55-RAHMAN:
1. Rahmân,
Fatiha Sûresi'nde besmele tefsir edilirken bu yüce isim hakkındaki açıklamalar
geçti. Yani rahmet ve sonsuz ihsanı kaynaşıp duran ve ondan dolayı bir ismi
de Rahmân olan Allah Teâlâ. İrâb yönünden mübtedâ, kendinden sonra gelen de
haberi görünür. Lakin müstakil bir âyet olduğuna bakarak takdir edilen bir
mübtedânın haberi olarak şöyle bir cümle ortaya çıkar.
Allah, Rahmândır,
yahut "O muktedir Melik, Rahmândır."
2. Rahmetiyle
O Rahmân, Kur'ân'ı öğretti. İlimden, öğretmek mânâsını ifade eden "ta'lim"
fiili, iki mef'ul alacağı için bu anlamda burada birinci mef'ul hazfedilmiş,
böylece maksat, şuna veya buna öğretmek değil, bizzat öğretimin kendisinin
ifade edildiği anlatılmıştır. Böylece bu kelime, gerek Cibril'e, gerek Peygamber'e,
gerek ümmete olan öğretimin kısımlarından hepsini içine almaktadır. Bazıları
da demişlerdir ki, burada alâmet mânâsınadır. Buna göre âyetin anlamı, Kur'ân'ı
alâmet kıldı, yani ibret alacak olanlara bir âyet, yahut nübüvvet için bir
delil ve mucize kıldı demektir. Bu durumda diğer bir mef'ulün hazfini gözetmeğe
gerek kalmaz ve önceki sûrenin başında yer alan "Ay yarıldı." (Kamer, 54/1)
âyeti ile mütenasib olur. Yani o sûre heybet kapısından, bu sûre de rahmet
kapısından bir mucize ile başlamış bulunur. Şu halde tercemede öğretti denilmeyip
de ta'lim etti denilirse bu iki duruma da işaret edilmiş olur. Mamafih Alûsî
der ki: "Konuşan bin münasebet de gösterse, yine bunun ilim öğretiminden ibaret
olduğunu bilmek gerekir." Kur'ân'ın öğretimi mânâsına gelince, âyette fiilinin
yer alması, Kur'ân'a ilim izafe etmektedir. Bu, Kur'ân'ın yalnız lafızlarının
değil, mânâsının da çok üstün bir tarzda ilim ifade ettiğini göstermektedir
. Ancak bu, farklılık arzetmektedir. Bazan işaret ve remizlerden kevnî hadiselere
vakıf olma derecesine kadar çıkar. İbnü Cesir ve İbnü Ebî Hâtim'in İbnü Mes'ud'dan
yaptıkları rivayete göre, Kur'ân'da her şeye dair ilim indirilmiş ve her şey
beyan edilmiş ise de bizim ilmimiz onun tamamını kavrayacak durumda değildir.
İbnü Abbas da demiştir ki: "Devemin ipi kaybolsa her halde onu Allah'ın Kitabında
bulurdum." Mûrsî de şöyle der: "Kur'ân, evvelkilerin ve sonrakilerin ilimlerini
içine almaktadır." Öyle ki onun hakikatini ancak mütekellim olan (konuşan)
Allah Teâlâ bilir. Sonra "Onun te'vilini (yorumunu) ancak Allah bilir..."
(Âli İmran, 3/7) âyetince Allah Teâlâ'nın kendine tahsis ettiği bilgiler müstesnâ
olmak üzere Resulullah, sonra da sahabilerin büyükleri, onlardan sonra da
ilimde onlara varis olan Tâbiîn bilir." Bir kısım âlimler de öğretimi, mânâların
tasavvur edilmesi için nefsi uyarmak şeklinde tarif etmişlerdir.
Kıyametin
yaklaşmasına karşı ilâhî rahmetten ortaya çıkan en büyük ve önemli nimetin
Kur'ân öğretimi nimeti olduğu böylece ifade edildikten sonra, kime ve nasıl
öğretildiği hususunu anlatmak için buyuruluyor ki:
3. O Rahmân
insanı yarattı. Bazı âlimler burada insanla kasdedilen Âdem, bazıları da Kur'ân'ın
işaretiyle Muhammed Aleyhisselâtü ve's-selâm'ın olduğunu söylemişlerse de,
hepsini içine almak üzere insan cinsi olması daha doğru olabilir. Mamafih
Kur'ân'ın öğretimine konu alan kâmil insanın kasdedilmiş olması da düşünülebilir.
Yani Kur'ân'ı öğretmek üzere insanı yarattı.
4. Ona beyanı
öğretti, yani kendini, vicdan ve gönlünde meydana gelen duygu ve anlayışlarını,
başkalarına açık ve güzel bir şekilde ifade etmek, maksadı anlatmak ve anlamak
demek olan konuşma ve dil nimetini belletti ki, ilmin elde edilmesi ve Kur'ân
öğretimi nimeti de bununla meydana gelir. Hz. Âdem yaratıldıktan sonra kendisine
eşyanın isimlerinin öğretilmesi sayesinde meleklerin bilemediklerini bildi,
onların ulaşamadıklarına ulaştı. Peygamberlerin nübüvvete nâil olmaları, Allah
tarafından tebliğ yapabilmeleri, kitaplar getirmeleri, ümmetlerin onlardan
istifade edebilmeleri hep beyan ilmi, dil nimeti sayesinde olduğu gibi, Kur'ân'a
ve Kur'ân'ın tefsir ve tercemesi nimetine ulaşmamız ve ondan faydalanma derecemiz
dahi o nimetten aldığımız hisse oranındadır. Ebu's-Suud der ki: "Âyette ifade
edilen beyanı öğretmekten murad, insanı sırf kendi beyanına gücü yeter kılmaktan
ibaret değil, onunla başkasının beyanını anlamak mânâsını da ifade eder. Çünkü
Kur'ân'ı öğretmek ancak onun üzerinde dönüp dolaşır." Bu cümleler, eşanlamlı
haberlerdir. Sonrakilerin atıf harfi olmadan zikredilmeleri teker teker sayım
üslubunda geldikleri içindir. Müsned-i ileyhin (mübtedânın) başta zikredilmesi
de, kasr (tahsis) ifade eder.
5. Bundan
sonra beşer hayatının en fazla ilgilendiği nimetler güzel bir surette beyan
edilerek secde ve şükretmeye davet için buyuruluyor ki: Güneş ve ay bir hisâb
iledir, yani hesâb ile cereyan ederler. Binaenaleyh insanlar hesâbı iyi bellemeli
ve bir hesâb gününün geleceğini bilip ona göre hesâba hazır olmalıdır.
Hüsbân, "hâ"nın
ötresiyle hisâb mânâsına ve hisâbın çoğulu hisâblar mânâsına gelir. Bir de
değirmen taşının eksenine hüsbânü'r-rehâ denilir.
6. Ve Necim,
yani arzdan çıkıp da sapı olmayan bitki, çemen ve şecer, sapı olan bitki,
ağaç secde ederler, Allah'ın iradesine tabii olarak boyun eğerler, kanunları
karşısında elastikiyetle istediği konumu alırlar. O halde insanlar isteyerek
Allah'ın emirlerine uyarak, nimetlerine şükretmek için secdeyi bilmelidirler.
7. Hem semaya
bak onu yükseltti. Bu terkib Nahiv'de tabiri ile ifade edilir. Yani bir mef'ulün
fiilini önce hazfedip sonra zamiriyle meşgul olarak tefsir etmektir. Şu halde
kelâm, "Göğü yükseltti, onu yükseltti." takdirindedir. Bunun faydası, evvela
mef'ule dikkatleri çekmek, sonra da fiilin bilindiğini beyan etmekle özel
bir şekilde bunu hatırlatmaktır. Semadan kasıt, bütün cisimleriyle üzerimizde
yükselen yüce bir alemdir. Onun yükseltilmesi, yani yükseklik verilip yukarı
kaldırılması da yüksek olarak yaratılması ve inşa edilmesidir. Yükseklikten
maksat da, belli olan hissi ve sûrî yüksekliktir. Genel mecaz yoluyla hissi
ve manevi yüksekliği içine alacak bir mânânın kasdedilmiş olması da caiz olabilir.
Belli ki semanın böyle yüksekliği onu yükselten Rahmân'ın kudret ve rahmetinin
yüksekliğini, böylece kendisinin daha yüce, yani cihet ve mekânın ötesinde
bir ululukla yüksek olduğunu gösterir. Evet, O Rahmân öyle ulu, öyle yüksek,
öyle secde ve saygıya müstahaktır ki, gerek maddî ve gerekse manevî tarafı
ile yüksekliği görülüp duran o güzel semaya yüksekliği O verdi. Ve mizanı
koydu, yani o yüksekliklerin durabilmesi için aşağıya ve yukarıya çeşitli
ve birden fazla ağırlıklar, varlıklar ve haklar arasında her şeyin kendi hakkına
göre duruşu ve konumu demek olan denge kanununu, adalet kanununu koydu ki,
bu kanun olmasaydı göklerin ve yerin nizam ve intizamı olmazdı. Nitekim bir
hadis-i şerifte "Göklerin ve yerin varlığını sürdürmesi adaletledir." buyurulmuştur.
Mizan, "misâk"
kelimesi gibi hem tartmak mânâsına masdar hem de tartı aleti, terazi, mânâsına
ism-i âlet olabilir. Vezin, eşyanın diğerine nibsetle miktarı veya miktarının
tanınmasıdır ki esasen bu kelime ağırlık için kullanılır. Ve bir mukayese
ve eşitlikle yapılır. İşte bu mukayesenin yapıldığı alete de mizan denilir.
Bu surette vezin, daima bir muâdele, yani bir denkleşme nisbetini ifade ettiğinden
adalete ve adaletin ölçüsü olan şeriata da mizan denilmiştir. Onun için burada
mizan, eşyanın gerek ağırlık itibarıyla ve gerek diğer hususlarda miktarlarının
bilinmesine ölçü olarak herhangi bir alet mânâsına yorumlanabildiği gibi daha
genel bir anlam ifade etmek üzere adalet mânâsında kullanıldığı ve şeriat
olarak da tefsir edildiği olmuştur. Burada mizan kelimesi üç kere zikredilmiştir.
