الَرَ تِلْكَ آيَاتُ الْكِتَابِ وَقُرْآنٍ مُّبِينٍ
Diyanet Vakfi = Elif. Lâm. Râ. Bunlar Kitab'ın ve apaçık bir Kur'an'ın âyetleridir.
رُّبَمَا يَوَدُّ الَّذِينَ كَفَرُواْ لَوْ كَانُواْ مُسْلِمِينَ
Diyanet Vakfi = İnkâr edenler zaman zaman, keşke biz de müslüman olsaydık, diye arzu ederler.
ذَرْهُمْ يَأْكُلُواْ وَيَتَمَتَّعُواْ وَيُلْهِهِمُ الأَمَلُ فَسَوْفَ يَعْلَمُونَ
Diyanet Vakfi = Onları bırak; yesinler, eğlensinler ve boş ümit onları oyalayadursun. (Kötü sonucu) yakında bilecekler!
وَمَا أَهْلَكْنَا مِن قَرْيَةٍ إِلاَّ وَلَهَا كِتَابٌ مَّعْلُومٌ
Diyanet Vakfi = Helâk ettiğimiz hiçbir ülke yoktur ki hakkında (bizce) bilinen bir yazgı olmasın.
مَّا تَسْبِقُ مِنْ أُمَّةٍ أَجَلَهَا وَمَا يَسْتَأْخِرُونَ
Diyanet Vakfi = Hiçbir millet, ecelinin önüne geçemez, ve onu geciktiremez.
وَقَالُواْ يَا أَيُّهَا الَّذِي نُزِّلَ عَلَيْهِ الذِّكْرُ إِنَّكَ لَمَجْنُونٌ
Diyanet Vakfi = Dediler ki: «Ey kendisine Kur'an indirilen (Muhammed)! Sen mutlaka bir mecnunsun!»
لَّوْ مَا تَأْتِينَا بِالْمَلائِكَةِ إِن كُنتَ مِنَ الصَّادِقِينَ
Diyanet Vakfi = «Eğer doğru söyleyenlerden idiysen, bize melekleri getirmeliydin.»
مَا نُنَزِّلُ الْمَلائِكَةَ إِلاَّ بِالحَقِّ وَمَا كَانُواْ إِذًا مُّنظَرِينَ
Diyanet Vakfi = Biz melekleri ancak hak ile indiririz. O zaman onlara mühlet verilmez.
إِنَّا نَحْنُ نَزَّلْنَا الذِّكْرَ وَإِنَّا لَهُ لَحَافِظُونَ
Diyanet Vakfi = Kur'an'ı kesinlikle biz indirdik; elbette onu yine biz koruyacağız.
وَلَقَدْ أَرْسَلْنَا مِن قَبْلِكَ فِي شِيَعِ الأَوَّلِينَ
Diyanet Vakfi = Andolsun, senden önceki milletler arasında da elçiler gönderdik.
وَمَا يَأْتِيهِم مِّن رَّسُولٍ إِلاَّ كَانُواْ بِهِ يَسْتَهْزِؤُونَ
Diyanet Vakfi = Onlara bir peygamber gelmeyedursun, hemen onunla alay ederlerdi.
كَذَلِكَ نَسْلُكُهُ فِي قُلُوبِ الْمُجْرِمِينَ
Diyanet Vakfi = İşte böylece biz onu, (inkârcılığı) suçluların kalplerine sokarız.
لاَ يُؤْمِنُونَ بِهِ وَقَدْ خَلَتْ سُنَّةُ الأَوَّلِينَ
Diyanet Vakfi = Öncekilerin başına gelenlerden ders almaları gerekirken onlar hala buna (Kur'an'a) inanmıyorlar.
وَلَوْ فَتَحْنَا عَلَيْهِم بَابًا مِّنَ السَّمَاء فَظَلُّواْ فِيهِ يَعْرُجُونَ
Diyanet Vakfi = (14-15) Onlara gökten bir kapı açsak da oradan yukarı çıksalar, yine de «Gözlerimiz boyandı, daha doğrusu bize büyü yapılmıştır.» derler.
لَقَالُواْ إِنَّمَا سُكِّرَتْ أَبْصَارُنَا بَلْ نَحْنُ قَوْمٌ مَّسْحُورُونَ
Diyanet Vakfi = (14-15) Onlara gökten bir kapı açsak da oradan yukarı çıksalar, yine de «Gözlerimiz boyandı, daha doğrusu bize büyü yapılmıştır.» derler.
وَلَقَدْ جَعَلْنَا فِي السَّمَاء بُرُوجًا وَزَيَّنَّاهَا لِلنَّاظِرِينَ
Diyanet Vakfi = Andolsun, biz gökte birtakım burçlar yarattık ve seyr edenler için onu süsledik.
وَحَفِظْنَاهَا مِن كُلِّ شَيْطَانٍ رَّجِيمٍ
Diyanet Vakfi = Onları, taşlanmış (kovulmuş) her şeytandan koruduk.
إِلاَّ مَنِ اسْتَرَقَ السَّمْعَ فَأَتْبَعَهُ شِهَابٌ مُّبِينٌ
Diyanet Vakfi = Ancak kulak hırsızlığı eden müstesna. Onun da peşine açık bir alev sütunu düşmüştür.
وَالأَرْضَ مَدَدْنَاهَا وَأَلْقَيْنَا فِيهَا رَوَاسِيَ وَأَنبَتْنَا فِيهَا مِن كُلِّ شَيْءٍ مَّوْزُونٍ
Diyanet Vakfi = Yeri uzatıp yaydık, orada sabit dağlar yerleştirdik, yine orada miktarı ve ölçüsü belirli olan şeyler bitirdik.
وَجَعَلْنَا لَكُمْ فِيهَا مَعَايِشَ وَمَن لَّسْتُمْ لَهُ بِرَازِقِينَ
Diyanet Vakfi = Orada hem sizin için hem de rızıkları size ait olmayanlar için (gerekli) geçim vasıtaları yarattık.
وَإِن مِّن شَيْءٍ إِلاَّ عِندَنَا خَزَائِنُهُ وَمَا نُنَزِّلُهُ إِلاَّ بِقَدَرٍ مَّعْلُومٍ
Diyanet Vakfi = Her şeyin hazineleri yalnız bizim yanımızdadır. Biz onu ancak belli bir ölçüyle indiririz.
وَأَرْسَلْنَا الرِّيَاحَ لَوَاقِحَ فَأَنزَلْنَا مِنَ السَّمَاء مَاء فَأَسْقَيْنَاكُمُوهُ وَمَا أَنتُمْ لَهُ بِخَازِنِينَ
Diyanet Vakfi = Biz, rüzgârları aşılayıcı olarak gönderdik ve gökten bir su indirdik de onunla su ihtiyacınızı karşıladık. (Biz bunları yapmasaydık) siz onu (yeterli) suyu depolayamazdınız.
وَإنَّا لَنَحْنُ نُحْيِي وَنُمِيتُ وَنَحْنُ الْوَارِثُونَ
Diyanet Vakfi = Şüphesiz biz diriltir ve biz öldürürüz! Ve her şeye biz vâris oluruz.
وَلَقَدْ عَلِمْنَا الْمُسْتَقْدِمِينَ مِنكُمْ وَلَقَدْ عَلِمْنَا الْمُسْتَأْخِرِينَ
Diyanet Vakfi = Andolsun biz, sizden önce gelip geçenleri de biliriz, geri kalanları da biliriz.
وَإِنَّ رَبَّكَ هُوَ يَحْشُرُهُمْ إِنَّهُ حَكِيمٌ عَلِيمٌ
Diyanet Vakfi = Şüphesiz Rabbin onları (kıyamette) toplayacaktır. Çünkü O, hakîmdir, alîmdir.
وَلَقَدْ خَلَقْنَا الإِنسَانَ مِن صَلْصَالٍ مِّنْ حَمَإٍ مَّسْنُونٍ
Diyanet Vakfi = Andolsun biz insanı, (pişmiş) kuru bir çamurdan, şekillenmiş kara balçıktan yarattık.
وَالْجَآنَّ خَلَقْنَاهُ مِن قَبْلُ مِن نَّارِ السَّمُومِ
Diyanet Vakfi = Cinleri de daha önce zehirli ateşten yaratmıştık.
وَإِذْ قَالَ رَبُّكَ لِلْمَلاَئِكَةِ إِنِّي خَالِقٌ بَشَرًا مِّن صَلْصَالٍ مِّنْ حَمَإٍ مَّسْنُونٍ
Diyanet Vakfi = Hani Rabbin meleklere demişti ki: «Ben kupkuru bir çamurdan, şekillenmiş kara balçıktan bir insan yaratacağım.»
فَإِذَا سَوَّيْتُهُ وَنَفَخْتُ فِيهِ مِن رُّوحِي فَقَعُواْ لَهُ سَاجِدِينَ
Diyanet Vakfi = «Ona şekil verdiğim ve ona ruhumdan üflediğim zaman, siz hemen onun için secdeye kapanın!»
فَسَجَدَ الْمَلآئِكَةُ كُلُّهُمْ أَجْمَعُونَ
Diyanet Vakfi = Meleklerin hepsi de hemen secde ettiler.
إِلاَّ إِبْلِيسَ أَبَى أَن يَكُونَ مَعَ السَّاجِدِينَ
Diyanet Vakfi = Fakat İblis hariç! O, secde edenlerle beraber olmaktan kaçındı.
قَالَ يَا إِبْلِيسُ مَا لَكَ أَلاَّ تَكُونَ مَعَ السَّاجِدِينَ
Diyanet Vakfi = (Allah:) Ey İblis! Secde edenlerle beraber olmayışının sebebi nedir? dedi.
قَالَ لَمْ أَكُن لِّأَسْجُدَ لِبَشَرٍ خَلَقْتَهُ مِن صَلْصَالٍ مِّنْ حَمَإٍ مَّسْنُونٍ
Diyanet Vakfi = (İblis:) Ben kuru bir çamurdan, şekillenmiş kara balçıktan yarattığın bir insana secde edecek değilim, dedi.
قَالَ فَاخْرُجْ مِنْهَا فَإِنَّكَ رَجِيمٌ
Diyanet Vakfi = Allah şöyle buyurdu: Öyle ise oradan çık! Artık kovuldun!
وَإِنَّ عَلَيْكَ اللَّعْنَةَ إِلَى يَوْمِ الدِّينِ
Diyanet Vakfi = Muhakkak ki kıyamet gününe kadar lânet senin üzerine olacaktır!
قَالَ رَبِّ فَأَنظِرْنِي إِلَى يَوْمِ يُبْعَثُونَ
Diyanet Vakfi = (İblis:) Rabbim! Öyle ise, (varlıkların) tekrar dirileceği güne kadar bana mühlet ver, dedi.
قَالَ فَإِنَّكَ مِنَ الْمُنظَرِينَ
Diyanet Vakfi = (37-38) Allah: Sen bilinen bir vakte kadar kendilerine mühlet verilenlerdensin, buyurdu.
إِلَى يَومِ الْوَقْتِ الْمَعْلُومِ
Diyanet Vakfi = (37-38) Allah: Sen bilinen bir vakte kadar kendilerine mühlet verilenlerdensin, buyurdu.
قَالَ رَبِّ بِمَآ أَغْوَيْتَنِي لأُزَيِّنَنَّ لَهُمْ فِي الأَرْضِ وَلأُغْوِيَنَّهُمْ أَجْمَعِينَ
Diyanet Vakfi = (İblis) dedi ki: Rabbim! Beni azdırmana karşılık ben de yeryüzünde onlara (günahları) süsleyeceğim ve onların hepsini mutlaka azdıracağım!
إِلاَّ عِبَادَكَ مِنْهُمُ الْمُخْلَصِينَ
Diyanet Vakfi = Ancak onlardan ihlâslı kulların müstesna.
قَالَ هَذَا صِرَاطٌ عَلَيَّ مُسْتَقِيمٌ
Diyanet Vakfi = (Allah) şöyle buyurdu: «İşte bana varan dosdoğru yol budur.»
إِنَّ عِبَادِي لَيْسَ لَكَ عَلَيْهِمْ سُلْطَانٌ إِلاَّ مَنِ اتَّبَعَكَ مِنَ الْغَاوِينَ
Diyanet Vakfi = «Şüphesiz kullarım üzerinde senin bir hakimiyetin yoktur. Ancak azgınlardan sana uyanlar müstesna.»
وَإِنَّ جَهَنَّمَ لَمَوْعِدُهُمْ أَجْمَعِينَ
Diyanet Vakfi = Muhakkak cehennem, onların hepsine vâdolunan yerdir.
لَهَا سَبْعَةُ أَبْوَابٍ لِّكُلِّ بَابٍ مِّنْهُمْ جُزْءٌ مَّقْسُومٌ
Diyanet Vakfi = Cehennemin yedi kapısı vardır. Onlardan her kapı için birer gurup ayrılmıştır.
إِنَّ الْمُتَّقِينَ فِي جَنَّاتٍ وَعُيُونٍ
Diyanet Vakfi = (Allah'ın azabından korkup rahmetine sığınan) takvâ sahipleri, mutlaka cennetlerde ve pınar başlarında olacaklar.
ادْخُلُوهَا بِسَلاَمٍ آمِنِينَ
Diyanet Vakfi = «Oraya emniyet ve selâmetle girin» (denilir, onlara).
وَنَزَعْنَا مَا فِي صُدُورِهِم مِّنْ غِلٍّ إِخْوَانًا عَلَى سُرُرٍ مُّتَقَابِلِينَ
Diyanet Vakfi = Biz, onların gönüllerindeki kini söküp attık; onlar artık köşkler üzerinde karşı karşıya oturan kardeşler olacaklar.
لاَ يَمَسُّهُمْ فِيهَا نَصَبٌ وَمَا هُم مِّنْهَا بِمُخْرَجِينَ
Diyanet Vakfi = Onlara orada hiçbir yorgunluk gelmeyecek ve onlar, oradan çıkarılmayacaklardır.
نَبِّئْ عِبَادِي أَنِّي أَنَا الْغَفُورُ الرَّحِيمُ
Diyanet Vakfi = (Resûlüm!) Kullarıma, benim, çok bağışlayıcı ve pek esirgeyici olduğumu haber ver.
وَ أَنَّ عَذَابِي هُوَ الْعَذَابُ الأَلِيمَ
Diyanet Vakfi = Benim azabımın elem verici bir azap olduğunu da bildir.
وَنَبِّئْهُمْ عَن ضَيْفِ إِ بْراَهِيمَ
Diyanet Vakfi = Onlara İbrahim'in misafirlerinden (meleklerden) de haber ver.
إِذْ دَخَلُواْ عَلَيْهِ فَقَالُواْ سَلامًا قَالَ إِنَّا مِنكُمْ وَجِلُونَ
Diyanet Vakfi = Onun yanına girdikleri zaman, «selam» dediler. (İbrahim:) Biz sizden çekiniyoruz, dedi.
