وَالْمُرْسَلَاتِ عُرْفًا
Diyanet Vakfi = Yemin olsun, (iyiliklerle) birbiri peşinden gönderilenlere;
فَالْعَاصِفَاتِ عَصْفًا
Diyanet Vakfi = Şiddetle eserek (zararlıları) savurup atanlara;
فَالْفَارِقَاتِ فَرْقًا
Diyanet Vakfi = (Hak ile batılı) birbirinden iyice ayıranlara;
فَالْمُلْقِيَاتِ ذِكْرًا
Diyanet Vakfi = (5-6) (Allah'a yönelenleri) arıtmak, (kötüleri) sakındırmak için öğüt telkin edenlere;
عُذْرًا أَوْ نُذْرًا
Diyanet Vakfi = (5-6) (Allah'a yönelenleri) arıtmak, (kötüleri) sakındırmak için öğüt telkin edenlere;
إِنَّمَا تُوعَدُونَ لَوَاقِعٌ
Diyanet Vakfi = Bilin ki size vadolunan şey gerçekleşecek!
فَإِذَا النُّجُومُ طُمِسَتْ
Diyanet Vakfi = (8-11) Yıldızların ışığı söndürüldüğü, gökkubbe yarıldığı, dağlar ufalanıp savrulduğu ve peygamberlerin (ümmetleri hakkında şahitlik) vakti tayin edildiği zaman (artık kıyamet kopmuştur).
وَإِذَا السَّمَاء فُرِجَتْ
Diyanet Vakfi = (8-11) Yıldızların ışığı söndürüldüğü, gökkubbe yarıldığı, dağlar ufalanıp savrulduğu ve peygamberlerin (ümmetleri hakkında şahitlik) vakti tayin edildiği zaman (artık kıyamet kopmuştur).
وَإِذَا الْجِبَالُ نُسِفَتْ
Diyanet Vakfi = (8-11) Yıldızların ışığı söndürüldüğü, gökkubbe yarıldığı, dağlar ufalanıp savrulduğu ve peygamberlerin (ümmetleri hakkında şahitlik) vakti tayin edildiği zaman (artık kıyamet kopmuştur).
وَإِذَا الرُّسُلُ أُقِّتَتْ
Diyanet Vakfi = (8-11) Yıldızların ışığı söndürüldüğü, gökkubbe yarıldığı, dağlar ufalanıp savrulduğu ve peygamberlerin (ümmetleri hakkında şahitlik) vakti tayin edildiği zaman (artık kıyamet kopmuştur).
وَمَا أَدْرَاكَ مَا يَوْمُ الْفَصْلِ
Diyanet Vakfi = (Resûlüm!) Ayırım gününün ne olduğunu sen nereden bileceksin!
وَيْلٌ يَوْمَئِذٍ لِّلْمُكَذِّبِينَ
Diyanet Vakfi = O gün (Peygamber'i ve ahireti) yalan sayanların vay haline!
أَلَمْ نُهْلِكِ الْأَوَّلِينَ
Diyanet Vakfi = Biz, (bunlar gibi inkârcı olan) öncekileri helâk etmedik mi?
ثُمَّ نُتْبِعُهُمُ الْآخِرِينَ
Diyanet Vakfi = Sonra arkadakileri de onların ardına takacağız.
كَذَلِكَ نَفْعَلُ بِالْمُجْرِمِينَ
Diyanet Vakfi = İşte biz suçlulara böyle yaparız!
وَيْلٌ يَوْمَئِذٍ لِّلْمُكَذِّبِينَ
Diyanet Vakfi = O gün, (hakikatleri) yalan sayanların vay haline!
أَلَمْ نَخْلُقكُّم مِّن مَّاء مَّهِينٍ
Diyanet Vakfi = (Ey insanlar!) Biz sizi dayanıksız bir sudan yaratmadık mı?
فَجَعَلْنَاهُ فِي قَرَارٍ مَّكِينٍ
Diyanet Vakfi = (21-22) İşte o suyu, belli bir süreye kadar sağlam bir yere yerleştirdik.
