الَرَ تِلْكَ آيَاتُ الْكِتَابِ وَقُرْآنٍ مُّبِينٍ

 Hicr / 1 -

 Diyanet Vakfi = Elif. Lâm. Râ. Bunlar Kitab'ın ve apaçık bir Kur'an'ın âyetleridir.


رُّبَمَا يَوَدُّ الَّذِينَ كَفَرُواْ لَوْ كَانُواْ مُسْلِمِينَ

 Hicr / 2 -

 Diyanet Vakfi = İnkâr edenler zaman zaman, keşke biz de müslüman olsaydık, diye arzu ederler.


ذَرْهُمْ يَأْكُلُواْ وَيَتَمَتَّعُواْ وَيُلْهِهِمُ الأَمَلُ فَسَوْفَ يَعْلَمُونَ

 Hicr / 3 -

 Diyanet Vakfi = Onları bırak; yesinler, eğlensinler ve boş ümit onları oyalayadursun. (Kötü sonucu) yakında bilecekler!


وَمَا أَهْلَكْنَا مِن قَرْيَةٍ إِلاَّ وَلَهَا كِتَابٌ مَّعْلُومٌ

 Hicr / 4 -

 Diyanet Vakfi = Helâk ettiğimiz hiçbir ülke yoktur ki hakkında (bizce) bilinen bir yazgı olmasın.


مَّا تَسْبِقُ مِنْ أُمَّةٍ أَجَلَهَا وَمَا يَسْتَأْخِرُونَ

 Hicr / 5 -

 Diyanet Vakfi = Hiçbir millet, ecelinin önüne geçemez, ve onu geciktiremez.


وَقَالُواْ يَا أَيُّهَا الَّذِي نُزِّلَ عَلَيْهِ الذِّكْرُ إِنَّكَ لَمَجْنُونٌ

 Hicr / 6 -

 Diyanet Vakfi = Dediler ki: «Ey kendisine Kur'an indirilen (Muhammed)! Sen mutlaka bir mecnunsun!»


لَّوْ مَا تَأْتِينَا بِالْمَلائِكَةِ إِن كُنتَ مِنَ الصَّادِقِينَ

 Hicr / 7 -

 Diyanet Vakfi = «Eğer doğru söyleyenlerden idiysen, bize melekleri getirmeliydin.»


مَا نُنَزِّلُ الْمَلائِكَةَ إِلاَّ بِالحَقِّ وَمَا كَانُواْ إِذًا مُّنظَرِينَ

 Hicr / 8 -

 Diyanet Vakfi = Biz melekleri ancak hak ile indiririz. O zaman onlara mühlet verilmez.


إِنَّا نَحْنُ نَزَّلْنَا الذِّكْرَ وَإِنَّا لَهُ لَحَافِظُونَ

 Hicr / 9 -

 Diyanet Vakfi = Kur'an'ı kesinlikle biz indirdik; elbette onu yine biz koruyacağız.


وَلَقَدْ أَرْسَلْنَا مِن قَبْلِكَ فِي شِيَعِ الأَوَّلِينَ

 Hicr / 10 -

 Diyanet Vakfi = Andolsun, senden önceki milletler arasında da elçiler gönderdik.


وَمَا يَأْتِيهِم مِّن رَّسُولٍ إِلاَّ كَانُواْ بِهِ يَسْتَهْزِؤُونَ

 Hicr / 11 -

 Diyanet Vakfi = Onlara bir peygamber gelmeyedursun, hemen onunla alay ederlerdi.


كَذَلِكَ نَسْلُكُهُ فِي قُلُوبِ الْمُجْرِمِينَ

 Hicr / 12 -

 Diyanet Vakfi = İşte böylece biz onu, (inkârcılığı) suçluların kalplerine sokarız.


لاَ يُؤْمِنُونَ بِهِ وَقَدْ خَلَتْ سُنَّةُ الأَوَّلِينَ

 Hicr / 13 -

 Diyanet Vakfi = Öncekilerin başına gelenlerden ders almaları gerekirken onlar hala buna (Kur'an'a) inanmıyorlar.


وَلَوْ فَتَحْنَا عَلَيْهِم بَابًا مِّنَ السَّمَاء فَظَلُّواْ فِيهِ يَعْرُجُونَ

 Hicr / 14 -

 Diyanet Vakfi = (14-15) Onlara gökten bir kapı açsak da oradan yukarı çıksalar, yine de «Gözlerimiz boyandı, daha doğrusu bize büyü yapılmıştır.» derler.


لَقَالُواْ إِنَّمَا سُكِّرَتْ أَبْصَارُنَا بَلْ نَحْنُ قَوْمٌ مَّسْحُورُونَ

 Hicr / 15 -

 Diyanet Vakfi = (14-15) Onlara gökten bir kapı açsak da oradan yukarı çıksalar, yine de «Gözlerimiz boyandı, daha doğrusu bize büyü yapılmıştır.» derler.


وَلَقَدْ جَعَلْنَا فِي السَّمَاء بُرُوجًا وَزَيَّنَّاهَا لِلنَّاظِرِينَ

 Hicr / 16 -

 Diyanet Vakfi = Andolsun, biz gökte birtakım burçlar yarattık ve seyr edenler için onu süsledik.


وَحَفِظْنَاهَا مِن كُلِّ شَيْطَانٍ رَّجِيمٍ

 Hicr / 17 -

 Diyanet Vakfi = Onları, taşlanmış (kovulmuş) her şeytandan koruduk.


إِلاَّ مَنِ اسْتَرَقَ السَّمْعَ فَأَتْبَعَهُ شِهَابٌ مُّبِينٌ

 Hicr / 18 -

 Diyanet Vakfi = Ancak kulak hırsızlığı eden müstesna. Onun da peşine açık bir alev sütunu düşmüştür.


وَالأَرْضَ مَدَدْنَاهَا وَأَلْقَيْنَا فِيهَا رَوَاسِيَ وَأَنبَتْنَا فِيهَا مِن كُلِّ شَيْءٍ مَّوْزُونٍ

 Hicr / 19 -

 Diyanet Vakfi = Yeri uzatıp yaydık, orada sabit dağlar yerleştirdik, yine orada miktarı ve ölçüsü belirli olan şeyler bitirdik.


وَجَعَلْنَا لَكُمْ فِيهَا مَعَايِشَ وَمَن لَّسْتُمْ لَهُ بِرَازِقِينَ

 Hicr / 20 -

 Diyanet Vakfi = Orada hem sizin için hem de rızıkları size ait olmayanlar için (gerekli) geçim vasıtaları yarattık.


وَإِن مِّن شَيْءٍ إِلاَّ عِندَنَا خَزَائِنُهُ وَمَا نُنَزِّلُهُ إِلاَّ بِقَدَرٍ مَّعْلُومٍ

 Hicr / 21 -

 Diyanet Vakfi = Her şeyin hazineleri yalnız bizim yanımızdadır. Biz onu ancak belli bir ölçüyle indiririz.


وَأَرْسَلْنَا الرِّيَاحَ لَوَاقِحَ فَأَنزَلْنَا مِنَ السَّمَاء مَاء فَأَسْقَيْنَاكُمُوهُ وَمَا أَنتُمْ لَهُ بِخَازِنِينَ

 Hicr / 22 -

 Diyanet Vakfi = Biz, rüzgârları aşılayıcı olarak gönderdik ve gökten bir su indirdik de onunla su ihtiyacınızı karşıladık. (Biz bunları yapmasaydık) siz onu (yeterli) suyu depolayamazdınız.


وَإنَّا لَنَحْنُ نُحْيِي وَنُمِيتُ وَنَحْنُ الْوَارِثُونَ

 Hicr / 23 -

 Diyanet Vakfi = Şüphesiz biz diriltir ve biz öldürürüz! Ve her şeye biz vâris oluruz.


وَلَقَدْ عَلِمْنَا الْمُسْتَقْدِمِينَ مِنكُمْ وَلَقَدْ عَلِمْنَا الْمُسْتَأْخِرِينَ

 Hicr / 24 -

 Diyanet Vakfi = Andolsun biz, sizden önce gelip geçenleri de biliriz, geri kalanları da biliriz.


وَإِنَّ رَبَّكَ هُوَ يَحْشُرُهُمْ إِنَّهُ حَكِيمٌ عَلِيمٌ

 Hicr / 25 -

 Diyanet Vakfi = Şüphesiz Rabbin onları (kıyamette) toplayacaktır. Çünkü O, hakîmdir, alîmdir.


وَلَقَدْ خَلَقْنَا الإِنسَانَ مِن صَلْصَالٍ مِّنْ حَمَإٍ مَّسْنُونٍ

 Hicr / 26 -

 Diyanet Vakfi = Andolsun biz insanı, (pişmiş) kuru bir çamurdan, şekillenmiş kara balçıktan yarattık.


وَالْجَآنَّ خَلَقْنَاهُ مِن قَبْلُ مِن نَّارِ السَّمُومِ

 Hicr / 27 -

 Diyanet Vakfi = Cinleri de daha önce zehirli ateşten yaratmıştık.


وَإِذْ قَالَ رَبُّكَ لِلْمَلاَئِكَةِ إِنِّي خَالِقٌ بَشَرًا مِّن صَلْصَالٍ مِّنْ حَمَإٍ مَّسْنُونٍ

 Hicr / 28 -

 Diyanet Vakfi = Hani Rabbin meleklere demişti ki: «Ben kupkuru bir çamurdan, şekillenmiş kara balçıktan bir insan yaratacağım.»


فَإِذَا سَوَّيْتُهُ وَنَفَخْتُ فِيهِ مِن رُّوحِي فَقَعُواْ لَهُ سَاجِدِينَ

 Hicr / 29 -

 Diyanet Vakfi = «Ona şekil verdiğim ve ona ruhumdan üflediğim zaman, siz hemen onun için secdeye kapanın!»


فَسَجَدَ الْمَلآئِكَةُ كُلُّهُمْ أَجْمَعُونَ

 Hicr / 30 -

 Diyanet Vakfi = Meleklerin hepsi de hemen secde ettiler.


إِلاَّ إِبْلِيسَ أَبَى أَن يَكُونَ مَعَ السَّاجِدِينَ

 Hicr / 31 -

 Diyanet Vakfi = Fakat İblis hariç! O, secde edenlerle beraber olmaktan kaçındı.


قَالَ يَا إِبْلِيسُ مَا لَكَ أَلاَّ تَكُونَ مَعَ السَّاجِدِينَ

 Hicr / 32 -

 Diyanet Vakfi = (Allah:) Ey İblis! Secde edenlerle beraber olmayışının sebebi nedir? dedi.


قَالَ لَمْ أَكُن لِّأَسْجُدَ لِبَشَرٍ خَلَقْتَهُ مِن صَلْصَالٍ مِّنْ حَمَإٍ مَّسْنُونٍ

 Hicr / 33 -

 Diyanet Vakfi = (İblis:) Ben kuru bir çamurdan, şekillenmiş kara balçıktan yarattığın bir insana secde edecek değilim, dedi.


قَالَ فَاخْرُجْ مِنْهَا فَإِنَّكَ رَجِيمٌ

 Hicr / 34 -

 Diyanet Vakfi = Allah şöyle buyurdu: Öyle ise oradan çık! Artık kovuldun!


وَإِنَّ عَلَيْكَ اللَّعْنَةَ إِلَى يَوْمِ الدِّينِ

 Hicr / 35 -

 Diyanet Vakfi = Muhakkak ki kıyamet gününe kadar lânet senin üzerine olacaktır!


قَالَ رَبِّ فَأَنظِرْنِي إِلَى يَوْمِ يُبْعَثُونَ

 Hicr / 36 -

 Diyanet Vakfi = (İblis:) Rabbim! Öyle ise, (varlıkların) tekrar dirileceği güne kadar bana mühlet ver, dedi.


قَالَ فَإِنَّكَ مِنَ الْمُنظَرِينَ

 Hicr / 37 -

 Diyanet Vakfi = (37-38) Allah: Sen bilinen bir vakte kadar kendilerine mühlet verilenlerdensin, buyurdu.


إِلَى يَومِ الْوَقْتِ الْمَعْلُومِ

 Hicr / 38 -

 Diyanet Vakfi = (37-38) Allah: Sen bilinen bir vakte kadar kendilerine mühlet verilenlerdensin, buyurdu.


قَالَ رَبِّ بِمَآ أَغْوَيْتَنِي لأُزَيِّنَنَّ لَهُمْ فِي الأَرْضِ وَلأُغْوِيَنَّهُمْ أَجْمَعِينَ

 Hicr / 39 -

 Diyanet Vakfi = (İblis) dedi ki: Rabbim! Beni azdırmana karşılık ben de yeryüzünde onlara (günahları) süsleyeceğim ve onların hepsini mutlaka azdıracağım!


إِلاَّ عِبَادَكَ مِنْهُمُ الْمُخْلَصِينَ

 Hicr / 40 -

 Diyanet Vakfi = Ancak onlardan ihlâslı kulların müstesna.


قَالَ هَذَا صِرَاطٌ عَلَيَّ مُسْتَقِيمٌ

 Hicr / 41 -

 Diyanet Vakfi = (Allah) şöyle buyurdu: «İşte bana varan dosdoğru yol budur.»


إِنَّ عِبَادِي لَيْسَ لَكَ عَلَيْهِمْ سُلْطَانٌ إِلاَّ مَنِ اتَّبَعَكَ مِنَ الْغَاوِينَ

 Hicr / 42 -

 Diyanet Vakfi = «Şüphesiz kullarım üzerinde senin bir hakimiyetin yoktur. Ancak azgınlardan sana uyanlar müstesna.»


وَإِنَّ جَهَنَّمَ لَمَوْعِدُهُمْ أَجْمَعِينَ

 Hicr / 43 -

 Diyanet Vakfi = Muhakkak cehennem, onların hepsine vâdolunan yerdir.


لَهَا سَبْعَةُ أَبْوَابٍ لِّكُلِّ بَابٍ مِّنْهُمْ جُزْءٌ مَّقْسُومٌ

 Hicr / 44 -

 Diyanet Vakfi = Cehennemin yedi kapısı vardır. Onlardan her kapı için birer gurup ayrılmıştır.


إِنَّ الْمُتَّقِينَ فِي جَنَّاتٍ وَعُيُونٍ

 Hicr / 45 -

 Diyanet Vakfi = (Allah'ın azabından korkup rahmetine sığınan) takvâ sahipleri, mutlaka cennetlerde ve pınar başlarında olacaklar.


ادْخُلُوهَا بِسَلاَمٍ آمِنِينَ

 Hicr / 46 -

 Diyanet Vakfi = «Oraya emniyet ve selâmetle girin» (denilir, onlara).


وَنَزَعْنَا مَا فِي صُدُورِهِم مِّنْ غِلٍّ إِخْوَانًا عَلَى سُرُرٍ مُّتَقَابِلِينَ

 Hicr / 47 -

 Diyanet Vakfi = Biz, onların gönüllerindeki kini söküp attık; onlar artık köşkler üzerinde karşı karşıya oturan kardeşler olacaklar.