قَالُواْ لاَ تَوْجَلْ إِنَّا نُبَشِّرُكَ بِغُلامٍ عَلِيمٍ
Diyanet Vakfi = Dediler ki: Korkma; biz sana bilgin bir oğul müjdeliyoruz.
قَالَ أَبَشَّرْتُمُونِي عَلَى أَن مَّسَّنِيَ الْكِبَرُ فَبِمَ تُبَشِّرُونَ
Diyanet Vakfi = (İbrahim:) Bana ihtiyarlık çökmesine rağmen beni müjdeliyor musunuz? Beni ne ile müjdeliyorsunuz? dedi.
قَالُواْ بَشَّرْنَاكَ بِالْحَقِّ فَلاَ تَكُن مِّنَ الْقَانِطِينَ
Diyanet Vakfi = Sana gerçeği müjdeledik, sakın ümitsizliğe düşenlerden olma! dediler.
قَالَ وَمَن يَقْنَطُ مِن رَّحْمَةِ رَبِّهِ إِلاَّ الضَّآلُّونَ
Diyanet Vakfi = (İbrahim:) dedi ki: Rabbinin rahmetinden, sapıklardan başka kim ümit keser?
قَالَ فَمَا خَطْبُكُمْ أَيُّهَا الْمُرْسَلُونَ
Diyanet Vakfi = «Ey elçiler! (Başka) ne işiniz var?» dedi.
قَالُواْ إِنَّا أُرْسِلْنَا إِلَى قَوْمٍ مُّجْرِمِينَ
Diyanet Vakfi = Dediler ki: «Biz, suçlu bir topluma (onları helâk etmeye) gönderildik.»
إِلاَّ آلَ لُوطٍ إِنَّا لَمُنَجُّوهُمْ أَجْمَعِينَ
Diyanet Vakfi = «Ancak Lût ailesi hariç. Onların hepsini kurtaracağız.»
إِلاَّ امْرَأَتَهُ قَدَّرْنَا إِنَّهَا لَمِنَ الْغَابِرِينَ
Diyanet Vakfi = «(Fakat Lût'un) karısı müstesna; biz onun geri kalanlardan olmasını takdir ettik.»
فَلَمَّا جَاء آلَ لُوطٍ الْمُرْسَلُونَ
Diyanet Vakfi = (61-62) Elçiler Lût âilesine gelince, Lût onlara: «Hakikaten siz tanınmayan kimselersiniz» dedi.
قَالَ إِنَّكُمْ قَوْمٌ مُّنكَرُونَ
Diyanet Vakfi = (61-62) Elçiler Lût âilesine gelince, Lût onlara: «Hakikaten siz tanınmayan kimselersiniz» dedi.
قَالُواْ بَلْ جِئْنَاكَ بِمَا كَانُواْ فِيهِ يَمْتَرُونَ
Diyanet Vakfi = Dediler ki: «Bilakis, biz sana, onların şüphe etmekte oldukları şeyi (azabı ve helâkı) getirdik.
وَأَتَيْنَاكَ بَالْحَقِّ وَإِنَّا لَصَادِقُونَ
Diyanet Vakfi = Sana gerçeği getirdik; biz, hakikaten doğru söyleyenleriz.
فَأَسْرِ بِأَهْلِكَ بِقِطْعٍ مِّنَ اللَّيْلِ وَاتَّبِعْ أَدْبَارَهُمْ وَلاَ يَلْتَفِتْ مِنكُمْ أَحَدٌ وَامْضُواْ حَيْثُ تُؤْمَرُونَ
Diyanet Vakfi = Gecenin bir bölümünde aile fertlerini yola çıkar, sen de arkalarından yürü. Sizden hiç kimse, sakın dönüp de ardına bakmasın, istenen yere gidin.»
وَقَضَيْنَا إِلَيْهِ ذَلِكَ الأَمْرَ أَنَّ دَابِرَ هَؤُلاء مَقْطُوعٌ مُّصْبِحِينَ
Diyanet Vakfi = Ona (Lût'a) şu hükmümüzü vahyettik: «Sabaha çıkarlarken mutlaka onların ardı kesilmiş olacaktır.»
وَجَاء أَهْلُ الْمَدِينَةِ يَسْتَبْشِرُونَ
Diyanet Vakfi = Şehir halkı, birbirlerini kutlayarak, (meleklerin yanına) geldiler.
قَالَ إِنَّ هَؤُلاء ضَيْفِي فَلاَ تَفْضَحُونِ
Diyanet Vakfi = (68-69) (Lût) onlara «Bunlar benim misafirimdir. Sakın beni utandırmayın; Allah'tan korkun, beni rezil etmeyin!» dedi.
وَاتَّقُوا اللّهَ وَلاَ تُخْزُونِ
Diyanet Vakfi = (68-69) (Lût) onlara «Bunlar benim misafirimdir. Sakın beni utandırmayın; Allah'tan korkun, beni rezil etmeyin!» dedi.
قَالُوا أَوَلَمْ نَنْهَكَ عَنِ الْعَالَمِينَ
Diyanet Vakfi = «Biz seni, elâlemin işine karışmaktan men etmemiş miydik?» dediler.
قَالَ هَؤُلاء بَنَاتِي إِن كُنتُمْ فَاعِلِينَ
Diyanet Vakfi = (Lût:) İşte kızlarım! (Düşündüğünüzü) yapacaksanız (onlarla evlenin), dedi.
لَعَمْرُكَ إِنَّهُمْ لَفِي سَكْرَتِهِمْ يَعْمَهُونَ
Diyanet Vakfi = (Resûlüm!) Hayatın hakkı için onlar, sarhoşlukları içinde bocalıyorlardı.
فَأَخَذَتْهُمُ الصَّيْحَةُ مُشْرِقِينَ
Diyanet Vakfi = Güneş doğarken onları o korkunç ses yakaladı.
فَجَعَلْنَا عَالِيَهَا سَافِلَهَا وَأَمْطَرْنَا عَلَيْهِمْ حِجَارَةً مِّن سِجِّيلٍ
Diyanet Vakfi = Böylece ülkelerinin üstünü altına getirdik. Üzerlerine de balçıktan pişirilmiş taşlar yağdırdık.
إِنَّ فِي ذَلِكَ لآيَاتٍ لِّلْمُتَوَسِّمِينَ
Diyanet Vakfi = İşte bunda ibret alanlar için işaretler vardır.
وَإِنَّهَا لَبِسَبِيلٍ مُّقيمٍ
Diyanet Vakfi = Onlar hâla gözler önünde duran bir yol üzerindedirler.
إِنَّ فِي ذَلِكَ لآيَةً لِّلْمُؤمِنِينَ
Diyanet Vakfi = Hakikaten bunda iman edenler için bir ibret vardır.
وَإِن كَانَ أَصْحَابُ الأَيْكَةِ لَظَالِمِينَ
Diyanet Vakfi = Eyke halkı da gerçekten zalim idiler.
فَانتَقَمْنَا مِنْهُمْ وَإِنَّهُمَا لَبِإِمَامٍ مُّبِينٍ
Diyanet Vakfi = Biz onlardan da intikam aldık. İkisi de (Eyke ve Medyen) açık bir yol üzerindedir.
وَلَقَدْ كَذَّبَ أَصْحَابُ الحِجْرِ الْمُرْسَلِينَ
Diyanet Vakfi = Andolsun, Hicr halkı da peygamberleri yalanlamıştı.
وَآتَيْنَاهُمْ آيَاتِنَا فَكَانُواْ عَنْهَا مُعْرِضِينَ
Diyanet Vakfi = Biz onlara mucizelerimizi vermiştik; fakat onlardan yüz çevirmişlerdi.
وَكَانُواْ يَنْحِتُونَ مِنَ الْجِبَالِ بُيُوتًا آمِنِينَ
Diyanet Vakfi = Onlar, dağlardan emniyet içinde kalacakları evler oyarlardı.
فَأَخَذَتْهُمُ الصَّيْحَةُ مُصْبِحِينَ
Diyanet Vakfi = Onları da sabaha çıkarlarken o korkunç ses yakaladı.
فَمَا أَغْنَى عَنْهُم مَّا كَانُواْ يَكْسِبُونَ
Diyanet Vakfi = Kazanmakta oldukları şeyler onlardan hiçbir zararı savmadı.
وَمَا خَلَقْنَا السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضَ وَمَا بَيْنَهُمَا إِلاَّ بِالْحَقِّ وَإِنَّ السَّاعَةَ لآتِيَةٌ فَاصْفَحِ الصَّفْحَ الْجَمِيلَ
Diyanet Vakfi = Biz gökleri, yeri ve ikisinin arasındakileri ancak hak ile yarattık. O saat (kıyamet), mutlaka gelecektir. Şimdilik onlara güzel muamele et.
إِنَّ رَبَّكَ هُوَ الْخَلاَّقُ الْعَلِيمُ
Diyanet Vakfi = Şüphesiz Rabbin hakkıyla yaratan pek iyi bilendir.
وَلَقَدْ آتَيْنَاكَ سَبْعًا مِّنَ الْمَثَانِي وَالْقُرْآنَ الْعَظِيمَ
Diyanet Vakfi = Andolsun ki, biz sana tekrarlanan yedi âyeti ve yüce Kur'an'ı verdik.
لاَ تَمُدَّنَّ عَيْنَيْكَ إِلَى مَا مَتَّعْنَا بِهِ أَزْوَاجًا مِّنْهُمْ وَلاَ تَحْزَنْ عَلَيْهِمْ وَاخْفِضْ جَنَاحَكَ لِلْمُؤْمِنِينَ
Diyanet Vakfi = Sakın onlardan bazı sınıflara verdiğimiz dünya malına göz dikme, onlardan dolayı üzülme ve müminlere alçak gönüllü ol.
وَقُلْ إِنِّي أَنَا النَّذِيرُ الْمُبِينُ
Diyanet Vakfi = De ki: Şüphesiz ben apaçık bir uyarıcıyım.
كَمَا أَنزَلْنَا عَلَى المُقْتَسِمِينَ
Diyanet Vakfi = Nitekim biz, komplo kuranlara (azabı) indirmişizdir.
الَّذِينَ جَعَلُوا الْقُرْآنَ عِضِينَ
Diyanet Vakfi = Onlar, Kur'an'ı tutarsız parçalar olarak nitelendirenlere gelince,
فَوَرَبِّكَ لَنَسْأَلَنَّهُمْ أَجْمَعِيْنَ
Diyanet Vakfi = (92-93) Rabbin hakkı için, mutlaka onların hepsini yaptıklarından dolayı sorguya çekeceğiz.
عَمَّا كَانُوا يَعْمَلُونَ
Diyanet Vakfi = (92-93) Rabbin hakkı için, mutlaka onların hepsini yaptıklarından dolayı sorguya çekeceğiz.
فَاصْدَعْ بِمَا تُؤْمَرُ وَأَعْرِضْ عَنِ الْمُشْرِكِينَ
Diyanet Vakfi = Sana emrolunanı açıkça söyle ve ortak koşanlardan yüz çevir!
إِنَّا كَفَيْنَاكَ الْمُسْتَهْزِئِينَ
Diyanet Vakfi = (Seninle) alay edenlere karşı biz sana yeteriz.
الَّذِينَ يَجْعَلُونَ مَعَ اللّهِ إِلهًا آخَرَ فَسَوْفَ يَعْمَلُونَ
Diyanet Vakfi = Onlar Allah ile beraber başka bir tanrı edinenlerdir. (Kimin doğru olduğunu) yakında bilecekler!
وَلَقَدْ نَعْلَمُ أَنَّكَ يَضِيقُ صَدْرُكَ بِمَا يَقُولُونَ
Diyanet Vakfi = Onların söyledikleri şeyler yüzünden senin canının sıkıldığını andolsun biliyoruz.
فَسَبِّحْ بِحَمْدِ رَبِّكَ وَكُن مِّنَ السَّاجِدِينَ
Diyanet Vakfi = Sen şimdi Rabbini hamd ile tesbih et ve secde edenlerden ol!
وَاعْبُدْ رَبَّكَ حَتَّى يَأْتِيَكَ الْيَقِينُ
Diyanet Vakfi = Ve sana yakîn (ölüm) gelinceye kadar Rabbine ibadet et!
15-HİCR:
1- (Yunus Sûresine
ve benzerlerine bkz.) Bunlar, ilâhi bir sırrı kapsayan bu sûre, bu kitabın
ve apaçık bir Kur'ân'ın âyetleridir. Yani Allah'a ait bütün kitapların mükemmelliklerini
kapsayan ve hepsinden üstün olduğu için, kitap denildiği zaman doğrudan doğruya
akıllara gelecek olan ve şöhretinden dolayı vasıflandırmaya ihtiyacı olmayan
o bilinen kitabın, muhtevasını en güzel beyan ile anlatan eşsiz Kur'ân'ın
âyetleridir. Bundan dolayı bunları başka sözlerle mukayese etmeyip tam bir
özenle okumalı ve dinlemeliyiz.
2- O inkâr edenler,
yani Kur'ân'ı tanımayan, bu kitabın Allah tarafından indirildiğini inkâr edenler,
bir zaman olur arzu eder veya bir zaman gelecek arzu edecekler ki müslüman
olsaydılar. Keşke onun hüküm ve emrine boyun eğip müslüman olsaydık diye temenni
ederler veya edeceklerdir. Amma ya uzun bir alışkanlık ile küfrün uğursuzluğuna
mağlup olduklarından dolayı o arzuyu gerçekleştiremezler, İslâm fazileti ile
vasıflanmazlar veya vasıflansalar bile teklif zamanı geçmiş, ceza zamanı gelip
çatmış bulunur. Bu arzı ya müslümanların güzel durumlarını gördükleri zaman
veya ölüm sırasında veya kıyamet gününde veya günahkâr müslümanların cehennemden
çıktıklarını gördükleri sırada olacaktır.
Ebu Musa el-Eş'arî'nin
rivayetine göre Hz. Peygamber (s.a.v) buyurmuştur ki: "Kıyamet gününde
cehennemlikler cehehnemde toplandıkları ve kıble ehlinden (müslümanlardan)
Allah'ın dilediği bir kısmı da beraberlerinde bulunduğu vakit kâfirler, bunlara:
"Siz müslüman değil miydiniz?" diyecekler. Onlar: "evet!"
diyecekler. "O halde gördünüz ya İslâm'ınızın hiç faydası yokmuş, işte
siz de bizimle beraber ateşte yanıyorsunuz." diye onları kınayacaklardır.
Onlar: Hayır öyle değil; bizim bir takım günahlarımız vardı. Yüce Allah, onunla
bizi sorumlu tuttu." cevabını verecekler. Bunun üzerine Yüce Allah o
kâfirlere kızacak ve rahmeti ve ihsanı ile kıble ehlinden olanların kurtuluşlarını
emredecek de onlar cehehnemden çıkacaklar. Ve işte o vakit kâfirler: "Ah
keşke biz de müslüman olsaydık diyecekler..."