إِلَى قَدَرٍ مَّعْلُومٍ
Diyanet Vakfi = (21-22) İşte o suyu, belli bir süreye kadar sağlam bir yere yerleştirdik.
فَقَدَرْنَا فَنِعْمَ الْقَادِرُونَ
Diyanet Vakfi = Biz buna güç yetirmişizdir. Ve bizim gücümüz ne büyüktür!
وَيْلٌ يَوْمَئِذٍ لِّلْمُكَذِّبِينَ
Diyanet Vakfi = O gün (hakikatleri) yalan sayanların vay haline!
أَلَمْ نَجْعَلِ الْأَرْضَ كِفَاتًا
Diyanet Vakfi = (25-26) Biz, yeryüzünü dirilere ve ölülere toplanma yeri yapmadık mı?
أَحْيَاء وَأَمْوَاتًا
Diyanet Vakfi = (25-26) Biz, yeryüzünü dirilere ve ölülere toplanma yeri yapmadık mı?
وَجَعَلْنَا فِيهَا رَوَاسِيَ شَامِخَاتٍ وَأَسْقَيْنَاكُم مَّاء فُرَاتًا
Diyanet Vakfi = Yeryüzünde haşmetli dağlar yarattık, sizlere tatlı sular içirdik.
وَيْلٌ يوْمَئِذٍ لِّلْمُكَذِّبِينَ
Diyanet Vakfi = O gün, (hakikatleri) yalan sayanların vay haline!
انطَلِقُوا إِلَى مَا كُنتُم بِهِ تُكَذِّبُونَ
Diyanet Vakfi = (İnkârcılara o gün şöyle denilir:) yalan sayageldiğiniz azaba doğru gidin!
انطَلِقُوا إِلَى ظِلٍّ ذِي ثَلَاثِ شُعَبٍ
Diyanet Vakfi = (30-31) Üç kola ayrılmış, (ama) ne gölgelendiren ne de alevden koruyan bir gölgeye gidin.
لَا ظَلِيلٍ وَلَا يُغْنِي مِنَ اللَّهَبِ
Diyanet Vakfi = (30-31) Üç kola ayrılmış, (ama) ne gölgelendiren ne de alevden koruyan bir gölgeye gidin.
إِنَّهَا تَرْمِي بِشَرَرٍ كَالْقَصْرِ
Diyanet Vakfi = O, saray gibi kocaman kıvılcım saçar.
كَأَنَّهُ جِمَالَتٌ صُفْرٌ
Diyanet Vakfi = Her bir kıvılcım, sanki birer sarı deve gibidir.
وَيْلٌ يَوْمَئِذٍ لِّلْمُكَذِّبِينَ
Diyanet Vakfi = O gün, (hakikatleri) yalan sayanların vay haline!
هَذَا يَوْمُ لَا يَنطِقُونَ
Diyanet Vakfi = Bu, (kâfirlerin) konuşamayacağı bir gündür.
وَلَا يُؤْذَنُ لَهُمْ فَيَعْتَذِرُونَ
Diyanet Vakfi = Onlara izin de verilmez ki (sözde) mazeretlerini beyan etsinler.
وَيْلٌ يَوْمَئِذٍ لِّلْمُكَذِّبِينَ
Diyanet Vakfi = O gün, (hakikatleri) yalan sayanların vay haline!
هَذَا يَوْمُ الْفَصْلِ جَمَعْنَاكُمْ وَالْأَوَّلِينَ
Diyanet Vakfi = (O zaman şöyle denir:) Bu, ayırım günüdür. Sizi ve sizden öncekileri bir araya getirdik.
فَإِن كَانَ لَكُمْ كَيْدٌ فَكِيدُونِ
Diyanet Vakfi = (Azaptan kurtulmanız için) bir hileniz varsa, gösterin bana hilenizi!
وَيْلٌ يَوْمَئِذٍ لِّلْمُكَذِّبِينَ
Diyanet Vakfi = O gün, (hakikatleri) yalan sayanların vay haline!