Her ne kadar Zemahşerî bunun şiddetli bir tavsiye ve takviye için tekrar edildiğini
söylemiş ise de, marifet yönüyle zikir ve tekrar da ilk yaratıcının aynı olması
şeklinde bir külli kaidenin olmadığı ve peşpeşe gelen üç fâsılanın (âyet sonunda
yer alan kelimenin) aynı mânâda bir tekrardan ibaret olmasının uygun düşmeyeceği
cihetle biz bunlardan herbirinin ayrı bir mânâya işaret ettiğine inanıyoruz.
Öncelikle "Mizanı koydu." âyetinde yer alan mizan, semanın yüksekliği münasebetiyle
ortaya çıkan bütün eşya arasındaki genel denge kanunudur ki: (pesenteur) yahut
(gravitaion) denilen yer çekimi veya ağırlık kanunu bunun en açık görüntüsüdür.
Bildiğimiz terazi, kantar ve çeki gibi tartı ölçeği olan bütün mizanların
esası da budur. Eskiler bunun yalnız yeryüzünde kullanıldığını zannediyor
idiyseler de, sema ve yerdeki bütün cisimler hakkında geçerli genel bir kanun
olduğu ve astronomi ilmi bakımından hususi bir önemi bulunduğu artık anlaşılmıştır.
Bununla beraber genel denge kanunu yalnız cansız, duygusuz ve fizikî olan
çekim kanununa hasredilmeyip kimyevî ve ruhî münasebetleri dahi içine almak
üzere adalet kanunu adıyla daha kapsamlı olarak izah edildiği takdirde, faydasının
daha fazla olacağı âşikârdır. Bu, her şeyi eşya arasında layık ve münasib
olduğu yer ve mertebeye koyma demektir. Kâdi Beydâvî mizanı, her hazır olan
şeye hak ettiğini, her hak sahibine da hakkını vermek suretiyle âlemdeki işlerin
düzeni ve doğru hareket etmesi diye tarif etmiştir. Böylece o, gerek yaratma
ve gerek kanun koyma açısından adalet ve dengeden daha genel bir mânâ ifade
etmiş olur. Şu halde ikinci mizan kelimesi, mastar yahut şeriat, üçüncüsü
de amel defteri olabilir. Mamafih başka türlü düşünmek de mümkündür.
8. Evet, mizanı
koydu ki tartıda haksızlık etmeyesiniz. Şeriat ve kanuna tecavüz edip de haddinizi
aşmayasınız, tartısız iş yapmayasınız, yahut maddî ve manevî tartıda taşkınlık
etmeyesiniz de Allah Teâlâ'nın emirlerine, hükümlerine itaat ve hukuka riayet
edesiniz.
9. Hem vezni:
ister söz, ister fiil olsun her hususta tartma işini adaletle yapın, yani
hem ayarsız tartı kullanmayın, hem de tartarken insaf ve adaletle dosdoğru
tartın. Kendiniz için tartarken bir tarafı, başkası için tartarken de diğer
tarafı ağır tutmayınız. Hepsinde terazinin dilini doğru tutunuz. Ve tartıyı
aksatmayın, eksiltmeyin. Teraziyi kötü niyetli kullanmak suretiyle ahirette
mizanınıza yazık etmeyesiniz diye O Rahmân, mizanı koydu ve göğe yükseklik
verdi.
10. Arzı da
alta koydu, tevazulu (alçak gönüllü) kıldı, aşağıya serdi. Enâm için. Enâm,
lugatta halk, yahut cin ve insan yahut yer yüzünde ki yaratıklar demektir.
Yerin bu şekilde aşağıya konulması, üzerinde bulunan yaratıkların menfaati
içindir.
11. Şöyle
ki: Onda bir çok meyva vardır. Mahlukatın özellikle insanların faydalanabilmesi
için bir çok meyva vardır. Ve ekmamı olan hurma ağacı vardır. Ekmâm, kâfın
kesriyle "kimm"in çoğuludur ki, meyvanın çiçeğinin üzerindeki kabcık, tomurcuk
demektir. Yahut kâfın fethiyle "kemm"den çoğul olarak örtmek anlamını ifade
etmesi sebebiyle, lifleri, dalları ve kabcıkları gibi üzerini örten şeyler
demektir ki birisinde gelecek için çoğalma ve faydalarına, diğerinde de kurutmasına
işaret edilmiş demektir.
12. Ve çimli
daneler, buğday ve arpa gibi hububat ki, taze çim yaprakları içinde yetişir
ve o yapraklar kuruduğu zaman saman olur ve bu suretle hem kendilerinden hem
de yapraklarından istifade edilir. Hem de reyhan, ki koku alma organını temizler,
sinirlere ve ruha neş'e ve canlılık verir. Reyhan, güzel kokulu ve gönül açıcı
demek olup, bizim de reyhan dediğimiz nebat gibi koklanan güzel kokulu otların
hepsine denir. Bununla beraber İbnü Abbas'tan reyhanın burada rızık mânâsına
olduğu da nakledilmiş. Nitekim bir a'rabiye nereye gidiyorsun? diye sormuşlar
o da: "Allah'ın reyhanından yani rızkından istiyorum." diye cevap vermiş.
Rızkın insana rahatlık vermesi, yahut ekmek kokusunun özellikle acıkmış olanlara
her kokudan daha güzel gelmesi, reyhan ile rızık arasındaki münasebeti ortaya
koymaktadır. Buna göre maksat, Zemahşeri'nin de dediği gibi, dânenin çimli
yapraklarına karşılık özü demek olur. Hamza, Kisâ'i ve Halef-i âşir kırâetlerinde
nasb ile şeklinde okunması, ihtisas üzere fiilin hazfedilmesinden dolayıdır.
"Taneyi yarattı." Takdir edenler olmuşsa da "Özellikle taneyi..."takdiri bizim
zevkimize göre daha mülayimdir ki, bu durumda mânâsı, hele o çimli daneler
ve o hoş reyhan (koku) demektir.
13. İmdi Rabbinizin
nimetlerinin hangisini yalanlıyorsunuz? "Fâ" kendisinden sonra geleni önce
geçene uygun olarak sıralamak içindir. Âlâ, Necm Sûresi'nde geçtiği üzere
nimetler ve lütuflar demek olup müfredi 'dür.
Nimeti yalanlamak,
inkâr ile nankörlük etmektir. Nimetin nimet olmasını inkar veya nimeti verene
nisbetini inkâr veya her ikisini inkâr mânâsını ifade eder. Mesela hem Kur'ân
öğretiminin bir nimet olduğunu hem de bunun Allah'ın bir nimeti olduğunu inkâr
ederler. Yaratılışın, lisanın, yer ve göğün, adalet ve mizanın nimet olduğunu
inkâr edenler de bulunmaktadır. Meyvaların, yiyeceklerin ve koklanacakların
nimet olduğunu inkâr etmeseler de özellikle Allah'a nisbetini açıkça veya
işaretle inkâr edenler de çoktur. Hitab, aşağıda açıklanacağı üzere ins ve
cinne olduğu içindir ki, yaratıkların hepsi buna dahildir. Rab isminin açıklanması
da, azarlama da şiddet ifade etmektedir. Yani ey o yaratıkların gizli ve âşikâr
iki kısmını teşkil eden insanlar ve cinler! Şimdi siz bunları işittikten sonra
Rabbiniz Rahmân Teâlâ'nın şu dinleyip gördüğünüz türlü nimetlerinden hangi
birine yalan deyip de nankörlük edersiniz! Hiç böyle bir nimet sahibine nankörlük
edilir mi? İbnü Ömer ve Câbir (r.a)'den rivayet edilmiştir ki, Hz. Peygamber
(s.a.v) ashabına er-Rahmân Sûresi'ni okuduğunda onlar sükût ettiler. Buyurdu
ki, niye ben cinnilerden, sizden işitmediğim güzel cevaplar işitiyorum? Cinlerin
gecesinde ben bu sûreyi onlara okumuştum da âyetini her tekrar ettiğimde "Hayır
nimetlerinden hiçbir şeyi yalanlamayız, Ey Rabbimiz hamd sana." dediler. Bunun
için Rahmân Sûresi okunurken dinleyenlerin her âyeti okundukça öyle söylemelerinin
mendub olduğu nakledilmiştir.
14. İnsanlar
ve cinlerden her birinin özellikle kendi yaratılışlarıyla ilgili nimetin şükrünü
yerine getirmemelerine karşı kınamaya mukaddime yapılmak üzere her birinin
yaratılışlarının başlangıç ve esasını beyan ile buyuruluyor ki: (Allah) insanı
fehhâr gibi bir salsalden yarattı. İbtidâ içindir. Salsal, tıngır tıngır ses
veren kuru çamur demektir. Fehhâr, iyi pişkin saksı, yani fağfur (porselen)
gibi çın çın ses verecek kadar kurumuş, hayattan o derece uzak kuru topraktır
ki, insanın ilk çıkış yeri olan arz, güneşin sıcaklığı karşısında bu derece
hayattan uzak iken Allah Teâlâ ondan tavırdan tavıra bir sülale (soy) seçerek
insanı yarattı. (Bakara, Al-i İmran, Hicr, Mü'minûn Sûrelerine bkz.)
15-16. Cânnı
da yarattı. Cânn, nûn'un şeddelenmesiyle cin demektir. Mâlih ile milh gibi,
ikisi de vasıftır. Veya cin milh gibi cins ismi, cânn da, mâlih gibi sıfat
ismidir. Yahut burada insandan murad, Âdem (a.s.) olduğuna göre cânndan murad
da, cinnin babası demektir. Bazıları bunu Mücâhid'den İblis değil, cinnin
babasıdır diye nakletmişlerdir. Bizim kanaatimize göre başlangıç itibarıyla
bütün insan cinsi salsalden yaratılmış olduğundan insandan kasıt, Âdem değil
insan cinsi olduğu gibi, Cânn'dan kasıt da cin cinsidir. Aşağıda da "İnsan
ve cin..." diye ikisi de cins olarak zikrolunacaktır. Hicir Sûresi'nde "Cinleri
de daha önce zehirli ateşten yaratmıştık." (Hîcir, 15/27) buyurulduğuna göre,
demek ki Allah Teâlâ, insanı yaratmadan önce cânn yahut cin denilen gizli
mahlukları yaratmıştı. Bir mâriç ateşten, birinci ibtidâiyye, ikinci beyaniyye
olarak bir mâric ateşten demektir. Burada mâric iki mânâ ile tefsir edilmiştir.
