümü tatması da hakkü'l-yakîndir.
96. O halde Rabbini azîm ismiyle tesbih et. Bu sûrenin de tekrar eden âyeti budur. Allah Teâlâ, hakkı beyan ettikten sonra kâfirlerin kabule yanaşmamaları üzerine Resulüne buyuruyor ki, kâfirler kabul etmeseler de sen onları bırak. Onlar ister tasdik etsinler, ister yalanlasınlar, sen Rabbini tesbih et, hem de "Azîm" (yüce) ismiyle tesbih et. Böylece söz konusu bu âyetin üst tarafıyla, yani önceki âyetlerle mânâ yönünden irtibatı olduğu gibi gelecek sûrenin baş tarafıyla da münasebetinin olduğu anlaşılmaktadır. Sonraki sûreyle münasebeti şu şekilde kurulabilir. Göklerde ve yerde bulunan bütün varlıklar, Allah'ı tesbih eder. Sen, onlara nazaran küçücük bir grup demek olan kâfirlere bakma da, bütün kâinat ile beraber Rabbini tesbih et ve O'nu, en yüce ismiyle noksan sıfatlardan tenzih et.