وَالذَّارِيَاتِ ذَرْوًا

 Zâriyât / 1 -

 Diyanet Vakfi = (1-6) Tozdurup savuranlara, yükünü yüklenenlere, kolayca süzülenlere, işi ayıranlara andolsun ki, size vâdedilen, kesinlikle doğrudur ve ceza mutlaka vuku bulacaktır.


فَالْحَامِلَاتِ وِقْرًا

 Zâriyât / 2 -

 Diyanet Vakfi = (1-6) Tozdurup savuranlara, yükünü yüklenenlere, kolayca süzülenlere, işi ayıranlara andolsun ki, size vâdedilen, kesinlikle doğrudur ve ceza mutlaka vuku bulacaktır.


فَالْجَارِيَاتِ يُسْرًا

 Zâriyât / 3 -

 Diyanet Vakfi = (1-6) Tozdurup savuranlara, yükünü yüklenenlere, kolayca süzülenlere, işi ayıranlara andolsun ki, size vâdedilen, kesinlikle doğrudur ve ceza mutlaka vuku bulacaktır.


فَالْمُقَسِّمَاتِ أَمْرًا

 Zâriyât / 4 -

 Diyanet Vakfi = (1-6) Tozdurup savuranlara, yükünü yüklenenlere, kolayca süzülenlere, işi ayıranlara andolsun ki, size vâdedilen, kesinlikle doğrudur ve ceza mutlaka vuku bulacaktır.


إِنَّمَا تُوعَدُونَ لَصَادِقٌ

 Zâriyât / 5 -

 Diyanet Vakfi = (1-6) Tozdurup savuranlara, yükünü yüklenenlere, kolayca süzülenlere, işi ayıranlara andolsun ki, size vâdedilen, kesinlikle doğrudur ve ceza mutlaka vuku bulacaktır.


وَإِنَّ الدِّينَ لَوَاقِعٌ

 Zâriyât / 6 -

 Diyanet Vakfi = (1-6) Tozdurup savuranlara, yükünü yüklenenlere, kolayca süzülenlere, işi ayıranlara andolsun ki, size vâdedilen, kesinlikle doğrudur ve ceza mutlaka vuku bulacaktır.


وَالسَّمَاء ذَاتِ الْحُبُكِ

 Zâriyât / 7 -

 Diyanet Vakfi = (7-9) İçinde yörüngeleri olan göğe andolsun ki siz çelişkili sözler söylüyorsunuz. Ondan (Kur'an'dan veya imandan) dönen döndürülür (engellenmez).


إِنَّكُمْ لَفِي قَوْلٍ مُّخْتَلِفٍ

 Zâriyât / 8 -

 Diyanet Vakfi = (7-9) İçinde yörüngeleri olan göğe andolsun ki siz çelişkili sözler söylüyorsunuz. Ondan (Kur'an'dan veya imandan) dönen döndürülür (engellenmez).


يُؤْفَكُ عَنْهُ مَنْ أُفِكَ

 Zâriyât / 9 -

 Diyanet Vakfi = (7-9) İçinde yörüngeleri olan göğe andolsun ki siz çelişkili sözler söylüyorsunuz. Ondan (Kur'an'dan veya imandan) dönen döndürülür (engellenmez).


قُتِلَ الْخَرَّاصُونَ

 Zâriyât / 10 -

 Diyanet Vakfi = Kahrolsun o koyu yalancılar!


الَّذِينَ هُمْ فِي غَمْرَةٍ سَاهُونَ

 Zâriyât / 11 -

 Diyanet Vakfi = Onlar koyu bir cehalet içerisinde kalmış gafillerdir.


يَسْأَلُونَ أَيَّانَ يَوْمُ الدِّينِ

 Zâriyât / 12 -

 Diyanet Vakfi = Ceza gününün ne zaman olduğunu sorarlar.


يَوْمَ هُمْ عَلَى النَّارِ يُفْتَنُونَ

 Zâriyât / 13 -

 Diyanet Vakfi = O gün onlar ateşe sokulacaklardır.


ذُوقُوا فِتْنَتَكُمْ هَذَا الَّذِي كُنتُم بِهِ تَسْتَعْجِلُونَ

 Zâriyât / 14 -

 Diyanet Vakfi = Azabınızı tadın! Acele gelmesini beklediğiniz şey budur işte! (denir.)


إِنَّ الْمُتَّقِينَ فِي جَنَّاتٍ وَعُيُونٍ

 Zâriyât / 15 -

 Diyanet Vakfi = (15-16) Şüphesiz ki Allah'a isyandan sakınanlar, Rablerinin kendilerine verdiğini alarak cennetlerde ve pınar başlarında bulunacaklar. Kuşkusuz onlar, bundan önce dünyada güzel davrananlardı.


آخِذِينَ مَا آتَاهُمْ رَبُّهُمْ إِنَّهُمْ كَانُوا قَبْلَ ذَلِكَ مُحْسِنِينَ

 Zâriyât / 16 -

 Diyanet Vakfi = Rablerinin kendilerine verdiğini alırlar. Çünkü onlar, bundan önce ihsanda bulunanlardı.