Bazıları asıl mânâsı, ızdırap anlamını ifade eden merec'den, halis ateş ya
da dumansız sâfi alev demek olduğunu söylemişler, bazıları da merec'in asıl
mânâsının ihtilât (karışma) olması itibariyle, mâric'in muhtelit (karışık)
dumanlı bir ateş olduğunu ifade etmişlerdir. Hicir Sûresi'nde geçen "nâri's-semûm"
tâbirine (Hicr, 15/27) muhtelif mânâsı daha uygun düşmektedir. Şu kadar var
ki, muhtelit, yalnız duman karışık demek gibi ibtidâi bir mânâya olmayıp,
"semûm" anlamına da uygun olmak üzere her şeye nüfuz edebilen ve karışan mânâsında
ateşin hakikatini ifade etmiş olsa gerektir. Bundan başka mâric "merc"den
müteaddi olarak haltedici yani karıştırıcı mânâsına da gelebilir ki bu da
ateşin, yani hararetin eşya üzerindeki kimyevî bir özelliğini belirtmiş olur.
Kısaca demek oluyor ki, insan yaratılmadan önce güneşte veya arzın başlangıç
durumunda olduğu gibi çalkalanıp duran ızdıraplı ve çoşkun bir halde bulunan
saf bir ateş, veya elektrik halinde olduğu gibi her şeye karışabilen bir ateş
veyahut eşyayı birbirine karıştırmak özelliği taşıyan bir ateşten, biz insanların
gözüne âdet olduğu vechile görünmeyen gizli bir takım hayat kuvvetleri, hayati
unsurlar yaratılmıştır ki, bunlara cânn ismi verilmektedir.
17-18. Hem
iki doğunun Rabbi, hem iki batının Rabbidir O yaratıcı Rahmân, yani yalnız
insan ve cinnin başlangıçtan yaratıcısı olmakla kalmayıp, bütün varlık yönlerinin
hatta varlık ve yokluk nimetlerinin hepsinin sahibi ve bütün tekamül (gelişme)
mertebelerinin Rabbidir. Âyette geçen iki doğu ve iki batı tabirlerinde de
bir kaç mânâ vardır. Birincisi, "Güneş ve ay bir hesap iledir." âyetinden
anlaşılacağı gibi güneş ve ayın doğuları ve batıları demektir. İkincisi, yaz
ve kış mevsimlerinde günlerin uzayıp kısalmasına göre olan doğular ve batılardır.
Bu durumda gerçi hergün için ayrı bir doğu ve batı varsa da, en son noktalarını
zikretmekle aralarındakileri de içine aldığı anlaşılmaktadır. Nitekim "bütün
doğu ve batı O'nun" denildiği vakit, bunlar arasında kalan bütün yönler de
kasdedilmiş olmaktadır. Üçüncüsü, nev'i kasdedilerek gerek güneş ve gerek
diğerlerinin doğusu demek olabilir ki, bununla bütün cisimlerin doğu ve batısına
işaret edilmiş olur. Dördüncüsü arzın, kürevî olması nedeniyle her yarısına
nazaran bir doğu ve batıya işaret edilmiş olur ki, bunda doğu kabul edilen
bir nokta aynı zamanda batı ve batı kabul edilen nokta da aynı zamanda doğu
olmuş olur. Beşincisi de, güneş ve ay gibi görünen ışıklarla, akıl ve şuur
gibi görünmeyen ışıkların doğuş ve batış noktalarına işaret olabilir ki bunu,
bir yönüyle üçüncü kısma dahil etmek de mümkündür. Bunlardan hangisi olursa
olsun, asıl kasdedilen mânâ, Allah'ın var olan ve olmayan bütün nimetlerin
sahibi ve yöneticisi olduğunu beyan etmektir. Görülüyor ki bu âyetler, hem
nimeti hem kudreti hatırlatmaktadır. Nimeti tenbih, şükrü gerektirir, kudreti
tenbih de, nankörlüğe karşı kınamayı takviye eder.
19. Evet iki
denizi mercetti (salıverdi) . Burada merc müteaddidir . mânâsınadır ki, salıverdi
demektir. Bu da esas itibariye karıştırmak mânâsına gelirse de, bu ayrı bir
kullanmadır. Bu iki deniz hakkında misal olmak üzere çeşitli yorumlar yapılmıştır.
Önce Furkan Sûresi'nde geçen "O, iki denizi birbirine salmıştır. Bu, tatlı
ve susuzluğu giderici; şu tuzlu ve acıdır. Ve ikisinin arasına birbirine kavuşmalarına
engel olan bir perde koymuştur."(Furkân, 25/53) âyetine mutabık olmak üzere
biri tatlı diğeri acı iki derya denilmiş. Mesela Şap denizine Nil, Basra Körfezi'ne
Dicle dökülmüş olduğu gibi, diplerindeki suların birbirlerine kavuşması ile
beraber birden bire diğeri ile karışmaksızın bir hayli mesafeleri uzayıp giden
büyük sularla temsil edilmiştir. Buradaki iltikâ (karşılaşma) fiilî olarak
birbirine temas mânâsına gelmektedir. İltikâ, temas edecek şekilde yakınlık
ve komşuluk olarak da yorumlanabilir. Bu, acı denizin altında veya yakınında
yer alan su hazineleri şeklindeki düşünceye de uygun olabilir. İkincisi, her
ikisinin suyu da acı olmak üzere bir zamanlar Faris Denizi adı verilen Hint
Okyanusu ile Rûm denizi denilen Akdeniz ile temsil edilmiştir ve aralarındaki
engel Arabistan yarımadası veya karşılaşmak üzere bulundukarı Süveyş engelidir.
Buna göre : "o iki deniz, birleşeceklerdir" mânâsına da yorumlanabilir ki,
bu da Süveyş kanalının ileride açılacağını göstermektedir. "İkisinden de inci
ve mercan çıkar." (Rahmân, 55/22) âyeti de, bu ikinci mânâya daha yakın bir
anlam ifade etmektedir. Zira tatlı sudan inci ve mercan çıkması, biraz te'vile
dayalıdır. Üçüncüsü, gök denizi ve arz denizi denilmiştir ki denizlerle, bulutlar
veya daha geniş bir mânâ kasdedilmiş olabilir. Dördüncüsü, yeri etrafından
kuşatan dış denizle yerin kıtaları arasındaki iç deniz ki, bu iki deniz birbirine
kavuşurlar. Yer, aralarında bir engel halinde kalır, böylece taşıp da o yeri
istilâ edemezler.
Beşincisi,
"maşrikayn ve mağribeyn" (iki doğu ve iki batı)de geçtiği üzere acı, tatlı,
iç dış, semavî ve arzî hatta hakikat ve mecaz her iki nev'iyle deniz de demek
olabilir ki en genel anlamı budur. Bu suretle işarî mânâ olarak cismanî (maddi)
âlem ile ruhanî (manevî) âlem anlamı da bulunabilir ki aralarında mevcut olan
berzah da, hayal ve gölge alemi olmuş olur. Kavuşurlar. Bu cümle ya istinâfiyye
(başlangıç) ya da hal cümlesidir. Mânâsı, kavuşurlar yahut karşılaşırlar.
Veyahutta öyle bir halde salmıştır ki, kavuşacaklardır veya kavuşuyorlardır.
20. Fakat
"aralarında bir berzah vardır." Berzah, esasen iki şey arasında bulunan engel
ve ayırıcı sınır demektir. Coğrafya ıstılahında bilindiği gibi iki deniz arasında
bulunan karaya denir. Berzah, burada ya bu anlamı ifade etmektedir, ya da
kudretten herhangi bir sınır mânâsınadır. Aralarında bir berzah bulunduğundan
dolayı o iki deniz birbirine geçmezler. O berzahı, o haddi aşıp da diğerinin
yerini işgal edecek, özelliğini ortadan kaldıracak bir zulüm ve tecavüz yapmazlar,
yapmaya meydan bulmazlar
21. Fakat
"aralarında bir berzah vardır." Berzah, esasen iki şey arasında bulunan engel
ve ayırıcı sınır demektir. Coğrafya ıstılahında bilindiği gibi iki deniz arasında
bulunan karaya denir. Berzah, burada ya bu anlamı ifade etmektedir, ya da
kudretten herhangi bir sınır mânâsınadır. Aralarında bir berzah bulunduğundan
dolayı o iki deniz birbirine geçmezler. O berzahı, o haddi aşıp da diğerinin
yerini işgal edecek, özelliğini ortadan kaldıracak bir zulüm ve tecavüz yapmazlar,
yapmaya meydan bulmazlar
22. inci,
özellikle iri inci ve mercan. Lisanımızda da mercanın kırmızısı meşhurdur.
Bilindiği gibi inci ile mercan, hem süs eşyası olarak kullanılır hem de ticaret
nimetlerindendir.
23. inci,
özellikle iri inci ve mercan. Lisanımızda da mercanın kırmızısı meşhurdur.
Bilindiği gibi inci ile mercan, hem süs eşyası olarak kullanılır hem de ticaret
nimetlerindendir.
24-25. O denizde
inşa edilmiş akıp gidenler O'nundur. Cevârî, akıcı mânâsına câriyenin çoğuludur
ki gemiler demektir.
Münşeât, iki
mânâ ile tefsir edilmiştir. Birincisi, bilindiği üzere inşa edilmişler demektir
ki, gemilerin inşasının ehemmiyetini ve bunun Allah'ın bir nimeti olduğunu
gösterir. İnsanlar tarafından inşa edilmiş olması, "Oysa sizi de, yaptığınız
(bu şeyler)ı da Allah yaratmıştır." (Saffât, 37/96) âyetine göre onların,
Allah'a ait olmasına mani değildir. İkincisi yelkenleri açılmış mânâsına da
tefsir edilmiştir. Çünkü inşa, yükseltmek, yukarı kaldırmak mânâsına geldiği
için, münşeât, yükseltilmiş demektir. Gemiler hakkında kullanıldığında bu
vasıf, yelken açmış veya bayrak açmış anlamını ifade eder. Şu teşbih de, buna
da bir işaret vardır. Alemler gibi, yani dağlar gibi burada alem, dağ mânâsına
olmakla beraber, bayrak ve alâmet mânâsına da gelebilir. Evet, inşa edilip
de denizde akıp giden, o inci ve mercan gibi nice faydalı şeyleri taşıyan
o dağlar gibi gemiler de Allah'ın nimetlerindendir. Mamafih "cevâri'l- münşeât"
vasfı, gök deryasında yüzüp duran bütün gök cisimlerinin Allah Teâlâ'nın kudret
delillerinden olarak denizde yüzüp giden gemiler gibi akıp gittiklerini de
ifade etmeye müsaittir. Bu durumda gelecek âyete de bir girizgâh (maksadı
beyan için uygun söz) olmuş olur. Şöyle ki:
Meâl-i Şerifi
26. Yer üzerinde
bulunan her şey fânidir.