İbnü Abbas (r.a)dan
da Mücahid şunu rivayet etmiştir ki: "Yüce Allah, müslümanları yavaş
yavaş rahmet ve şefaatine mazhar edecek ve sonunda 'Müslüman olan cennete
girsin'' buyuracak ve işte o zaman kâfirler müslüman olmalarını temenni edeceklerdir..."
Bununla birlikte gerçek
şudur ki bu rivayetler, şiddetli arzu zamanlarına yorumlanır. Yoksa ahirette
kâfirlerin bu temenni ve pişmanlığı her an ve sonsuza kadar devam edecektir.
3- Onları bırak, İslâm'dan ve hak nasihatından faydalanmak ihtimalleri
olmayan o kâfirleri yesinler. Yani onların derdi hayvan gibi yiyip içmek,
nefse hoş gelen şeyler ve şehvetler peşinde koşmaktır. Bundan dolayı bırak
yemeye devam etsinler ve faydalansınlar, yani hayvanca zevkleri ile boğuşadursunlar.
Allah korkusu, ahiret ve hesap düşüncesi ile ilgilenmeyerek eğlence etmeye
devam etsinler. Ve ümit, kendilerini oyalasın, işlerimiz düzgün gidecek, uzun
ömürler süreceğiz, dünyadan istediğimiz gibi faydalanacağız diye kendilerini
aldatarak sonuçtan gafil olsunlar ki sonra bilecekler, başlarına geleceği
görecekler. Ne hata edeceklerini anlayacaklar, "ah!" diyecekler
amma iş işten geçmiş bulunacak.
Fakat "Hesabı
çabuk gören Allah, bu kâfirleri niçin derhal mahvetmiyor?" gibi bir soru
hatıra gelecek olursa:
Meâl-i Şerifi
4- Biz hiçbir memleketi
(Allah katında) bilinen bir zamanı olmaksızın helak etmedik.
5- Hiçbir millet, ecelinin
önüne geçemez ve onu geciktiremez.
4- hiçbir memleketi
de başka şekilde helak etmedik ancak bilinen bir kitabı olarak. Burada "bilinen"
vasfı, unutulmaz ve gaflet olunmaz ve bundan dolayı ileri geri şaşmaz demektir.
Yani gerek arazisini yerin dibine geçirip batırmak ve gerek halkını kırıp
geçirmek gibi, türlü türlü felaket ve afetler ile öteden beri mahvedilen memleketlerin
hiçbiri nasıl rastgelirse ve körü körüne değil, mutlaka herbiri Allah'ın hikmeti
gereğince tayin ve takdir edilip, Levh-i Mahfuz'a yazılmış şaşmaz, unutulmaz,
gaflet edilmez bir yazısı olarak ve dolayısıyla o yazıdaki kayıtlar ve şartlar
ve özel eceli gereğince helak edilmişlerdir.
5- Onun için hiçbir
ümmet ecelinin önüne geçemez. O yazıda belirlenmiş olan vaktinden önce helak
olmaz. Geri de kalamazlar. Bundan dolayı bu kâfirler de, yani senin şehir
halkın olan Mekke kâfirleri de böyledir ey Muhammed! Zamanı gelince bir an
geri kalmıyacaklar, İbrahim Sûresi'nin sonunda (49-50 âyetlerde) açıklandığı
üzere el ve ayaklarına kelepçe takılarak birbirine çatılıp katrandan gömlekler
içinde cehennemi boylayacak ve o zaman ne hata ettiklerini anlayacaklardır.
Meâl-i Şerifi
6- Dediler ki: "Ey
kendisine Kur'ân indirilen (Muhammed)! Sen mutlaka bir mecnunsun."
7- "Eğer peygamberlik
davanda doğru kimselerdensen, bize melekleri getirmeliydin."
6- Bir de dediler ki
Mükâtil'in açıklamasına göre bu âyetin indirilmesinin sebebi; Abdullah b.
Ümeyye, Nadr b. Hâris, Nevfel b. Hüveylid, Velid b. Muğire'dir. Mekke müşriklerinin
bu çok inatçı ve azgın kodamanları ve bunlara uyan kâfirler, apaçık Kur'ân'a
ve bunun, üzerine indiği Hz. Peygambere şöyle küfretmişlerdi ki ey kendisine
o zikir indirilen! O, zikir, Kur'ân'dır. Çünkü Kur'ân Allah Teâlânın halka
va'z ve öğütlerini hatırlattığından dolayı bir ismi de "zikir"dir.
Kâfirler bu tabirle çağırmayı teslim olmak ve inanmak şekli ile değil, gelecek
tarz üzere delilik saçmalıklarının sebebi olmak üzere alay tavrı ile yapıyorlardı.
Kısacası Musa (a.s) hakkında Firavun'un "Size gönderilen bu elçiniz mutlaka
delidir." (Şuarâ, 26/27) dediği gibi, bunlar da Kur'ân'ın uyarıları hoşlarına
gitmediği için, Kur'ân vahyini ve Hz. Muhammed'in peygamberliğini akıl kabul
etmez, delice bir iddia farzederek ve vahiy inerken Hz. Peygamber (s.a.v)'e
gelmesi alışılmış olan ve Hakk'ın vahyini, irade ile yapılan düşünmeden tamamen
ayıran ve soyutlayan istiğrak (gark olma, kendinden geçme) durumunu bahane
edinerek o hitap şekli ile demiş oluyorlardı ki, "Sana o zikir (Kur'ân)
indiriliyormuş, Kur'ân vahy olunuyormuş ha!... Hiç bu olacak şey mi? Ey bu
büyük ve olağanüstü vahiy ve peygamberlik davasının iddiacısı! Bu davadan
dolayı hiç şüphe yok sen kesin olarak delisin, cin tutmuş delirmişsin. Yoksa
bize o melekleri getirsene!... Sana o Kur'ân'ı indiren veya bize azab getirecek
olan melekleri getirsene bakalım eğer doğrulardan isen böyle yapman gerekir.
Sana görünen neden bize görünmesin?..."
Allah Teâlâ bunların
bu hilelerini redderek buyurur ki:
Meâl-i Şerifi
8- Biz o melekleri
ancak, hak ile indiririz. Ve indirildikleri vakit de onlara (kâfirlere) hiç
mühlet verilmez.
9- Hiç şüphe yok ki,
Kur'ân'ı biz indirdik, elbette onu yine biz koruyacağız.
7- Bir de dediler ki
Mükâtil'in açıklamasına göre bu âyetin indirilmesinin sebebi; Abdullah b.
Ümeyye, Nadr b. Hâris, Nevfel b. Hüveylid, Velid b. Muğire'dir. Mekke müşriklerinin
bu çok inatçı ve azgın kodamanları ve bunlara uyan kâfirler, apaçık Kur'ân'a
ve bunun, üzerine indiği Hz. Peygambere şöyle küfretmişlerdi ki ey kendisine
o zikir indirilen! O, zikir, Kur'ân'dır. Çünkü Kur'ân Allah Teâlânın halka
va'z ve öğütlerini hatırlattığından dolayı bir ismi de "zikir"dir.
Kâfirler bu tabirle çağırmayı teslim olmak ve inanmak şekli ile değil, gelecek
tarz üzere delilik saçmalıklarının sebebi olmak üzere alay tavrı ile yapıyorlardı.
Kısacası Musa (a.s) hakkında Firavun'un "Size gönderilen bu elçiniz mutlaka
delidir." (Şuarâ, 26/27) dediği gibi, bunlar da Kur'ân'ın uyarıları hoşlarına
gitmediği için, Kur'ân vahyini ve Hz. Muhammed'in peygamberliğini akıl kabul
etmez, delice bir iddia farzederek ve vahiy inerken Hz. Peygamber (s.a.v)'e
gelmesi alışılmış olan ve Hakk'ın vahyini, irade ile yapılan düşünmeden tamamen
ayıran ve soyutlayan istiğrak (gark olma, kendinden geçme) durumunu bahane
edinerek o hitap şekli ile demiş oluyorlardı ki, "Sana o zikir (Kur'ân)
indiriliyormuş, Kur'ân vahy olunuyormuş ha!... Hiç bu olacak şey mi? Ey bu
büyük ve olağanüstü vahiy ve peygamberlik davasının iddiacısı! Bu davadan
dolayı hiç şüphe yok sen kesin olarak delisin, cin tutmuş delirmişsin. Yoksa
bize o melekleri getirsene!... Sana o Kur'ân'ı indiren veya bize azab getirecek
olan melekleri getirsene bakalım eğer doğrulardan isen böyle yapman gerekir.
Sana görünen neden bize görünmesin?..." Allah Teâlâ bunların bu hilelerini
redderek buyurur ki:
Meâl-i Şerifi
8- Biz o melekleri
ancak, hak ile indiririz. Ve indirildikleri vakit de onlara (kâfirlere) hiç
mühlet verilmez.
9- Hiç şüphe yok ki,
Kur'ân'ı biz indirdik, elbette onu yine biz koruyacağız.
8- Biz melekleri ancak
hakk ile indiririz. Yani melekler onların zannettikleri gibi getirilmez, Hareketlerinin
gayesi öyle kâfirlerin olması şöyle dursun, insanlardan hiçbirinin emri altına
da girmezler. Ancak Allah Teâlâ'nın yüce emri ile indirilirler. O da şunun
bunun arzusu gibi boş yere değil, hak bir yol ve hikmetle indirilir. Bundan
dolayı peygambere Allah'ın vahyini getiren meleklerin onlara da görünmesi
hak değildir. Bir de o takdirde mühlet verilenlerden olamazlar. Kendilerine
göz açtırılmaz, azab melekleri indirildi mi, derhal işleri bitirilir.
9- Hiç şüphe yok ki
o zikri (Kur'ân'ı) biz indirdik biz hiç şüphesiz onun koruyucusu da mutlaka
biziz. Buradaki zamiri iki ayrı şekilde yorumlanmıştır. Birincisi "zikr"e
ait olmasıdır tefsircilerin çoğunun görüşü budur. İkincisi Ferrâ ve İbnü'l
Enbârî'nin görüşleridir ki, Kur'ân üzerine indirilen Hz. Peygambere ait olmasıdır.
Bu durumda mânâsı onu cin ve şeytan şerrinden ve düşman tecavüzünden koruyan
ve koruyacak olan da biz şanı Yüce Allah'ız demek olur. Bu da doğru bir mânâ
olmakla beraber âyetten ilk bakışta anlaşılan, birinci mânâdır. Yani Allah
Teâlâ, bununla Kur'ân'ın fazlalık veya noksanlıkla bozma ve değiştirmeden
korumasını üzerine almış ve korunarak kalmasını anlatmıştır. O halde bu vaad
varken sahabe, Kur'ân'ın Mushaf'ta toplanması ile niçin meşgul oldular? Sorusu
da sorulamaz. Çünkü hafızların Kur'ân'ı ezberlemesi gibi, sahabenin onu toplaması
da Allah Teâlâ'nın koruma sebebleri cümlesindendir. Allah, onun korumasını
üzerine aldığı içindir ki, onları bu şekilde toplamaya ve zaptetmeye muvaffak
etmiştir.
Burada tefsirciler
Allah Teâlâ'nın Kur'ân'ı korumasının niteliği hakkında da birkaç ayrı görüş
açıklamışlardır. Şöyle ki:
1- Bunu Allah'ın koruması,
insan sözünden ayrı bir mucize kılarak halkı, artırma ve eksiltmeden aciz
bırakması şeklindedir. Çünkü Kur'ân'a bir şey ilave edecek veya eksiltecek
olsalar Kur'ân nazmı değişir ve bütün aklı erenlere onun Kur'ân'dan olmadığı
meydana çıkar. Bunun için Kur'ân'ın icâzkâr olması (benzerini getirmekten
insanları aciz bırakması) bir şehri kuşatan sur ve istihkâm gibi onu korunmuş
tutar.
2- Allah Teâlâ, hiç
kimseye Kur'ân'a sözlü mücadele edebilecek kuvvet vermemek suretiyle onu korumuş
ve muhafaza etmiştir. Bu iki yorum şekli birbirine yakındır.
3- Allah Teâlâ, teklif
(yükümlülük) süresinin sonuna kadar Kur'ân'ı koruyacak, okutacak ve halk arasında
neşredecek bir topluluğu görevlendirmek suretiyle, onu halkın iptal etmesinden
ve bozmasından koruyup muhafaza edecektir.
4- Korumadan maksadın
şu olduğunu söylemişler: Bir kimse Kur'ânın bir harfini veya bir noktasını
değiştirecek olsa bütün âlem ona: "Bu yanlıştır, Allah'ın sözünü değiştirmektir"
der. Hatta büyük ve heybetli bir adam Allah kitabının bir harfinde veya harekesinde
yanlışlıkla bir hata veya bir lâhin yapacak olsa çocuklar bile ona hemen,
"Efendi yanıldın, doğrusu şöyledir!" derler.
Fahreddin Râzî der
ki: "Kur'ân'ınki gibi korunma hiçbir kitaba nasib olmamıştır. Başka hiçbir
kitap yoktur ki, az çok tashif (kelimeyi yanlış yazma), tahrif (yazarken harflerin
yerini değiştirme) ve bozulma girmemiş olsun. Bunca dinsizlerin, yahudilerin
ve hıristiyanların Kur'ânı değiştirmek ve bozmak üzere birçok arzuları ve
hırsları bulunduğu halde, bu kitabın her yönden tahriften korunmuş olarak
kalması en büyük mucizelerdendir. Bir de Allah bunun böyle korunmuş olarak
kalmasını bu âyetle haber vermiştir. Şimdiye kadar da altı yüz seneye yakın
bir zaman geçmiştir. Bundan dolayı, bunun bir gayb haberi olduğu gerçekleşmiş
bulunuyor. Bu ise üstün bir mucizedir. Bu satırların yazıldığı şu zamanımızda
ise, yüce hicretin bin üç yüz kırk dokuzuncu (günümüzde ise bin dört yüz on
üç) senesinde bulunuyoruz. Bu sûre, Mekke'de indiğinden dolayı demek ki bin
üç yüz elli seneyi geçen bir müddetten beri, bütün kâinat bu gayb haberinin
gerçekleştiğine şahid olmaktadır. Gerçekten Kur'ân'da bu âyet, açık bir ifade
olmasaydı bile, hiçbir kitaba nasib olmayan bir koruma ile bu kadar senedir
korunması, Râzî'nin dediği gibi başlı başına büyük bir fiilî mucize olurdu.
Bunun, bu âyetle başlangıçtan itibaren açık olarak ifade edilmesi, özellikle
pekiştirilerek anlatılmış olması ise, hiç söz götürme ihtimali olmayan ilmî
bir mucizedir. Ve işte on üç buçuk asırdan fazla bir zamandan beri, dünya
böyle hem ilim ve hem de amelle ilgili yönleri toplayan bir mucizenin şahidi
olagelmiştir. "Bunlar, kitabın ve apaçık olan Kur'ân'ın âyetleridir."