كَانُوا قَلِيلًا مِّنَ اللَّيْلِ مَا يَهْجَعُونَ

 Zâriyât / 17 -

 Diyanet Vakfi = Geceleri pek az uyurlardı.


وَبِالْأَسْحَارِ هُمْ يَسْتَغْفِرُونَ

 Zâriyât / 18 -

 Diyanet Vakfi = Seher vakitlerinde de istiğfar ederlerdi.


وَفِي أَمْوَالِهِمْ حَقٌّ لِّلسَّائِلِ وَالْمَحْرُومِ

 Zâriyât / 19 -

 Diyanet Vakfi = Mallarında, muhtaç ve yoksullar için bir hak vardı.


وَفِي الْأَرْضِ آيَاتٌ لِّلْمُوقِنِينَ

 Zâriyât / 20 -

 Diyanet Vakfi = Kesin olarak inananlar için yeryüzünde âyetler vardır.


وَفِي أَنفُسِكُمْ أَفَلَا تُبْصِرُونَ

 Zâriyât / 21 -

 Diyanet Vakfi = Kendi nefislerinizde de öyle. Görmüyor musunuz?


وَفِي السَّمَاء رِزْقُكُمْ وَمَا تُوعَدُونَ

 Zâriyât / 22 -

 Diyanet Vakfi = Semada da rızkınız ve size vâdedilen başka şeyler vardır.


فَوَرَبِّ السَّمَاء وَالْأَرْضِ إِنَّهُ لَحَقٌّ مِّثْلَ مَا أَنَّكُمْ تَنطِقُونَ

 Zâriyât / 23 -

 Diyanet Vakfi = Göğün ve yerin Rabbine andolsun ki bu vaad, sizin konuşmanız gibi kesin ve gerçektir.


هَلْ أَتَاكَ حَدِيثُ ضَيْفِ إِبْرَاهِيمَ الْمُكْرَمِينَ

 Zâriyât / 24 -

 Diyanet Vakfi = İbrahim'in ağırlanan misafirlerinin haberi sana geldi mi? (Bunlar meleklerdi.)


إِذْ دَخَلُوا عَلَيْهِ فَقَالُوا سَلَامًا قَالَ سَلَامٌ قَوْمٌ مُّنكَرُونَ

 Zâriyât / 25 -

 Diyanet Vakfi = Onlar İbrahim'in yanına girmişler, selam vermişlerdi. İbrahim de selamı almış, içinden, «Bunlar, yabancılar» demişti.


فَرَاغَ إِلَى أَهْلِهِ فَجَاء بِعِجْلٍ سَمِينٍ

 Zâriyât / 26 -

 Diyanet Vakfi = Hemen ailesinin yanına giderek semiz bir dana (kebabını) getirmiş,


فَقَرَّبَهُ إِلَيْهِمْ قَالَ أَلَا تَأْكُلُونَ

 Zâriyât / 27 -

 Diyanet Vakfi = Onların önüne koyup «Yemez misiniz?» demişti.


فَأَوْجَسَ مِنْهُمْ خِيفَةً قَالُوا لَا تَخَفْ وَبَشَّرُوهُ بِغُلَامٍ عَلِيمٍ

 Zâriyât / 28 -

 Diyanet Vakfi = Derken onlardan korkmaya başladı. «Korkma» dediler ve ona bilgin bir oğlan çocuğu müjdelediler.


فَأَقْبَلَتِ امْرَأَتُهُ فِي صَرَّةٍ فَصَكَّتْ وَجْهَهَا وَقَالَتْ عَجُوزٌ عَقِيمٌ

 Zâriyât / 29 -

 Diyanet Vakfi = Karısı çığlık atarak geldi. Elini yüzüne çarparak: «Ben kısır bir kocakarıyım!» dedi.


قَالُوا كَذَلِكَ قَالَ رَبُّكِ إِنَّهُ هُوَ الْحَكِيمُ الْعَلِيمُ

 Zâriyât / 30 -

 Diyanet Vakfi = Onlar: «Bu böyledir. Rabbin söylemiştir. O, hikmet sahibidir, bilendir» dediler.


قَالَ فَمَا خَطْبُكُمْ أَيُّهَا الْمُرْسَلُونَ

 Zâriyât / 31 -

 Diyanet Vakfi = (İbrahim:) O halde işiniz nedir, ey elçiler? dedi.


قَالُوا إِنَّا أُرْسِلْنَا إِلَى قَوْمٍ مُّجْرِمِينَ

 Zâriyât / 32 -

 Diyanet Vakfi = «Biz, dediler, suçlu bir kavme gönderildik.»


لِنُرْسِلَ عَلَيْهِمْ حِجَارَةً مِّن طِينٍ

 Zâriyât / 33 -

 Diyanet Vakfi = «Üzerlerine çamurdan taş yağdırmaya (geldik).»