إِنَّ الْمُتَّقِينَ فِي ظِلَالٍ وَعُيُونٍ
Diyanet Vakfi = (41-42) Şüphesiz (o gün) takvâ sahipleri, gölgeliklerde ve pınar başlarında, canlarının çektiğinden çeşit çeşit meyveler arasında olacaklardır.
وَفَوَاكِهَ مِمَّا يَشْتَهُونَ
Diyanet Vakfi = (41-42) Şüphesiz (o gün) takvâ sahipleri, gölgeliklerde ve pınar başlarında, canlarının çektiğinden çeşit çeşit meyveler arasında olacaklardır.
كُلُوا وَاشْرَبُوا هَنِيئًا بِمَا كُنتُمْ تَعْمَلُونَ
Diyanet Vakfi = (Kendilerine:) «İşlediklerinizin karşılığı olarak şimdi âfiyetle yeyin için» (denir).
إِنَّا كَذَلِكَ نَجْزِي الْمُحْسِنينَ
Diyanet Vakfi = İşte, biz iyilik yapanları böyle mükâfatlandırırız.
وَيْلٌ يَوْمَئِذٍ لِّلْمُكَذِّبِينَ
Diyanet Vakfi = O gün, (hakikatleri) yalan sayanların vay haline!
كُلُوا وَتَمَتَّعُوا قَلِيلًا إِنَّكُم مُّجْرِمُونَ
Diyanet Vakfi = (Ey inkârcılar!) Yeyiniz, (dünyadan) faydalanınız biraz! Gerçek şu ki, sizler suçlusunuz!
وَيْلٌ يَوْمَئِذٍ لِّلْمُكَذِّبِينَ
Diyanet Vakfi = O gün, (hakikatleri) yalan sayanların vay haline!
وَإِذَا قِيلَ لَهُمُ ارْكَعُوا لَا يَرْكَعُونَ
Diyanet Vakfi = Onlar, kendilerine: «Allah'ın huzurunda eğilin!» denildiği vakit eğilmezler.
وَيْلٌ يَوْمَئِذٍ لِّلْمُكَذِّبِينَ
Diyanet Vakfi = O gün, (hakikatleri) yalan sayanların vay haline!
فَبِأَيِّ حَدِيثٍ بَعْدَهُ يُؤْمِنُونَ
Diyanet Vakfi = Onlar artık bundan (Kur'an'dan) sonra hangi söze inanacaklar.
77-MÜRSELAT:
1-2."And olsun gönderilenlere". Buradaki "vav" yemin içindir. Bu yeminin cevabı "herhalde size vaad olunun kesinlikle olacak" âyetidir.
Burada da Saffât ve Zâriyat sûrelerinde olduğu gibi bir takım kuvvetlere yemin olunmuştur. Mürselât (gönderilenler), asıfat (büküp devirenler), naşirat (yayanlar), farikat (ayıranlar) ve mülkıyat (bırakanlar). Burada kendilerine yemin edilenler bu sıfatlarla nitelenen şeylerdir. Kendileri zikredilmeyerek sıfatları zikredildiği için bunların ne olduğunu tayinde ihtilaf edilmiştir. Hepsinin aynı şey olması veya kısım kısım farklı cinste şeyler olması ihtimali vardır. Melekler, rüzgarlar, Kur'ân âyetleri, peygamberlerin gönderilişleri, insanların kalplerine gelen teşvik edici haller. Bunlardan en açık olanı hepsinin ruhanî kuvvetler olmak üzere melekler olması ve hepsinin Allah tarafından gönderilmiş demek olan "mürselat" ünvanına dahil bulunmasıdır. Ancak bunlar, yaptıkları işler göz önüne alınarak kısımlara, sınıflara ayrılabilir. Asıl maksat da bunların kendilerini anlatmak değil, âlemdeki değişimleri ifade eden fiillerini anlatmaktır. Başında "fâ" harfi ile zikredilenlerde fiileri arasında bir sıralama bulunduğuna, "vav" ile zikredilende ise bir sıralama gerekli olmadığına dikkat çekilmektedir. Mesela "büküp devirme", asıfat kelimesinin başında "fâ" bulunduğu için "gönderilme" den sonra yapılan bir iştir. Fakat "yayma" işinin "büküp devirme" işinden sonra yapılmış olması gerekmez. Yayma işi, büküp devirme ile beraber de yapılabilir, ayrı da yapılabilir. Aynı sınıfın işi olabileceği gibi, ayrı bir sınıfın işi de olabilir. Fakat başlarında "fâ" bulunduğu için ayırmak yaymadan, öğüt bırakmak da hepsinden sonra yapılacak demek olur.ü