(Hıcr, 15/1).
Böyle apaçık bir Kur'ân'a
ve bunun, üzerine indiği Yüce Peygambere karşı, kâfirlerin neden insaf etmeyip
de edepsizlikte bulunduklarına gelince; Allah Teâlâ, bunun sebebini açıklamakla
Peygamberini teselli etme konusunda buyuruyor ki:
Meâl-i Şerifi
10- Andolsun, senden
önceki milletler arasında da peygamberler gönderdik.
11- Onlara hiçbir peygamber
gelmiyordu ki onunla alay etmiş olmasınlar.
12- Biz o küfrü suçluların
kalbine işte böyle sokarız.
13- Kur'âna iman etmezler,
halbuki öncekilerin sünneti (inanmadıkları için başlarına gelenler) gelip
geçmiştir.
14- Onlara gökten bir
kapı açsak da oradan yukarı çıksalar,
15- "Gözlerimiz
perdelendi, daha doğrusu bize büyü yapılmıştır" derler.
10-11-12- İşte öyle
yani bütün önceki peygamberlerin etrafında bulunan ve her gelen peygamber
ile alay edenlerin kalblerine yaptığımız gibi biz ona, o zikre bir yol veririz
suçluların kalplerinde, yani Allah'ın sözünün her kalbe girişi ve orada alacağı
akım bir değildir. Güzel bir tohuma iyi bir yerde verilen gelişme ve büyüme,
çorak yerlerde verilmediği gibi, Allah'ın sözünün de suçlu kalblerdeki yankılanmaları,
temiz kalblerdeki tecellilerine benzemez. Temiz kalblere edebî bir hayatın
yayılması ile girip dizilen sözünü Allah Teâlâ, suça bulaşa bulaşa mizacı
bozulmuş olan suçluların çürük kalblerine mızrak saplar gibi, aksi tesir ile
sokar.
13- Öyle ki ona inanmazlar.
Halbuki önlerinde öncekilerin sünneti geçmiştir. Yani geçmişte peygamberleri
yalanlayanlar ve onlarla alay eden imansızları o inanmadıkları şeylerle Allah
Teâlâ'nın hep mahvetmiş olduğu ve bunun öteden beri meydana gelen Allah'ın
bir sünneti, Allah'ın bir kanunu olduğu, tecrübe ile sabit bir gerçek iken
ve bundan ötürü ders alacak bunca tarihi ibret önlerinde geçmiş iken yine
inanmazlar.
14-15- Onlara gökten
bir kapı açsak da orada göz göre yukarı çıksalar, yani melekler, o kapıda
açıktan açığa inip çıkıyor olsalar veya doğrudan doğruya kendileri çıksalar
gözlerine inanmazlar da mutlaka derler ki başka bir şey değil, muhakkak gözlerimiz
perdelendi daha doğrusu biz büyülenmişiz de gözlerimize kuruntular ve hayaller
gerçek gibi görünüyor. Yoksa gerçekten göğe çıkmak mümkün mü? diye inkâr ederlerdi.
Gerçekten;
Meâl-i Şerifi
16- Andolsun biz, gökte
birtakım burçlar yarattık ve bakanlar için onu süsledik.
17- Ve göğü taşlanan
bütün şeytanlardan koruduk.
18- Ancak kulak hırsızlığı
eden şeytan hariç, onu apaçık bir alev sütunu takip eder.
19- Yeryüzünü düzgün
bir şekilde yarattık ve oraya sabit dağlar yerleştirdik. Orada hikmetle ölçülmüş
her şeyden bitkiler bitirdik.
20- Orada hem sizin
için, hem de sizin rızıklarını veremediğiniz kimseler için geçim yollarını
yarattık.
21- Her şeyin hazineleri
yalnız bizim yanımızdadır. Fakat biz, onu ancak ihtiyaca göre, belli ölçülerde
veririz.
22- Biz rüzgarları
aşılayıcı olarak gönderdik ve gökten bir su indirip sizi onunla suladık. O
suyu hazinelerde tutan da siz değilsiniz.
23- Elbette biz diriltiriz
ve biz öldürürüz! Ve hepsinin varisleri de biziz.
24- Andolsun ki biz,
içinizden İslâm'da öne geçmek isteyenleri de biliriz, geri kalmak isteyenleri
de biliriz.
25- Şüphesiz Rabbin
O'dur ki, onları kıyamet gününde hesaba çekmek için toplayacaktır. O, hikmet
sahibidir, bilendir.
16- Şüphesiz ki biz
gökte burçlar yarattık. BURC: aslında yüksek köşk demektir. Gökte özel bir
şekilde toplanmış bir takım yıldızların toptan görünüşlerine de bu mânâ ile
burc denilmiştir ki, bu takım yıldızların meşhurları on ikidir. Bulundukları
yerlere "mıntakatü'l-bürûc" (burclar mıntıkası) denilir ki güneşin
bir yerden diğer bir yere geçme noktalarını sınırlayan Yengeç burcu yörüngesi
ile Oğlak burcunun yörüngesi arasındaki kuşaktır. Astronomi bilginlerinin
teriminde burçlar denildiği zaman Güneş ve gezegenlerin yörüngeleri sayılan
bu on iki burç anlaşılır. birçok tefsirciler de bu on ikiyi söylemişlerdir.
Fakat gökteki burçlar, yalnız bu on iki burçtan ibaret değil, sayıları pek
çoktur. Çoğu bu on iki burcun içinde ise de Büyükayı kümesi, Küçükayı kümesi
gibi kutuplar bölgesinde olanlar da vardır. Ve bu âyette, belirsiz çoğul kipi
ile genel olarak buyurulmuş olduğundan dolayı, bunu on iki ile sınırlamak
görünüşe aykırıdır. Öyle ise âyetteki güzel zevki tatmak için burc kelimesinin
içerdiği mânâlara dikkat etmelidir. Burc denildiği zaman ilk önce yüksek bir
köşk mânâsı vardır. İkinci olarak bu köşkün maddesinde yıldızlar vardır Üçüncü
olarak yıldız mânâsında ışık anlamı vardır. Bu şekilde buyuruluyor ki: "Baksanıza,
biz gökte birçok burclar, yıldızlardan yapılmış, ışıklarla donanmış türlü
türlü şekillerde yüksek yüksek köşkler yaptık. Yani tabiata kalsaydı bunlar
olamazdı. Gök meydana gelmez, meydana gelseydi bile basit bir uzaklık olmaktan
öteye geçemezdi. Yıldızlar ve özellikle bunların değişik şekillerde teşekkülleri
olamaz, yıldız tabiatı ile miktarları, uzaklıkları farklı olamazdı, değişik
manzaralara ayrılamaz, hepsi aynı şekilde, aynı vaziyette eşit mesafelerde,
bir boyda, bir tarzda olur, gök manzaralarında bu güzel burçlar bulunmazdı.
Sanat ve kuvvetimizle biz bunları yaptık."
Ve bakanlar için onu, o göğü süsledik. Yani o çeşitli burçları, nurdan avizeleri, güzel manzaralarıyla gök öyle güzeldir ki, dikkati çekmemesi, bakanların ibret almaması mümkün değildir. Fakat bunun için bakacak, baktığını görecek, gördüğünün ilerisini sezip ibret alacak görüş sahibi olması lazımdır. Görüş sahibi olanlar bu güzel sanata tutulup baksınlar, bu yüceliği bu kudret eserlerini seyretsinler de yaratanın yücelik ve ululuğuna delil getirmekle tevhide yükselsinler diye onu süsledik ve donattık.
17- Ve onu her taşlanmış
şeytandan koruduk.
RACÎM: Recimden feîldir
ki, fâil mânâsında olur, mef'ûl mânâsına da olur. Recm, lügatta taşlamak demektir.
Sonra öldürülmüş mânâsına gelir ki, bu, benzetme yoluyladır. Kâzif (iftiracı)
gibi sövmek ve küfretmek ile haysiyete dokunan söz söylemek mânâsına gelir.
Çünkü çirkin söz atmaktır. "Seni mutlaka taşlarım" (Meryem, 19/48)
gibi yalnız zan ile söyleyivermek mânâsına gelir ki, dilimizde de "atma"
denilir.
"Karanlığa taş
atar gibi" (Kehf, 18/22) zan ile söylemek terimi de bundandır. Atılan,
"kendisi ile atış yapılan" her şeye isim de olur. Çünkü "Ve
onları, şeytanlar için taşlamalar yaptık.." (Mülk, 67/5) âyetinde mermî
mânâsınadır. Nihayet taşlama, kovma ve lanet mânâsına gelir. Çünkü kovulan
taşlanır ve Bu mânâlardan her biri ile de tefsir edilmiştir. Şeytan taşlanmıştır,
atar, kendi kendine hükümler verir. Bilmediği şeyleri atar, yalan söyler,
iftira eder. Yukarda adı geçen alay edenler gibi küfreder ve söver; fırsat
bulursa haksız yere öldürür. Taşlanmıştır, ileride açıkça ifade edileceği
gibi kovulmuş ve lanetlenmiştir. Burada de "küllün" kapsamlı olması
"racîm"in muhtemel bütün mânâlarına, cin ve insan şeytanlarının
hiçbiri dışarda kalmamak üzere, hepsini içine almak suretiyle, yani herbirine
birer kapsam ifade eder. Ve racîm (taşlanmış) niteliği, diğerlerini dışarda
bırakan bir kayıt olmayıp şeytanın açıklayıcı bir niteliği olduğundan bu nitelik,
"bütün şeytanlar"dan hiçbirini kapsam dışında bırakmaz, yani her
şeytan, her mânâsı ile racîmdir. Racîm (taşlanmış) olmayan hiçbir şeytan yoktur.
Özetle , "sûr" ipucu ile bu mânâlardan her birinin yalnız başına
ve nöbetleşe anlatılmasının kastedilmiş olduğu anlaşılır. Kur'ân'a ve Hz.
Peygambere dil uzatmak isteyen ve insan şeytanlarından olan adı geçen kâfirler,
bu recmin asıl konusu olduğundan dolayı, mânâ açısından bu genelleştirme daha
açıktır. Bununla birlikte şeytanın kendisinden ayrılmayan genel bir özelliği
olan racîm niteliğinin, akla gelen ve bilinen mânâsı mercûm, (taşlanmış) yani
kovulmuş ve lanetlenmiş mânâsı, tam açıklayıcı vasıf olduğundan dolayı, diğer
mânâlara ihtiyaç da kalmayabilir. Bundan dolayı meâlin özeti şu olur: "Biz
göğü bakanlar için süslemekle beraber her taşlanmış şeytandan koruduk. İster
cin ve ister insandan hiçbir şeytan göğe çıkamaz, gökteki durumlar hakkında
bilgi sahibi olamaz. Yerdeki gibi orada şeytanlık yapamaz. Benzerlerine açık
olan o güzel gök, gözleri şeytanlıkta olan gizli açık bütün şeytanlara kapalıdır
ve hepsi taşlanmış ve kovulmuşlardır. Bundan dolayıdır ki, o kâfirler de göğe
baksalar bile yükselmeye imkan bulamazlar, yükselemezler. Ve diyelim ki kendilerine
gökten bir kapı açılsa da açıktan açığa yükselecek olsalar, gözlerine inanmazlar
da gözlerimiz döndü veya büyülendik derler.
18-Ancak kulak hırsızlığı
eden müstasnâ, yani gök, korunmuş olup ona yükselemedikleri için melekler
âlemini dinleyemez. "Artık o şeytanlar 'mele-i âlâ'yı (melekler âlemini)
dinleyemezler." (Saffât, 37/8). Gökteki melekleri dinlemekle bilgi alamazlar.
Ancak göğe ait inen ilimler ve haberlerden işittikleri bazı şeyleri çalarak
şeytanlık yapmak için kulak hırsızlığı edenler vardır. (Saffât, 37/7-10. âyetler
ile; Cin, 72/8-9. âyetlerin tefsirine bkz.) Onun da peşine açık bir alev sütunu
düşmüştür. Açık bir alev ardından yetişmektedir.
ŞİHÂB: Lugatte ateş
alevi demektir. Parıltılardan dolayı yıldızlara ve süngüye de denilir. Özellikle
gökten yıldız kayıyor gibi, görünen aleve denildiği çok olmuştur. Bunun bir
alevleme olduğu görünürse de fizikî olarak oluşma şekli henüz ilmi olarak
açıklanmış değildir. Bu konuda değişik varsayımlar vardır. Eskiden tabiat
ilmi ile uğraşan bilginler, yükselen buharların, yani havanın yüksek tabakalarına
yükselmiş olan birtakım gazların tutuşmalarına yorumluyorlardı. Son zamanlarda
da şu görüş ortaya çıkmıştır: Kıvılcımlar, uzayda sürüler halinde seyr ve
hareket eden bir takım küçük cisimlerdirler. Yer bunların birçok yörüngelerine
rast gelir. Ve bunlar yeryüzüne rast geldikleri zaman, atmosferin yüksek kısımları
ile teması sonucunda süratlerinin şiddetinden dolayı sürtünme ile meydana
gelen ısı ile tutuşurlar. Göktaşları da bunlardan düşer. Alev sütunlarının
sürati saniyede kırk ile yetmiş iki kilometre arasında değişir. Gök taşlarının
hareketi ne gezegenlerin düz yörüngeleri içinde, ne de onlarla aynı yönde
olmayıp bunlar yörüngelerinin cinsine göre daha fazla kuyruklu yıldızlara
benzetildiğinden astronomların bazısı bunları parçalanmış kuyruklu yıldızların
bir döküntüsü olarak düşünmek istemişlerdir. Şüphe yok ki şihâb (alev sütunu)
ve gök taşları konusu şimdiki astronomi ilminin üzerinde kurulduğu çekim kanununa
tatbik edilerek henüz açıklanabilmekten uzaktır.
Rastgele söylenen sözlere
karışan herhangi bir açıklama da ilmî bir açıklama olamayacağından bunlar
göğe ait sırlardan sayılır. Fakat ilâhiyyât ilmine yükselindiği zaman bütün
o rastgele meydana gelen olayların birer tasarruf olduğu anlaşılır. Ne olursa
olsun şu açıktır ki, alev sütunları atmosferin en yüksek sınırı üzerinden
yeryüzüne doğru akan bir tutuşma ve yanma olayıdır. Son teoriye göre de demek
oluyor ki bunlar, yukarıdan bir bomba gibi gelip yeryüzünün gök tarafında
bulunan hava tabakasına girerek tutuşmaktadırlar ki bu mânâ, Saffât Sûresi'ndeki
"Her şeyi delip, geçen alev" (37/10) mânâsına uygun düşer. Ve demek
ki bu yanma ve tutuşma, atmosfer havasının göğe doğru en yüksek sınırlarına
çıkıp gizlenmiş olan hararetle ilgili kuvvetleri ile bir temas halinde meydana
gelmektedir. Bu gizli hararetle ilgili kuvvetler ise biraz sonra âyette açıklanacağı
üzere cinlerin, gizli şeytanların yaratılmış oldukları "zehirli ateş"
ile ilgilidir. Ve işte Mülk Sûresi'nde (67/5) ve Cin Sûresi'nde (72/8-9) de
geleceği üzere Kur'ân'da özellikle şunu haber veriyor ki alev sütunları göğe
doğru çıkmak isteyen cin şeytanlarına atılan birtakım göğe ait mermilerdir.