لاَ يَمَسُّهُمْ فِيهَا نَصَبٌ وَمَا هُم مِّنْهَا بِمُخْرَجِينَ

 Hicr / 48 -

 Diyanet Vakfi = Onlara orada hiçbir yorgunluk gelmeyecek ve onlar, oradan çıkarılmayacaklardır.


نَبِّئْ عِبَادِي أَنِّي أَنَا الْغَفُورُ الرَّحِيمُ

 Hicr / 49 -

 Diyanet Vakfi = (Resûlüm!) Kullarıma, benim, çok bağışlayıcı ve pek esirgeyici olduğumu haber ver.


وَ أَنَّ عَذَابِي هُوَ الْعَذَابُ الأَلِيمَ

 Hicr / 50 -

 Diyanet Vakfi = Benim azabımın elem verici bir azap olduğunu da bildir.


وَنَبِّئْهُمْ عَن ضَيْفِ إِ بْراَهِيمَ

 Hicr / 51 -

 Diyanet Vakfi = Onlara İbrahim'in misafirlerinden (meleklerden) de haber ver.


إِذْ دَخَلُواْ عَلَيْهِ فَقَالُواْ سَلامًا قَالَ إِنَّا مِنكُمْ وَجِلُونَ

 Hicr / 52 -

 Diyanet Vakfi = Onun yanına girdikleri zaman, «selam» dediler. (İbrahim:) Biz sizden çekiniyoruz, dedi.


قَالُواْ لاَ تَوْجَلْ إِنَّا نُبَشِّرُكَ بِغُلامٍ عَلِيمٍ

 Hicr / 53 -

 Diyanet Vakfi = Dediler ki: Korkma; biz sana bilgin bir oğul müjdeliyoruz.


قَالَ أَبَشَّرْتُمُونِي عَلَى أَن مَّسَّنِيَ الْكِبَرُ فَبِمَ تُبَشِّرُونَ

 Hicr / 54 -

 Diyanet Vakfi = (İbrahim:) Bana ihtiyarlık çökmesine rağmen beni müjdeliyor musunuz? Beni ne ile müjdeliyorsunuz? dedi.


قَالُواْ بَشَّرْنَاكَ بِالْحَقِّ فَلاَ تَكُن مِّنَ الْقَانِطِينَ

 Hicr / 55 -

 Diyanet Vakfi = Sana gerçeği müjdeledik, sakın ümitsizliğe düşenlerden olma! dediler.


قَالَ وَمَن يَقْنَطُ مِن رَّحْمَةِ رَبِّهِ إِلاَّ الضَّآلُّونَ

 Hicr / 56 -

 Diyanet Vakfi = (İbrahim:) dedi ki: Rabbinin rahmetinden, sapıklardan başka kim ümit keser?


قَالَ فَمَا خَطْبُكُمْ أَيُّهَا الْمُرْسَلُونَ

 Hicr / 57 -

 Diyanet Vakfi = «Ey elçiler! (Başka) ne işiniz var?» dedi.


قَالُواْ إِنَّا أُرْسِلْنَا إِلَى قَوْمٍ مُّجْرِمِينَ

 Hicr / 58 -

 Diyanet Vakfi = Dediler ki: «Biz, suçlu bir topluma (onları helâk etmeye) gönderildik.»


إِلاَّ آلَ لُوطٍ إِنَّا لَمُنَجُّوهُمْ أَجْمَعِينَ

 Hicr / 59 -

 Diyanet Vakfi = «Ancak Lût ailesi hariç. Onların hepsini kurtaracağız.»


إِلاَّ امْرَأَتَهُ قَدَّرْنَا إِنَّهَا لَمِنَ الْغَابِرِينَ

 Hicr / 60 -

 Diyanet Vakfi = «(Fakat Lût'un) karısı müstesna; biz onun geri kalanlardan olmasını takdir ettik.»


فَلَمَّا جَاء آلَ لُوطٍ الْمُرْسَلُونَ

 Hicr / 61 -

 Diyanet Vakfi = (61-62) Elçiler Lût âilesine gelince, Lût onlara: «Hakikaten siz tanınmayan kimselersiniz» dedi.


قَالَ إِنَّكُمْ قَوْمٌ مُّنكَرُونَ

 Hicr / 62 -

 Diyanet Vakfi = (61-62) Elçiler Lût âilesine gelince, Lût onlara: «Hakikaten siz tanınmayan kimselersiniz» dedi.


قَالُواْ بَلْ جِئْنَاكَ بِمَا كَانُواْ فِيهِ يَمْتَرُونَ

 Hicr / 63 -

 Diyanet Vakfi = Dediler ki: «Bilakis, biz sana, onların şüphe etmekte oldukları şeyi (azabı ve helâkı) getirdik.


وَأَتَيْنَاكَ بَالْحَقِّ وَإِنَّا لَصَادِقُونَ

 Hicr / 64 -

 Diyanet Vakfi = Sana gerçeği getirdik; biz, hakikaten doğru söyleyenleriz.


فَأَسْرِ بِأَهْلِكَ بِقِطْعٍ مِّنَ اللَّيْلِ وَاتَّبِعْ أَدْبَارَهُمْ وَلاَ يَلْتَفِتْ مِنكُمْ أَحَدٌ وَامْضُواْ حَيْثُ تُؤْمَرُونَ

 Hicr / 65 -

 Diyanet Vakfi = Gecenin bir bölümünde aile fertlerini yola çıkar, sen de arkalarından yürü. Sizden hiç kimse, sakın dönüp de ardına bakmasın, istenen yere gidin.»


وَقَضَيْنَا إِلَيْهِ ذَلِكَ الأَمْرَ أَنَّ دَابِرَ هَؤُلاء مَقْطُوعٌ مُّصْبِحِينَ

 Hicr / 66 -

 Diyanet Vakfi = Ona (Lût'a) şu hükmümüzü vahyettik: «Sabaha çıkarlarken mutlaka onların ardı kesilmiş olacaktır.»


وَجَاء أَهْلُ الْمَدِينَةِ يَسْتَبْشِرُونَ

 Hicr / 67 -

 Diyanet Vakfi = Şehir halkı, birbirlerini kutlayarak, (meleklerin yanına) geldiler.


قَالَ إِنَّ هَؤُلاء ضَيْفِي فَلاَ تَفْضَحُونِ

 Hicr / 68 -

 Diyanet Vakfi = (68-69) (Lût) onlara «Bunlar benim misafirimdir. Sakın beni utandırmayın; Allah'tan korkun, beni rezil etmeyin!» dedi.


وَاتَّقُوا اللّهَ وَلاَ تُخْزُونِ

 Hicr / 69 -

 Diyanet Vakfi = (68-69) (Lût) onlara «Bunlar benim misafirimdir. Sakın beni utandırmayın; Allah'tan korkun, beni rezil etmeyin!» dedi.


قَالُوا أَوَلَمْ نَنْهَكَ عَنِ الْعَالَمِينَ

 Hicr / 70 -

 Diyanet Vakfi = «Biz seni, elâlemin işine karışmaktan men etmemiş miydik?» dediler.


قَالَ هَؤُلاء بَنَاتِي إِن كُنتُمْ فَاعِلِينَ

 Hicr / 71 -

 Diyanet Vakfi = (Lût:) İşte kızlarım! (Düşündüğünüzü) yapacaksanız (onlarla evlenin), dedi.


لَعَمْرُكَ إِنَّهُمْ لَفِي سَكْرَتِهِمْ يَعْمَهُونَ

 Hicr / 72 -

 Diyanet Vakfi = (Resûlüm!) Hayatın hakkı için onlar, sarhoşlukları içinde bocalıyorlardı.


فَأَخَذَتْهُمُ الصَّيْحَةُ مُشْرِقِينَ

 Hicr / 73 -

 Diyanet Vakfi = Güneş doğarken onları o korkunç ses yakaladı.


فَجَعَلْنَا عَالِيَهَا سَافِلَهَا وَأَمْطَرْنَا عَلَيْهِمْ حِجَارَةً مِّن سِجِّيلٍ

 Hicr / 74 -

 Diyanet Vakfi = Böylece ülkelerinin üstünü altına getirdik. Üzerlerine de balçıktan pişirilmiş taşlar yağdırdık.


إِنَّ فِي ذَلِكَ لآيَاتٍ لِّلْمُتَوَسِّمِينَ

 Hicr / 75 -

 Diyanet Vakfi = İşte bunda ibret alanlar için işaretler vardır.


وَإِنَّهَا لَبِسَبِيلٍ مُّقيمٍ

 Hicr / 76 -

 Diyanet Vakfi = Onlar hâla gözler önünde duran bir yol üzerindedirler.


إِنَّ فِي ذَلِكَ لآيَةً لِّلْمُؤمِنِينَ

 Hicr / 77 -

 Diyanet Vakfi = Hakikaten bunda iman edenler için bir ibret vardır.


وَإِن كَانَ أَصْحَابُ الأَيْكَةِ لَظَالِمِينَ

 Hicr / 78 -

 Diyanet Vakfi = Eyke halkı da gerçekten zalim idiler.


فَانتَقَمْنَا مِنْهُمْ وَإِنَّهُمَا لَبِإِمَامٍ مُّبِينٍ

 Hicr / 79 -

 Diyanet Vakfi = Biz onlardan da intikam aldık. İkisi de (Eyke ve Medyen) açık bir yol üzerindedir.


وَلَقَدْ كَذَّبَ أَصْحَابُ الحِجْرِ الْمُرْسَلِينَ

 Hicr / 80 -

 Diyanet Vakfi = Andolsun, Hicr halkı da peygamberleri yalanlamıştı.


وَآتَيْنَاهُمْ آيَاتِنَا فَكَانُواْ عَنْهَا مُعْرِضِينَ

 Hicr / 81 -

 Diyanet Vakfi = Biz onlara mucizelerimizi vermiştik; fakat onlardan yüz çevirmişlerdi.


وَكَانُواْ يَنْحِتُونَ مِنَ الْجِبَالِ بُيُوتًا آمِنِينَ

 Hicr / 82 -

 Diyanet Vakfi = Onlar, dağlardan emniyet içinde kalacakları evler oyarlardı.


فَأَخَذَتْهُمُ الصَّيْحَةُ مُصْبِحِينَ

 Hicr / 83 -

 Diyanet Vakfi = Onları da sabaha çıkarlarken o korkunç ses yakaladı.


فَمَا أَغْنَى عَنْهُم مَّا كَانُواْ يَكْسِبُونَ

 Hicr / 84 -

 Diyanet Vakfi = Kazanmakta oldukları şeyler onlardan hiçbir zararı savmadı.


وَمَا خَلَقْنَا السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضَ وَمَا بَيْنَهُمَا إِلاَّ بِالْحَقِّ وَإِنَّ السَّاعَةَ لآتِيَةٌ فَاصْفَحِ الصَّفْحَ الْجَمِيلَ

 Hicr / 85 -

 Diyanet Vakfi = Biz gökleri, yeri ve ikisinin arasındakileri ancak hak ile yarattık. O saat (kıyamet), mutlaka gelecektir. Şimdilik onlara güzel muamele et.


إِنَّ رَبَّكَ هُوَ الْخَلاَّقُ الْعَلِيمُ

 Hicr / 86 -

 Diyanet Vakfi = Şüphesiz Rabbin hakkıyla yaratan pek iyi bilendir.


وَلَقَدْ آتَيْنَاكَ سَبْعًا مِّنَ الْمَثَانِي وَالْقُرْآنَ الْعَظِيمَ

 Hicr / 87 -

 Diyanet Vakfi = Andolsun ki, biz sana tekrarlanan yedi âyeti ve yüce Kur'an'ı verdik.


لاَ تَمُدَّنَّ عَيْنَيْكَ إِلَى مَا مَتَّعْنَا بِهِ أَزْوَاجًا مِّنْهُمْ وَلاَ تَحْزَنْ عَلَيْهِمْ وَاخْفِضْ جَنَاحَكَ لِلْمُؤْمِنِينَ

 Hicr / 88 -

 Diyanet Vakfi = Sakın onlardan bazı sınıflara verdiğimiz dünya malına göz dikme, onlardan dolayı üzülme ve müminlere alçak gönüllü ol.


وَقُلْ إِنِّي أَنَا النَّذِيرُ الْمُبِينُ

 Hicr / 89 -

 Diyanet Vakfi = De ki: Şüphesiz ben apaçık bir uyarıcıyım.


كَمَا أَنزَلْنَا عَلَى المُقْتَسِمِينَ

 Hicr / 90 -

 Diyanet Vakfi = Nitekim biz, komplo kuranlara (azabı) indirmişizdir.


الَّذِينَ جَعَلُوا الْقُرْآنَ عِضِينَ

 Hicr / 91 -

 Diyanet Vakfi = Onlar, Kur'an'ı tutarsız parçalar olarak nitelendirenlere gelince,


فَوَرَبِّكَ لَنَسْأَلَنَّهُمْ أَجْمَعِيْنَ

 Hicr / 92 -

 Diyanet Vakfi = (92-93) Rabbin hakkı için, mutlaka onların hepsini yaptıklarından dolayı sorguya çekeceğiz.


عَمَّا كَانُوا يَعْمَلُونَ

 Hicr / 93 -

 Diyanet Vakfi = (92-93) Rabbin hakkı için, mutlaka onların hepsini yaptıklarından dolayı sorguya çekeceğiz.


فَاصْدَعْ بِمَا تُؤْمَرُ وَأَعْرِضْ عَنِ الْمُشْرِكِينَ

 Hicr / 94 -

 Diyanet Vakfi = Sana emrolunanı açıkça söyle ve ortak koşanlardan yüz çevir!


إِنَّا كَفَيْنَاكَ الْمُسْتَهْزِئِينَ

 Hicr / 95 -

 Diyanet Vakfi = (Seninle) alay edenlere karşı biz sana yeteriz.


الَّذِينَ يَجْعَلُونَ مَعَ اللّهِ إِلهًا آخَرَ فَسَوْفَ يَعْمَلُونَ

 Hicr / 96 -

 Diyanet Vakfi = Onlar Allah ile beraber başka bir tanrı edinenlerdir. (Kimin doğru olduğunu) yakında bilecekler!


وَلَقَدْ نَعْلَمُ أَنَّكَ يَضِيقُ صَدْرُكَ بِمَا يَقُولُونَ

 Hicr / 97 -

 Diyanet Vakfi = Onların söyledikleri şeyler yüzünden senin canının sıkıldığını andolsun biliyoruz.


فَسَبِّحْ بِحَمْدِ رَبِّكَ وَكُن مِّنَ السَّاجِدِينَ

 Hicr / 98 -

 Diyanet Vakfi = Sen şimdi Rabbini hamd ile tesbih et ve secde edenlerden ol!


وَاعْبُدْ رَبَّكَ حَتَّى يَأْتِيَكَ الْيَقِينُ

 Hicr / 99 -

 Diyanet Vakfi = Ve sana yakîn (ölüm) gelinceye kadar Rabbine ibadet et!