27. Yalnız
celâl ve ikram sahibi Rabbinin yüzü (zâtı) baki kalacaktır.
28. Şimdi
Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?
29. Göklerde
ve yerde bulunanlar, O'ndan isterler. O, her gün yeni bir iştedir.
30. Şimdi
Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?
31. Ey insan
ve cin! sizin de hesabınızı ele alacağız.
32. Şimdi
Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?
33. Ey cin
ve insan toplulukları! Göklerin ve yerin çevresinden geçmeye gücünüz yeterse
geçin gidin. Ama Allah'ın verdiği bir güç olmadan geçemezsiniz.
34. Şimdi
Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?
35. Üzerinize
ateşten alev ve duman gönderilir, kendinizi savunamazsınız.
36. Şimdi
Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz
37. Gök yarılıp
da, erimiş yağ gibi kıpkırmızı bir gül olduğu zaman...
38. Şimdi
Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?
39. İşte o
gün, ne insana ne de cinne günahından sorulmaz.
40. Şimdi
Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?
41. Suçlular
simalarından tanınır, alınlarından ve ayaklarından tutulur.
42. Şimdi
Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?
43. İşte bu,
suçluların yalanladığı cehennemdir.
44. Onunla
kaynar su arasında dolaşırlar.
45. Şimdi
Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?
26. "Yer üzerinde
bulunan herşey fanîdir." Buradaki zamiri, "cevâri" dolayısıyla yahut doğrudan
doğruya yukarıdaki (10. âyete) arza râcidir. Yani o arz üzerinde bulunan her
kim olursa olsun hepsi yok olucudur. Gerek o gemilerdekiler, gerek diğerleri
hepsi de su üzerindeki o yüzen gemiler gibi akıp akıp yokluğa gidecekler ve
öleceklerdir.
27. Ey muhatab!
Rabbinin yüzü ise bâki kalır O celâl ve ikram sahibi, deki vechin, "O'nun
zâtından başka her şey helak olacaktır.." (Kasas, 29/88) âyetinde olduğu gibi
Allah'ın zâtı mânâsına olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü zül-Celâl ve'l-ikrâm
sıfatı "zû" diye merfu (ötreli) olarak "vech" kelimesine sıfat yapılmıştır.
Eğer öyle olmasaydı sûrenin sonunda geleceği şekilde "zi'l-celâli ve'l-ikram"
diye cer (esre) ile Rabba sıfat yapılması gerekirdi. Bununla beraber başka
mânâlar da verilmiştir. Kâdî Beydâvî vechi, zât ile tefsir ettikten sonra
şöyle demiştir: "Varlıkların cihet (sebeb) ve vecih (zât)lerini araştırmış
olsan hepsini fâni bulursun, ancak vechullah yani Allah'ın yüzü müstesnâ ki
bu, "O'nun cihetine (tarafına) yönelen yüz", yahut cihetine O'nun sahip olduğu
yüz demektir." Hâşiyesinde Şihâb bunu şöyle izah etmiştir: "Bu, başka bir
tefsir şeklidir. Burada vech, zattan mecazdır. Organ mânâsına değil, belki
kasdedilecek ve kendisine yönelinecek cihet (taraf-yön) mânâsınadır." Üstadımız
Makdisi (k.s.) de der ki: "Hadd-i zatında yok olanda asıl, kendi zâtı itibariyle
bulunduğu hal üzere kalması, yani yok olmasıdır. Ancak Allah'ın sahip olduğu
cihet, yani lütfuyla yakınlık gösterip kendi katından o şeyi feyizlendirdiği
cihet müstesnâdır. Şu halde mânâ şudur: Hakk'ın dışındaki her şey fânidir.
Yani aslında yok olmayı kabul etmektedir. Allah ona nazarı ve varlık elbisesini
feyziyle giydirmeseydi, onun için varlık şerefi mümkün olmazdı. Bulunduğu
hal üzere kalır, ortaya çıkmamış olurdu. Demek ki Hakk'ın ona nazarından sonra
ancak varlık alemine geçmiş aslında Hakk'ın kendine nazarı ile kendisi için
sabit olan yokluk üzere kalmamıştır. Şu halde bazı tefsirlerde olduğu gibi
vech ile amel-i sâlih kasdedilmiş de olabilir. kavlinin mânâsı da şudur: Onunla
Allah'a yaklaşılır ve yönelmeyi bize emrettiği cihet kasdedilir. O yokluk
meydanında iken kul, onu emre uyarak işleyince Allah o kula mükafatını verinceye
kadar onu, kul için dâim kılar. Diyebilirsiniz ki: O, kabul ile yokluğu kabul
etmez oldu, çünkü ceza, onun yerine geçmiştir, O ise, bâkidir. Âlimlerimizden
bazıları da şöyle dedi: "O yok olmamakla vasıflanan vech (yüz) Allah Teâlâ'nın
varlıklara kayyumiyetidir (özdenliğidir). Ve o, Hak Teâlâ'nın zâtında yokluğu
kabul etmeyen bir sıfatıdır. Biz vech sıfatına Allah Teâlâ'nın haber verdiği
şekilde iman ederiz. Selef mezhebinin yolundan giderek "vech", "yed" gibi
sıfatları ispat eder, keyfiyeti yahut te'vili ile uğraşmayız, dediğimiz takdirde
de bu sıfatı, esasında yokluğu kabul etmez şeklinde tavsif etmiş oluruz ki,
bu da, sahihtir. Bazı ârifler de demişler ki, Muhakkikler (hakikatı araştıran
âlimler)i, Allah Teâlâ'dan başkasına şehadet etmekten yüz çevirdiler. Çünkü
Allah, onları varlık delilleri ve daimi bir bilgi ile donatmıştır. İbnü Ata
demiştir ki; varlık hep karanlıktır. Varlığı, ancak Hak Teâlâ'nın onda görünmesi
nurlandırmaktadır. Binaenaleyh her kim varlığı görür de onda veya onun yanında
veya ondan önce ya da sonra ona şehadet etmezse, o nurlardan yoksun kalmış,
kendisinden bilgi güneşleri, bulutlarla gizlenmiş olur. Kısacası Allah'ın
yüzü, eşyanın veya insanların Allah'a bakan yüzü, yani kendi zâtlarına nazaran
değil de Allah'ın rubûbiyyetinden (Rab sıfatından) ve yansımasındaki feyzinden
istifade etmeleri sebebiyle ona nisbet edilmeleri, ilimdeki eşyanın sabit
olan sûret ve hakikatleri ile gelecek kader görüntüsü gibi bir mânâ ile de
düşünülebilirse de, burada vechin, zü'l-celâl ve'l-ikrâm sıfatı ile vasıflanması,
bütün bu düşüncelerin hepsine mânidir. Bununla ancak Allah Teâlâ'nın zât-ı
kibriyâsı vasıflanabilir. O halde "Rabbinin yüzü." "Rabbinin zatı." demek
olunca "Rabbin kalır." denilmekle yetinilmeyip de zatın vech ile ifade edilmesinin
nüktesi ne olabilir? diye bir soru hatıra gelebilir. Bunun nüktesi, zâtın
yalnız gizli ve mücerred zât olarak değil, sıfat ve rubûbiyyetinin görünmesi
ve yansıması itibariyle dahi bâki oluşunu göstermektedir. Bunu kayyumiyet
(ebedilik) sıfatı ile ifade edenler de bu nükteyi anlatmak istemişlerdir.
Özellikle şu iki sıfatla vasıflandırmak da bunu te'yid etmektedir. Yani Rabbinin
bâki kalacak olan yüzü, şu iki sıfatla vasıflanmaktadır. Ki hem celâl hem
ikram sahibi. Karşısında hiçbir şey kendi kendine tutunamayacak, azamet ve
celâli ile her şeyi kahr ve yok edebilecek derecede büyüklük ve mutlak ihtiyaçsızlık
sahibi, hem de yok olan ve yok olacaklara hayat vererek bağış ve ihsanına
nâil kılacak tam bir lütuf sahibidir. Burada zikri geçen Celâl ve ikram, gelecek
âyetlerle açıklanacaktır. Rağıb el-İsfahânî der ki: "Bu zü'l-Celâl ve'l-ikram
sıfatı Allah'a mahsus olan ve ondan başkası için kullanılmayan sıfatlardandır.
Binaenaleyh Allah Teâlâ'nın en hususî vasıflarındandır." Tirmizî'nin Enes'ten,
Ahmed b. Hanbel'in Rebia b. Âmir'den merfu olarak rivayet ettikleri şu hadis
de buna işaret etmektedir. "Yâ ze'l-Celâli ve'l-İkram"a devam edin, dualarınızda
onları çok söyleyin." demektir. Yine Tirmizî, Ebu Dâvud ve Nesâî Enes'ten
rivayet etmişlerdir ki söz konusu sahabî Peygamber (s.a.v)'le beraber bulunuyordu,
bir adam da namaz kılıyordu. Sonra dua etti de şöyle dedi: "Ey Allah'ım senden
istiyorum, hamd sanadır, senden başka ilâh yoktur, sen ihsanı bol olan, semavatı
ve arzı yaratan, celâl ve ikram sahibisin. Ey hayy ve kayyum olan Allah'ım."
Bunun üzerine Hz. Peygamber buyurdu ki biliyormusunuz bu zât ne ile dua etti?
Onlar da Allah ve Resulu en iyisini bilir dediler. Resulullah buyurdu ki:
"Nefsimi kudret elinde tutan Allah'a yemin ederim ki O, Allah'a en büyük ismiyle
dua etti. O, ism-i azam (en büyük isim) ki onunla çağrıldığı zaman cevap verir,
ve onunla istenildiği vakit ihsanda bulunur."
28. Şimdi
Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlarsınız? Yani sizler fâni olduğunuz halde,
sizin yok olmanızdan sonra bile ikramı devam eden Rabbinizin hangi nimetlerine
nankörlük edersiniz?" Buradaki "Fa" evvelki âyetin mânâsıyla ilgilidir. Çünkü
fenâ, bekânın, ebedi hayatın sürekli nimet ile sevabın bir kapısı olmuş oluyor.
Teybî demiştir ki, "Geçen âyetten murad, mânâsının içeriğidir. Zira o, bir
ceza ve mükafat vaktinin geleceğinden kinayedir. Onun için bilhassa celâl
ve ikram zikredilmiştir. Bu sıfatlar ceza ve sevaba delalet ederler. Cezayı
hatırlatmakdan maksat da, günahı, gerektiren fiillerden kulları sakındırmaktır.