Bunlarda nitelik itibarı ile hem yıldızlar, hem taş ve hem ateş mânâsı vardır.
Ve şu halde ilâhî hikmet açısından bunların tutuşması, birtakım kuvvetlerin
ve kötü ruhların yakılması ve kovulması ile ilgilidir.
Kurtubî tefsirinde
der ki: "Şihablar (kıvılcımlar) bunları öldürür mü, öldürmez mi? Bu konuda
ihtilâf edilmiştir. İbnü Abbâs (r.a) demiştir ki: Yaralar, yakar, yıkar, öldürmez.
Hasan ile beraber bir grup da öldürür demişlerdir. Fakat birinci görüş en
doğru görüştür." Bu alev sütunlarının insan şeytanlarını kovması ise
ya bir manevî taşlama yerine mecazi olarak kullanılmıştır veya cin şeytanları
içindir. Çünkü kulak hırsızlığını ilk önce gizli şeytanlar yapar ve âyetteki
alev sütununun umumî mecaz yolu ile maddî ve manevî şeyleri kapsaması, açıklama
tarzına daha uygundur. Ve bu üslubun zevkine ermek için Kur'ân hakkındaki
"Ve biz onu koruyacağız" (Hicr, 15/9) âyeti ile, gök hakkındaki
âyetleri arasındaki benzerliğe dikkat etmek gerekir. Yani Kur'ân gök gibidir.
Allah'ın sanatı ve kudretinin delilleri ile dolu olan gök, nasıl onurlu cisimleri
ve yüksek burçları ile bakanlar için süslenmiş ve şeytanlardan korunmuş ve
kulak hırsızları oradan bir ateş şulesi ile kovulmuş ise, Kur'ân da öyledir.
Yıldızlar ve burçlar gibi âyetler ve sûreler ile güzel nazmı, temiz kalplerin
sahipleri için süslenmiştir. Ve o günahkârlardan olduğu gibi, taşlanmış şeytanlardan
korunmuştur. Onlar, ona yükselemezler. İman ve iltifat ile almaz ve dinlemezler.
Olsa olsa kulak hırsızlığı ederek şeytanlık yapmak isteyenler bulunur ki bunları
da parlak bir ateş şulesi kovalamaktadır.
Ve apaçık Kur'ânın
bu parlak ateş şuleleri ise o şeytanlara, kâfirlere, suçlulara cehennem ateşi
ile, Allah azabını gösteren uyarı âyetleridir. Gök böyledir.
19- Yere gelince. Düşünce
sahipleri için, Allah'ın kudretinin delilleri onda da apaçıktır. Yalnız astronomi
ilimleri ile değil, yer bilimleri ile de Allah'ın birliği isbat edilmiştir.
Başlıcaları: Onu yaydık sündürüp serdik. (Ra'd, 13/3 âyetin tefsirine bkz.)
Öyle ki bunda şeytanlar da bulunabilir. Bununla beraber ona oturaklı ağır
dağlar da oturttuk ve onda ölçülü, yani her bakımdan birbirine uygun veya
tartılı her şeyden bitirdik.
20- Ve onda size ve
rızık veremeyeceğiniz kimselere geçimlikler verdik. Ve hiçbir şey yoktur ki
onun hazineleri, bizim yanımızda olmasın. Biz onu ancak belli bir ölçüye göre
indiririz. Dünya serveti biter, Allah'ın kudreti bitmez tükenmez.
21- Ve onda size ve
rızık veremeyeceğiniz kimselere geçimlikler verdik. Ve hiçbir şey yoktur ki
onun hazineleri, bizim yanımızda olmasın. Biz onu ancak belli bir ölçüye göre
indiririz. Dünya serveti biter, Allah'ın kudreti bitmez tükenmez.
22- Rüzgarları aşılayıcı
olarak gönderdik. "Levâkih", "Likâh" tan türeyen "Lâkiha"nın
çoğuludur. Likâh, aşı demektir. Lâkiha da aşılı veya aşıcı mânâlarına gelir.
Bu âyetin bu mânâsı
da başlı başına bir ilmî mucizedir. İbnü Abbas'tan bunun tefsirinde: "Rüzgarlar
ağaçların ve bulutun aşılayıcısıdır" diye nakledilmiştir.
Hasan, Dahkâk, Katâde
de bunu söylemişlerdir. Râzî, bunu kaydettikten sonra der ki: Erkek dişiye
suyunu boşaltıp da dişi gebe olunca denilir ki "erkek aşıladı dişi tuttu,
gebe oldu" demektir. Bunun gibi rüzgarlar da bulutların erkekleri yerinde
kabul edilir. İbnü Mesud hazretleri bu âyetin tefsirinde demiştir ki: "Allah
Teâlâ, rüzgarları bulutlara aşılama için gönderir. Onlar da suyu taşıyıp bulutlara
karıştırır. Sonra bulutu sıkıştırıp bir aşı gibi akıtır." Bu açıklama,
rüzgarların bulutu aşılamasının bir yorumudur. Fakat ağaçları aşılamasının
tefsirini zikretmemişlerdir. Yani âyetin yukarda anlatıldığı gibi rivayet
ile tefsirinde rüzgarların ağaçları da aşıladığı nakledilmiş olmakla beraber
nasıl aşıladığı açıklanmamış. Bir tefsirci olduğu gibi, bir doktor da olan
Fahrü'r-Râzî için de bu konu bilinmez kalmıştır. Gerçi ağaç aşılamak eskiden
beri bilinen bir şey ise de bununla rüzgarın bir ilgisi yoktu. Bitkilerde
rüzgarın yapabileceği bir aşılama yakın zamanlara kadar bilinmiyordu. Ra'd
Sûresi'nde açıklandığı üzere "Orada bütün meyvalardan iki çift yarattı."
(Ra'd, 13/3) gerçeği ortaya çıktıktan, yani bütün bitkilerin çiçeklerinde
erkek, dişi çifti bulunduğu ve erkeğin dişiyi aşılaması ile meyveler meydana
geldiği anlaşıldıktan sonradır ki, rüzgarların bir aşıcı hizmetini yerine
getirdikleri anlaşıldı. Ve bu şekilde âyetinin de âyeti gibi bilinmeyen bir
ilmî gerçeği açıkladığı bin küsür sene sonra anlaşılmış ve açıklanmış ve bundan
dolayı bu âyetin de bir mucize olduğu ortaya çıkmıştır.
İşte rüzgarlar, taşıyıcı
ve dağıtıcı oldukları için faydalarından birisi de özellikle böyle ağaçları
ve bitkileri aşılamasıdır. Bunun meydana gelmesi için de rüzgarın belirli
bir miktar ile uygun ve yumuşak bir şekilde esmesi gerekir. Yoksa aşılama
yerine bozma olur. Rüzgar, havanın bir hareket ve akımıdır ki, havanın değişik
şekilde ısınıp soğumasındaki değişmeler ile meydana gelir. Tabiatta bu değişmeler
ise sıcaklık ve soğukluk tabiatları üzerinde hakim bir etkiye bağlı olduğundan,
bütün rüzgarlar doğrudan doğruya ilâhî bir tasarruf olduğu gibi, bunların
aşılama yapacak bir derecede esmeleri de doğrudan doğruya Allah'ın bir lütfudur.
Bununla beraber düşünülmelidir
ki, su olmasaydı bu aşılar ne olur, hayat ne olurdu? Onun için rüzgarlara
bulutları da aşılatarak gökten bir su da indirdik, yağmur yağdırdık da onu
size sunduk; tabiata kalsaydı ne rüzgar eser ne aşılama olur, ne yağmur yağardı.
Onu hazinelerde saklayan da siz değilsiniz, yani yağdıktan sonra dağlarda,
pınarlarda, kuyularda, göllerde, havuzlarda, mahzenlerde, küplerde, testilerde
v.s. tutan da siz değilsiniz, biziz. Burada rüzgarların gönderilme, suyun
indirilme ile anlatılması aynı zamanda bir de benzetmeye işaret eder. Çünkü
"erselnâ" peygamberlerin gönderilmesini; "enzelna" da
kitabın indirilmesini hatırlatır. Ve demek olur ki: İşte Allah tarafından
gönderilen peygamberler de o aşılayıcı rüzgarlar gibidir; Allah'ın feyizini
taşıyarak kabiliyeti olanlara yayar ve aşılarlar. İndirilen kitap da o gökten
inen su gibi hayatın mayasıdır.
23- Ve şüphesiz ki
biz gerçekten hem diriltiriz, hem öldürürüz. Bu, hiç delile muhtaç olmayan
açık bir gerçektir. Fakat amma "Ölünce mal ve mülk varislerimize kalacak
mı?" diyecekler. Hayır hepsine vâris de ancak biziz. Bu dünyada yaşarken
mülk ve tasarruf iddia edenlerin ve edecek olanların hepsi yok olur. Mecâzî
mülkleri, görünürdeki tasarrufları ellerinden alınır, her zaman bakî, kayıtsız
ve şartsız herşeyin sahibi yüce şanımızla biz kalırız.
24- Andolsun biz, sizden
önce gelip geçenleri de biliriz, geri kalanları da biliriz. Doğuşta, ölümde
önde olan, miras bırakmak isteyen önce gelip geçenlerinizi de, geri kalanları,
miras almak isteyen sonra gelenlerinizi de veya imanda, kâfirlikte, itaatte,
isyanda ön safta bulunmak isteyenleriniz de, geri kalan geri kalmak istiyenleriniz
de ezelde ve sonsuza kadar gerçekten bilgimiz dahilindedir.
25- Ve senin O Rabbindir
ki, yani seni yaratan ve terbiye edip gönderen o Allah'ındır ki ey Muhammed!
Onları mutlaka haşredecektir.
Ve önce gelip geçenleri
ve sonra gelenleri sonunda mahşere toplayıp hesaba çekecektir. Onun için şimdilik
bırak o kâfirler yiyip içip devamlı eğlensinler. O Rabbin gerçekten hikmet
sahibidir, çok bilendir.
Gerçekten:
Meâl-i Şerifi
26- Andolsun ki biz
insanı kuru bir çamurdan, şekillenmiş bir balçıktan yarattık.
27- Cinleri de daha
önce insan vücudunun gözeneklerinden geçebilen güçlü bir ateşten yarattık.
26- Andolsun ki biz
insanı bir kuru çamurdan, bir şekillenmiş kara balçıktan yarattık. Yani insan
cinsini başlangıçta biz vurulduğunda ses çıkaran kuru bir çiğ çamurdan, değiştirip
dönüştürme ile özel bir şekilde yoluna konmuş kokar bir balçıktan yarattık.
SALSÂL; "Ses veren
yani vurulduğu zaman tıngırdayan, kuru pişmemiş çiğ çamur" ( ) dur ki,
pişmiş olursa tuğla, kiremit gibi ses çıkaran kuru bmir çamur olur. Çünkü
Rahmân Sûresi'nde "Vurulduğunda testi gibi ses çıkaran kuru bir balçıktan..."
(Rahmân, 55/14) buyurulmuştur.
HAME': Uzun süre su
ile yumuşayıp bozulmuş cıvık kokar çamur, yani balçık demektir. Tekili ölçüsünde
dir.
MESNÛN: Bunun açıklanmasında
tefsirciler birkaç görüş nakletmektedirler:
1- İbnü Sikkît demiştir
ki, Ebu Amr'i dinledim "mesnûn, bozulmuş demektir" diyordu. Bunun
açıklamasında Ebu Haysem de demiştir ki, denilir ki "bozuldu", demektir.
Ve buna delil "henüz bozulmamış" ki, bu kelime dan, yani "yol
güzergâhına konulmuş" olmaktan alınmıştır. Çünkü böyle olan herhangi
bir şey, bozulur.
2- Denilmiş ki, "mesnûn"
sürtülmüş, kazınmış veya bilenmiş demektir ki, taşı taşa sürttükleri zaman
"Taşı taşa sürttüm." deyiminden alınmıştır. Çünkü bileğiye ve sürtülürken
ikisinin arasından çıkan kazıntıya denilir ve bu da kokar. Bundan dolayı bozulma
ve kötü koku bunun da gereğidir.
3- Ebu Ubeyde demiştir
ki, "mesnûn" dökülmüş demektir. "Suyu güzelce yüzüne döktü",
denilir.
4- Sibaveyh demiştir
ki, "mesnûn" bir şekil ve örnek üzere resimlenmiş demektir. Yüzün
özel bir şekli olan den alınmıştır.
Bu şekilde insan nevinin
şekli için sünnet olan özel bir şekle dökülmüş bir balçık demek olur. Sonra
terkibinde de iki ayrı yorum vardır.
Birincisi: e sıfat
olmasıdır ki "özel bir şekilde tasvir edilmiş, başka bir ifade ile kalıba
dökülmüş bir balçıktan meydana gelen bir çiğ çamurdan" demek olur. Böyle
olunca salsâl, "hame-i mesnûn"dan yapılmış demek olur. Ebu'l-Bekâ
ve Zemahşerî bunu tercih etmişler ise de faydalı bir görüş değildir. Çünkü
kuru çamurun yaş çamurdan meydana geldiğini anlatmak gereksiz olduğu gibi,
insan hamurunun balçık halinde iken insan şeklinde bulunduğu da genel olarak
kabul edilmiş değildir.
İkincisi: Bedel olmasıdır
ki, salsal'den, bir hame-i mesnûn'dan demek olur. Ebu Hayyân'ın anlattığına
göre tefsircilerin çoğu bedel olmasını tercih etmiştir. Biz de bu görüşte
ısrar etmek isteriz.
Önce salsâl, sonra
da ondan özel bir şekilde kalıba dökülüp insan mayasını meydana getiren şekillenmiş,
kara balçık yapılmış ve insan ondan düzgün bir şekilde yaratılmış demek olur.
Ve şu halde salsâl, su ile karıştırıldıktan sonra süzülüp kuru çamur haline
gelmiş bulunan, yeryüzünün rütubetsiz olan tamtakır durumunu gösteriyor ki,
tabiat itibariyle bunda hayat düşünülemez. Ve bunun özellikle "salsâl"
deyimi ile anlatılması, insanın, yeryüzünden bir tabiat eseri olarak ortaya
çıkmasının mümkün olamayacağını tam bir açıklıkla anlatmak içindir.