Hicr

15-HİCR:

1- (Yunus Sûresine ve benzerlerine bkz.) Bunlar, ilâhi bir sırrı kapsayan bu sûre, bu kitabın ve apaçık bir Kur'ân'ın âyetleridir. Yani Allah'a ait bütün kitapların mükemmelliklerini kapsayan ve hepsinden üstün olduğu için, kitap denildiği zaman doğrudan doğruya akıllara gelecek olan ve şöhretinden dolayı vasıflandırmaya ihtiyacı olmayan o bilinen kitabın, muhtevasını en güzel beyan ile anlatan eşsiz Kur'ân'ın âyetleridir. Bundan dolayı bunları başka sözlerle mukayese etmeyip tam bir özenle okumalı ve dinlemeliyiz.

2- O inkâr edenler, yani Kur'ân'ı tanımayan, bu kitabın Allah tarafından indirildiğini inkâr edenler, bir zaman olur arzu eder veya bir zaman gelecek arzu edecekler ki müslüman olsaydılar. Keşke onun hüküm ve emrine boyun eğip müslüman olsaydık diye temenni ederler veya edeceklerdir. Amma ya uzun bir alışkanlık ile küfrün uğursuzluğuna mağlup olduklarından dolayı o arzuyu gerçekleştiremezler, İslâm fazileti ile vasıflanmazlar veya vasıflansalar bile teklif zamanı geçmiş, ceza zamanı gelip çatmış bulunur. Bu arzı ya müslümanların güzel durumlarını gördükleri zaman veya ölüm sırasında veya kıyamet gününde veya günahkâr müslümanların cehennemden çıktıklarını gördükleri sırada olacaktır.

Ebu Musa el-Eş'arî'nin rivayetine göre Hz. Peygamber (s.a.v) buyurmuştur ki: "Kıyamet gününde cehennemlikler cehehnemde toplandıkları ve kıble ehlinden (müslümanlardan) Allah'ın dilediği bir kısmı da beraberlerinde bulunduğu vakit kâfirler, bunlara: "Siz müslüman değil miydiniz?" diyecekler. Onlar: "evet!" diyecekler. "O halde gördünüz ya İslâm'ınızın hiç faydası yokmuş, işte siz de bizimle beraber ateşte yanıyorsunuz." diye onları kınayacaklardır. Onlar: Hayır öyle değil; bizim bir takım günahlarımız vardı. Yüce Allah, onunla bizi sorumlu tuttu." cevabını verecekler. Bunun üzerine Yüce Allah o kâfirlere kızacak ve rahmeti ve ihsanı ile kıble ehlinden olanların kurtuluşlarını emredecek de onlar cehehnemden çıkacaklar. Ve işte o vakit kâfirler: "Ah keşke biz de müslüman olsaydık diyecekler..."

İbnü Abbas (r.a)dan da Mücahid şunu rivayet etmiştir ki: "Yüce Allah, müslümanları yavaş yavaş rahmet ve şefaatine mazhar edecek ve sonunda 'Müslüman olan cennete girsin'' buyuracak ve işte o zaman kâfirler müslüman olmalarını temenni edeceklerdir..."

Bununla birlikte gerçek şudur ki bu rivayetler, şiddetli arzu zamanlarına yorumlanır. Yoksa ahirette kâfirlerin bu temenni ve pişmanlığı her an ve sonsuza kadar devam edecektir.

3- Onları bırak, İslâm'dan ve hak nasihatından faydalanmak ihtimalleri olmayan o kâfirleri yesinler. Yani onların derdi hayvan gibi yiyip içmek, nefse hoş gelen şeyler ve şehvetler peşinde koşmaktır. Bundan dolayı bırak yemeye devam etsinler ve faydalansınlar, yani hayvanca zevkleri ile boğuşadursunlar. Allah korkusu, ahiret ve hesap düşüncesi ile ilgilenmeyerek eğlence etmeye devam etsinler. Ve ümit, kendilerini oyalasın, işlerimiz düzgün gidecek, uzun ömürler süreceğiz, dünyadan istediğimiz gibi faydalanacağız diye kendilerini aldatarak sonuçtan gafil olsunlar ki sonra bilecekler, başlarına geleceği görecekler. Ne hata edeceklerini anlayacaklar, "ah!" diyecekler amma iş işten geçmiş bulunacak.

Fakat "Hesabı çabuk gören Allah, bu kâfirleri niçin derhal mahvetmiyor?" gibi bir soru hatıra gelecek olursa:

Meâl-i Şerifi

4- Biz hiçbir memleketi (Allah katında) bilinen bir zamanı olmaksızın helak etmedik.

5- Hiçbir millet, ecelinin önüne geçemez ve onu geciktiremez.

4- hiçbir memleketi de başka şekilde helak etmedik ancak bilinen bir kitabı olarak. Burada "bilinen" vasfı, unutulmaz ve gaflet olunmaz ve bundan dolayı ileri geri şaşmaz demektir. Yani gerek arazisini yerin dibine geçirip batırmak ve gerek halkını kırıp geçirmek gibi, türlü türlü felaket ve afetler ile öteden beri mahvedilen memleketlerin hiçbiri nasıl rastgelirse ve körü körüne değil, mutlaka herbiri Allah'ın hikmeti gereğince tayin ve takdir edilip, Levh-i Mahfuz'a yazılmış şaşmaz, unutulmaz, gaflet edilmez bir yazısı olarak ve dolayısıyla o yazıdaki kayıtlar ve şartlar ve özel eceli gereğince helak edilmişlerdir.

5- Onun için hiçbir ümmet ecelinin önüne geçemez. O yazıda belirlenmiş olan vaktinden önce helak olmaz. Geri de kalamazlar. Bundan dolayı bu kâfirler de, yani senin şehir halkın olan Mekke kâfirleri de böyledir ey Muhammed! Zamanı gelince bir an geri kalmıyacaklar, İbrahim Sûresi'nin sonunda (49-50 âyetlerde) açıklandığı üzere el ve ayaklarına kelepçe takılarak birbirine çatılıp katrandan gömlekler içinde cehennemi boylayacak ve o zaman ne hata ettiklerini anlayacaklardır.

Meâl-i Şerifi

6- Dediler ki: "Ey kendisine Kur'ân indirilen (Muhammed)! Sen mutlaka bir mecnunsun."

7- "Eğer peygamberlik davanda doğru kimselerdensen, bize melekleri getirmeliydin."

6- Bir de dediler ki Mükâtil'in açıklamasına göre bu âyetin indirilmesinin sebebi; Abdullah b. Ümeyye, Nadr b. Hâris, Nevfel b. Hüveylid, Velid b. Muğire'dir. Mekke müşriklerinin bu çok inatçı ve azgın kodamanları ve bunlara uyan kâfirler, apaçık Kur'ân'a ve bunun, üzerine indiği Hz. Peygambere şöyle küfretmişlerdi ki ey kendisine o zikir indirilen! O, zikir, Kur'ân'dır. Çünkü Kur'ân Allah Teâlânın halka va'z ve öğütlerini hatırlattığından dolayı bir ismi de "zikir"dir. Kâfirler bu tabirle çağırmayı teslim olmak ve inanmak şekli ile değil, gelecek tarz üzere delilik saçmalıklarının sebebi olmak üzere alay tavrı ile yapıyorlardı. Kısacası Musa (a.s) hakkında Firavun'un "Size gönderilen bu elçiniz mutlaka delidir." (Şuarâ, 26/27) dediği gibi, bunlar da Kur'ân'ın uyarıları hoşlarına gitmediği için, Kur'ân vahyini ve Hz. Muhammed'in peygamberliğini akıl kabul etmez, delice bir iddia farzederek ve vahiy inerken Hz. Peygamber (s.a.v)'e gelmesi alışılmış olan ve Hakk'ın vahyini, irade ile yapılan düşünmeden tamamen ayıran ve soyutlayan istiğrak (gark olma, kendinden geçme) durumunu bahane edinerek o hitap şekli ile demiş oluyorlardı ki, "Sana o zikir (Kur'ân) indiriliyormuş, Kur'ân vahy olunuyormuş ha!... Hiç bu olacak şey mi? Ey bu büyük ve olağanüstü vahiy ve peygamberlik davasının iddiacısı! Bu davadan dolayı hiç şüphe yok sen kesin olarak delisin, cin tutmuş delirmişsin. Yoksa bize o melekleri getirsene!... Sana o Kur'ân'ı indiren veya bize azab getirecek olan melekleri getirsene bakalım eğer doğrulardan isen böyle yapman gerekir. Sana görünen neden bize görünmesin?..."

Allah Teâlâ bunların bu hilelerini redderek buyurur ki:

Meâl-i Şerifi

8- Biz o melekleri ancak, hak ile indiririz. Ve indirildikleri vakit de onlara (kâfirlere) hiç mühlet verilmez.

9- Hiç şüphe yok ki, Kur'ân'ı biz indirdik, elbette onu yine biz koruyacağız.

7- Bir de dediler ki Mükâtil'in açıklamasına göre bu âyetin indirilmesinin sebebi; Abdullah b. Ümeyye, Nadr b. Hâris, Nevfel b. Hüveylid, Velid b. Muğire'dir. Mekke müşriklerinin bu çok inatçı ve azgın kodamanları ve bunlara uyan kâfirler, apaçık Kur'ân'a ve bunun, üzerine indiği Hz. Peygambere şöyle küfretmişlerdi ki ey kendisine o zikir indirilen! O, zikir, Kur'ân'dır. Çünkü Kur'ân Allah Teâlânın halka va'z ve öğütlerini hatırlattığından dolayı bir ismi de "zikir"dir. Kâfirler bu tabirle çağırmayı teslim olmak ve inanmak şekli ile değil, gelecek tarz üzere delilik saçmalıklarının sebebi olmak üzere alay tavrı ile yapıyorlardı. Kısacası Musa (a.s) hakkında Firavun'un "Size gönderilen bu elçiniz mutlaka delidir." (Şuarâ, 26/27) dediği gibi, bunlar da Kur'ân'ın uyarıları hoşlarına gitmediği için, Kur'ân vahyini ve Hz. Muhammed'in peygamberliğini akıl kabul etmez, delice bir iddia farzederek ve vahiy inerken Hz. Peygamber (s.a.v)'e gelmesi alışılmış olan ve Hakk'ın vahyini, irade ile yapılan düşünmeden tamamen ayıran ve soyutlayan istiğrak (gark olma, kendinden geçme) durumunu bahane edinerek o hitap şekli ile demiş oluyorlardı ki, "Sana o zikir (Kur'ân) indiriliyormuş, Kur'ân vahy olunuyormuş ha!... Hiç bu olacak şey mi? Ey bu büyük ve olağanüstü vahiy ve peygamberlik davasının iddiacısı! Bu davadan dolayı hiç şüphe yok sen kesin olarak delisin, cin tutmuş delirmişsin. Yoksa bize o melekleri getirsene!... Sana o Kur'ân'ı indiren veya bize azab getirecek olan melekleri getirsene bakalım eğer doğrulardan isen böyle yapman gerekir. Sana görünen neden bize görünmesin?..." Allah Teâlâ bunların bu hilelerini redderek buyurur ki:

Meâl-i Şerifi

8- Biz o melekleri ancak, hak ile indiririz. Ve indirildikleri vakit de onlara (kâfirlere) hiç mühlet verilmez.

9- Hiç şüphe yok ki, Kur'ân'ı biz indirdik, elbette onu yine biz koruyacağız.

8- Biz melekleri ancak hakk ile indiririz. Yani melekler onların zannettikleri gibi getirilmez, Hareketlerinin gayesi öyle kâfirlerin olması şöyle dursun, insanlardan hiçbirinin emri altına da girmezler. Ancak Allah Teâlâ'nın yüce emri ile indirilirler. O da şunun bunun arzusu gibi boş yere değil, hak bir yol ve hikmetle indirilir. Bundan dolayı peygambere Allah'ın vahyini getiren meleklerin onlara da görünmesi hak değildir. Bir de o takdirde mühlet verilenlerden olamazlar. Kendilerine göz açtırılmaz, azab melekleri indirildi mi, derhal işleri bitirilir.

9- Hiç şüphe yok ki o zikri (Kur'ân'ı) biz indirdik biz hiç şüphesiz onun koruyucusu da mutlaka biziz. Buradaki zamiri iki ayrı şekilde yorumlanmıştır. Birincisi "zikr"e ait olmasıdır tefsircilerin çoğunun görüşü budur. İkincisi Ferrâ ve İbnü'l Enbârî'nin görüşleridir ki, Kur'ân üzerine indirilen Hz. Peygambere ait olmasıdır. Bu durumda mânâsı onu cin ve şeytan şerrinden ve düşman tecavüzünden koruyan ve koruyacak olan da biz şanı Yüce Allah'ız demek olur. Bu da doğru bir mânâ olmakla beraber âyetten ilk bakışta anlaşılan, birinci mânâdır. Yani Allah Teâlâ, bununla Kur'ân'ın fazlalık veya noksanlıkla bozma ve değiştirmeden korumasını üzerine almış ve korunarak kalmasını anlatmıştır. O halde bu vaad varken sahabe, Kur'ân'ın Mushaf'ta toplanması ile niçin meşgul oldular? Sorusu da sorulamaz. Çünkü hafızların Kur'ân'ı ezberlemesi gibi, sahabenin onu toplaması da Allah Teâlâ'nın koruma sebebleri cümlesindendir. Allah, onun korumasını üzerine aldığı içindir ki, onları bu şekilde toplamaya ve zaptetmeye muvaffak etmiştir.

Burada tefsirciler Allah Teâlâ'nın Kur'ân'ı korumasının niteliği hakkında da birkaç ayrı görüş açıklamışlardır. Şöyle ki:

1- Bunu Allah'ın koruması, insan sözünden ayrı bir mucize kılarak halkı, artırma ve eksiltmeden aciz bırakması şeklindedir. Çünkü Kur'ân'a bir şey ilave edecek veya eksiltecek olsalar Kur'ân nazmı değişir ve bütün aklı erenlere onun Kur'ân'dan olmadığı meydana çıkar. Bunun için Kur'ân'ın icâzkâr olması (benzerini getirmekten insanları aciz bırakması) bir şehri kuşatan sur ve istihkâm gibi onu korunmuş tutar.

2- Allah Teâlâ, hiç kimseye Kur'ân'a sözlü mücadele edebilecek kuvvet vermemek suretiyle onu korumuş ve muhafaza etmiştir. Bu iki yorum şekli birbirine yakındır.

3- Allah Teâlâ, teklif (yükümlülük) süresinin sonuna kadar Kur'ân'ı koruyacak, okutacak ve halk arasında neşredecek bir topluluğu görevlendirmek suretiyle, onu halkın iptal etmesinden ve bozmasından koruyup muhafaza edecektir.

4- Korumadan maksadın şu olduğunu söylemişler: Bir kimse Kur'ânın bir harfini veya bir noktasını değiştirecek olsa bütün âlem ona: "Bu yanlıştır, Allah'ın sözünü değiştirmektir" der. Hatta büyük ve heybetli bir adam Allah kitabının bir harfinde veya harekesinde yanlışlıkla bir hata veya bir lâhin yapacak olsa çocuklar bile ona hemen, "Efendi yanıldın, doğrusu şöyledir!" derler.