"Birbiri ardınca." Bu kelime hâl veya sebep bildiren bir mef'ul (tümleç)dür. Hâl olduğuna göre mânâsı, at yelesi demek olan "urf" kelimesinden müsteâr olarak "peşpeşe," "ardarda" mânâsına gelir. İhsan etmek veya tanınmak mânâsına gelen urf'ten ise; urf için, yani "tanınması gereken bir iyilik yapılmak, dinin öngördüğü iyi bir iş meydana getirilmek için" demek olur. Bunda dilimizdeki "örfi idare=sıkı yönetim" deyimini andıran bir mânâ vardır.
3-4. Yaymak, dağıtmak mânâsına, yahut nüşür, yani ölüleri diriltmek, harekete getirmek mânâsınadır.
5. Zikir; din kitabı, öğüt, yani vaaz ve nasihat, ibret, hatırdan çıkarılmayacak anıt mânâlarına geldiğine göre "zikir bırakanlar", herşeyden evvel peygamberlere vahiy getiren melekler demek olursa da genellikle insanlara öğüt telkin eden, ibret ve hatıra bırakan ilham meleklerini, olayları, kuvvetleri kapsayabilir. ü
"Keşşaf"ta bu beş âyet "vav" harfi göz önüne alınmak suretiyle iki kısma ayrılarak şöyle mânâlandırılmıştır: Yüce Allah bir akım meleklerine yemin etmiştir. Allah bunlarla emirlerini göndermiş, onlar da emri hemen yerine getirmek için rüzgarlar gibi, yolları üzerinde önlerine geleni süratle büküp devirerek geçmişlerdir. Yüce Allah başka birtakım meleklerine de yemin etmiştir ki, bunlar da vahyi indirirken havada kanatlarını açmışlardır, yahut yeryüzünde şeriatleri yaymışlardır, yahut inkâr ve cehaletle ölü olan nefisleri diriltmek, can vermek için vahy getirmişler, hak ile batılı ayırmışlar, peygamberlere zikir bırakmışlardır.
6-10. "Gerek özür için, gerek uyarı için".
ÖZR, mazur kılmak, yani kabahati silmek mânâsınadır.
NÜZÜR de, uyarmak, korkutmak, sakındırmak mânâsına mastardır. Bu iki kelime daha önce geçen "zikir"den bedel veya mef'ûl (tümleç)dürler. Yani hakkı kabul edenlere özr için, batılı kabul edenlere korkutmak için zikri bırakanlar demek olur. Mazeret mânâsına "azîr"in, veya korkutmak mânâsına "nezir" 'in, yahut mazereti kabul eden ve korkutan mânâlarına "azir" ve "nezir" in çoğulu da olabilir ki, üçüncüsünde hâl olurlar, yani durum bildirirler. Yine "Keşşâf"ta şöyle denilmiştir: Yahut yüce Allah azap rüzgarlarına yemin etmiştir. Onları göndermiştir de, bunlar büküp büküp devirmişlerdir. Rahmet rüzgarlarına da yemin etmiştir. Bunlar da ölü araziye hayat yaymışlardır da Allah'a şükredenlerle inkâr edip nankörlük edenleri ayırmışlardır. "Elbette kendilerine bol bir su verirdik ki bu hususta onları imtihan edelim."(Cinn, 72/16, 17) gibi de bir zikir, bir uyanma telkin etmişlerdir. Ya Allah'ın nimetini görüp şükretmek üzere tevbe edip mağfiret dilemek suretiyle Allah'tan özür dileyeceklere özür için veya bu nimeti tabiat veriyor deyip Allah'a şükürden gaflet edenleri korkutmak için. Bu durumda zikre sebep olduklarından dolayı "mülkıyatı zikir" yani "zikir bırakanlar, zikir telkin edenler" sayılmışlardır demek olur.