Bu gibi sakındırmalar ise, ayrıca bir nimettir. İşte "Hangi nimet?" hitabı,
bu nimetlere teşvik içindir." Bunu şöyle de anlayabiliriz, Allah'ın celâlinde
de nimet, ikramında da nimet vardır. Yahut şöyle diyebiliriz; Allah'ın celâlinden
nasıl korkmaz, ikramına nasıl talib olmaz da nimetlerine nankörlük edersiniz?
29-30. O
celâl ve ikramı izah konusunda cümle-i istinâfiyye (başlangıç cümlesi) veya
hâliyye (hâl cümlesi) ile buyuruluyor ki: Göklerde ve yerde olan her kes O'ndan
ister, gerek sonradan meydana gelmeleri ve gerekse aynı hal üzere kalmaları
ve diğer halleri itibariyle muhtaç oldukları her dileği ondan isterler. Gerek
davranışla ve gerek sözle olsun daima ondan ister dururlar. Çünkü kendi kendilerine
ve mümkün olan hakikatlerine nazaran var olmaya asla hakları yoktur. Bu yüzden
her an O'ndan isterler.
O hergün bir
iştedir. Ya celâle veya ikrama bağlı bir iştedir ki, onlara istediklerini
vermek de bu cümledendir. Zira Hak Teâlâ üstün hikmetlerine dayalı dileği
gereğince her an nicelerini yok eder ve nicelerini var eder, nicelerini de
zengin kılar, bazı halleri giderir, bazılarını getirir. İbnü Mâce, İbnü Hibbân
ve daha bazı hadis âlimleri, Ebu'd-Derdâ (r.a.)'dan rivayet etmişlerdir ki,
Hz. Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmuştur: "Günahları affetmek, sıkıntıları
gidermek ve birtakım insanları yükseltip, bir takımlarını alçaltmak da O'nun
şânındandır". Bezzâr'ın rivayetinde dualara icabet (kabul) etmek ziyadesi
de vardır. cümlesi, iki mânâ ile tefsir edilmiştir. Birisi gün, mutlak vakit
mânâsına olarak her saat, her an diye açıklanmıştır. Bir de İbnü Uyeyne ve
Hasan-ı Basri'den nakledildiği üzere Allah Teâlâ'ya göre zaman iki günden
ibarettir. Birisi dünya birisi ahirettir. Her birine göre de Allah'ın bir
şe'ni (işi) vardır. Dünyadaki işi, emir ve nehiy, ahiretteki işi de, hesâb
ve cezadır.
31-32. Nitekim
ahiretteki işi beyan için buyuruluyor ki sizin için boş kalacağız. Ferağ,
lugatta boşalmak demektir. Buna göre bir meşguliyetten boşalmak sonradan bir
meşguliyeti gerektirir. Halbuki Allah Teâlâ'yı hiç bir iş, diğer işten alıkoyamayacağı
için burada özellikle ahiret işleri olan hesap ve cezayı ifade etmek üzere
bu suretle bir istiâre veya kinaye yapılmıştır. Yani bugünkü dünya işleri
geçecek, bu dünya hayatı ve nimetleri yok olacak, bu mühletler, hoşgörüler
tükenecek, yarın Allah'a dönüşle mücerred sorumluluk hesap ve ceza için huzura
geleceksiniz de sırf sizin işinize bakılacak, sizin sorumluluğunuzun gereği
yapılacaktır.
33. Ey sekelân.
Sekalân yahut sekaleyn iki sekal; bundan sonraki âyette de açıklanacağı üzere
insan ve cinnin bir adıdır. Sekal, yük ve ağırlık demektir. İsimlendirme şekli
anlatılırken deniliyor ki: Arz bir yüklü hayvana insan ve cin de ona yükletilmiş
iki ağır yüke benzetilerek bu isim verilmiştir. Buna göre yer yüzünde insan
ve cinden başka mahlukat, ilave kabilinden demek olur ki, iki denk (yük) arasına
konulan fazlaya veya takılan takıya ilave denilir. İnsan ve cin yeryüzünde
gizli ve açık hayatî kuvvetler olması itibarıyla onun esaslı ağırlığı gibi
düşünülmüş demek olur. Bir de yer üzerinde ağırlıkları veya görüşlerinin ağırlıkları,
itibar ve şöhretlerinin önemi ve büyüklüğü hasebiyle o ismi aldıkları söylenmiştir.
Bundan başka sorumlulukla kendilerine ağırlık verilmiş olduğu için bu ismi
almış olabilirler. Ayrıca günah ile ağırlaşmasından dolayı bu ismin verildiği
nakledilmektedir. Bir hadisde "Ben sizin içinizde iki ağırlık bıraktım, biri
Allah'ın kitabı, biri de ıtretim (zürriyetim)." buyurulmuş ve bunda sakalân
tabiri kitabullah gibi itibar ve şöhreti büyük olan manevî ağırlıklar hakkında
kullanılmış bulunduğuna göre bu mânâ, üçüncü hususa uygun olabilir. Yani insan
ve cinne maddî taraflarından ziyade manevî şerefleri itibarıyla sakalân isminin
verilmiş olması tercihe şâyan görünmektedir.
34. Yani yarın
böyle hesâb gelip çatacakken gerek bugün içinde bulunduğunuz hayat nimetlerine
ve gerek yarının ceza ve mükafatına nasıl nankörlük edersiniz? Yahut bu uyarı
ve haberle nankörlükten sakındırmak dahi o nimetlerden birisi iken nasıl olur
da bugün nankörlük edip yarının o yüksek nimetlerinden mahrum kalır ve kendinizi
büyük tehlikelere sürüklersiniz? Bu suretle bir ceza gününün geleceği anlatıldıktan
sonra Allah Teâlâ'nın hüküm ve saltanatından çıkıp kaçmanın imkan ve ihtimali
bulunmadığı ve binaenaleyh yok olmakla hesâb ve cezadan kurtuluşa çare bulunamayacağını
anlatmak için buyuruluyor ki ey cin ve insan topluluğu, bununla sekalân da
tefsir edilmiş oluyor. Yani ey cin ve ins cemaati O semavât ve arzın aktarından,
göklerin ve yerin hudud ve uzaklıklarından çıkıp gitmeğe gücünüz yeterse,
yani Allah Teâlâ'nın mülkünden, hüküm ve saltanatı altından kaçabilirseniz
haydi çıkıp gidin, mümkünse kendinizi kurtarın. Bu emir onları aciz bırakmak
içindir. Fakat çıkamazsınız bir sultan olmadıkça, yani bütün o göklerin ve
yerin kuvvetlerini mağlup edecek başka bir kuvvet ve saltanat olmadıkça çıkamazsınız.
Zaten öyle bir kuvvetiniz de yoktur. Cin ve insan, kendilerine sekalân ismi
verilecek kadar itibar ve şöhrete sahip olmakla beraber, bütün şu yer ve gök
kuvvetlerinin üstüne çıkacak derecede bir kuvvet ve saltanatı elde etmiş değillerdir.
Onun için çıkamazsınız. Daha doğrusu Allah Teâlâ tarafından bahşedilecek bir
kuvvet veya bir emir olmadıkça çıkamazsınız, kaçamazsınız, denilmektedir.
Şu halde Rabbinizin
hangi nimetlerini yalanlayabilir ve inkâr edebilirsiniz? Yani her nereden
bakılsa onun hüküm ve saltanatının hududundan çıkmak imkanı olmadığı halde
ona karşı nasıl küfür ve nankörlük etmeğe cesaret edersiniz? Ancak çıkmağa
kalkışıldığı takdirde ne olur? Denilirse, bunun cevabı şöyle verilir.
35-36. Üstünüze
ateşten yalın bir alev salınır. Ve bir bakır, yani erimiş bakır, yahut bakır
gibi kızıl bir duman, veya zehirli bir duman ki hem yakar hem boğar "da her
ne yapsanız bundan kurtulamazsınız." Kendinizi savunamaz ve kaçıp gidemezsiniz,
yakalanır ve yakılırsınız. Ebû Hayyan "Bahr" de der ki: "Bu ifadeden maksat,
cin ve insanın acizliğini göstermektir." Yani kaçamayacaklarını beyan etmektir.
Lakin dikkat edilmesi gereken bir husus şudur ki, bu tehdit tarzı zamanımızdaki
topların, uçak bombalarının ateşlerini andırır şekilde bir tasvir fikri vermektedir.
İbnü Ebî Şeybe'nin bu âyetle ilgili olarak Dahhak'tan yaptığı bir rivayete
göre: Bu, dünyada da vuku bulacak, batı tarafından bir ateş çıkacak insanları
hatta maymunları bir araya toplayacak, domuzlar da onların yattıkları yerde
yatacak, uyudukları yerde uyuyacaklardır. Buralarda hitabın gerektirdiği tehdit
bir lütuf ifade eder. Çünkü, itaat edenle isyan edeni ayırmak ve kâfirlerden
intikam almak da bir nimettir. Mamafih bu görüşleri takdir etmek suretiyle
hal cümlesi olarak yukardaki âyete bağlamak da mümkündür. Yani onlara böyle
söylenerek ateş salınır.
37. Sonra
da gök bir yarıldı mı yani kıyamet kopmaya başlayıp gök dürülmek üzere çatladığı
çatlayıp da bir gül olduğu, kıpkırmızı bir gül gibi kızarmış bir halde yağ
gibi eridiği zaman.. şartiyyedir, cevabı mahzuftur. Yani şimdi tafsilatını
anlayamayacağınız, beyana sığmaz ne dehşetler, ne inkılablar olacaktır.
38. Böyle
iken şimdi Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlayabilirsiniz? Zira o, korkunç
dehşetli inkılâb günlerini haber vererek kurtuluşa götürmek ve terbiye için
hatırlatmada bulunmak dahi ilâhî lütuflardandır. Yahut o günler, o yalanlayanların
cezasını vermek için böyle hitabı ceza ile azarlayarak gelecektir.
39-41. İşte
o gün gök yarılıp olacaklar olduğu gün ne insan ne de cin günahından sorulmaz.
Yani suçlu olup olmadığının anlaşılması için şuradan buradan sorularak araştırılmaya
ihtiyaç yoktur. Günahlı ile günahsız karıştırılmaz. Çünkü hepsi tesbit edilmiştir.
Şimdi açıklanacağı gibi suçlular, yüzlerinden tanınırlar. Demek ki hesâb ve
sorumluluk yok değil, Lakin o gün suçlunun şahsını tanımak için soru sorulmaz.