Fahreddin Râzî der ki: "Kur'ân'ınki gibi korunma hiçbir kitaba nasib olmamıştır. Başka hiçbir kitap yoktur ki, az çok tashif (kelimeyi yanlış yazma), tahrif (yazarken harflerin yerini değiştirme) ve bozulma girmemiş olsun. Bunca dinsizlerin, yahudilerin ve hıristiyanların Kur'ânı değiştirmek ve bozmak üzere birçok arzuları ve hırsları bulunduğu halde, bu kitabın her yönden tahriften korunmuş olarak kalması en büyük mucizelerdendir. Bir de Allah bunun böyle korunmuş olarak kalmasını bu âyetle haber vermiştir. Şimdiye kadar da altı yüz seneye yakın bir zaman geçmiştir. Bundan dolayı, bunun bir gayb haberi olduğu gerçekleşmiş bulunuyor. Bu ise üstün bir mucizedir. Bu satırların yazıldığı şu zamanımızda ise, yüce hicretin bin üç yüz kırk dokuzuncu (günümüzde ise bin dört yüz on üç) senesinde bulunuyoruz. Bu sûre, Mekke'de indiğinden dolayı demek ki bin üç yüz elli seneyi geçen bir müddetten beri, bütün kâinat bu gayb haberinin gerçekleştiğine şahid olmaktadır. Gerçekten Kur'ân'da bu âyet, açık bir ifade olmasaydı bile, hiçbir kitaba nasib olmayan bir koruma ile bu kadar senedir korunması, Râzî'nin dediği gibi başlı başına büyük bir fiilî mucize olurdu. Bunun, bu âyetle başlangıçtan itibaren açık olarak ifade edilmesi, özellikle pekiştirilerek anlatılmış olması ise, hiç söz götürme ihtimali olmayan ilmî bir mucizedir. Ve işte on üç buçuk asırdan fazla bir zamandan beri, dünya böyle hem ilim ve hem de amelle ilgili yönleri toplayan bir mucizenin şahidi olagelmiştir. "Bunlar, kitabın ve apaçık olan Kur'ân'ın âyetleridir." (Hıcr, 15/1).

Böyle apaçık bir Kur'ân'a ve bunun, üzerine indiği Yüce Peygambere karşı, kâfirlerin neden insaf etmeyip de edepsizlikte bulunduklarına gelince; Allah Teâlâ, bunun sebebini açıklamakla Peygamberini teselli etme konusunda buyuruyor ki:

Meâl-i Şerifi

10- Andolsun, senden önceki milletler arasında da peygamberler gönderdik.

11- Onlara hiçbir peygamber gelmiyordu ki onunla alay etmiş olmasınlar.

12- Biz o küfrü suçluların kalbine işte böyle sokarız.

13- Kur'âna iman etmezler, halbuki öncekilerin sünneti (inanmadıkları için başlarına gelenler) gelip geçmiştir.

14- Onlara gökten bir kapı açsak da oradan yukarı çıksalar,

15- "Gözlerimiz perdelendi, daha doğrusu bize büyü yapılmıştır" derler.

10-11-12- İşte öyle yani bütün önceki peygamberlerin etrafında bulunan ve her gelen peygamber ile alay edenlerin kalblerine yaptığımız gibi biz ona, o zikre bir yol veririz suçluların kalplerinde, yani Allah'ın sözünün her kalbe girişi ve orada alacağı akım bir değildir. Güzel bir tohuma iyi bir yerde verilen gelişme ve büyüme, çorak yerlerde verilmediği gibi, Allah'ın sözünün de suçlu kalblerdeki yankılanmaları, temiz kalblerdeki tecellilerine benzemez. Temiz kalblere edebî bir hayatın yayılması ile girip dizilen sözünü Allah Teâlâ, suça bulaşa bulaşa mizacı bozulmuş olan suçluların çürük kalblerine mızrak saplar gibi, aksi tesir ile sokar.

13- Öyle ki ona inanmazlar. Halbuki önlerinde öncekilerin sünneti geçmiştir. Yani geçmişte peygamberleri yalanlayanlar ve onlarla alay eden imansızları o inanmadıkları şeylerle Allah Teâlâ'nın hep mahvetmiş olduğu ve bunun öteden beri meydana gelen Allah'ın bir sünneti, Allah'ın bir kanunu olduğu, tecrübe ile sabit bir gerçek iken ve bundan ötürü ders alacak bunca tarihi ibret önlerinde geçmiş iken yine inanmazlar.

14-15- Onlara gökten bir kapı açsak da orada göz göre yukarı çıksalar, yani melekler, o kapıda açıktan açığa inip çıkıyor olsalar veya doğrudan doğruya kendileri çıksalar gözlerine inanmazlar da mutlaka derler ki başka bir şey değil, muhakkak gözlerimiz perdelendi daha doğrusu biz büyülenmişiz de gözlerimize kuruntular ve hayaller gerçek gibi görünüyor. Yoksa gerçekten göğe çıkmak mümkün mü? diye inkâr ederlerdi.

Gerçekten;

Meâl-i Şerifi

16- Andolsun biz, gökte birtakım burçlar yarattık ve bakanlar için onu süsledik.

17- Ve göğü taşlanan bütün şeytanlardan koruduk.

18- Ancak kulak hırsızlığı eden şeytan hariç, onu apaçık bir alev sütunu takip eder.

19- Yeryüzünü düzgün bir şekilde yarattık ve oraya sabit dağlar yerleştirdik. Orada hikmetle ölçülmüş her şeyden bitkiler bitirdik.

20- Orada hem sizin için, hem de sizin rızıklarını veremediğiniz kimseler için geçim yollarını yarattık.

21- Her şeyin hazineleri yalnız bizim yanımızdadır. Fakat biz, onu ancak ihtiyaca göre, belli ölçülerde veririz.

22- Biz rüzgarları aşılayıcı olarak gönderdik ve gökten bir su indirip sizi onunla suladık. O suyu hazinelerde tutan da siz değilsiniz.

23- Elbette biz diriltiriz ve biz öldürürüz! Ve hepsinin varisleri de biziz.

24- Andolsun ki biz, içinizden İslâm'da öne geçmek isteyenleri de biliriz, geri kalmak isteyenleri de biliriz.

25- Şüphesiz Rabbin O'dur ki, onları kıyamet gününde hesaba çekmek için toplayacaktır. O, hikmet sahibidir, bilendir.

16- Şüphesiz ki biz gökte burçlar yarattık. BURC: aslında yüksek köşk demektir. Gökte özel bir şekilde toplanmış bir takım yıldızların toptan görünüşlerine de bu mânâ ile burc denilmiştir ki, bu takım yıldızların meşhurları on ikidir. Bulundukları yerlere "mıntakatü'l-bürûc" (burclar mıntıkası) denilir ki güneşin bir yerden diğer bir yere geçme noktalarını sınırlayan Yengeç burcu yörüngesi ile Oğlak burcunun yörüngesi arasındaki kuşaktır. Astronomi bilginlerinin teriminde burçlar denildiği zaman Güneş ve gezegenlerin yörüngeleri sayılan bu on iki burç anlaşılır. birçok tefsirciler de bu on ikiyi söylemişlerdir. Fakat gökteki burçlar, yalnız bu on iki burçtan ibaret değil, sayıları pek çoktur. Çoğu bu on iki burcun içinde ise de Büyükayı kümesi, Küçükayı kümesi gibi kutuplar bölgesinde olanlar da vardır. Ve bu âyette, belirsiz çoğul kipi ile genel olarak buyurulmuş olduğundan dolayı, bunu on iki ile sınırlamak görünüşe aykırıdır. Öyle ise âyetteki güzel zevki tatmak için burc kelimesinin içerdiği mânâlara dikkat etmelidir. Burc denildiği zaman ilk önce yüksek bir köşk mânâsı vardır. İkinci olarak bu köşkün maddesinde yıldızlar vardır Üçüncü olarak yıldız mânâsında ışık anlamı vardır. Bu şekilde buyuruluyor ki: "Baksanıza, biz gökte birçok burclar, yıldızlardan yapılmış, ışıklarla donanmış türlü türlü şekillerde yüksek yüksek köşkler yaptık. Yani tabiata kalsaydı bunlar olamazdı. Gök meydana gelmez, meydana gelseydi bile basit bir uzaklık olmaktan öteye geçemezdi. Yıldızlar ve özellikle bunların değişik şekillerde teşekkülleri olamaz, yıldız tabiatı ile miktarları, uzaklıkları farklı olamazdı, değişik manzaralara ayrılamaz, hepsi aynı şekilde, aynı vaziyette eşit mesafelerde, bir boyda, bir tarzda olur, gök manzaralarında bu güzel burçlar bulunmazdı. Sanat ve kuvvetimizle biz bunları yaptık."

Ve bakanlar için onu, o göğü süsledik. Yani o çeşitli burçları, nurdan avizeleri, güzel manzaralarıyla gök öyle güzeldir ki, dikkati çekmemesi, bakanların ibret almaması mümkün değildir. Fakat bunun için bakacak, baktığını görecek, gördüğünün ilerisini sezip ibret alacak görüş sahibi olması lazımdır. Görüş sahibi olanlar bu güzel sanata tutulup baksınlar, bu yüceliği bu kudret eserlerini seyretsinler de yaratanın yücelik ve ululuğuna delil getirmekle tevhide yükselsinler diye onu süsledik ve donattık.

17- Ve onu her taşlanmış şeytandan koruduk.

RACÎM: Recimden feîldir ki, fâil mânâsında olur, mef'ûl mânâsına da olur. Recm, lügatta taşlamak demektir. Sonra öldürülmüş mânâsına gelir ki, bu, benzetme yoluyladır. Kâzif (iftiracı) gibi sövmek ve küfretmek ile haysiyete dokunan söz söylemek mânâsına gelir. Çünkü çirkin söz atmaktır. "Seni mutlaka taşlarım" (Meryem, 19/48) gibi yalnız zan ile söyleyivermek mânâsına gelir ki, dilimizde de "atma" denilir.

"Karanlığa taş atar gibi" (Kehf, 18/22) zan ile söylemek terimi de bundandır. Atılan, "kendisi ile atış yapılan" her şeye isim de olur. Çünkü "Ve onları, şeytanlar için taşlamalar yaptık.." (Mülk, 67/5) âyetinde mermî mânâsınadır. Nihayet taşlama, kovma ve lanet mânâsına gelir. Çünkü kovulan taşlanır ve Bu mânâlardan her biri ile de tefsir edilmiştir. Şeytan taşlanmıştır, atar, kendi kendine hükümler verir. Bilmediği şeyleri atar, yalan söyler, iftira eder. Yukarda adı geçen alay edenler gibi küfreder ve söver; fırsat bulursa haksız yere öldürür. Taşlanmıştır, ileride açıkça ifade edileceği gibi kovulmuş ve lanetlenmiştir. Burada de "küllün" kapsamlı olması "racîm"in muhtemel bütün mânâlarına, cin ve insan şeytanlarının hiçbiri dışarda kalmamak üzere, hepsini içine almak suretiyle, yani herbirine birer kapsam ifade eder. Ve racîm (taşlanmış) niteliği, diğerlerini dışarda bırakan bir kayıt olmayıp şeytanın açıklayıcı bir niteliği olduğundan bu nitelik, "bütün şeytanlar"dan hiçbirini kapsam dışında bırakmaz, yani her şeytan, her mânâsı ile racîmdir. Racîm (taşlanmış) olmayan hiçbir şeytan yoktur. Özetle , "sûr" ipucu ile bu mânâlardan her birinin yalnız başına ve nöbetleşe anlatılmasının kastedilmiş olduğu anlaşılır. Kur'ân'a ve Hz. Peygambere dil uzatmak isteyen ve insan şeytanlarından olan adı geçen kâfirler, bu recmin asıl konusu olduğundan dolayı, mânâ açısından bu genelleştirme daha açıktır. Bununla birlikte şeytanın kendisinden ayrılmayan genel bir özelliği olan racîm niteliğinin, akla gelen ve bilinen mânâsı mercûm, (taşlanmış) yani kovulmuş ve lanetlenmiş mânâsı, tam açıklayıcı vasıf olduğundan dolayı, diğer mânâlara ihtiyaç da kalmayabilir. Bundan dolayı meâlin özeti şu olur: "Biz göğü bakanlar için süslemekle beraber her taşlanmış şeytandan koruduk. İster cin ve ister insandan hiçbir şeytan göğe çıkamaz, gökteki durumlar hakkında bilgi sahibi olamaz. Yerdeki gibi orada şeytanlık yapamaz. Benzerlerine açık olan o güzel gök, gözleri şeytanlıkta olan gizli açık bütün şeytanlara kapalıdır ve hepsi taşlanmış ve kovulmuşlardır. Bundan dolayıdır ki, o kâfirler de göğe baksalar bile yükselmeye imkan bulamazlar, yükselemezler. Ve diyelim ki kendilerine gökten bir kapı açılsa da açıktan açığa yükselecek olsalar, gözlerine inanmazlar da gözlerimiz döndü veya büyülendik derler.

18-Ancak kulak hırsızlığı eden müstasnâ, yani gök, korunmuş olup ona yükselemedikleri için melekler âlemini dinleyemez. "Artık o şeytanlar 'mele-i âlâ'yı (melekler âlemini) dinleyemezler." (Saffât, 37/8). Gökteki melekleri dinlemekle bilgi alamazlar. Ancak göğe ait inen ilimler ve haberlerden işittikleri bazı şeyleri çalarak şeytanlık yapmak için kulak hırsızlığı edenler vardır. (Saffât, 37/7-10. âyetler ile; Cin, 72/8-9. âyetlerin tefsirine bkz.) Onun da peşine açık bir alev sütunu düşmüştür. Açık bir alev ardından yetişmektedir.

ŞİHÂB: Lugatte ateş alevi demektir. Parıltılardan dolayı yıldızlara ve süngüye de denilir. Özellikle gökten yıldız kayıyor gibi, görünen aleve denildiği çok olmuştur. Bunun bir alevleme olduğu görünürse de fizikî olarak oluşma şekli henüz ilmi olarak açıklanmış değildir. Bu konuda değişik varsayımlar vardır. Eskiden tabiat ilmi ile uğraşan bilginler, yükselen buharların, yani havanın yüksek tabakalarına yükselmiş olan birtakım gazların tutuşmalarına yorumluyorlardı. Son zamanlarda da şu görüş ortaya çıkmıştır: Kıvılcımlar, uzayda sürüler halinde seyr ve hareket eden bir takım küçük cisimlerdirler. Yer bunların birçok yörüngelerine rast gelir. Ve bunlar yeryüzüne rast geldikleri zaman, atmosferin yüksek kısımları ile teması sonucunda süratlerinin şiddetinden dolayı sürtünme ile meydana gelen ısı ile tutuşurlar. Göktaşları da bunlardan düşer. Alev sütunlarının sürati saniyede kırk ile yetmiş iki kilometre arasında değişir. Gök taşlarının hareketi ne gezegenlerin düz yörüngeleri içinde, ne de onlarla aynı yönde olmayıp bunlar yörüngelerinin cinsine göre daha fazla kuyruklu yıldızlara benzetildiğinden astronomların bazısı bunları parçalanmış kuyruklu yıldızların bir döküntüsü olarak düşünmek istemişlerdir. Şüphe yok ki şihâb (alev sütunu) ve gök taşları konusu şimdiki astronomi ilminin üzerinde kurulduğu çekim kanununa tatbik edilerek henüz açıklanabilmekten uzaktır.