Öyle ya, tamtakır bir
kuru çamurun tabiatı, hayata ne kadar zıddır. Tabiata kalsa bunda, insan veya
hayvan şöyle dursun, bir otun bitme imkanı bile yoktur. Fakat şu bir gerçektir
ki, bundan insan yaratılmıştır. Bu ise doğrudan doğruya Allah Teâlâ'nın kudretinin
sanatına, ilim ve hikmetine apaçık bir delildir. Tabiat, kendine bırakılınca
hiç değişmemesi gerekirken Allah Teâlâ onu yumuşatıp değiştirerek bir balçık
haline çevirmiş ve o balçığa sanat ve hikmeti ile öyle bir sünnet (ilâhî kanun)
vermiştir ki bununla insan yaratılışı için ilâhî kanunun meydana geldiği maya
ortaya çıkmıştır. Bundan dolayı diyebiliriz ki; "hame-i mesnûn"
insan tohumu olan spermadır. Gerçekten sperma her anlamıyla mesnûn, yani hem
değişen, hem sürtülmüş, hem dökülmüş, hem de bir sünnet üzere tasvir edilmiş
(şekillendirilmiş) bir balçıktır. Bu şekillenmiş balçığa "yapışkan bir
çamur" (Sâffât, 37/11), "dayanıksız bir suyun özünden" (Secde,
32/8), "katışık bir sperma" (İnsan, 72/2) demek de doğrudur. Bu
mânâ, insan nevinin bütün fertlerini kapsar. Ancak insanın ilk ferdi olan
Âdem, ilk insan olduğu gibi, onun yaratıldığı o şekillenmiş balçık da ilk
önce onda sünnet olmuş ilk tohumdur. Özetle Âdem bile, ilk olarak sperma niteliğini
almış bir balçıktan yaratılmıştır. "O, insanı bir damla sudan yarattı"
(Nahl, 16/4) ifadesi, onun hakkında da geçerlidir.
Şu kadar var ki, o spermadan önce bir insan yoktur. Onun seçimi, çocukları gibi bir insanın vücudunda meydana gelmemiştir. Bununla beraber şimdiye kadar bütün insanlar da onun gibi kuru bir çamurdan, şekillenmiş bir kara balçıktan yaratılmaktadır. Yalnız şu farkla ki, bu şekillenmiş kara balçık, insanın gıda olarak yediği bitkiler ve hayvanların (et ve sütleri ile) bünyelerinden geçerek yine bir insan bünyesinde seçimini bulmaktadır. İşte insan denilen mahluk aslında böyle değersiz bir şeydir. Allah Teâlâ'nın ilim ve hikmetini, kudretinin sanatını anlamalı ki, şu kuru topraktan öyle şekillenmiş kara bir balçık yapmıştır. Ve o kokar balçıktan insan yaratmaktadır.
27- Cânnı da,
Cin cinsini meydana getiren gizli mahluku da ondan önce şiddetli zehirli ateşten
yaratmıştık.
SEMÛM: Lugatte ateş
alevi gibi esen sıcak rüzgara denilir ki, sam yeli diye ifâde edilir. Ve kendisine
harûr (sıcak rüzgar) da denilir. İbnü Cerir'in açıklamasına göre bazı Araplar
harûru, gündüz esen rüzgara tahsis etmişlerdir. Bir hadis-i şerifte de: "Semûmun,
cehennemin bir harareti olduğu" bildirilmiştir.
SÂMM: "Semm"
maddesinden fâil, Semûm da onun mübâlağası olan "feûl" kipidir.
Sem, zehir, bir de "semmû'l-hıyât" gibi ince delik (iğne deliği)
mânâsına gelir.
Çünkü vücuttaki terin
çıktığı ve havanın nüfuz ettiği gizli deliklere "mesemme", çoğuluna
da "mesâm" veya "mesemmât" ve çoğulun çoğuluna da "mesâmmât"
denilir. Bundan dolayı sâmm ve semûm, mesâmmâte nüfuz edici veyahut zehirleyici
mânâlarını ifade eder. Ve o rüzgarın bu isim ile adlandırılması da bu itibarlardan
birisini veya her ikisini gözönünde bulundurmaktan dolayıdır. Cinlerin zehirli
ateşten yaratılmış olması, cin ve şeytanın insana gizli deri gözeneklerinden
girecek, zehirleyecek, yakacak bir nitelikte olduğuna işaret eder. İbnü Abbas'tan
rivayet edilmiştir ki; "Şu bildiğimiz zehirli ateş, cinlerin kendisinden
yaratıldığı zehirli ateşin yetmiş parçasından bir parçadır." demiştir.
Demek ki insan yaratılmadan önce, cinlerin yaratıldığı sırada yeryüzü çok
dehşetli ateşler saçıyormuş.
Şimdi o vakti düşün
ki:
Meâl-i Şerifi
28- Ey Peygamber! Rabbinin
meleklere şöyle dediğini hatırla: "Ben, kuru balçıktan, şekil verilmiş
kokuşmuş çamurdan bir insan yaratacağım."
29- Ben, onun yaratılışını
tamamladığım ve ona ruhumdan üflediğim zaman, siz hemen onun için secdeye
kapanın."
30- Bunun üzerine meleklerin
hepsi toptan secde ettiler.
31- Yalnız İblis hariç.
O secde edenlerle beraber olmaktan çekinmişti.
32- Allah buyurdu ki:
"Ey İblis! Ne oluyor sana da, secde edenlerle beraber olmuyorsun?"
33- İblis şöyle dedi:
"Kuru bir çamurdan, şekillenmiş bir balçıktan yarattığın bir insana secde
edemezdim."
34- Allah şöyle buyurdu:
"Öyle ise oradan çık! Sen, artık kovulmuş birisin."
35- "Kıyamet gününe
kadar lanet senin üzerindedir."
36- İblis: "Rabbim!
Öyle ise insanların kabirlerinden kaldırılacakları güne (kıyamete) kadar bana
mühlet ver" dedi.
37- Allah buyurdu ki:
"Sen mühlet verilenlerdensin."
38- "Allah katında
bilinen vaktin gününe kadar..."
39- İblis şöyle dedi:
"Rabbim! Beni saptırdığın için, mutlaka ben de yeryüzünde onlara günahları
süsleyeceğim ve onların hepsini mutlaka azdıracağım!"
40- "Ancak içlerinden
ihlaslı kulların müstesnâdır."
41- Allah şöyle buyurdu:
"İşte bana ulaşan dosdoğru yol budur."
42- "Sana uyan
azgınlardan başka, kullarımın üzerinde hiçbir nüfuzun yoktur."
43- "Şüphesiz
ki onların hepsine vaad edilen yer cehennemdir."
44- "Cehennemin
yedi kapısı vardır. O kapıların herbiri için birer grup ayrılmıştır."
45- Allahtan korkanlar,
elbette cennetlerde ve pınarların başındadırlar.
46- Onlara: "Selametle
güven içinde oraya girin" denir.
47- Biz o cennetliklerin
kalblerindeki kinleri çıkarır atarız. Hepsi kardeşler olarak sevinç içinde
karşılıklı koltuklara otururlar.
48- Orada kendilerine
hiçbir yorgunluk gelmeyecek. Oradan çıkarılacak da değillerdir.
28- Rabbin meleklere
demişti ki: Şüphesiz ki ben, kuru çamurdan, şekillenmiş kara balçıktan bir
insan yaratacağım.
29- O halde ben ona
şekil verdiğim, o balçığı tam bir insan yaratılışına, düzgün bir insan kıvamına
koyup içine ruhumdan üflediğim zaman, burada tamlaması, bir şereflendirme
tamlaması, üfürme deyimi de bir örnektir. Yani maddenin kabiliyetini olgun
bir duruma getirip, içine "De ki ruh, Rabbimin işlerindendir..."
(İsrâ, 17/85) mânâsına uygun olarak Allah'ın bir işi olan ruhtan feyiz verdiğim
vakit siz hemen onun için secdeye kapanın. Allah'ın emrine itaat ederek yere
düşün, o ruh olan insana boyun eğin. İşte Allah, o balçıktan yarattığı insanı
ruhu ile böyle yükseltmişti.
30-38-Bunun üzerine
bak ne oldu.
"Hepsi de toptan secde ettiler. Ancak İblis müstesna." (Bakara,
2/34 ve A'râf, 7/11. âyetlerinin tefsirine bkz.) Yani kıyamet gününe kadar
değil, Allah katında bilinen vakte kadar ki "Sûr'a üflenince, Allah'ın
diledikleri hariç olmak üzere, göklerde ve yerde ne varsa hepsi düşüp ölecektir."
(Zümer, 39/68) âyeti ile açıklanan ilk üfürüş günüdür.
Ahmed b. Kays'tan nakledilmiştir
ki: "O, Medine'ye vardım demiş, maksadım emirü'l-müminin Ömer (r.a) idi.
Bir de vardığımda büyük bir cemaat toplanmış, orada Ka'bû'l-Ahbâr insanlara
vaaz ediyor ve şöyle diyordu:
"Âdem Aleyhisselâm'a ölüm emri geldiği zaman 'Ya Rabbi! Düşmanım
İblis, beni ölmüş bir durumda görünce kendisi kıyamet gününe kadar mühlet
verilmiş olmakla sevinecek, başıma gelene gülecek' dedi. Ona şöyle cevap verildi:
'Ey Âdem! Sen cennete geri gideceksin, o lanetlenmiş İblis ise öncekilerin
ve sonrakilerin sayısı kadar ölüm acısını tatmak için beklemeye bırakılacak.
'Sonra Âdem, Hz. Azrail'e, 'Ona ölümü nasıl tattıracaksın? Niteliğini anlat.'
dedi. Azrail onun ölümünü anlattı. Âdem: 'Ya Rabbi, yeter!' dedi. Bunun üzerine
insanlar, heyecana geldiler de Ka'b'e 'Ey Ebu İshâk! O nasıl?' dediler. Ka'b,
açıklama yapmaktan çekindi, insanlar ısrar ettiler. Bunun üzerine Ka'b dedi
ki: 'Yüce Allah, ilk üfürüşten sonra Hz. Azrail'e diyecek ki: 'Sana yedi gök
ve yedi yer halkının kuvvetini verdim ve bu gün sana bütün öfke ve gazab kisvesini
giydirdim. Öfke ve hücumunla in o taşlanmış İblis'e. Artık ona ölüm acısını
tattır. İnsan ve cinlerden önce ve sonra gelmiş geçmişlerin acılarının kat
katını kapsayacak şekilde, bütün acıları ve hastalıkları ona yüklet. Beraberinde
öfke ve kinle dolgun yetmiş bin cehennem bekçisini, her biri ile de cehennem
zincirlerinden, tomruklarından zincirler ve tomruklar bulunsun. Cehennem,
kancalarından yetmiş bin kanca ile o lanetlenmişin, kokmuş canını çekip çıkarın.
Mâlik'i de (Cehennemdeki meleklerin başkanı) çağır. Cehennemlerin kapılarını
açsın.' Bunun üzerine Hz. Azrail öyle bir şekilde inecek ki ona göklerin ve
yerlerin halkı baksa dehşetinden derhal ölürlerdi. Azrail, inecek İblis'e
varıp, 'Dur, ey pis! Artık sana ölümü tattıracağım, çok ömür sürdün, Allah'a
yakın nice kimseleri sapıttın. İşte bu o bilinen vakittir.' diyecek. Mel'ûn
doğuya kaçacak, bakacak Hz. Azrail gözlerinin önüde, batıya kaçacak yine gözlerinin
önünde, denizlere dalacak, denizler onu kabul etmeyecek, kısacası yerin her
tarafına kaçacak, sığınacak kurtulacak hiçbir sığınak bulamayacak, sonra dünyanın
ortasında, Hz. Âdem'in mezarı yanında duracak veya doğudan batıya, batıdan
doğuya topraklarda sürünerek en son Âdem Aleyhisselâm'ın cennetten atılınca
indiği yere varınca yer, bir kor gibi olacak, zebâniler kancaları takıp didikleyecekler
de didikleyecekler. "Allah'ın dilediği zamana kadar" can çekişme
ve işkence içinde kalacak. O böyle can çekiştirirken Âdem ve Havva'ya da,
'Kalkınız, düşmanınız ölümü nasıl tadıyor, bakınız' denecek. Kalkacaklar,
onun çektiği işkencenin şiddetine bakacaklar da 'Ya Rabbi! Bize nimetini tamamladın'
diyecekler."
39-O bilinen vakte
kadar mühlet müsadesini alan İblis Ya Rabbi! dedi, beni azdırmana karşılık
yemin ederim ki veya azgınlığıma hükmetmen sebebi ile; yani Allah katından
kovulmuş, iyilik ve rahmetten uzaklaştırılmış bir melûn, böyle bir mühlet
müsaadesini elde edince şımarır da onu azgınlığa bir teşvik vasıtası olarak
kabul eder. Böyle şımartman hakkı için veya çamurdan yaratılanı küçümseyip
secde etmediğimden dolayı benim azgın âsi olduğuma hükmetmenden dolayı mutlaka
ben, yeryüzünde onlara süsleme yapacağım. Yani maddelerini bahane ederek o
kuru çamuru, o kokar balçığı, onlar için süsleyip insanlığın esas yükselmesine
vesile olan ruhtan daha hoş, daha süslenmiş, daha kıymetli göstereceğim. Ve
mutlaka hepsini azdıracağım.
40- Ancak içlerinden
ihlaslı kulların müstesna, yani yalnız tâatin için seçilmiş, lekesiz özel
kulların aldanmazlar. Başlangıçta insanlığın maddesine bakarak mutlaka aşağılığına
hükmeden ve onlara zorbalık edebileceğini söyleyen İblis'in, burada bu istisnası
(ayırması), şüphe yok ki Allah'ın söyletmesi olan bir itiraftır. Onun için:
41- Allah Teâlâ buyurdu
işte bu dediğin, sahiplerini istisna ederek azıtamayacağını itiraf ettiğin
o ihlâs ve tevhîd bir cadde, bir kanundur ki bana aitttir. Yani bana varır,
yahut ben kefilim dosdoğrudur. Yahut; işte benim üstüme aldığım dosdoğru yol,
hak kanunu şudur:
42- Şüphesiz kullarım
üzerinde senin bir hakimiyetin yoktur. Yani ne sözlü olarak onları susturacak
bir delilin, ne fiilî olarak sataşacak ve kullanacak güç ve hakimiyetin yoktur.
Ancak sana uyan azgınlar müstesnâ, yani ancak bunları sürükleyebilirsin. Fakat
o da senin hakimiyetin ile değil, onların iradelerini kötüye kullanarak sana
uymaları, arkana düşmeleri dolayısıyladır. Yoksa ihlâslı kullara hakimiyet
kuramadığın gibi, diğerlerine de hakimiyet kuramazsın. Çünkü sonunda "Zaten
benim size karşı bir gücüm yoktu. Ben sadece sizi inkâra çağırdım; siz de
benim davetime hemen koştunuz. O halde beni yermeyin, kendinizi yerin."
(İbrahim, 14/22) diyeceğin İbrahim Sûresi'nde açıklanmıştır.