Bundan başka bu mânâlar Kur'ân âyetleri veya peygamberlerin gönderilişleri ve insan oğlunun kalbine gelen düşünceler ve teşvik edici haller hakkında da düşünülmüştür.
Bununla beraber bu âyetlerde yalnız sıfatlar zikredilmiş olduğu için, bu sıfatları taşıyanların kimler olduğunu belirlemeye kalkışmayarak ve bu açıklamalar birer misal gibi sayılarak, bu yalnız devirmek, yaymak, ayırmak, zikir telkin etmek denebilen fiilleri yapmak üzere iyilik yapmak için veya ard arda gönderilen kuvvetler diye anlamak en sağlıklı ve en kapsamlı mânâ olur ki bunun da "melekler" mânâsına geleceği açıktır.
11-12. "Elçiler". Bu elçilerin peygamberler olduğu açıktır. Bu kelime asıl itibariyle "tevkît" kökünden türetilmiş olup aslı dir. Yani "peygamberlerin bekleye durdukları ve ümmetlerine karşı şehadet edecekleri vakit ve vaad edilen güne erdirildikleri zaman, ki bu kıyamet günüdür."
13-14. Bütün bunlar "hak ile batılı ayırma gününe, hüküm gününe" ertelenmiştir.
15-20. "O gün yalanlayanların vay haline!". Bu âyet, bu sûrenin her bir bölümünün sonunde tekrarlanan âyetidir. Bu tekrarda, gönderilenlerin sıra sıra, ard arda geliş manzaralarına da bir işaret vardır.
VEYL, "leyl" vezninde, aslında kötülüğün inmesi mânâsına olup bazan bir belanın ortaya çıkması zamanında dehşet ve kötülüğü ifade etmek için dilimizdeki "vay, yazık" kelimeleri gibi kaygılı olma ve dehşete düşme makamında kullanılır. Bu mânâca, "vay haline!" yahut "yazık, yazık" demek gibi olur ki, biz bunları acıma mânâsında da esef etme mânâsında da kullanırız. Bir de veyl, uçuruma yuvarlanmak gibi kötü bir durum, helak olma ve zarar etme mânâsına azab kelimesi, çok üzüntü duyma veya beddua olarak kullanılır. "Veyl ona", helak oldu, veya helak olsun" demektir.
Veyl, cehennemde bir vadinin veya kapının da ismidir. Veyl deresi, veyl kapısı gibi.
Bu âyette o günkü korkunç durumun şiddetini açıklayarak korkutma ifade ettiği için biz bunu meâlde, "vay haline!" diye terceme etmekle yetindik. "Veyl, o gün o yalanlayanlara" denilse lâfız itibariyle daha uygun olursa da dilimiz itibariyle "vay haline!" demek kolay geldi. Oysa maksat, o feci durumun şiddetini anlatmaktır.
"Mükezzibin" kelimesinin her âyette tekrarlanmadan önce geçen konunun ifade ettiği mânâya göre düşünülmesi gerekir. Mesela birinci geçtiği yerde hüküm gününü, ikincide suçlulara yapılacak azabı, üçüncüde Allah'ın ilmini ve gücünü, dördüncüde insanoğlunun muhtaç ve sınırlı bir güce sahip olduğunu, ilâhî kudretin her şeyi kapladığını ve Allah'ın nimetini inkâr mânâları ile ilgilidir.
21. Sağlam oturaklı karargah, yani dölyatağı.
22-24. Yüce Allah tarafından bilinen bir kadere, yani takdir edilmiş bir vakte kadar ki bu vakit, doğum vaktidir.