Rastgele söylenen sözlere karışan herhangi bir açıklama da ilmî bir açıklama olamayacağından bunlar göğe ait sırlardan sayılır. Fakat ilâhiyyât ilmine yükselindiği zaman bütün o rastgele meydana gelen olayların birer tasarruf olduğu anlaşılır. Ne olursa olsun şu açıktır ki, alev sütunları atmosferin en yüksek sınırı üzerinden yeryüzüne doğru akan bir tutuşma ve yanma olayıdır. Son teoriye göre de demek oluyor ki bunlar, yukarıdan bir bomba gibi gelip yeryüzünün gök tarafında bulunan hava tabakasına girerek tutuşmaktadırlar ki bu mânâ, Saffât Sûresi'ndeki "Her şeyi delip, geçen alev" (37/10) mânâsına uygun düşer. Ve demek ki bu yanma ve tutuşma, atmosfer havasının göğe doğru en yüksek sınırlarına çıkıp gizlenmiş olan hararetle ilgili kuvvetleri ile bir temas halinde meydana gelmektedir. Bu gizli hararetle ilgili kuvvetler ise biraz sonra âyette açıklanacağı üzere cinlerin, gizli şeytanların yaratılmış oldukları "zehirli ateş" ile ilgilidir. Ve işte Mülk Sûresi'nde (67/5) ve Cin Sûresi'nde (72/8-9) de geleceği üzere Kur'ân'da özellikle şunu haber veriyor ki alev sütunları göğe doğru çıkmak isteyen cin şeytanlarına atılan birtakım göğe ait mermilerdir. Bunlarda nitelik itibarı ile hem yıldızlar, hem taş ve hem ateş mânâsı vardır. Ve şu halde ilâhî hikmet açısından bunların tutuşması, birtakım kuvvetlerin ve kötü ruhların yakılması ve kovulması ile ilgilidir.

Kurtubî tefsirinde der ki: "Şihablar (kıvılcımlar) bunları öldürür mü, öldürmez mi? Bu konuda ihtilâf edilmiştir. İbnü Abbâs (r.a) demiştir ki: Yaralar, yakar, yıkar, öldürmez. Hasan ile beraber bir grup da öldürür demişlerdir. Fakat birinci görüş en doğru görüştür." Bu alev sütunlarının insan şeytanlarını kovması ise ya bir manevî taşlama yerine mecazi olarak kullanılmıştır veya cin şeytanları içindir. Çünkü kulak hırsızlığını ilk önce gizli şeytanlar yapar ve âyetteki alev sütununun umumî mecaz yolu ile maddî ve manevî şeyleri kapsaması, açıklama tarzına daha uygundur. Ve bu üslubun zevkine ermek için Kur'ân hakkındaki "Ve biz onu koruyacağız" (Hicr, 15/9) âyeti ile, gök hakkındaki âyetleri arasındaki benzerliğe dikkat etmek gerekir. Yani Kur'ân gök gibidir. Allah'ın sanatı ve kudretinin delilleri ile dolu olan gök, nasıl onurlu cisimleri ve yüksek burçları ile bakanlar için süslenmiş ve şeytanlardan korunmuş ve kulak hırsızları oradan bir ateş şulesi ile kovulmuş ise, Kur'ân da öyledir. Yıldızlar ve burçlar gibi âyetler ve sûreler ile güzel nazmı, temiz kalplerin sahipleri için süslenmiştir. Ve o günahkârlardan olduğu gibi, taşlanmış şeytanlardan korunmuştur. Onlar, ona yükselemezler. İman ve iltifat ile almaz ve dinlemezler. Olsa olsa kulak hırsızlığı ederek şeytanlık yapmak isteyenler bulunur ki bunları da parlak bir ateş şulesi kovalamaktadır.

Ve apaçık Kur'ânın bu parlak ateş şuleleri ise o şeytanlara, kâfirlere, suçlulara cehennem ateşi ile, Allah azabını gösteren uyarı âyetleridir. Gök böyledir.

19- Yere gelince. Düşünce sahipleri için, Allah'ın kudretinin delilleri onda da apaçıktır. Yalnız astronomi ilimleri ile değil, yer bilimleri ile de Allah'ın birliği isbat edilmiştir. Başlıcaları: Onu yaydık sündürüp serdik. (Ra'd, 13/3 âyetin tefsirine bkz.) Öyle ki bunda şeytanlar da bulunabilir. Bununla beraber ona oturaklı ağır dağlar da oturttuk ve onda ölçülü, yani her bakımdan birbirine uygun veya tartılı her şeyden bitirdik.

20- Ve onda size ve rızık veremeyeceğiniz kimselere geçimlikler verdik. Ve hiçbir şey yoktur ki onun hazineleri, bizim yanımızda olmasın. Biz onu ancak belli bir ölçüye göre indiririz. Dünya serveti biter, Allah'ın kudreti bitmez tükenmez.

21- Ve onda size ve rızık veremeyeceğiniz kimselere geçimlikler verdik. Ve hiçbir şey yoktur ki onun hazineleri, bizim yanımızda olmasın. Biz onu ancak belli bir ölçüye göre indiririz. Dünya serveti biter, Allah'ın kudreti bitmez tükenmez.

22- Rüzgarları aşılayıcı olarak gönderdik. "Levâkih", "Likâh" tan türeyen "Lâkiha"nın çoğuludur. Likâh, aşı demektir. Lâkiha da aşılı veya aşıcı mânâlarına gelir.

Bu âyetin bu mânâsı da başlı başına bir ilmî mucizedir. İbnü Abbas'tan bunun tefsirinde: "Rüzgarlar ağaçların ve bulutun aşılayıcısıdır" diye nakledilmiştir.

Hasan, Dahkâk, Katâde de bunu söylemişlerdir. Râzî, bunu kaydettikten sonra der ki: Erkek dişiye suyunu boşaltıp da dişi gebe olunca denilir ki "erkek aşıladı dişi tuttu, gebe oldu" demektir. Bunun gibi rüzgarlar da bulutların erkekleri yerinde kabul edilir. İbnü Mesud hazretleri bu âyetin tefsirinde demiştir ki: "Allah Teâlâ, rüzgarları bulutlara aşılama için gönderir. Onlar da suyu taşıyıp bulutlara karıştırır. Sonra bulutu sıkıştırıp bir aşı gibi akıtır." Bu açıklama, rüzgarların bulutu aşılamasının bir yorumudur. Fakat ağaçları aşılamasının tefsirini zikretmemişlerdir. Yani âyetin yukarda anlatıldığı gibi rivayet ile tefsirinde rüzgarların ağaçları da aşıladığı nakledilmiş olmakla beraber nasıl aşıladığı açıklanmamış. Bir tefsirci olduğu gibi, bir doktor da olan Fahrü'r-Râzî için de bu konu bilinmez kalmıştır. Gerçi ağaç aşılamak eskiden beri bilinen bir şey ise de bununla rüzgarın bir ilgisi yoktu. Bitkilerde rüzgarın yapabileceği bir aşılama yakın zamanlara kadar bilinmiyordu. Ra'd Sûresi'nde açıklandığı üzere "Orada bütün meyvalardan iki çift yarattı." (Ra'd, 13/3) gerçeği ortaya çıktıktan, yani bütün bitkilerin çiçeklerinde erkek, dişi çifti bulunduğu ve erkeğin dişiyi aşılaması ile meyveler meydana geldiği anlaşıldıktan sonradır ki, rüzgarların bir aşıcı hizmetini yerine getirdikleri anlaşıldı. Ve bu şekilde âyetinin de âyeti gibi bilinmeyen bir ilmî gerçeği açıkladığı bin küsür sene sonra anlaşılmış ve açıklanmış ve bundan dolayı bu âyetin de bir mucize olduğu ortaya çıkmıştır.

İşte rüzgarlar, taşıyıcı ve dağıtıcı oldukları için faydalarından birisi de özellikle böyle ağaçları ve bitkileri aşılamasıdır. Bunun meydana gelmesi için de rüzgarın belirli bir miktar ile uygun ve yumuşak bir şekilde esmesi gerekir. Yoksa aşılama yerine bozma olur. Rüzgar, havanın bir hareket ve akımıdır ki, havanın değişik şekilde ısınıp soğumasındaki değişmeler ile meydana gelir. Tabiatta bu değişmeler ise sıcaklık ve soğukluk tabiatları üzerinde hakim bir etkiye bağlı olduğundan, bütün rüzgarlar doğrudan doğruya ilâhî bir tasarruf olduğu gibi, bunların aşılama yapacak bir derecede esmeleri de doğrudan doğruya Allah'ın bir lütfudur.

Bununla beraber düşünülmelidir ki, su olmasaydı bu aşılar ne olur, hayat ne olurdu? Onun için rüzgarlara bulutları da aşılatarak gökten bir su da indirdik, yağmur yağdırdık da onu size sunduk; tabiata kalsaydı ne rüzgar eser ne aşılama olur, ne yağmur yağardı. Onu hazinelerde saklayan da siz değilsiniz, yani yağdıktan sonra dağlarda, pınarlarda, kuyularda, göllerde, havuzlarda, mahzenlerde, küplerde, testilerde v.s. tutan da siz değilsiniz, biziz. Burada rüzgarların gönderilme, suyun indirilme ile anlatılması aynı zamanda bir de benzetmeye işaret eder. Çünkü "erselnâ" peygamberlerin gönderilmesini; "enzelna" da kitabın indirilmesini hatırlatır. Ve demek olur ki: İşte Allah tarafından gönderilen peygamberler de o aşılayıcı rüzgarlar gibidir; Allah'ın feyizini taşıyarak kabiliyeti olanlara yayar ve aşılarlar. İndirilen kitap da o gökten inen su gibi hayatın mayasıdır.

23- Ve şüphesiz ki biz gerçekten hem diriltiriz, hem öldürürüz. Bu, hiç delile muhtaç olmayan açık bir gerçektir. Fakat amma "Ölünce mal ve mülk varislerimize kalacak mı?" diyecekler. Hayır hepsine vâris de ancak biziz. Bu dünyada yaşarken mülk ve tasarruf iddia edenlerin ve edecek olanların hepsi yok olur. Mecâzî mülkleri, görünürdeki tasarrufları ellerinden alınır, her zaman bakî, kayıtsız ve şartsız herşeyin sahibi yüce şanımızla biz kalırız.

24- Andolsun biz, sizden önce gelip geçenleri de biliriz, geri kalanları da biliriz. Doğuşta, ölümde önde olan, miras bırakmak isteyen önce gelip geçenlerinizi de, geri kalanları, miras almak isteyen sonra gelenlerinizi de veya imanda, kâfirlikte, itaatte, isyanda ön safta bulunmak isteyenleriniz de, geri kalan geri kalmak istiyenleriniz de ezelde ve sonsuza kadar gerçekten bilgimiz dahilindedir.

25- Ve senin O Rabbindir ki, yani seni yaratan ve terbiye edip gönderen o Allah'ındır ki ey Muhammed! Onları mutlaka haşredecektir.

Ve önce gelip geçenleri ve sonra gelenleri sonunda mahşere toplayıp hesaba çekecektir. Onun için şimdilik bırak o kâfirler yiyip içip devamlı eğlensinler. O Rabbin gerçekten hikmet sahibidir, çok bilendir.

Gerçekten:

Meâl-i Şerifi

26- Andolsun ki biz insanı kuru bir çamurdan, şekillenmiş bir balçıktan yarattık.

27- Cinleri de daha önce insan vücudunun gözeneklerinden geçebilen güçlü bir ateşten yarattık.

26- Andolsun ki biz insanı bir kuru çamurdan, bir şekillenmiş kara balçıktan yarattık. Yani insan cinsini başlangıçta biz vurulduğunda ses çıkaran kuru bir çiğ çamurdan, değiştirip dönüştürme ile özel bir şekilde yoluna konmuş kokar bir balçıktan yarattık.

SALSÂL; "Ses veren yani vurulduğu zaman tıngırdayan, kuru pişmemiş çiğ çamur" ( ) dur ki, pişmiş olursa tuğla, kiremit gibi ses çıkaran kuru bmir çamur olur. Çünkü Rahmân Sûresi'nde "Vurulduğunda testi gibi ses çıkaran kuru bir balçıktan..." (Rahmân, 55/14) buyurulmuştur.

HAME': Uzun süre su ile yumuşayıp bozulmuş cıvık kokar çamur, yani balçık demektir. Tekili ölçüsünde dir.

MESNÛN: Bunun açıklanmasında tefsirciler birkaç görüş nakletmektedirler:

1- İbnü Sikkît demiştir ki, Ebu Amr'i dinledim "mesnûn, bozulmuş demektir" diyordu. Bunun açıklamasında Ebu Haysem de demiştir ki, denilir ki "bozuldu", demektir. Ve buna delil "henüz bozulmamış" ki, bu kelime dan, yani "yol güzergâhına konulmuş" olmaktan alınmıştır. Çünkü böyle olan herhangi bir şey, bozulur.

2- Denilmiş ki, "mesnûn" sürtülmüş, kazınmış veya bilenmiş demektir ki, taşı taşa sürttükleri zaman "Taşı taşa sürttüm." deyiminden alınmıştır. Çünkü bileğiye ve sürtülürken ikisinin arasından çıkan kazıntıya denilir ve bu da kokar. Bundan dolayı bozulma ve kötü koku bunun da gereğidir.

3- Ebu Ubeyde demiştir ki, "mesnûn" dökülmüş demektir. "Suyu güzelce yüzüne döktü", denilir.

4- Sibaveyh demiştir ki, "mesnûn" bir şekil ve örnek üzere resimlenmiş demektir. Yüzün özel bir şekli olan den alınmıştır. Ve herhangi bir şeyin sünneti deyimi de bu mânâdan alınmıştır ki, üzerine konmuş olan örneği demektir.

Bu şekilde insan nevinin şekli için sünnet olan özel bir şekle dökülmüş bir balçık demek olur. Sonra terkibinde de iki ayrı yorum vardır.

Birincisi: e sıfat olmasıdır ki "özel bir şekilde tasvir edilmiş, başka bir ifade ile kalıba dökülmüş bir balçıktan meydana gelen bir çiğ çamurdan" demek olur. Böyle olunca salsâl, "hame-i mesnûn"dan yapılmış demek olur. Ebu'l-Bekâ ve Zemahşerî bunu tercih etmişler ise de faydalı bir görüş değildir. Çünkü kuru çamurun yaş çamurdan meydana geldiğini anlatmak gereksiz olduğu gibi, insan hamurunun balçık halinde iken insan şeklinde bulunduğu da genel olarak kabul edilmiş değildir.