42. Buralarda
hitabın gerektirdiği tehdit bir lütuf ifade eder. Çünkü, itaat edenle isyan
edeni ayırmak ve kâfirlerden intikam almak da bir nimettir. Mamafih bu görüşleri
takdir etmek suretiyle hal cümlesi olarak yukardaki âyete bağlamak da mümkündür.
Yani onlara böyle söylenerek ateş salınır. Sonra da gök bir yarıldı mı yani
kıyamet kopmaya başlayıp gök dürülmek üzere çatladığı çatlayıp da bir gül
olduğu, kıpkırmızı bir gül gibi kızarmış bir halde yağ gibi eridiği zaman..
şartiyyedir, cevabı mahzuftur. Yani şimdi tafsilatını anlayamayacağınız, beyana
sığmaz ne dehşetler, ne inkılablar olacaktır. Böyle iken şimdi Rabbinizin
hangi nimetlerini yalanlayabilirsiniz? Zira o, korkunç dehşetli inkılâb günlerini
haber vererek kurtuluşa götürmek ve terbiye için hatırlatmada bulunmak dahi
ilâhî lütuflardandır. Yahut o günler, o yalanlayanların cezasını vermek için
böyle hitabı ceza ile azarlayarak gelecektir. İşte o gün gök yarılıp olacaklar
olduğu gün ne insan ne de cin günahından sorulmaz. Yani suçlu olup olmadığının
anlaşılması için şuradan buradan sorularak araştırılmaya ihtiyaç yoktur. Günahlı
ile günahsız karıştırılmaz. Çünkü hepsi tesbit edilmiştir. Şimdi açıklanacağı
gibi suçlular, yüzlerinden tanınırlar. Demek ki hesâb ve sorumluluk yok değil,
Lakin o gün suçlunun şahsını tanımak için soru sorulmaz. Suçlular, yüzleriyle
tanınırlar da bu sebeble perçemleriyle ayaklarından tutulurlar daha Türkçesi
yaka paça yakalanırlar. Rabbinizin hangi nimetlerine yalan derdiniz? diyerek
yakalanırlar. Yahut suçluların bu şekilde yakalanması suçlu olmayanlar için
bir nimet olur.
43. İşte bu
cehennem ki suçlular onu yalanlıyor ve yalan olduğunu söylüyorlardı.
44-45. Dönüp
dolaşıyorlar onunla o cehennem ateşi ile kızgın bir hamîm arasında Hamîm,
sıcak su Ân, son derece kızgın demektir. Diye suçlarının, küfür ve nankörlüklerinin
cezası çektirilir.
Zü'l-celâl
ve'l-ikramın celâl tecellileri (görüntüleri) bu şekilde beyan edildikten sonra
ikram tecellileri ifade edilmek üzere buyuruluyor ki:
Meâl-i Şerifi
46. Rabbinin
makamından korkan kimselere iki cennet vardır.
47. Şimdi
Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?
48. İkisinin
de çeşitli ağaçları, meyvaları vardır.
49. Şimdi
Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?
50. İkisinde
de akıp giden iki kaynak vardır.
51. Şimdi
Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?
52. İkisinde
de her türlü meyvadan çift çift vardır.
53. Şimdi
Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?
54. Astarları
atlastan yataklara yaslanırlar. İki cennetin de devşirmesi yakındır.
55. Şimdi
Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?
56. Oralarda
gözlerini yalnız eşlerine çevirmiş dilberler var ki, bunlardan önce onlara
ne insan ne de cin dokunmuştur.
57. Şimdi
Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?
58. Sanki
onlar yâkut ve mercandırlar.
59. Şimdi
Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?
60. İyiliğin
karşılığı, yalnız iyilik değil midir?
61. Şimdi
Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?
62. Bu ikisinden
başka iki cennet daha vardır.
63. Şimdi
Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?
64. (Bu cennetler)
yemyeşildirler.
65. Şimdi
Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?
66. İkisinde
de fışkıran iki kaynak vardır.
67. Şimdi
Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?
68. İkisinde
de her türlü meyva, hurma ve nar vardır.
69. Şimdi
Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?
70. İçlerinde
güzel huylu, güzel yüzlü kadınlar vardır.
71. Şimdi
Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?
72. Çadırlar
içerisinde gözlerini yalnız kocalarına çevirmiş hûriler vardır.
73. Şimdi
Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?
74. Bunlardan
önce onlara ne insan ne de cin dokunmuştur.
75. Şimdi
Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?
76. Yeşil
yastıklara ve hârikulâde güzel işlemeli döşeklere yaslanırlar.
77. Şimdi
Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?
78. Büyüklük
ve ikram sahibi Rabbinin adı ne yücedir!
46-47. Rabbinin
makamından korkan kimse için ise, Burada zikredilen makam kelimesi, mimli
mastar ya da mekân ismi olabilir. Mastar olduğunda da ya failine ya da mütaallakına
(bağlı olduğu kelimeye) muzaftır. Failine muzaf olması durumunda mânâsı, Rabbinin
makamı, âlemlerin Rabbi olan Allah Teâlâ'nın kıyamı ve her şey üzerindeki
hakimiyeti ve insanların bütün hallerine gözcü ve muhafız oluşu demektir ki,
"Her nefsin kazandığını gözetleyip muhafaza eden (hiç böyle yapamayan gibi)
olur mu?" (Ra'd, 13/33) âyetindeki kıyam gibidir. Mutaallakına muzaf olması
durumunda ise anlamı, insanların kıyamet günü hesap için Hak Teâlâ'nın huzuruna
duruşu demek olur. İsm-i Mekân olduğunda da bu mânâ ile Rabbinin huzurunda
duracağı yer demek olur. Yahut makam kelimesi, kinaye yoluyla "Rabbinden korkan"
mânâsında da yorumlanabilir. Korkudan kasıt, yalnız yürek çarpıntısı değil,
küfür ve nankörlükten sakınıp iman ve şükür ile itaat için saygı ve hürmet
göstermek demektir. Kısacası, rubûbiyyet sıfatını taşıyan, zü'l-celâl ve'l-ikram
sahibi Rabbinin celâlinden korkan, yahut kıyamet günü onun celâli karşısına
dikileceği makamını sayıp da korkan kimseler için de iki cennet vardır, ki
biri cismanî, biri rûhanî cennet yahut biri adn, biri naîm cenneti veya biri
dâru'l-İslâm biri dârû's-selam gibi mânâlara gelebilirler. Zikredilen iki
cennet için daha başka anlamlar da söylenmiş ise de kıyamet halleri görülmeden
bunların tafsilatı bilinemiyeceğinden daha fazla izaha girmek doğru olmasa
gerektir. İbnü Ebî Hâtim ve Ebu'ş-şeyh, Atâ'dan şöyle bir rivayeti naklederler:
"Ebu Bekr, (r.a.) bir gün düşünüp, kıyamet, mizan, cennet, nâr, meleklerin
dizilmeleri, göklerin katlanışı dağların serpilip dağılışı, güneşin dürülmesi
ve yıldızların parçalanışı hakkında fikir yürütmüş de, "Arzu ederdim ki, ben
şu yeşilliklerden bir yeşillik olsaydım, hayvanlar gelip beni yeselerdi ve
ben yaratılmamış olsaydım." demişti. İşte bunun üzerine âyeti nazil olmuştu."
Beyhaki Şuabu'l-îman'da Hasan-ı Basrî'den şu rivayeti zikreder: Hz. Ömer zamanında
bir genç, mescide ve ibadete devam ederdi, derken bir kızla birbirlerine aşık
olmuşlardı. Birgün kız tenhada yanına geldi, konuştular sonra gencin gönlü
onu çekti, bunun üzerine genç çığlıkla hıçkırdı ve arkasından bayıldı. Onun
bir amcası vardı, geldi onu yüklenip evine götürdü. Genç ayılıp kendine geldiği
vakit ey amca! dedi: "Ömer'e git benden selam söyle ve ona sor ki; Rabbinin
makamından korkan kimseye ne vardır? Bunun üzerine amcası gitti durumu Ömer'e
haber verdi. Ancak genç arkasından bir çığlıkla daha hıçkırıp vefat etti.
Hz. Ömer bu olaya vâkıf olunca "Sana iki cennet var, sana iki cennet." dedi."
48-49. İkisi
de efnân sahipleri, zevâtâ, zâta gibi, zâtın tesmiyesidir. Zira sâhibe mânâsına
zâtın aslı zevât olup tekil ile çoğulunu ayırmak için "Vâv" hazfedilmiştir.
Efnân, fen yahut fenen'in çoğuludur. Fenn, çeşit demektir. Nitekim ilmin çeşidine
de örfte fen ismi verilmektedir. Fenen de ince ve yumuşak dal ve taze fidan
mânâsınadır. Yani her birinde türlü türlü bostanlar, yahut birçok dallar,
bölümler vardır. İkisi de çeşitlidir.
50-51. Onlarda
iki kaynak akar birine tesnîm birine de selsebil denilir.
52-53.
Her meyvadan çift çift, mesela yaşı da vardır kurusu da, yahut biri dünyada
tanınan veya tanınmayan olmak üzere iki sınıf
54-55. dayanmış
oldukları halde deki den haldir. Mefrûşât, yaygı, döşeme takımları ki astarları,
kalın ipek kumaştandır Artık yüzlerinin güzelliğini Allah bilir. Hem iki cennetin
meyvalarının toplanışı da yakındır her konumda zahmetsizce alınıverecek derecede
yakındır.
56-61. Cennetlerde.
Burada "hümâ" denilmeyip "Hünne" diye çoğul zâmiri'nin zikredilmesi, her iki
cennetin çeşitleriyle bir çok cenneti ihtiva etmiş olduğuna yahut her perde
ikişer cennetten daha fazla verileceğine işaret etmektedir. Bakışı kısan dilberler.
Buradaki "kâsırâtu't-tarf" ifadesi, bir kaç mânâda yorumlanabilecek bir övgü
sıfatıdır. Birincisi bakışlarını yalnız kocalarına çeviren, başkalarına bakmayan
sevgili, sadakatli ve vefâlı dilberler demektir. İkincisi, bakanın bakışlarını
kendisine çeken, gören bir gözü başkasına bakmak istemeyecek derecede kendisine
bağlayan güzeller anlamındadır. Nitekim Mütenebbi şöyle demiştir:
"Bir bel
ki ona gözler dikilir, sanki üzerinde göz bebeklerinden bir kuşak teşekkül
eder."