43- Muhakkak cehehnem, onların hepsine vaad olunan yerdir. O İblis,
ona tabi olan azgınların kendilerine uyulanlarla beraber hepsine vaad edilen
yerleridir.
44- Onun, o cehennemin
yedi kapısı vardır. Yani gireceklerin çokluğundan dolayı yedi giriş kapısı
veyahut azgınlığın çeşit ve derecelerine göre, önce Cehennem, sonra Lezzâ,
sonra Hutame, sonra Sa'îr, sonra Sekar, sonra Cehîm, sonra Hâviye isminde
yedi tabakası vardır. Her kapı için, onlardan (o azgınlardan) bir grup ayrılmıştır.
Ebu's-Suûd Tefsiri'nde deniliyor k: "Muhtemelen yedi kapı ile sınırlanması,
helak eden şeylerin beş duyu ile hissedilen şeylerle şehvet ve öfke kuvvetlerini
gereğine mahsus olmasındandır." Bununla beraber bunda diğer bir ihtimal
vardır ki, şeriat dili açısından akla daha uygundur. Çünkü cehennem kapılarının
yedi olması ile cennet kapılarının sekiz olması arasında apaçık bir ilişki
vardır. Bundan dolayı denebilir ki, bu kapıların mükellef organlarla ilgili
olması düşünülür.
Bilindiği gibi insanın
mükellef organları sekiz tanedir: Kalb, dil, kulak, göz, el, ayak, ağız, cinsel
organ. Bunların yedisi açık, birisi gizlidir ki, o da kalbdir. Doğrudan doğruya
Allah'a bakan kalp kapısı açık olursa, bu sekiz organın her biri Allah'ın
emri üzere hareket ederek cennete birer giriş kapısı olabilir. Ve bu şekilde
cennete sekiz kapıdan girilir. Fakat içte ruh körlenmiş, kalb kapısı kapanmış
bulunursa dıştaki yedi organın her biri cehenneme açılmış birer giriş kapısı
olurlar. İşte cennet kapıları sekiz olduğu halde, cehennem kapılarının her
birine ayrılmış bir grup olmak üzere yedi olması, Allah daha iyi bilir ki
bu hikmetten dolayıdır. "Ve ona ruhumdan üflediğim zaman..." (Hıcr,
15/29) ifadesinin şerefine nail olmakla iman ve marifet kapısı olan kalb,
cehenneme kapalıdır. Ondan yalnız cennete girilir, Allah'a erişilir. Kalbi
açık olan kimse şeytana uymaz, Allah'ı inkâr etmekten ve O'na isyan etmekten
sakınır. Onun için:
45-48- Şüphesiz takva
sahipleri, şeytana uymaktan sakınan, küfr ve isyandan korunanlar cennnetlerde
ve pınar başlarında yerleşeceklerdir. Ey takva sahipleri! Oraya emniyet ve
tam selametle giriniz! Yani ey insanlar, ey Muhammed ümmeti! İblis'e tabi
olmaktan sakınınız, Allah'ın koruması altında, tevhid ve İslâm dinine, Allah'ın
Resulüne uyunuz, kalbinizden kin ve hileyi çıkarıp takva sahibi olunuz da,
takva sahiplerinin yeri olan o cennetlere ve pınarlara emniyetler içinde,
güle güle, selâmetle giriniz. O cennetler ve pınarlar her yönden korunmuş,
güvenli ve sağlıklı bir selamet yurdudur. Ona dışardan tecavüz olunamayacağı
gibi, biz onların, O cennetler ve pınarlardaki takva sahiplerinin göğüslerindeki
ilişikleri ve kinleri söküp attık. Cennet ehlinin gönüllerinde kin ve hile
kalmaz, fena niyet ve kin durmaz. Yani İslâm takvasının şiârından birisi de
kin tutmamaktır. Allah takvalı kalblerde kin bırakmaz. Geçmişte kin varsa
onu siler. Çünkü Hz. Ali'den nakledilmiştir ki, o şöyle demiş: "Ümit
ederim ki Osman ve Talha ve Zübeyr ile ben bunlardan olayım". "Allah
onların hepsinden razı olsun." Öyle ki hepsi kardeşler olarak karşılıklı
tahtlar, karşılıklı köşkler üzerinde muhabbet ederler. Yani hiçbiri diğerine
sırtını dönmeksizin yüz yüze sevişe sevişe yaşarlar. Orada onlara hiçbir yorgunluk
gelmez. Her ne isterlerse zahmetsiz, sıkıntısız hemen meydana gelir hem onlar,
oradan çıkarılmayacaklardır. Sonsuza kadar orada ebedî kalacaklardır.
Resulüm!
Meâl-i Şerifi
49- Kullarıma haber
ver ki, gerçekten ben çok bağışlayıcı ve pek merhamet ediciyim.
50- Bununla beraber
azabım da çok acıklı bir azabdır.
49-50-Bunları geçmişten
bazı örneklerle açıklamak üzere:
Meâl-i Şerifi
51- Hem o kullara,
İbrahim'in misafirlerinden de haber ver.
52- Hani melekler,
İbrahim'in yanına girdikleri zaman, "selam" demişler, İbrahim de
onlara: "Biz sizden korkuyoruz" demişti.
53- Melekler: "Korkma!
Gerçekten biz sana bilgin bir oğul müjdeliyoruz" dediler.
54- İbrahim dedi ki:
"Bana ihtiyarlık gelmişken, beni mi müjdeliyorsunuz, neye dayanarak beni
müjdeliyorsunuz?"
55- Melekler: "Seni
gerçekle müjdeliyoruz. Sakın Allah'ın rahmetinden ümidini kesenlerden olma!"
dediler.
56- İbrahim dedi ki:
"Rabbimin rahmetinden, sapıklardan başka kim ümit keser?"
57- "Ey elçiler!
Başka ne işiniz var?" dedi. 58- Melekler şöyle dediler: "Biz suçlu
bir kavmi cezalandırmak için gönderildik.
59- Ancak Lût ailesi
müstesnâdır. Biz, onların hepsini muhakkak kurtaracağız.
60- Yalnız Lût'un karısı
müstesnâ, çünkü onun helak edilenlerle birlikte yok edilmesini takdir ettik.
61- Melek olan elçiler,
Lût kavmine gelince,
62- Lût dedi ki: "Doğrusu
siz ürkülecek bir kavimsiniz."
63- Elçiler dediler
ki: "Bilakis biz sana onların şüphe ettiği azabı getirdik."
64- "Sana gerçeği
getirdik; biz elbette doğru söylüyoruz."
65- "Gecenin bir
bölümünde aileni yola çıkar, sen de arkalarından yürü ve sizden kimse ardına
bakmasın; istenen yere gidin."
66- Biz, Lût'a şu kesin
emri vahyettik: "Bu kâfirler sabaha çıkarken muhakkak kökleri kesilmiş
olacaktır."
67- Şehir halkı, insan
şeklindeki güzel yüzlü melekleri görünce, onlara iğrenç işlerini yapabileceklerini
düşünüp sevinerek geldiler.
68- Lût, kavmine şöyle
dedi: "Bunlar benim misafirlerimdir, beni rüsvay etmeyin."
69- "Allah'tan
korkun! Beni mahcub etmeyin."
70- Lût kavmi şöyle
dedi: "Biz sana kimsenin koruyuculuğunu yapmamanı söylememiş miydik?"
71- Lût şöyle dedi:
"İşte kızlarım! Düşündüğünüzü yapacaksanız (onlarla evlenin).
72- Resulüm! Ömrüne
yemin olsun ki gerçekten onlar, sarhoşlukları içinde bocalayıp duruyorlardı.
73- Güneş doğarken
o korkunç çığlık onları yakaladı.
74- Biz, onların şehirlerinin
üstünü altına geçirdik ve üzerlerine de balçıktan pişirilmiş taşlar yağdırdık.
75- Gerçekten bunda,
düşünen keskin anlayışlılar için ibretler vardır.
76- Hem o Lût kavminin
bulunduğu şehir harabesi bir yol üzerinde bulunmaktadır.
77- Şüphesiz ki, bunda
iman edenler için bir ibret vardır.
78- Eyke halkı da gerçekten
zalimlerdi.
79- Biz Eyke halkından
da intikâm aldık. İkisi de (Eyke ve Medyen) açık bir yol üzerindedir.
80- Şüphesiz ki, Hıcr
halkı da peygamberleri yalanladılar.
81- Biz, onlara âyetlerimizi
vermiştik de onlar, yüz çeviriyorlardı.
82- Onlar, dağlardan
emniyetli emniyetli evler yontuyorlardı.
83- Onları da sabahleyin
korkunç bir çığlık yakaladı.
84- Kazanmakta oldukları
şeyler, onlardan hiçbir zararı savmadı.
51-78- Eyke, Leyke
gibi sık, birbirine karışmış ağaç demektir. Eyke halkı da Medyen halkı gibi
Hz. Şuâyb (a.s.)ın gönderildiği bir kavimdir ki, yerleri ağaçlık olduğundan
bu isim ile adlandırılmıştır. Rivâyete göre ağaçları Günlük ağacı imiş.
79-80- "Onlardan
intikam aldık" (Şuâra Sûresinde ki "O gölge gününün azabı kendilerini
yakalayıverdi" âyetinin tefsirine bkz: 26/189) Gerçekten ikisi de, yani
Lût kavminin Südumu harabesi ile Eyke veyahut Eyke ile Medyen açık yolda,
göz önündedirler. Daha önce andolsun ki Hıcr halkı, yani Hıcr denilen yerde
helak olan Semûd kavmi Allah'ın gönderdiği peygamberleri, yani Salih (a.s)'ı
ve dolayısıyla bütün peygamberleri yalanlamışlardı.
81-83- Biz onlara mucizelerimizi
de vermiştik. O peygamberlerle mucizeler de göstermiştik. Ne varki, onlar
mucizelerden yüz çeviriyorlardı. Bakmıyorlar, aldırmıyorlardı ve dağlardan
evler yontuyorlardı. Böyle sanatkar ve kuvvetli idiler. Böylece emniyet içinde
bulunduklarını söylüyorlardı. Sanatlarına, kuvvetlerine, evlerinin, kalelerinin
sağlamlığına güveniyor, bunları yıkılmaz, kendilerini azab ve yok olmaktan
korur sanıyorlardı. Derken bir sabah kendilerini o çığlık hemen yakaladı,
azabın vaad olunduğu dördüncü günün sabahı tepelerinde patlayan yok etme çığlığı
ki, onu bir deprem takip etmişti. (A'râf, 7/73-78 ve Hûd, 11/61-68. âyetlerinin
tefsirine bkz.)
84- Öteden beri kazandıkları
şeyler kendilerini kurtarmadı. O güvendikleri sanatlar, kuvvetler, uğraşıp
kazandıkları servetler, yaptıkları evler, kaleler hiçbir şeye yaramadı.
Fakat çabalama ve kazanma,
faydalı olmalıydı değil mi? Neden faydalı olmadı? denilecek olursa:
Meâl-i Şerifi
85- Biz gökleri, yeri
ve aralarındaki varlıkları ancak hak ve hikmetle yarattık ve elbette ki, kıyamet
kopacaktır. (Ey Peygamber!) Şimdi sen onlara yumuşak davran ve güzel muamele
et.
86- Şüphesiz Rabbin
kemaliyle yaratandır ve iyi bilendir.
87- Andolsun ki, biz
sana tekrarlanan yedi âyeti (Fatihayı) ve yüce Kur'ân'ı verdik.
88- Sakın o kâfirlerden
birtakımlarına verip de kendilerini zevklendirdiğimiz şeye (mal ve servete)
heveslenip göz dikeyim deme. Onlardan dolayı üzülme. Müminlere merhamet kanatlarını
indir.
89- De ki: "Şüphesiz
ben apaçık bir uyarıcıyım."
90- (İnanmazsanız başınıza)
tıpkı o taksimcilere (yahudi ve hıristiyanlara) indirdiğimiz azap gibi (bir
azab inecektir).
91- Onlar, Kur'ân'ın
bir kısmına inanıp bir kısmına inanmayarak onu kısım kısım böldüler.
92-93- Rabbin hakkı için biz, mutlaka onların hepsini yaptıklarından dolayı hesaba çekeceğiz.
85- Biz gökleri, yeri
ve aralarındaki varlıkları ancak hak ile yarattık. Batıl ve boş yere değil,
haksızlıkla da değil, Hak Teâlâ tarafından yerli yerinde yaratılmıştır.
Hepsi adalet ve hak
ile ayaktadır ve özel haklara sahiptir. Ve bütün bu hakların korunması Allah
Teâlâ'nın hakkıdır. Onun için hak ve hukuk tanımayan, hakkın âyetlerini inkâr
eden haksızların yok edilmesi ve onlara hak ettikleri cezayı vermek ile sorumlu
tutulması bütün kâinatın genel hukukunun gereklerinden bir hak ve hakkı iptal
etmek için harcanan kazançların hakkı da bâtıl ve heder olmasıdır.
Ve kıyamet mutlaka
kopacaktır. Seni yalanlayanların Allah o vakit cezalarını verecektir. Ey Hak
Peygamberi bundan dolayı sen şimdi onlara güzel muamele et, güzel bir şekilde
onlardan yüz çevir, onlara aldırma, cezalarında acele etmeyip eziyetlerine
sabrederek yumuşaklıkla muamele et.
86- Şüphesiz ki senin
Rabbin tek yaratıcıdır. Seni ve onları ve diğer varlıkları yaratan ve çok
yaratıcı olan ve mutlaka yaratıcılık yalnız kendisinin hakkı bulunan bir yaratıcıdır
ki, daha neler yaratır neler! Hem tek Alîm (bilen)dir. Senin ve onların ve
bütün yaratıkların durumlarını her yönüyle bilir. Aranızda meydana gelen şeylerden
hiçbiri ona gizli değildir. Bundan dolayı her hususta O'na güvenmek, işleri
onun hükmüne havale etmek gerekir. O biliyorken bu gün güzel muamele etmek,
senin için kılıçtan daha uygun, daha hayırlıdır.
87- Andolsun ki biz
sana namazlarda tekrarlanan yedi âyeti ve o büyük Kur'ân'ı verdik. nın veya
ın çoğulu olan "mesânî" kelimesi çok anlamlı, çok kapsamlı bir kelimedir.
Ki tesniye ve istisnâ maddesi olan den de, den de türemiş olabilir. Bu örneklerden
bükülmek, kıvrılmak veya katlanmak veya tekrar edilmek suretiyle ikilenen
veya diğer bir şeyin eklenmesi ile takviye veya çeşitlendirilen herhangi bir
şeye denilir ki, ikişer, ikili, tekrarlanan, bükülü, pekiştirilmiş, sağlamlaştırılmış,
çifteli, büklüm, büklümlü, büklüm yeri, kat, katlı, kıvrım, kıvrımlı, kıvrak,
cilveli mânâlarına gelir. Bu şekilde herhangi bir şeyin güçlerine katlarına,
kıvrımlarına denildiği gibi, hayvanın dizlerine ve dirseklerine ve bir vâdinin
büküntülerine, dönemeçlerine aynı şekilde müsikide ikinci tele veya çifte
tellilere denir. Bağış ve iyiliği tekrar etmek, demektir. İbnü Cerir'in, İbnü
Abbas'tan yaptığı bir nakle göre mesânîde istisna edilen mânâsı da vardır.