İkincisi: Bedel olmasıdır ki, salsal'den, bir hame-i mesnûn'dan demek olur. Ebu Hayyân'ın anlattığına göre tefsircilerin çoğu bedel olmasını tercih etmiştir. Biz de bu görüşte ısrar etmek isteriz.

Önce salsâl, sonra da ondan özel bir şekilde kalıba dökülüp insan mayasını meydana getiren şekillenmiş, kara balçık yapılmış ve insan ondan düzgün bir şekilde yaratılmış demek olur. Ve şu halde salsâl, su ile karıştırıldıktan sonra süzülüp kuru çamur haline gelmiş bulunan, yeryüzünün rütubetsiz olan tamtakır durumunu gösteriyor ki, tabiat itibariyle bunda hayat düşünülemez. Ve bunun özellikle "salsâl" deyimi ile anlatılması, insanın, yeryüzünden bir tabiat eseri olarak ortaya çıkmasının mümkün olamayacağını tam bir açıklıkla anlatmak içindir.

Öyle ya, tamtakır bir kuru çamurun tabiatı, hayata ne kadar zıddır. Tabiata kalsa bunda, insan veya hayvan şöyle dursun, bir otun bitme imkanı bile yoktur. Fakat şu bir gerçektir ki, bundan insan yaratılmıştır. Bu ise doğrudan doğruya Allah Teâlâ'nın kudretinin sanatına, ilim ve hikmetine apaçık bir delildir. Tabiat, kendine bırakılınca hiç değişmemesi gerekirken Allah Teâlâ onu yumuşatıp değiştirerek bir balçık haline çevirmiş ve o balçığa sanat ve hikmeti ile öyle bir sünnet (ilâhî kanun) vermiştir ki bununla insan yaratılışı için ilâhî kanunun meydana geldiği maya ortaya çıkmıştır. Bundan dolayı diyebiliriz ki; "hame-i mesnûn" insan tohumu olan spermadır. Gerçekten sperma her anlamıyla mesnûn, yani hem değişen, hem sürtülmüş, hem dökülmüş, hem de bir sünnet üzere tasvir edilmiş (şekillendirilmiş) bir balçıktır. Bu şekillenmiş balçığa "yapışkan bir çamur" (Sâffât, 37/11), "dayanıksız bir suyun özünden" (Secde, 32/8), "katışık bir sperma" (İnsan, 72/2) demek de doğrudur. Bu mânâ, insan nevinin bütün fertlerini kapsar. Ancak insanın ilk ferdi olan Âdem, ilk insan olduğu gibi, onun yaratıldığı o şekillenmiş balçık da ilk önce onda sünnet olmuş ilk tohumdur. Özetle Âdem bile, ilk olarak sperma niteliğini almış bir balçıktan yaratılmıştır. "O, insanı bir damla sudan yarattı" (Nahl, 16/4) ifadesi, onun hakkında da geçerlidir.

Şu kadar var ki, o spermadan önce bir insan yoktur. Onun seçimi, çocukları gibi bir insanın vücudunda meydana gelmemiştir. Bununla beraber şimdiye kadar bütün insanlar da onun gibi kuru bir çamurdan, şekillenmiş bir kara balçıktan yaratılmaktadır. Yalnız şu farkla ki, bu şekillenmiş kara balçık, insanın gıda olarak yediği bitkiler ve hayvanların (et ve sütleri ile) bünyelerinden geçerek yine bir insan bünyesinde seçimini bulmaktadır. İşte insan denilen mahluk aslında böyle değersiz bir şeydir. Allah Teâlâ'nın ilim ve hikmetini, kudretinin sanatını anlamalı ki, şu kuru topraktan öyle şekillenmiş kara bir balçık yapmıştır. Ve o kokar balçıktan insan yaratmaktadır.

 27- Cânnı da, Cin cinsini meydana getiren gizli mahluku da ondan önce şiddetli zehirli ateşten yaratmıştık.

SEMÛM: Lugatte ateş alevi gibi esen sıcak rüzgara denilir ki, sam yeli diye ifâde edilir. Ve kendisine harûr (sıcak rüzgar) da denilir. İbnü Cerir'in açıklamasına göre bazı Araplar harûru, gündüz esen rüzgara tahsis etmişlerdir. Bir hadis-i şerifte de: "Semûmun, cehennemin bir harareti olduğu" bildirilmiştir.

SÂMM: "Semm" maddesinden fâil, Semûm da onun mübâlağası olan "feûl" kipidir. Sem, zehir, bir de "semmû'l-hıyât" gibi ince delik (iğne deliği) mânâsına gelir.

Çünkü vücuttaki terin çıktığı ve havanın nüfuz ettiği gizli deliklere "mesemme", çoğuluna da "mesâm" veya "mesemmât" ve çoğulun çoğuluna da "mesâmmât" denilir. Bundan dolayı sâmm ve semûm, mesâmmâte nüfuz edici veyahut zehirleyici mânâlarını ifade eder. Ve o rüzgarın bu isim ile adlandırılması da bu itibarlardan birisini veya her ikisini gözönünde bulundurmaktan dolayıdır. Cinlerin zehirli ateşten yaratılmış olması, cin ve şeytanın insana gizli deri gözeneklerinden girecek, zehirleyecek, yakacak bir nitelikte olduğuna işaret eder. İbnü Abbas'tan rivayet edilmiştir ki; "Şu bildiğimiz zehirli ateş, cinlerin kendisinden yaratıldığı zehirli ateşin yetmiş parçasından bir parçadır." demiştir. Demek ki insan yaratılmadan önce, cinlerin yaratıldığı sırada yeryüzü çok dehşetli ateşler saçıyormuş.

Şimdi o vakti düşün ki:

Meâl-i Şerifi

28- Ey Peygamber! Rabbinin meleklere şöyle dediğini hatırla: "Ben, kuru balçıktan, şekil verilmiş kokuşmuş çamurdan bir insan yaratacağım."

29- Ben, onun yaratılışını tamamladığım ve ona ruhumdan üflediğim zaman, siz hemen onun için secdeye kapanın."

30- Bunun üzerine meleklerin hepsi toptan secde ettiler.

31- Yalnız İblis hariç. O secde edenlerle beraber olmaktan çekinmişti.

32- Allah buyurdu ki: "Ey İblis! Ne oluyor sana da, secde edenlerle beraber olmuyorsun?"

33- İblis şöyle dedi: "Kuru bir çamurdan, şekillenmiş bir balçıktan yarattığın bir insana secde edemezdim."

34- Allah şöyle buyurdu: "Öyle ise oradan çık! Sen, artık kovulmuş birisin."

35- "Kıyamet gününe kadar lanet senin üzerindedir."

36- İblis: "Rabbim! Öyle ise insanların kabirlerinden kaldırılacakları güne (kıyamete) kadar bana mühlet ver" dedi.

37- Allah buyurdu ki: "Sen mühlet verilenlerdensin."

38- "Allah katında bilinen vaktin gününe kadar..."

39- İblis şöyle dedi: "Rabbim! Beni saptırdığın için, mutlaka ben de yeryüzünde onlara günahları süsleyeceğim ve onların hepsini mutlaka azdıracağım!"

40- "Ancak içlerinden ihlaslı kulların müstesnâdır."

41- Allah şöyle buyurdu: "İşte bana ulaşan dosdoğru yol budur."

42- "Sana uyan azgınlardan başka, kullarımın üzerinde hiçbir nüfuzun yoktur."

43- "Şüphesiz ki onların hepsine vaad edilen yer cehennemdir."

44- "Cehennemin yedi kapısı vardır. O kapıların herbiri için birer grup ayrılmıştır."

45- Allahtan korkanlar, elbette cennetlerde ve pınarların başındadırlar.

46- Onlara: "Selametle güven içinde oraya girin" denir.

47- Biz o cennetliklerin kalblerindeki kinleri çıkarır atarız. Hepsi kardeşler olarak sevinç içinde karşılıklı koltuklara otururlar.

48- Orada kendilerine hiçbir yorgunluk gelmeyecek. Oradan çıkarılacak da değillerdir.

28- Rabbin meleklere demişti ki: Şüphesiz ki ben, kuru çamurdan, şekillenmiş kara balçıktan bir insan yaratacağım.

29- O halde ben ona şekil verdiğim, o balçığı tam bir insan yaratılışına, düzgün bir insan kıvamına koyup içine ruhumdan üflediğim zaman, burada tamlaması, bir şereflendirme tamlaması, üfürme deyimi de bir örnektir. Yani maddenin kabiliyetini olgun bir duruma getirip, içine "De ki ruh, Rabbimin işlerindendir..." (İsrâ, 17/85) mânâsına uygun olarak Allah'ın bir işi olan ruhtan feyiz verdiğim vakit siz hemen onun için secdeye kapanın. Allah'ın emrine itaat ederek yere düşün, o ruh olan insana boyun eğin. İşte Allah, o balçıktan yarattığı insanı ruhu ile böyle yükseltmişti.

30-38-Bunun üzerine bak ne oldu.

"Hepsi de toptan secde ettiler. Ancak İblis müstesna." (Bakara, 2/34 ve A'râf, 7/11. âyetlerinin tefsirine bkz.) Yani kıyamet gününe kadar değil, Allah katında bilinen vakte kadar ki "Sûr'a üflenince, Allah'ın diledikleri hariç olmak üzere, göklerde ve yerde ne varsa hepsi düşüp ölecektir." (Zümer, 39/68) âyeti ile açıklanan ilk üfürüş günüdür.

Ahmed b. Kays'tan nakledilmiştir ki: "O, Medine'ye vardım demiş, maksadım emirü'l-müminin Ömer (r.a) idi. Bir de vardığımda büyük bir cemaat toplanmış, orada Ka'bû'l-Ahbâr insanlara vaaz ediyor ve şöyle diyordu:

"Âdem Aleyhisselâm'a ölüm emri geldiği zaman 'Ya Rabbi! Düşmanım İblis, beni ölmüş bir durumda görünce kendisi kıyamet gününe kadar mühlet verilmiş olmakla sevinecek, başıma gelene gülecek' dedi. Ona şöyle cevap verildi: 'Ey Âdem! Sen cennete geri gideceksin, o lanetlenmiş İblis ise öncekilerin ve sonrakilerin sayısı kadar ölüm acısını tatmak için beklemeye bırakılacak. 'Sonra Âdem, Hz. Azrail'e, 'Ona ölümü nasıl tattıracaksın? Niteliğini anlat.' dedi. Azrail onun ölümünü anlattı. Âdem: 'Ya Rabbi, yeter!' dedi. Bunun üzerine insanlar, heyecana geldiler de Ka'b'e 'Ey Ebu İshâk! O nasıl?' dediler. Ka'b, açıklama yapmaktan çekindi, insanlar ısrar ettiler. Bunun üzerine Ka'b dedi ki: 'Yüce Allah, ilk üfürüşten sonra Hz. Azrail'e diyecek ki: 'Sana yedi gök ve yedi yer halkının kuvvetini verdim ve bu gün sana bütün öfke ve gazab kisvesini giydirdim. Öfke ve hücumunla in o taşlanmış İblis'e. Artık ona ölüm acısını tattır. İnsan ve cinlerden önce ve sonra gelmiş geçmişlerin acılarının kat katını kapsayacak şekilde, bütün acıları ve hastalıkları ona yüklet. Beraberinde öfke ve kinle dolgun yetmiş bin cehennem bekçisini, her biri ile de cehennem zincirlerinden, tomruklarından zincirler ve tomruklar bulunsun. Cehennem, kancalarından yetmiş bin kanca ile o lanetlenmişin, kokmuş canını çekip çıkarın. Mâlik'i de (Cehennemdeki meleklerin başkanı) çağır. Cehennemlerin kapılarını açsın.' Bunun üzerine Hz. Azrail öyle bir şekilde inecek ki ona göklerin ve yerlerin halkı baksa dehşetinden derhal ölürlerdi. Azrail, inecek İblis'e varıp, 'Dur, ey pis! Artık sana ölümü tattıracağım, çok ömür sürdün, Allah'a yakın nice kimseleri sapıttın. İşte bu o bilinen vakittir.' diyecek. Mel'ûn doğuya kaçacak, bakacak Hz. Azrail gözlerinin önüde, batıya kaçacak yine gözlerinin önünde, denizlere dalacak, denizler onu kabul etmeyecek, kısacası yerin her tarafına kaçacak, sığınacak kurtulacak hiçbir sığınak bulamayacak, sonra dünyanın ortasında, Hz. Âdem'in mezarı yanında duracak veya doğudan batıya, batıdan doğuya topraklarda sürünerek en son Âdem Aleyhisselâm'ın cennetten atılınca indiği yere varınca yer, bir kor gibi olacak, zebâniler kancaları takıp didikleyecekler de didikleyecekler. "Allah'ın dilediği zamana kadar" can çekişme ve işkence içinde kalacak. O böyle can çekiştirirken Âdem ve Havva'ya da, 'Kalkınız, düşmanınız ölümü nasıl tadıyor, bakınız' denecek. Kalkacaklar, onun çektiği işkencenin şiddetine bakacaklar da 'Ya Rabbi! Bize nimetini tamamladın' diyecekler."

39-O bilinen vakte kadar mühlet müsadesini alan İblis Ya Rabbi! dedi, beni azdırmana karşılık yemin ederim ki veya azgınlığıma hükmetmen sebebi ile; yani Allah katından kovulmuş, iyilik ve rahmetten uzaklaştırılmış bir melûn, böyle bir mühlet müsaadesini elde edince şımarır da onu azgınlığa bir teşvik vasıtası olarak kabul eder. Böyle şımartman hakkı için veya çamurdan yaratılanı küçümseyip secde etmediğimden dolayı benim azgın âsi olduğuma hükmetmenden dolayı mutlaka ben, yeryüzünde onlara süsleme yapacağım. Yani maddelerini bahane ederek o kuru çamuru, o kokar balçığı, onlar için süsleyip insanlığın esas yükselmesine vesile olan ruhtan daha hoş, daha süslenmiş, daha kıymetli göstereceğim. Ve mutlaka hepsini azdıracağım.