25-26. "Toplanma yeri."
KİFÂT, eklemek ve toplamak mânâsına gelen kökünden türetilmiş olup kale gibi, birbirine katılıp sıkışarak toplanılacak yer, dernek yeri ve Ebu Ubeyde'nin sözüne göre "kap" demektir. Biz buna meâlde "tokat" dedik. Bu tokat, "sille" mânâsına tokat zannedilmesin. Sürüden sapıp da ekinlere, bağ ve bahçelere dalan kaçak hayvanların bekçiler tarafından tutulup hapsedildikleri yere de Anadolu Türkçesi'nde tokat denir. Nitekim Tokat ilinin ismi de bunu andırır. Buna Rumeli'nin bazı yörelerinde "kapı" denildiğini de duydum. "Tutuklama evi" mânâsına "kapı altı" tabiri de Anadolu'da yaygın idi.
27-28. Yukarıda "dölyatağında", burada "toplanma yeri" âyetleri, insanların gerek doğmadan evvel gerek doğduktan sonra, her döneminde vatana ihtiyaçları olduğuna ve bu şekilde gerek hayat ve gerek ölümlerinde ilâhî kudret ile kuşatılmış ve her zaman ilâhî gücün pençesi ile tutulmuş bulunduklarına dikkat çekmekte, bunun yanında "Yeryüzünde yüksek dağlar oturttuk ve size tatlı su içirdik" âyeti de her taraflarından Allah'ın nimetleriyle beslenmekte olduklarını hatırlatmaktadır.
REVASİ, "ağır basan oturaklı dağlar" demektir.
29. ŞAMİHAT, başını kaldırmış, yüksek, şişkin, yüce mânâsınadır. "Haydi, gidin o yalanladığınız şeye", yani o yalanlayanlara hüküm günü böyle denecek. "Dünyada o nimetler içinde tutuklanıp hapsedildiğiniz yeryüzünden boşanın da orada iken yalan diye varlığını inkâr edegeldiğiniz azabı boylayın, def olun" diye azarlanacaklar. O yeryüzü onlardan boşaltılacak, yok saydıkları azaba sevk olunacaklardır ki bu, genelde bütün kâfirlere yapılmış bir hitaptır. Mutlak yalanlamanın cezasıdır. Batıl inançların cezası olmak üzere özellikle bir kısmına da şöyle denecek:
30. Haydin, burada boşanın, üç çatallı bir gölgeye gidin, Yani Allah'ın birliğini tanıyan, onun tek olduğuna inanan müminlere özgü koyu gölgede, Arş'ın gölgesinde nimet içinde yaşamaya ve gölgelenmeye sizin hakkınız yoktur. Siz Allah'a inanmıyordunuz. Onun bir ortağı olduğunu; baba, oğul ve mukaddes ruh gibi üç parçadan oluştuğunu zannediyordunuz. Şimdi onun bir olduğuna inanan müminler Arş'ın gölgesinde, o koyu gölgede gölgelenirlerken siz inandığınız üç çatallı gölgeye sığınınız. Ata'dan rivayet edildiğine göre bu üç çatallı gölge, cehennem dumanın gölgesi diye yorumlanmış, birçok tefsirci bu hitabı da öncekinin bir izahı gibi kabul ederek bunu takip etmişler ve şöyle demişlerdir: Cehennem dumanı üç ayrı yerden yükselecek, kâfirler onu ateşten korur zannederek koşacaklar ve onu en kötü bir halde bulacaklardır. Bu duruma göre bu âyette geçen "zıll", yani gölge, "yalanlamakta olduğunuz şey"in bir açıklaması demek olur. Fakat Ebu Hayyan'ın naklettiğine göre, İbnü Abbas şöyle demiştir: Bu hitap haça tapanlara söylenecektir. Müminler Allah sayesinde Arş'ın gölgesinde korunacak, haça tapanlara da, "taptığınız haçın gölgesine gidin" denecek. Zira haçın üç çatalı vardır. ŞU'AB, bir cisimden ayrılan çatallardır." Yani haçın bir kolu, gövdesi demek olduğundan çatalları üçtür.