Çünkü istisnâ da "seny"den türemiştir. Bükülmüş ipe veya ipliğe
mim harfinin üstünü veya esresi ile denildiği gibi, tekrarlama ve yineleme
mânâsı itibariyle çoşku ve terennüme veya ikişerli mânâsı ile mesnevî dediğimiz
nazma da denilir.
Bir de "isnâ"
dan mimin ötresi ile nın çoğulu olabilir ki, övgünün karar bulduğu yer demek
olur. Sonra "Allah sözlerin en güzeli olan Kur'ân'ı, âyetleri birbirine
benzeyen, karşılıklı hükümleri zikreden bir kitap olarak indirmiştir. O Kur'ân'dan,
Rablerinden korkanların derileri ürperir. Sonra derileri ve kalbleri de Allah'ın
zikrine karşı yumuşar." (Zümer, 39/23) buyurulduğu üzere, Kur'ân'a da
mesanî denilmiştir. (Kur'ân'a bu ismin verilmesinin sebebi için o âyetin tefsiren
bkz.)
Şimdi bu âyetteki den
anlaşılan mânâ: "Kendisine mesâni denilen şeyler cinsinden büyük benzersiz
yedi şey" demektir. Bu ise mücmeldir. Kendisinden kasdedileni belirlemek
ayrıca delile muhtaçtır. Atıf, değişiklik gerektirdiğine göre, âyetin zahirinden
anlaşılan bu yedi âyetin Kur'ân'dan başka olarak düşünülmesi lazım gelecek
gibi görünür. Aslında bunun Kur'ân'dan başka olarak Hz. Muhammed'in yüce özelliklerinden
olan yedi mucizeye işâret olması ihtimali yok değildir. Fakat bu şekilde bir
tefsirle ilgili hiçbir rivayet gelmemiştir. Bütün rivayetler bunun yine Kur'ân'da
aranması gerektiğini göstermektedir. Şöyle ki:
İbnü Ömer, Mücahid
ve İbnü Cübeyr'den bu yedinin, "Seb'-i tıvâl" denilen yedi sûre
olduğu rivayet edilmiştir..
Fakat bu sûre, Mekke'de
inmiş, "Seb'-i tıvâle" (yedi uzun sûre) ise Medine'de indiğinden
dolayı buna ilişilmiştir. Bazıları bu rivayetten yalnız bu âyetin Medine'de
inmiş olması ihtimalini çıkarmak istemiş ise de zayıf bir rivayettir. Bazıları,
bu yediden maksat "yedi Hâ mîm" dir demiş, bazıları da bu yedi,
Kur'ân'da indirilmiş olan mânâlardır ki; emir, yasak, müjde ve uyarı, ata
sözleri, nimetlerin sayımı ve ümmetlerle ilgili haberlerdir. Çünkü: "Kur'ân
yedi harf (lehçe) üzerine indirildi." hadisi şerifinden de maksadın bu
mânâlar olduğu söylenmiştir.
Fakat Hz. Ömer, Hz.
Ali, İbnü Mesud, İbnü Abbas, Hasan, Ebu'l-Âli'ye, İbnü Ebi Melik'e, "Ubeyd
b.Umeyr ve bir cemaat demişlerdir ki, bu yedi " = fâtiha" âyetleridir.
Übeyy b. Ka'b, Ebû Hüreyre, Ebû Sa'îd b. Mu'allâ' rivayetleri ile Resul-i
Ekrem (s.a.v) den: "Ümmü'l- Kur'ân (fâtiha), o tekrarlanan yedi âyettir.
Ve bana verilen yüce Kur'ân'dır." hadisi şerifi de vardır ki, Ebû Sa'id
ve Ebu Hüreyre'nin rivayet ettikleri hadisler Sahih-i Buharî'de de zikredilmiştir.
Bundan dolayı den maksadın, Ümmü'l-Kur'ân olan Fâtiha Sûresi olduğu ve bundan
dolayı Fâtiha'nın ismini aldığı ve yüce Kur'ân'ın, bunun bir tefsiri olduğu
bu hadislerle anlaşılmıştır. Demek ki de yalnız bir kısmı mânâsına değil,
aynı zamanda beyaniyye (açıklama) mânâsınadır.
Mesânîden yedi mesânî
demektir. Yani Fâtiha'yı oluşturan yedi âyet, mesânîden, Kur'ân'dan olduğu
gibi başlı başına yedi mesânîdir. Ve bundan dolayı bütün Kur'ân'ın bir niteliği
olan mesânî mânâsı bunda ayrı bir şekilde katlanmıştır.
Her namazın her rekatında
okunan, zammı sûre ile katlanan Kur'ân'ın her hatminde, duaların başında ve
sonunda tekrar edilen, "nûn", "mim" fasılaları ile nağme
(ahenk) üzerine akan, her âyeti çifte bir anlamı kapsayan ve toplamında dünya
ve ahirette kulların en büyük maksatlarını göstermekle Allah Teâlâ'ya hamd
ve senâ hakikatinde toplanan ümmü'l-Kur'ân, gerçekten her senâya layık, öyle
tekrarlanan ve istisna edilen büyük bir nimettir ki, ancak Hz. Muhammed gerçeğinin
ulaşabildiği seçkin özelliklerdendir.
Görülüyor ki "sana
tekrarlanan yedi âyeti ve yüce Kur'ân'ı indirdik" buyurulmayıp "verdik"
buyurulmuştur. Çünkü maksat yalnız yüce nazm (âyetler) değil, ondaki gerçekler
ve istenen şeylerin de gerçekten bağışlanmış olduğunu açıklamaktır. Düşünmeli
ki, o ne büyük nimet ve ne büyük mutluluktur!
88-89- Sakın o kâfirlerden
birkaç çiftini, birtakımlarını zevklendirdiğimiz dünya malına göz dikme! Bunlar
ne kadar zevkli ve faydalı görünürse görünsün, o tekrarlanan yedi âyet, o
yüce Kur'ân nimetinin yanında hiçtir. Çünkü o "Kendilerine lütuf ve ikramda
bulunduğun kimselerin yolu (olup) gazaba uğramışların ve sapmışların yolu
değil" dir.(Fâtîha, 1/7) Bunlar ise sapıklık ve gazabdan kurtulmayan,
sonu kötü aldatan dünya malıdır. Onun için onlara göz dikme, imrenme, kıskanma
ve onlara üzülme, yani iman etmediklerinden ve o mallarla müslüman fakirlere
ve dine hizmet etmediklerinden dolayı üzülme ve müminlere (merhamet) kanatlarını
indir. Tam bir alçak gönüllülük ve şefkat ile himayene al ve de ki şüphesiz
ki ben apaçık bir uyarıcıyım. Allah'ın azabından korkutmakla görevlendirilmiş
hak ve hakikati açıklayan, o fasih (düzgün konuşan) ve beliğ, tanınan uyarıcıyım.
90-91- Nitekim biz
Kur'ân'ı kısımlara ayıranlara, yani Kur'ân'ı parça parça etmek isteyen taksimcilere
(azab) indirmiştik. "Kendilerine kitap verdiğimiz kimseler, sana indirilene
(Kur'ân'a) sevinirler. Fakat gruplardan onun bir kısmını inkâr eden de vardır."
(Ra'd, 13/36) mânâsı gereğince hoşlarına giden bir kısmına inanıp, bir kısmını
da inkar etmek şeklinde Kur'ân'ı parça parça etmek isteyen ve değişik kısımlara
ayrılmış bulunan yahudiler ve hıristiyanlara önce indirilmiş olan kitaplarda
böyle bir uyarıcı geleceği haber verilmişti. Onlar ise Allah'tan kokmuyor,
kısım kısım olmuş Kur'ân'ı parçalamak istiyorlar.
92-93-İşte ey Muhammed!
Sen bütün bunlara onun apaçık uyarıcı olduğunu söyle Rabbine yemin olsun ki
elbette ve elbette onların hepsine soracağız, gerek böyle parça parça ayıranlara
ve gerek kâfirlerin gruplarının hepsini bütün yaptıklarından sorumlu tutacağız.
"Küfrettiklerinden"
buyurulmayıp da gerek kalble ilgili, gerek bedenle ilgili, gerek söz ve gerek
fiil ve gerek terk gibi bütün işleri kapsar şekilde, "Yaptıklarından"
buyurulması ne büyük ve müthiş bir uyarı olduğundan gaflet edilmemelidir.
Kur'ân'ın bütün birliğiyle hepsine iman ve itikat iddia edip de amele gelince,
gönlüne göre bölüşme ve ayırmaya kalkışanlar da bu dehşetli uyarının altına
girmiş oluyorlar.
Bundan dolayı:
Meâl-i Şerifi
94- Şimdi sen emrolunduğunu
açıkça tebliğ et. Müşriklerden yüz çevir.
95- Muhakkak ki alay
edenlere karşı biz sana yeteriz.
96- Onlar Allah ile
birlikte başkasını ilâh edinenlerdir. Onlar yakında bileceklerdir.
97- Gerçekten biliriz
ki, onların söylediklerine göğsün daralıyor.
98- O halde Rabbini
hamd ile tesbih et. Ve secde edenlerden ol.
99- Ve sana ölüm gelinceye
kadar Rabbine ibadet et.
94- Sen, sana emrolunanını
tebliğ et, çatlatırcasına veya baş ağrıtırcasına tam ısrar ile ve hiçbir şeyden
çekinmeyerek emrolunduğunu açıkça beyan et ve vazifeni yerine getir.
Ve müşriklerden yüz
çevir. Sözlerine kulak verme, yaptıklarına aldırma, kendilerine önem verme.
95- Şüphesiz ki biz
alay edenlere karşı sana yeteriz.
96-97- Onlar, Allah
ile beraber başka bir ilâh edinirler. Yakında bileceklerdir. Görülüyor ki
burada bu fasılasının tekrarlanmasıyla sûrenin sonundan baş kısmına tam bir
dönüş yapılmıştır. Yani yakında belâlarını bulup, ne büyük cinayet yaptıklarını
anlayacaklar ve o vakit, "ah! keşke biz de müslüman olaydık" diye
yanıp yakılacaklar.
Andolsun ki biz biliriz
onların sözlerinden gerçekten senin göğsün daralır, için sıkılır; O şirk kelimeleri,
Kur'ân'a dil uzatılması, Peygamberlikle alay edilmesi, şüphesiz canını sıkar,
bunalırsın.
98-O halde hemen Rabbine
hamd ile tesbih et. Yani küfür sözlerine canı sıkılmak da Rabbinin bir manevî
temizlik terbiyesi, şükretmeye değer bir nimetidir. Sıkıldın mı hemen Rabbine
hamdederek ona tesbih et ve onu ulula, için açılır ve bunun şükür alâmeti
olmak üzere de secde edenlerden ol, yani namaz kıl, genişlersin
99- ve rabbine ibadet
et, bu tarz üzere Rabbine ibadet etmeye devam et. Sana ölüm gelinceye kadar.
Yani her canlı için meydana gelmesi kesin olan ölüm gelip de Rabbine kavuşuncaya
kadar.
Bilindiği gibi "Yakîn"
kelimesi gibi masdar ve sıfat olur. Masdar olduğu takdirde bir şeyi gerçeğe
uygun, doğru inanç ile şüphesiz olarak kesin bir şekilde bilmek demektir.
(Bakara, 2/4. âyetin tefsirine bkz.)
Sıfat olduğu takdirde
ise aynı şekilde ilmin veya mefûl mânâsına gelen "fe'îl" olarak
bilinen şeyin sıfatı olur. Fakat bu âyetteki "El-yakîn"den maksadın
kesin ilim olmadığı açıktır. Çünkü bu durumda Hz. Peygamberin kesin bilgisi
yokmuş da gelecekmiş gibi varsaymak gerekir. Böyle bir varsayımın yanlışlığı
ise ortadadır. Şu halde buradaki "yakîn"i bazı imansızların yaptığı
gibi "kesin bilgi" mânâsına, yorumlamak bir küfür olur. Onun için
bütün tefsirciler buradaki in bilinen mânâsına, yani henüz meydana gelmemiş,
fakat meydana gelmesi kesinlikle belli olan, o kesin olarak inanılan şey demek
olduğunda görüş birliğindedirler. Ancak başındaki Lâm-ı ahd (bilinen bir şeye
delalet eden tarif edatı) ile, o bilinen inanılan şeyden maksadın ne olduğu
hakkında iki rivayet vardır. Bir görüşe göre bu yakînden maksat, vaad edilen
yardımdır, denilmiş. Gerçekten Hz. Peygamber'e, Allah'ın yardımı kesinlikle
vaad edilmiş ve "Rabbine yemin olsun ki, onların hepsine soracağız."
(Hıcr, 15/92) buyurulduğu üzere sözün gelişi de bunu bildirir. Ancak bu şekilde
kastedilen mâna düşürülmek veya maksat, hedefin içine konulmak veyahut gaye
için diğer bir hükmün gözetilmesi gerekir ki, bunlar, açıkça anlaşılan mânâya
aykırı görünürler.
Tefsircilerin çoğu
ise bu "yakîn" den maksadın ölüm olduğunu nakletmektedirler. Çünkü
ölüm, her canlı için, en fazla kesin olarak inanılan bir şeydir. Yükümlülük
sınırının sonudur. Şüphe yok ki burada ölümün, açıkça zikredilmeyerek "yakîn"
deyimi ile anlatılması çok anlamlıdır. Sözün gelişi Hz. Muhammed'i teselli
yerinde söylendiği için bunda ölüm açıkça söylenmediği gibi Peygamberin vefatı
en yüksek bir hayat gayesi ile anlatılmış, yani Bakara, 2/4) sırrına erişenler
için "Allah'ın huzuruna çıkmak", "Allah'ın huzuruna dönmek"
emrine kesinlikle inanıldığı için, Hz. Peygamberin vefatı, Allah'ın huzuruna
çıkmanın, hakka'l-yakîn (bizzat kesinlikle gerçekleşmesi) demek olduğuna işaret
edilmiştir.
Özetle herkes için
kesin olarak inanılan ve seni Rabbine hakka'l-yakin kavuşturacak olan ölümden
bile çekinmeyerek yaşadığın müddetçe Rabbine ibadet ve kullukta devam etmekle
"Sana emredileni, kafaları çatlatırcasına anlat" emrini yerine getir.
Hıcr Sûresi burada biterken bakınız Nahl Sûresi bu sonucu nasıl mükemmel bir başlangıçla takip edecektir.