40- Ancak içlerinden ihlaslı kulların müstesna, yani yalnız tâatin için seçilmiş, lekesiz özel kulların aldanmazlar. Başlangıçta insanlığın maddesine bakarak mutlaka aşağılığına hükmeden ve onlara zorbalık edebileceğini söyleyen İblis'in, burada bu istisnası (ayırması), şüphe yok ki Allah'ın söyletmesi olan bir itiraftır. Onun için:

41- Allah Teâlâ buyurdu işte bu dediğin, sahiplerini istisna ederek azıtamayacağını itiraf ettiğin o ihlâs ve tevhîd bir cadde, bir kanundur ki bana aitttir. Yani bana varır, yahut ben kefilim dosdoğrudur. Yahut; işte benim üstüme aldığım dosdoğru yol, hak kanunu şudur:

42- Şüphesiz kullarım üzerinde senin bir hakimiyetin yoktur. Yani ne sözlü olarak onları susturacak bir delilin, ne fiilî olarak sataşacak ve kullanacak güç ve hakimiyetin yoktur. Ancak sana uyan azgınlar müstesnâ, yani ancak bunları sürükleyebilirsin. Fakat o da senin hakimiyetin ile değil, onların iradelerini kötüye kullanarak sana uymaları, arkana düşmeleri dolayısıyladır. Yoksa ihlâslı kullara hakimiyet kuramadığın gibi, diğerlerine de hakimiyet kuramazsın. Çünkü sonunda "Zaten benim size karşı bir gücüm yoktu. Ben sadece sizi inkâra çağırdım; siz de benim davetime hemen koştunuz. O halde beni yermeyin, kendinizi yerin." (İbrahim, 14/22) diyeceğin İbrahim Sûresi'nde açıklanmıştır.

43- Muhakkak cehehnem, onların hepsine vaad olunan yerdir. O İblis, ona tabi olan azgınların kendilerine uyulanlarla beraber hepsine vaad edilen yerleridir.

44- Onun, o cehennemin yedi kapısı vardır. Yani gireceklerin çokluğundan dolayı yedi giriş kapısı veyahut azgınlığın çeşit ve derecelerine göre, önce Cehennem, sonra Lezzâ, sonra Hutame, sonra Sa'îr, sonra Sekar, sonra Cehîm, sonra Hâviye isminde yedi tabakası vardır. Her kapı için, onlardan (o azgınlardan) bir grup ayrılmıştır. Ebu's-Suûd Tefsiri'nde deniliyor k: "Muhtemelen yedi kapı ile sınırlanması, helak eden şeylerin beş duyu ile hissedilen şeylerle şehvet ve öfke kuvvetlerini gereğine mahsus olmasındandır." Bununla beraber bunda diğer bir ihtimal vardır ki, şeriat dili açısından akla daha uygundur. Çünkü cehennem kapılarının yedi olması ile cennet kapılarının sekiz olması arasında apaçık bir ilişki vardır. Bundan dolayı denebilir ki, bu kapıların mükellef organlarla ilgili olması düşünülür.

Bilindiği gibi insanın mükellef organları sekiz tanedir: Kalb, dil, kulak, göz, el, ayak, ağız, cinsel organ. Bunların yedisi açık, birisi gizlidir ki, o da kalbdir. Doğrudan doğruya Allah'a bakan kalp kapısı açık olursa, bu sekiz organın her biri Allah'ın emri üzere hareket ederek cennete birer giriş kapısı olabilir. Ve bu şekilde cennete sekiz kapıdan girilir. Fakat içte ruh körlenmiş, kalb kapısı kapanmış bulunursa dıştaki yedi organın her biri cehenneme açılmış birer giriş kapısı olurlar. İşte cennet kapıları sekiz olduğu halde, cehennem kapılarının her birine ayrılmış bir grup olmak üzere yedi olması, Allah daha iyi bilir ki bu hikmetten dolayıdır. "Ve ona ruhumdan üflediğim zaman..." (Hıcr, 15/29) ifadesinin şerefine nail olmakla iman ve marifet kapısı olan kalb, cehenneme kapalıdır. Ondan yalnız cennete girilir, Allah'a erişilir. Kalbi açık olan kimse şeytana uymaz, Allah'ı inkâr etmekten ve O'na isyan etmekten sakınır. Onun için:

45-48- Şüphesiz takva sahipleri, şeytana uymaktan sakınan, küfr ve isyandan korunanlar cennnetlerde ve pınar başlarında yerleşeceklerdir. Ey takva sahipleri! Oraya emniyet ve tam selametle giriniz! Yani ey insanlar, ey Muhammed ümmeti! İblis'e tabi olmaktan sakınınız, Allah'ın koruması altında, tevhid ve İslâm dinine, Allah'ın Resulüne uyunuz, kalbinizden kin ve hileyi çıkarıp takva sahibi olunuz da, takva sahiplerinin yeri olan o cennetlere ve pınarlara emniyetler içinde, güle güle, selâmetle giriniz. O cennetler ve pınarlar her yönden korunmuş, güvenli ve sağlıklı bir selamet yurdudur. Ona dışardan tecavüz olunamayacağı gibi, biz onların, O cennetler ve pınarlardaki takva sahiplerinin göğüslerindeki ilişikleri ve kinleri söküp attık. Cennet ehlinin gönüllerinde kin ve hile kalmaz, fena niyet ve kin durmaz. Yani İslâm takvasının şiârından birisi de kin tutmamaktır. Allah takvalı kalblerde kin bırakmaz. Geçmişte kin varsa onu siler. Çünkü Hz. Ali'den nakledilmiştir ki, o şöyle demiş: "Ümit ederim ki Osman ve Talha ve Zübeyr ile ben bunlardan olayım". "Allah onların hepsinden razı olsun." Öyle ki hepsi kardeşler olarak karşılıklı tahtlar, karşılıklı köşkler üzerinde muhabbet ederler. Yani hiçbiri diğerine sırtını dönmeksizin yüz yüze sevişe sevişe yaşarlar. Orada onlara hiçbir yorgunluk gelmez. Her ne isterlerse zahmetsiz, sıkıntısız hemen meydana gelir hem onlar, oradan çıkarılmayacaklardır. Sonsuza kadar orada ebedî kalacaklardır.

Resulüm!

Meâl-i Şerifi

49- Kullarıma haber ver ki, gerçekten ben çok bağışlayıcı ve pek merhamet ediciyim.

50- Bununla beraber azabım da çok acıklı bir azabdır.

49-50-Bunları geçmişten bazı örneklerle açıklamak üzere:

Meâl-i Şerifi

51- Hem o kullara, İbrahim'in misafirlerinden de haber ver.

52- Hani melekler, İbrahim'in yanına girdikleri zaman, "selam" demişler, İbrahim de onlara: "Biz sizden korkuyoruz" demişti.

53- Melekler: "Korkma! Gerçekten biz sana bilgin bir oğul müjdeliyoruz" dediler.

54- İbrahim dedi ki: "Bana ihtiyarlık gelmişken, beni mi müjdeliyorsunuz, neye dayanarak beni müjdeliyorsunuz?"

55- Melekler: "Seni gerçekle müjdeliyoruz. Sakın Allah'ın rahmetinden ümidini kesenlerden olma!" dediler.

56- İbrahim dedi ki: "Rabbimin rahmetinden, sapıklardan başka kim ümit keser?"

57- "Ey elçiler! Başka ne işiniz var?" dedi. 58- Melekler şöyle dediler: "Biz suçlu bir kavmi cezalandırmak için gönderildik.

59- Ancak Lût ailesi müstesnâdır. Biz, onların hepsini muhakkak kurtaracağız.

60- Yalnız Lût'un karısı müstesnâ, çünkü onun helak edilenlerle birlikte yok edilmesini takdir ettik.

61- Melek olan elçiler, Lût kavmine gelince,

62- Lût dedi ki: "Doğrusu siz ürkülecek bir kavimsiniz."

63- Elçiler dediler ki: "Bilakis biz sana onların şüphe ettiği azabı getirdik."

64- "Sana gerçeği getirdik; biz elbette doğru söylüyoruz."

65- "Gecenin bir bölümünde aileni yola çıkar, sen de arkalarından yürü ve sizden kimse ardına bakmasın; istenen yere gidin."

66- Biz, Lût'a şu kesin emri vahyettik: "Bu kâfirler sabaha çıkarken muhakkak kökleri kesilmiş olacaktır."

67- Şehir halkı, insan şeklindeki güzel yüzlü melekleri görünce, onlara iğrenç işlerini yapabileceklerini düşünüp sevinerek geldiler.

68- Lût, kavmine şöyle dedi: "Bunlar benim misafirlerimdir, beni rüsvay etmeyin."

69- "Allah'tan korkun! Beni mahcub etmeyin."

70- Lût kavmi şöyle dedi: "Biz sana kimsenin koruyuculuğunu yapmamanı söylememiş miydik?"

71- Lût şöyle dedi: "İşte kızlarım! Düşündüğünüzü yapacaksanız (onlarla evlenin).

72- Resulüm! Ömrüne yemin olsun ki gerçekten onlar, sarhoşlukları içinde bocalayıp duruyorlardı.

73- Güneş doğarken o korkunç çığlık onları yakaladı.

74- Biz, onların şehirlerinin üstünü altına geçirdik ve üzerlerine de balçıktan pişirilmiş taşlar yağdırdık.

75- Gerçekten bunda, düşünen keskin anlayışlılar için ibretler vardır.

76- Hem o Lût kavminin bulunduğu şehir harabesi bir yol üzerinde bulunmaktadır.

77- Şüphesiz ki, bunda iman edenler için bir ibret vardır.

78- Eyke halkı da gerçekten zalimlerdi.

79- Biz Eyke halkından da intikâm aldık. İkisi de (Eyke ve Medyen) açık bir yol üzerindedir.

80- Şüphesiz ki, Hıcr halkı da peygamberleri yalanladılar.

81- Biz, onlara âyetlerimizi vermiştik de onlar, yüz çeviriyorlardı.

82- Onlar, dağlardan emniyetli emniyetli evler yontuyorlardı.

83- Onları da sabahleyin korkunç bir çığlık yakaladı.

84- Kazanmakta oldukları şeyler, onlardan hiçbir zararı savmadı.

51-78- Eyke, Leyke gibi sık, birbirine karışmış ağaç demektir. Eyke halkı da Medyen halkı gibi Hz. Şuâyb (a.s.)ın gönderildiği bir kavimdir ki, yerleri ağaçlık olduğundan bu isim ile adlandırılmıştır. Rivâyete göre ağaçları Günlük ağacı imiş.

79-80- "Onlardan intikam aldık" (Şuâra Sûresinde ki "O gölge gününün azabı kendilerini yakalayıverdi" âyetinin tefsirine bkz: 26/189) Gerçekten ikisi de, yani Lût kavminin Südumu harabesi ile Eyke veyahut Eyke ile Medyen açık yolda, göz önündedirler. Daha önce andolsun ki Hıcr halkı, yani Hıcr denilen yerde helak olan Semûd kavmi Allah'ın gönderdiği peygamberleri, yani Salih (a.s)'ı ve dolayısıyla bütün peygamberleri yalanlamışlardı.

81-83- Biz onlara mucizelerimizi de vermiştik. O peygamberlerle mucizeler de göstermiştik. Ne varki, onlar mucizelerden yüz çeviriyorlardı. Bakmıyorlar, aldırmıyorlardı ve dağlardan evler yontuyorlardı. Böyle sanatkar ve kuvvetli idiler. Böylece emniyet içinde bulunduklarını söylüyorlardı. Sanatlarına, kuvvetlerine, evlerinin, kalelerinin sağlamlığına güveniyor, bunları yıkılmaz, kendilerini azab ve yok olmaktan korur sanıyorlardı. Derken bir sabah kendilerini o çığlık hemen yakaladı, azabın vaad olunduğu dördüncü günün sabahı tepelerinde patlayan yok etme çığlığı ki, onu bir deprem takip etmişti. (A'râf, 7/73-78 ve Hûd, 11/61-68. âyetlerinin tefsirine bkz.)

84- Öteden beri kazandıkları şeyler kendilerini kurtarmadı. O güvendikleri sanatlar, kuvvetler, uğraşıp kazandıkları servetler, yaptıkları evler, kaleler hiçbir şeye yaramadı.

Fakat çabalama ve kazanma, faydalı olmalıydı değil mi? Neden faydalı olmadı? denilecek olursa:

Meâl-i Şerifi

85- Biz gökleri, yeri ve aralarındaki varlıkları ancak hak ve hikmetle yarattık ve elbette ki, kıyamet kopacaktır. (Ey Peygamber!) Şimdi sen onlara yumuşak davran ve güzel muamele et.

86- Şüphesiz Rabbin kemaliyle yaratandır ve iyi bilendir.

87- Andolsun ki, biz sana tekrarlanan yedi âyeti (Fatihayı) ve yüce Kur'ân'ı verdik.

88- Sakın o kâfirlerden birtakımlarına verip de kendilerini zevklendirdiğimiz şeye (mal ve servete) heveslenip göz dikeyim deme. Onlardan dolayı üzülme. Müminlere merhamet kanatlarını indir.

89- De ki: "Şüphesiz ben apaçık bir uyarıcıyım."

90- (İnanmazsanız başınıza) tıpkı o taksimcilere (yahudi ve hıristiyanlara) indirdiğimiz azap gibi (bir azab inecektir).

91- Onlar, Kur'ân'ın bir kısmına inanıp bir kısmına inanmayarak onu kısım kısım böldüler.

92-93- Rabbin hakkı için biz, mutlaka onların hepsini yaptıklarından dolayı hesaba çekeceğiz.

85- Biz gökleri, yeri ve aralarındaki varlıkları ancak hak ile yarattık. Batıl ve boş yere değil, haksızlıkla da değil, Hak Teâlâ tarafından yerli yerinde yaratılmıştır.

Hepsi adalet ve hak ile ayaktadır ve özel haklara sahiptir. Ve bütün bu hakların korunması Allah Teâlâ'nın hakkıdır. Onun için hak ve hukuk tanımayan, hakkın âyetlerini inkâr eden haksızların yok edilmesi ve onlara hak ettikleri cezayı vermek ile sorumlu tutulması bütün kâinatın genel hukukunun gereklerinden bir hak ve hakkı iptal etmek için harcanan kazançların hakkı da bâtıl ve heder olmasıdır.

Ve kıyamet mutlaka kopacaktır. Seni yalanlayanların Allah o vakit cezalarını verecektir. Ey Hak Peygamberi bundan dolayı sen şimdi onlara güzel muamele et, güzel bir şekilde onlardan yüz çevir, onlara aldırma, cezalarında acele etmeyip eziyetlerine sabrederek yumuşaklıkla muamele et.

86- Şüphesiz ki senin Rabbin tek yaratıcıdır. Seni ve onları ve diğer varlıkları yaratan ve çok yaratıcı olan ve mutlaka yaratıcılık yalnız kendisinin hakkı bulunan bir yaratıcıdır ki, daha neler yaratır neler! Hem tek Alîm (bilen)dir. Senin ve onların ve bütün yaratıkların durumlarını her yönüyle bilir. Aranızda meydana gelen şeylerden hiçbiri ona gizli değildir. Bundan dolayı her hususta O'na güvenmek, işleri onun hükmüne havale etmek gerekir. O biliyorken bu gün güzel muamele etmek, senin için kılıçtan daha uygun, daha hayırlıdır.