Üçüncüsü,
süzgün bakışları kendi önlerine çevrilmiş; şuraya buraya bakmayan; edeb, haya,
vakar ve nezâketiyle seçkin dilber mânâsına gelir. Nitekim İmru'ul kays şöyle
demiştir:
"O bakışlarını
kendi önüne çevirmiş dilberlerden ki bir karıncanın bakışı, burnunun üstünde
dolaşsa rahatsız eder."
Çokları ilk
mânâyı tercih etmişlerdir. Bazı haberlerde de Hz. Peygamber'in söz konusu
kavrama, kocalarından başkasına bakmazlar diye mânâ verdiği nakledilmiştir.
Âlûsî der ki: "Bazı haberlerde şöyle zikredilir. : Onlardan her biri kocalarına,
"Rabbin izzeti hakkı için ben cennette senden daha güzelini görmüyorum. Beni
sana, seni de bana eş yapan Allah'a hamdolsun." der.
Tams, esasen
kanamak demektir. Onun içindir ki hayız kanına tams denir. Bu kelime daha
sonra bekâret halinde olan birleşmeye isim olmuştur. Ayrıca mutlak cinsî yaklaşım
anlamı ifade ettiği de söylenmiştir. Buna göre âyetin mânâsı şöyle olur: Onları
kimse kanatmamıştır. Yahut onlara kimse dokunmamıştır. Hep bekâr kalmışlardır.
İyiliğin karşılığı ancak iyiliktir. Yani güzelliğin karşılığı güzellik, güzel
iş yapanın karşılığı güzel sevaptır. Bundan anlaşılıyor ki (Rahmân, 55/46)
âyetinde yer alan "havf" (korkmak)dan maksad, güzelce amel etmektir. Zira
ihsanda esas olan hadisinde zikredildiği üzere "Sana gereken Allah'ı, görüyormuşsun
gibi ona ibadet etmendir. Çünkü sen O'nu görmesen de O seni görüyordur." prensibine
uygun hareket etmektir. Hakim et Tirmizi'nin Nevâdiru'l-Usûl'de, Bağavi'nin
tefsirinde, Deylemi'nin Müsned-i Firdevs'de ve İbnü Neccâr'ın tarihinde Enes'ten
yaptıkları rivayette, Resulullah (s.a.v) âyetini okuyarak, oradakilere: "Biliyor
musunuz Rabbiniz ne buyuruyor? diye sormuş, bunun üzerine onlar da, "Allah
ve Resulü en iyisini bilir." diye cevap vermişler. Hz. Peygamber (s.a.v) de
"O, "Benim kendisine tevhidi nimet olarak verdiğim kimsenin mükafatı ancak
Cennettir, buyuruyor." diye karşılık vermiştir."
Tevhid, ilim
ve amelden daha umumî olarak düşünülünce bu, yukarıda geçen ihsan hadisinin
içeriğini meydana getirmiş olur. Mamafih âyette iki ihsanı mânâ itibariyle
birleştirmek için daha genel anlamda tefsir edilmiş olduğu açıkça görülmektedir.
62-63. Onların
berilerinde yahut ötelerinde (diğer) iki cennet vardır. İbnü Zeyd'den yapılan
rivayete göre önceki cennetler, mukarrebler (takva ve kullukta Allah'a yakın
olanlar) için bunlar ise, ashab-ı yemin (amel defteri sağ eline verilenler)
içindir. Hasan-ı Basri'ye göre de öncekiler sahabiler, sonrakiler de tâbiîn
içindir. Bu iki görüşe göre de ikinciler, şeref ve mertebe yönünden öncekilerden
aşağıdır ve nın ifade ettiği anlam da budur. Öncekiler, ikisi de çeşitli olmakla
daha derli toplu ve daha olgun vasıfla vasıflanmıştır. âyeti de, en yüksek
olan ihsan mertebelerini göstermiş olmaktadır. Mamafih bir kısım âlimler de
sonrakilerin vasıflarının daha üstün olduğunu kabul etmişlerdir. Bu anlayışa
göre onların daha ilerisinde demektir.
64-65. Yemyeşil.
Müdhâmmetân, müdhâmme'nin tesniyesidir. Müdhâmme, ihmirâr bâbından den ism-i
fâil müennestir. Aslı, dühmeden gelir ki, gece karaltısı ve yağız at rengi
demektir. Nitekim yağız ata edhem denilir. Yağıza yakın tam koyu yeşile de
bu isim verilir ki, burada da aynı mânânın olduğu beyan edilmektedir. İbnü
Abbâs, Mücahid, İbnü Cübeyr, ikrime, Ata, İbnü Ebî Rebâh ve daha başkaları
söz konusu kelimeyi, "hadrâvân" (yemyeşil) diye tefsir etmişlerdir. Hatta
Taberânî ve İbnü Merdûye'nin rivayetlerine göre, Ebû Eyyûb (r.a.) demiştir
ki; "Hz. Peygmber (s.a.v.) 'den âyeti hakkında sordum, onun hadravân mânâsına
geldiğini söyledi."(2) Demek ki bundan maksat, yeşilliklerin şiddetini beyan
etmektir. Lisanımızda biz bunu, yemyeşil, yahut gömgök şeklinde ifade ederiz.
66-67. Onlarda
fışkıran çifte pınarlar vardır. Yahut fıskıyeler, şadırvanlar vardır. Âyette
geçen nadh, suyun fışkırması ve püskürmesidir. Nokta ile nadh ise, daha kuvvetlice
fışkırma halini gösterir ki, burada kelimenin "hâ"sı noktalıdır. Böyle fışkıran
şadırvanlar daha sanatlı ve cereyandan fazla güzelliğe sahib bulundukları
için bazıları bunları "Akan iki pınar." dan daha övgüye layık ve daha üstün
saymışlardır.
68-69. "İkisinde
de türlü türlü meyveler, hurmalıklar ve nar ağaçları vardır." Bu kelimelerdeki
tenvin, onları benzeri görülmedik derecede nekreleştirerek (bilinmez yaparak)
üstün kılmaktadır. Fâkiheden sonra özellikle nahl ile rummân zikri de En'âm
Sûresi'nde geçtiği üzere bunların yemiş olmaktan başka yemek ve ilaç olmak
gibi bir özelliklerinin bulunmasındandır. Hele çekirdeksiz nar bilhassa zikre
şâyândır.
70-71. Onların
içinde hayırlı ve faydalı güzeller vardır.
72-75.
Çadırlar içinde kocalarından başkasına bakmayan hûriler vardır. Yani şurada
burada dolaşan takımdan değil, evlerinin işleriyle meşgul namuslu, beyaz tenli,
kara gözlü seçkin dilberler bulunmaktadır. Hûr, ahver veya havra'nın çoğuludur
ki gözünün beyazı şiddetli beyaz, karası da şiddetli kara olan âhû gözlüye
denilir. Âlûsî der ki: "İbnü Münzir ve diğerlerinin İbnü Abbas'tan nakline
ve Ümmü Seleme'nin Resulullah (s.a.v)'dan rivayetine göre hûr, "beyaz" mânâsına
tefsir edilmiştir." Ümmü Seleme hadisi sahih kabul edilirse Resulullah (s.a.v)'ın
tefsirinden dönmemek gerekir. Hayme dilimizde çadır diye meşhurdur. Kâmus
tercemesinde hayme, Arap evlerinin yuvarlak olanına denir ki, işte çadır diye
isimlendirilen bu evdir. Bazıları dedi ki, üç yahut dört direk üzerine kurulup
üstü Sümâm denilen otlukla kapatılan ve havanın sıcağını alta geçirmeyen bir
evdir. Yahut mutlaka ağaç dallarından yapılan eve denir ki, Türkçe'de bu tip
evlere salaş adı verilir. Kısaca ifade etmek gerekirse Araplar'ın kıldan yuvarlak
kubbe tarzında yaptıkları, bazan dikdörtgen biçiminde olan evleridir. Deriden
dahi yapılabilir. İşte bunlara çadır denilir. Ayrıca ağaçtan yapılanları Türkmen
dilinde "alacık", sazlıktan yapılanlara ise "hüg" ismi verilir. Bu bilinen
çadırlar hâlâ yapılmaktadır. Çadırların otak, şemşiyye, kubbe ve aylak gibi
türleri vardır. Fakat burada cennet çadırlarının inciden olduğu nakledilmiştir.
Buharî, Müslim, Tirmizî ve diğerleri Ebû Mûsa el-Eş'arî'den Peygamber (s.a.v)'in
şöyle buyurduğunu nakletmişlerdir. "Çadır, içi boş bir incidir: "Dürretin
mücevvefetün" Gökte boyu altmış mildir. Her köşesinde müminin bir ehli (yakını)
vardır. Diğerleri onları görmezler, mümin bunları dolaşır." Bir takımlarının
da Ebu'd-Derdâ'dan yaptıkları rivayete göre "Hayme, büyük bir incidir ve inciden
yetmiş kapısı mevcuttur." Şüphe yok ki bunlar, cennet evlerinin sefâsını tasvir
etmek için yapılan temsillerden ibarettir. Râzî de der ki: "Çadırlar içinde
kocalarından başkasına bakmayan hûriler." Sözü, hûrilerin büyüklüklerine işarettir.
Çünkü onlar, yasaklama ve hapsetmek suretiyle bakışlarını kendi kocalarına
çevirmiş değillerdir." Âyet kendileri için hususî çadırlar kurulduğuna ve
üzerlerine örtüler atıldığına işaret etmektedir. Ahşabdan oda gibi yapılan
çadırlar yatak odası, olarak kullanılırlardı. Hatta Araplar, kıldan yaptıkları
evlere çadır ismini verirlerdi. Çünkü bunlar, ikamet için hazırlanmış çadırlardı.
Bunu tesbit ettikten sonra şunu da ifade edelim ki bu sözü, gayet güzel bir
mânâya işaret eder. Şöyle ki: Cennette mümin bir şeyi elde etmek için harekete
ihtiyaç hissetmez, eşya ona doğru hareket eder. Binaenaleyh o hareket etmeden
yiyeceği içeceği gelir. Arzu ettikleri şeyler, üzerlerinde dolaşırlar. Hûrîler
evlerde bulunurlar, istedikleri vakit müminlere intikalleri çadırlarla olur.
Müminlerin köşkleri vardır, huriler o çadırlardan köşklere inerler. Râzî'nin
gösterdiği bu mânâdaki güzelliği ifade edebilmek için meâlde çadırı cibinlik
olarak terceme etmek zevkimize daha uygun olacaktır.