Demek ki, "Üç çatallı bir gölge", hıristiyanlığın teslis inancının, Allah'ı oluşturduğuna inandıkları üç unsurun bir simgesidir. Haç, onu temsil eder. Hıristiyanlık bunu ve Ahireti yalanlamıyor fakat en büyük kurtuluşu bu haçtan bekleyerek buna inanıyor. Bu nedenle Ahirette, o hüküm günü müslümanlar inanmış oldukları o saf bir Allah inancı gölgesinde gölgelenirlerken, "Allah hem birdir, hem üçtür" diye üç unsur ile teslis (üçlemey)e inananlara: "Haydin gidin, o "üç çatallı teslis gölgesine" denecek. Fakat öyle bir üç çatallı gölge neye yarar? Gölgelendirir mi? Azaptan korumak için bir faydası olabilir mi?
31. Bunu "üç çatallı" tabirinden de anlaşılacağı gibi beyan için buyruluyor ki: O, ne gölgelendirir, ne de alevden korur. Zira çatallıdır, çatallarının arasından alevler saldırır. Bu nedenle o bir şeye yaramaz, ona sığınmaya gelmez.
32. Çünkü O, alev saçan ateş veya o çatallar, kuşkusuz öyle kıvılcımlar atar ki köşk gibi. Dilimizde köşk diye tanınan kasr, burada "yüksek yapılmış büyük bina" diye tefsir edilmiştir ki, maksat büyüklükte bir benzetme olduğundan "saray gibi" demek olur. Yani herbiri irilik ve uzanışta saray gibi, köşk gibi.
33. Sanki o kıvılcım sarı sarı erkek deve sürüleri gibi.
Önceki benzetme irilik itibariyle, bu da renk, çokluk ve hareket itibariyledir. İbil deve; nâka dişi deve; cemel erkek deve; cimale cemel'in çoğulu olarak erkek develer demektir. Bilindiği gibi erkek deve daha iri ve daha kuvvetlidir. Bizim Anadolu'da erkek deveye cemel yerinde hopa tabir edilir. İrilik ve kuvvetlilik benzetmelerinde de "hopa gibi" denilir. Biz de meâlde "sarı sarı hopalar gibi" demekle bu mânâları anlatmak istedik. İşte o cehennem ateşi, alevi o çatallardan böyle hem her biri saray gibi büyük, hem de hopa sürüleri gibi çok, sarı sarı kıvılcımlar atacaktır. Düşünmeli ki, kıvılcımları böyle olan alevler ne kadar salgın olacaktır. Artık böyle bir üç çatallı gölgeye sığınmanın ne felaket olduğunu anlamalı.
34-40. Vay haline, o gün yalanlayanların! Yani gerek o ateşe ve gerek o üç çatallı gölgenin o ateşten korumayıp böyle bir felaket olduğuna inanmayıp da ona sığınanların! "Bugün, konuşamıyacakları gündür..."
Onlardan korunanlara gelince.
Meâl-i Şerifi
41- Kuşkusuz takva sahipleri gölgeler altında ve pınar başlarındadır.
42- Canlarının çektiğinden türlü meyveler arasındadırlar.
43- (Onlara): "Yaptıklarınıza karşılık afiyetle yiyin, için" (denir).
44- İşte biz güzel amel işleyenleri böyle mükafatlandırırız.
45- O gün yalanlayanların vay haline!
46- Yiyin, zevklenin biraz, çünkü siz suçlularsınız.
47- O gün yalanlayanların vay haline!
48- Onlara: "Rüku edin" denildiği zaman etmezler.
49- Vay haline o gün yalanlayanların!
50- Artık bundan (Kur'an'dan) sonra hangi söze inanacaklar?
41-50. Ve'l-Mürselât sûresi de burada sona erdi. Fakat o hüküm günü gerçekten gelmeden ona inanmayanların arkası alınmış olmıyacağından, bunu Nebe' sûresi, takip edecektir.