87- Andolsun ki biz sana namazlarda tekrarlanan yedi âyeti ve o büyük Kur'ân'ı verdik. nın veya ın çoğulu olan "mesânî" kelimesi çok anlamlı, çok kapsamlı bir kelimedir. Ki tesniye ve istisnâ maddesi olan den de, den de türemiş olabilir. Bu örneklerden bükülmek, kıvrılmak veya katlanmak veya tekrar edilmek suretiyle ikilenen veya diğer bir şeyin eklenmesi ile takviye veya çeşitlendirilen herhangi bir şeye denilir ki, ikişer, ikili, tekrarlanan, bükülü, pekiştirilmiş, sağlamlaştırılmış, çifteli, büklüm, büklümlü, büklüm yeri, kat, katlı, kıvrım, kıvrımlı, kıvrak, cilveli mânâlarına gelir. Bu şekilde herhangi bir şeyin güçlerine katlarına, kıvrımlarına denildiği gibi, hayvanın dizlerine ve dirseklerine ve bir vâdinin büküntülerine, dönemeçlerine aynı şekilde müsikide ikinci tele veya çifte tellilere denir. Bağış ve iyiliği tekrar etmek, demektir. İbnü Cerir'in, İbnü Abbas'tan yaptığı bir nakle göre mesânîde istisna edilen mânâsı da vardır. Çünkü istisnâ da "seny"den türemiştir. Bükülmüş ipe veya ipliğe mim harfinin üstünü veya esresi ile denildiği gibi, tekrarlama ve yineleme mânâsı itibariyle çoşku ve terennüme veya ikişerli mânâsı ile mesnevî dediğimiz nazma da denilir.

Bir de "isnâ" dan mimin ötresi ile nın çoğulu olabilir ki, övgünün karar bulduğu yer demek olur. Sonra "Allah sözlerin en güzeli olan Kur'ân'ı, âyetleri birbirine benzeyen, karşılıklı hükümleri zikreden bir kitap olarak indirmiştir. O Kur'ân'dan, Rablerinden korkanların derileri ürperir. Sonra derileri ve kalbleri de Allah'ın zikrine karşı yumuşar." (Zümer, 39/23) buyurulduğu üzere, Kur'ân'a da mesanî denilmiştir. (Kur'ân'a bu ismin verilmesinin sebebi için o âyetin tefsiren bkz.)

Şimdi bu âyetteki den anlaşılan mânâ: "Kendisine mesâni denilen şeyler cinsinden büyük benzersiz yedi şey" demektir. Bu ise mücmeldir. Kendisinden kasdedileni belirlemek ayrıca delile muhtaçtır. Atıf, değişiklik gerektirdiğine göre, âyetin zahirinden anlaşılan bu yedi âyetin Kur'ân'dan başka olarak düşünülmesi lazım gelecek gibi görünür. Aslında bunun Kur'ân'dan başka olarak Hz. Muhammed'in yüce özelliklerinden olan yedi mucizeye işâret olması ihtimali yok değildir. Fakat bu şekilde bir tefsirle ilgili hiçbir rivayet gelmemiştir. Bütün rivayetler bunun yine Kur'ân'da aranması gerektiğini göstermektedir. Şöyle ki:

İbnü Ömer, Mücahid ve İbnü Cübeyr'den bu yedinin, "Seb'-i tıvâl" denilen yedi sûre olduğu rivayet edilmiştir..

Fakat bu sûre, Mekke'de inmiş, "Seb'-i tıvâle" (yedi uzun sûre) ise Medine'de indiğinden dolayı buna ilişilmiştir. Bazıları bu rivayetten yalnız bu âyetin Medine'de inmiş olması ihtimalini çıkarmak istemiş ise de zayıf bir rivayettir. Bazıları, bu yediden maksat "yedi Hâ mîm" dir demiş, bazıları da bu yedi, Kur'ân'da indirilmiş olan mânâlardır ki; emir, yasak, müjde ve uyarı, ata sözleri, nimetlerin sayımı ve ümmetlerle ilgili haberlerdir. Çünkü: "Kur'ân yedi harf (lehçe) üzerine indirildi." hadisi şerifinden de maksadın bu mânâlar olduğu söylenmiştir.

Fakat Hz. Ömer, Hz. Ali, İbnü Mesud, İbnü Abbas, Hasan, Ebu'l-Âli'ye, İbnü Ebi Melik'e, "Ubeyd b.Umeyr ve bir cemaat demişlerdir ki, bu yedi " = fâtiha" âyetleridir. Übeyy b. Ka'b, Ebû Hüreyre, Ebû Sa'îd b. Mu'allâ' rivayetleri ile Resul-i Ekrem (s.a.v) den: "Ümmü'l- Kur'ân (fâtiha), o tekrarlanan yedi âyettir. Ve bana verilen yüce Kur'ân'dır." hadisi şerifi de vardır ki, Ebû Sa'id ve Ebu Hüreyre'nin rivayet ettikleri hadisler Sahih-i Buharî'de de zikredilmiştir. Bundan dolayı den maksadın, Ümmü'l-Kur'ân olan Fâtiha Sûresi olduğu ve bundan dolayı Fâtiha'nın ismini aldığı ve yüce Kur'ân'ın, bunun bir tefsiri olduğu bu hadislerle anlaşılmıştır. Demek ki de yalnız bir kısmı mânâsına değil, aynı zamanda beyaniyye (açıklama) mânâsınadır.

Mesânîden yedi mesânî demektir. Yani Fâtiha'yı oluşturan yedi âyet, mesânîden, Kur'ân'dan olduğu gibi başlı başına yedi mesânîdir. Ve bundan dolayı bütün Kur'ân'ın bir niteliği olan mesânî mânâsı bunda ayrı bir şekilde katlanmıştır.

Her namazın her rekatında okunan, zammı sûre ile katlanan Kur'ân'ın her hatminde, duaların başında ve sonunda tekrar edilen, "nûn", "mim" fasılaları ile nağme (ahenk) üzerine akan, her âyeti çifte bir anlamı kapsayan ve toplamında dünya ve ahirette kulların en büyük maksatlarını göstermekle Allah Teâlâ'ya hamd ve senâ hakikatinde toplanan ümmü'l-Kur'ân, gerçekten her senâya layık, öyle tekrarlanan ve istisna edilen büyük bir nimettir ki, ancak Hz. Muhammed gerçeğinin ulaşabildiği seçkin özelliklerdendir.

Görülüyor ki "sana tekrarlanan yedi âyeti ve yüce Kur'ân'ı indirdik" buyurulmayıp "verdik" buyurulmuştur. Çünkü maksat yalnız yüce nazm (âyetler) değil, ondaki gerçekler ve istenen şeylerin de gerçekten bağışlanmış olduğunu açıklamaktır. Düşünmeli ki, o ne büyük nimet ve ne büyük mutluluktur!

88-89- Sakın o kâfirlerden birkaç çiftini, birtakımlarını zevklendirdiğimiz dünya malına göz dikme! Bunlar ne kadar zevkli ve faydalı görünürse görünsün, o tekrarlanan yedi âyet, o yüce Kur'ân nimetinin yanında hiçtir. Çünkü o "Kendilerine lütuf ve ikramda bulunduğun kimselerin yolu (olup) gazaba uğramışların ve sapmışların yolu değil" dir.(Fâtîha, 1/7) Bunlar ise sapıklık ve gazabdan kurtulmayan, sonu kötü aldatan dünya malıdır. Onun için onlara göz dikme, imrenme, kıskanma ve onlara üzülme, yani iman etmediklerinden ve o mallarla müslüman fakirlere ve dine hizmet etmediklerinden dolayı üzülme ve müminlere (merhamet) kanatlarını indir. Tam bir alçak gönüllülük ve şefkat ile himayene al ve de ki şüphesiz ki ben apaçık bir uyarıcıyım. Allah'ın azabından korkutmakla görevlendirilmiş hak ve hakikati açıklayan, o fasih (düzgün konuşan) ve beliğ, tanınan uyarıcıyım.

90-91- Nitekim biz Kur'ân'ı kısımlara ayıranlara, yani Kur'ân'ı parça parça etmek isteyen taksimcilere (azab) indirmiştik. "Kendilerine kitap verdiğimiz kimseler, sana indirilene (Kur'ân'a) sevinirler. Fakat gruplardan onun bir kısmını inkâr eden de vardır." (Ra'd, 13/36) mânâsı gereğince hoşlarına giden bir kısmına inanıp, bir kısmını da inkar etmek şeklinde Kur'ân'ı parça parça etmek isteyen ve değişik kısımlara ayrılmış bulunan yahudiler ve hıristiyanlara önce indirilmiş olan kitaplarda böyle bir uyarıcı geleceği haber verilmişti. Onlar ise Allah'tan kokmuyor, kısım kısım olmuş Kur'ân'ı parçalamak istiyorlar.

92-93-İşte ey Muhammed! Sen bütün bunlara onun apaçık uyarıcı olduğunu söyle Rabbine yemin olsun ki elbette ve elbette onların hepsine soracağız, gerek böyle parça parça ayıranlara ve gerek kâfirlerin gruplarının hepsini bütün yaptıklarından sorumlu tutacağız.

"Küfrettiklerinden" buyurulmayıp da gerek kalble ilgili, gerek bedenle ilgili, gerek söz ve gerek fiil ve gerek terk gibi bütün işleri kapsar şekilde, "Yaptıklarından" buyurulması ne büyük ve müthiş bir uyarı olduğundan gaflet edilmemelidir. Kur'ân'ın bütün birliğiyle hepsine iman ve itikat iddia edip de amele gelince, gönlüne göre bölüşme ve ayırmaya kalkışanlar da bu dehşetli uyarının altına girmiş oluyorlar.

Bundan dolayı:

Meâl-i Şerifi

94- Şimdi sen emrolunduğunu açıkça tebliğ et. Müşriklerden yüz çevir.

95- Muhakkak ki alay edenlere karşı biz sana yeteriz.

96- Onlar Allah ile birlikte başkasını ilâh edinenlerdir. Onlar yakında bileceklerdir.

97- Gerçekten biliriz ki, onların söylediklerine göğsün daralıyor.

98- O halde Rabbini hamd ile tesbih et. Ve secde edenlerden ol.

99- Ve sana ölüm gelinceye kadar Rabbine ibadet et.

94- Sen, sana emrolunanını tebliğ et, çatlatırcasına veya baş ağrıtırcasına tam ısrar ile ve hiçbir şeyden çekinmeyerek emrolunduğunu açıkça beyan et ve vazifeni yerine getir.

Ve müşriklerden yüz çevir. Sözlerine kulak verme, yaptıklarına aldırma, kendilerine önem verme.

95- Şüphesiz ki biz alay edenlere karşı sana yeteriz.

96-97- Onlar, Allah ile beraber başka bir ilâh edinirler. Yakında bileceklerdir. Görülüyor ki burada bu fasılasının tekrarlanmasıyla sûrenin sonundan baş kısmına tam bir dönüş yapılmıştır. Yani yakında belâlarını bulup, ne büyük cinayet yaptıklarını anlayacaklar ve o vakit, "ah! keşke biz de müslüman olaydık" diye yanıp yakılacaklar.

Andolsun ki biz biliriz onların sözlerinden gerçekten senin göğsün daralır, için sıkılır; O şirk kelimeleri, Kur'ân'a dil uzatılması, Peygamberlikle alay edilmesi, şüphesiz canını sıkar, bunalırsın.

98-O halde hemen Rabbine hamd ile tesbih et. Yani küfür sözlerine canı sıkılmak da Rabbinin bir manevî temizlik terbiyesi, şükretmeye değer bir nimetidir. Sıkıldın mı hemen Rabbine hamdederek ona tesbih et ve onu ulula, için açılır ve bunun şükür alâmeti olmak üzere de secde edenlerden ol, yani namaz kıl, genişlersin

99- ve rabbine ibadet et, bu tarz üzere Rabbine ibadet etmeye devam et. Sana ölüm gelinceye kadar. Yani her canlı için meydana gelmesi kesin olan ölüm gelip de Rabbine kavuşuncaya kadar.

Bilindiği gibi "Yakîn" kelimesi gibi masdar ve sıfat olur. Masdar olduğu takdirde bir şeyi gerçeğe uygun, doğru inanç ile şüphesiz olarak kesin bir şekilde bilmek demektir. (Bakara, 2/4. âyetin tefsirine bkz.)

Sıfat olduğu takdirde ise aynı şekilde ilmin veya mefûl mânâsına gelen "fe'îl" olarak bilinen şeyin sıfatı olur. Fakat bu âyetteki "El-yakîn"den maksadın kesin ilim olmadığı açıktır. Çünkü bu durumda Hz. Peygamberin kesin bilgisi yokmuş da gelecekmiş gibi varsaymak gerekir. Böyle bir varsayımın yanlışlığı ise ortadadır. Şu halde buradaki "yakîn"i bazı imansızların yaptığı gibi "kesin bilgi" mânâsına, yorumlamak bir küfür olur. Onun için bütün tefsirciler buradaki in bilinen mânâsına, yani henüz meydana gelmemiş, fakat meydana gelmesi kesinlikle belli olan, o kesin olarak inanılan şey demek olduğunda görüş birliğindedirler. Ancak başındaki Lâm-ı ahd (bilinen bir şeye delalet eden tarif edatı) ile, o bilinen inanılan şeyden maksadın ne olduğu hakkında iki rivayet vardır. Bir görüşe göre bu yakînden maksat, vaad edilen yardımdır, denilmiş. Gerçekten Hz. Peygamber'e, Allah'ın yardımı kesinlikle vaad edilmiş ve "Rabbine yemin olsun ki, onların hepsine soracağız." (Hıcr, 15/92) buyurulduğu üzere sözün gelişi de bunu bildirir. Ancak bu şekilde kastedilen mâna düşürülmek veya maksat, hedefin içine konulmak veyahut gaye için diğer bir hükmün gözetilmesi gerekir ki, bunlar, açıkça anlaşılan mânâya aykırı görünürler.

Tefsircilerin çoğu ise bu "yakîn" den maksadın ölüm olduğunu nakletmektedirler. Çünkü ölüm, her canlı için, en fazla kesin olarak inanılan bir şeydir. Yükümlülük sınırının sonudur. Şüphe yok ki burada ölümün, açıkça zikredilmeyerek "yakîn" deyimi ile anlatılması çok anlamlıdır. Sözün gelişi Hz. Muhammed'i teselli yerinde söylendiği için bunda ölüm açıkça söylenmediği gibi Peygamberin vefatı en yüksek bir hayat gayesi ile anlatılmış, yani Bakara, 2/4) sırrına erişenler için "Allah'ın huzuruna çıkmak", "Allah'ın huzuruna dönmek" emrine kesinlikle inanıldığı için, Hz. Peygamberin vefatı, Allah'ın huzuruna çıkmanın, hakka'l-yakîn (bizzat kesinlikle gerçekleşmesi) demek olduğuna işaret edilmiştir.

Özetle herkes için kesin olarak inanılan ve seni Rabbine hakka'l-yakin kavuşturacak olan ölümden bile çekinmeyerek yaşadığın müddetçe Rabbine ibadet ve kullukta devam etmekle "Sana emredileni, kafaları çatlatırcasına anlat" emrini yerine getir.

Hıcr Sûresi burada biterken bakınız Nahl Sûresi bu sonucu nasıl mükemmel bir başlangıçla takip edecektir.