76-78. Dayanmışlardır.
Bu kelime, ihtisas üzere mansuptur. Yahut kelâmın mânâsı ile zamirinden hal
olarak, tams edenler (dokunanlar) dayanmış oldukları halde demektir. Burada
dikkat edilmesi gereken bir husus vardır ki, öncekilerde "Astarları atlastan
yataklara yaslanırlar." hâli, "Oralarda gözlerini yılnız eşlerine çevirmiş
dilberler var." diye kadınların zikrinden önce söylenmişti. Burada ise "Kocalarından
önce onlara ne insan dokunmuştur, ne de cin." ifadesinden sonra söyleniyor.
Bunun hikmeti konusunda Râzî der ki: "Cennet ehli için yorulmak ve çabalamak
yoktur. Onlar daima nimetler içindedirler. Lakin dünyada insan çeşit çeşittir.
Kimisi ailesiyle cimada bulunur, ihtiyacını giderdikten sonra da yıkanmak
veya işiyle uğraşmak için gider. Kimi de kazancı peşinde koşar, elde ettikten
sonra ailesine döner. Fakat ilk önce istirahat edip yorgunluğunu dinlendirmek
ister. İşte Allah Teâlâ, cennet ehlinin gerek toplanmadan önce, gerek sonra
daima sükun ve istirahat üzere olup her iki halde de yorgunluktan uzak olduklarını
beyan için birinde ittikâ (sakınma)yı önce zikretmiş birinde de sonraya bırakmıştır."
Yeşil refref, Refref, cins ismi yahut refrefe'nin çoğul ismi olması itibariyle
ahdarın veya hadranın çoğulu olan hudr ile sıfatlanmıştır. Aslı raf gibi yükseklik
ifade eden ref'ten türemiştir. Bu münasebetle çeşitli mânâlarının olduğu söylenebilir:
Perde ve döşeme yapılan yeşil kumaşa, ince ve nazik kumaşlara, döşeklerin,
tahtların, karyolaların, yaygıların, perdelerin sarkan eteklerine, yere gelen
saçaklarına ve salkım söğüt gibi dalları aşağı doğru sarkan ince ve nazik
ağaca ve çadırların eteklerine, çayırlık ve çimenliğe de refref denir. Kâmus
tercemesinde bundan başka mânâları da vardır. Alûsî şöyle der: "Hz. Ali, İbnü
Abbâs ve Dahhâk onun fuzûl-i mehâbis, yani yatakların üzerine serilen çarşaf
olduğunu naklederken, Cevherî, yapılan ince kumaş; Hasan-ı Basrî, minder,
yaygı ve döşeme olduğunu ileri sürmektedirler. Refrefin bunlardan başka, Âsım-ı
Cahderî'ye göre yastık gibi üzerine dayanılan şeyler, Cübbâi'ye göre de yüksek
döşek gibi anlamları vardır. Ayrıca tahtlardan sarkan pahalı örtüye de refref
denildiği ileri sürülmektedir. Rağıb, refrefi bahçelere benzeyen bir nevi
mensûcat (dokuma), İbnü Cerir ve diğer bir grup âlim de Sâid b. Cübeyr'den
yaptıkarı rivayete göre onu, cennet bahçesi olarak tavsif etmektedirler ki,
Abd b. Humeyd'in İbnü Abbas'tan yaptığı rivayet de böyledir."
Ve güzel abkarîler
ve döşekler üzerine (dayanırlar). Abkarî, esasen abkare mensup demektir. Ebu's-Suud
ve diğer müfessirlerin beyanına göre abkar, Araplar'ın itikadına göre Çin
beldelerinden birinin ismidir ki, onlar acaip gördükleri her şeyi abkara nisbetle
tavsif ederek abkarî derler. Mu'cemu'l-Büldân'da şu izah vardır: "Abkar, dolu
yani buluttan inen donmuş sudur. Ayrıca abkara, cinlerin sakin olduğu bir
yer anlamı da verilmiştir. Mesela "sanki abkar cinni gibi" denilir. Merrâr-ı
Adevî şöyle demiştir:
Tibrâk ile
Abkar'ın Şessa vadisi arasındaki yurdu tanıdın mı? Tanımadın mı? A'şâ da şöyle
demiş:
Olgunlar ve
gençler olarak Abkar'ın Cinleri gibidirler. İmru'l-Kays:
Kum taneciklerinin
uçuşmaları esnasında çıkardıkları ses, Abkar'da sayılan bozuk paraların çıkardığı
ses gibidir.
Küseyyir:
Sevgili dostundan
dolayı seni bir bakışla ödüllendirdi. Rabbim de seni bundan dolayı cennetine
yaklaştırdı.
Zaman içinde
herhangi bir gün onlara gelirsen fazilet hususunda onları insanlardan üstün
bulursun.
Sanki onlar
Abkar'daki siyah vahşi cinler gibidirler Bir şeye yöneldiklerinde onu elden
kaçırmazlardı.
İzahında demişlerdir
ki abkar, Yemen toprakları içerisindedir. Bu gösterir ki, o meskun bir yer
ve kuyumcuları ile meşhur bir beldedir. Elbette kuyumcuları olunca diğer insanların
da olması gerekmektedir. Galiba bu harab olmuş eski bir beldedir. Nakışlı
kumaşlar, ona nisbet edilirken, tanınmaz hale gelince bu defa o beldeyi cinne
nisbet etmişlerdir. "En iyisini Allah bilir." Ensâb ilmi bilginleri demişlerdir
ki: "Enmâş b. Errâş b. Amr b. Gavs b. Nebt b. Mâlik b. Zeyd b. Kehlân b. Seb'a
b. Yeşcûb b. Ya'rûb b. Kahtân, Hind binti Mâlik b. Gafik b. Şâhid b. Akk ile
evlenmişti. Hind, Enmâş'dan Eftel denilen Haş'amî'yi doğurdu. Hind'in vefatı
üzerine Enmâş Büceyle binti Sa'b b. Sa'di'l- aşire ile evlendi. Büceyle de
Sa'd'ı doğurdu, ona abkar lakabı verildi, Büceyle onu dedesi Sa'dü'l-aşîre'nin
ismiyle isimlendirmişti. Abkar lakabı da ona lakab olarak verilmişti. Çünkü
O, adada bir yerde abkar denilen bir dağ üzerinde doğmuştu ki orada veşiy,
yani alca kumaş yapılırdı. Bir de Abkar, Yemâme'de bir yer adıdır. Abkar'ı
cinn bölgesine nisbet edenler, Züheyr'in şu sözünü delil olarak ileri sürmüşlerdir.
O cimridir,
onun üzerinde bir Abkar cinni vardır. Onlar (Abkar cinniler) bir gün istediklerini
elde ederlerse yücelmeye layıktırlar.
Bazıları
da demişlerdir ki: "Abkarî'nin aslı, vasfına hırslı bir şekilde rağbet edilen
her şeye sıfattır. Bunun da esası, Abkar'da döşeme ve diğer nakışların yapılmış
olmasıdır. Onun için her iyi şey, Abkar'a nisbet edilmektedir. Ferrâ, Abkârî'yi
tanafisi sihan, yani kalın kumaş diye tanımlamıştır. Müfredi, abkariyyedir.
Mücahid'e göre abkari, dibâc yani ipek kumaş, katâde'ye göre, zerabi yani
halı kilim, Said b. Cübeyr'e göre ise antika döşeme demektir. Bu rivayetler,
akbarî'nin bir yere nisbet edilmeyip isim olduğunu ortaya koymaktadır. Doğrusunu
Allah bilir. Şimdi bütün bu açıklamalardan sonra "Müdhâmmetân"ın karinesiyle
şöyle özetleyebiliriz. Buna göre refref, o yağız yeşil cennetlerin çimeni,
abkarîler de cennet ehlinin şimdiki durumda sırrını açıklamak mümkün olmayan
güzel elbiseleri olabilir. Görülüyor ki bununla beraber aynı âyet, otuz bir
defa tekrar edilmiştir. Bunlardan sekizi yaratılış üstünlüklerinin sayılması
ve dünya ile ahirete dair hususların akabinde, yedisi cehennemin ahvaliyle
ilgili tenbihlerin peşinde -ki bu rakam, cehennem kapılarının adedine müsavidir-
sekizi de ilk iki cennetin vasıflarının ardında -ki bu da cennet kapılarının
sayısına eşittir- zikredilmiştir. Bu suretle şuna işaret edilmiş gibidir ki,
ilk sekiz hususa inanıp da gerektirdiği şekilde amel eden kimse, her iki cennete
girmeyi hak etmiş ve cehennemden korunmuş olacaktır. Bu yüzden söz konusu
mübarek sûrede zikredilen, cinn, insan ve hayvanlara bolca verilen Allah'ın
nimetlerini ifade etmek ve her türlü eksiklikten, kusurdan münezzeh olan Allah'ın
adını takdis için sonuç olarak buyuruluyor ki, (Tebâreke kelimesi hakkında
Furkan Sûresi, 25/1. âyetinde verilen bilgiye bkz.) Burada "Büyüklük ve ikram
sahibi." vasfına en uygun olan tebârekenin yükselme ve yücelik mânâsına olmasıdır.
Bazıları bu sûrede sayılan nimetlerin ardından ona en münasip olan mânânın
hayır ve bereketin çokluğu mânâsı olacağını söylemişlerdir. Alûsî der ki:
"Tebâreke" fiilinin bu anlamda Allah'ın ismine isnadı uzak değildir. Çünkü
onun hürmetine rahmet ve yardım istenir." Allah'ın ismi, esmâ-i hüsnâsından
her birine uygundur. Bununla beraber özellikle sûrenin başında geçen ismini
ilk önce düşünmek gerekir. Şüphe yok ki, isminin yüksekliğini yüceltme de,
daha evvel zâtının yüksekliğini gösterir. Onun için zü'l-celâl ve'l-ikrâm
vasfı, doğrudan doğruya zâtına cereyan ettirilmiştir. Ancak İbnü Âmir kırâetinde
sıfat ismi olarak "zü" şeklinde okunur. Bunun için bazı âlimler, ismin "Sonra
selam ismi üzerinize olsun." gibi muhkem, bazıları da müsemmâ mânâsına olduğu
kanaatindedirler. İşte ismiyle başlayan bu Arûs-ı Kur'ân (Kur'ân'ın gelini)
böyle celâl ve ikram ile tamamlanmış bulunuyor ki, bu celâl ve ikramın görüntülerinden
biri olmak üzere "Vâkıa" Sûresi başlayacaktır.