مُسَوَّمَةً عِندَ رَبِّكَ لِلْمُسْرِفِينَ

 Zâriyât / 34 -

 Diyanet Vakfi = (Bu taşlar,) aşırı gidenler için Rabbinin katında işaretlenmiş (taşlardır).


فَأَخْرَجْنَا مَن كَانَ فِيهَا مِنَ الْمُؤْمِنِينَ

 Zâriyât / 35 -

 Diyanet Vakfi = Bunun üzerine orada bulunan müminleri çıkardık.


فَمَا وَجَدْنَا فِيهَا غَيْرَ بَيْتٍ مِّنَ الْمُسْلِمِينَ

 Zâriyât / 36 -

 Diyanet Vakfi = Zaten orada müslümanlardan, bir ev halkından başka kimse bulmadık.


وَتَرَكْنَا فِيهَا آيَةً لِّلَّذِينَ يَخَافُونَ الْعَذَابَ الْأَلِيمَ

 Zâriyât / 37 -

 Diyanet Vakfi = Acı azaptan korkanlar için orada bir işaret bıraktık.


وَفِي مُوسَى إِذْ أَرْسَلْنَاهُ إِلَى فِرْعَوْنَ بِسُلْطَانٍ مُّبِينٍ

 Zâriyât / 38 -

 Diyanet Vakfi = Musa'da da (ibretler vardır). Onu apaçık bir delil ile Firavun'a göndermiştik.


فَتَوَلَّى بِرُكْنِهِ وَقَالَ سَاحِرٌ أَوْ مَجْنُونٌ

 Zâriyât / 39 -

 Diyanet Vakfi = Firavun ordusuyla birlikte yüz çevirmiş: «O, bir büyücüdür veya bir delidir» demişti.


فَأَخَذْنَاهُ وَجُنُودَهُ فَنَبَذْنَاهُمْ فِي الْيَمِّ وَهُوَ مُلِيمٌ

 Zâriyât / 40 -

 Diyanet Vakfi = Nihayet onu da ordularını da yakalayıp denize attık, bu sırada kendini kınayıp duruyordu.


وَفِي عَادٍ إِذْ أَرْسَلْنَا عَلَيْهِمُ الرِّيحَ الْعَقِيمَ

 Zâriyât / 41 -

 Diyanet Vakfi = Âd kavminde de (ibretler vardır). Onlara kasıp kavuran rüzgârı göndermiştik.


مَا تَذَرُ مِن شَيْءٍ أَتَتْ عَلَيْهِ إِلَّا جَعَلَتْهُ كَالرَّمِيمِ

 Zâriyât / 42 -

 Diyanet Vakfi = Üzerinden geçtiği şeyi canlı bırakmıyor, onu kül edip savuruyordu.


وَفِي ثَمُودَ إِذْ قِيلَ لَهُمْ تَمَتَّعُوا حَتَّى حِينٍ

 Zâriyât / 43 -

 Diyanet Vakfi = Semûd kavminde de (ibretler vardır). Onlara: Bir süreye kadar faydalanın, denmişti.


فَعَتَوْا عَنْ أَمْرِ رَبِّهِمْ فَأَخَذَتْهُمُ الصَّاعِقَةُ وَهُمْ يَنظُرُونَ

 Zâriyât / 44 -

 Diyanet Vakfi = Rablerinin emrine karşı geldiler. Bu yüzden, bakıp dururlarken onları yıldırım çarpıverdi.


فَمَا اسْتَطَاعُوا مِن قِيَامٍ وَمَا كَانُوا مُنتَصِرِينَ

 Zâriyât / 45 -

 Diyanet Vakfi = Ayağa kalkacak güçleri kalmamış, yardım edenleri de olmamıştı.


وَقَوْمَ نُوحٍ مِّن قَبْلُ إِنَّهُمْ كَانُوا قَوْمًا فَاسِقِينَ

 Zâriyât / 46 -

 Diyanet Vakfi = Bunlardan önce de Nuh kavmini helâk etmiştik. Çünkü onlar yoldan çıkmış bir toplum idiler.


وَالسَّمَاء بَنَيْنَاهَا بِأَيْدٍ وَإِنَّا لَمُوسِعُونَ

 Zâriyât / 47 -

 Diyanet Vakfi = Göğü kendi ellerimizle biz kurduk ve biz (onu) elbette genişleticiyiz.


وَالْأَرْضَ فَرَشْنَاهَا فَنِعْمَ الْمَاهِدُونَ

 Zâriyât / 48 -

 Diyanet Vakfi = Yeri de döşedik. (Bak) ne güzel döşeyiciyiz!


وَمِن كُلِّ شَيْءٍ خَلَقْنَا زَوْجَيْنِ لَعَلَّكُمْ تَذَكَّرُونَ

 Zâriyât / 49 -

 Diyanet Vakfi = Her şeyden de çift çift yarattık ki, düşünüp öğüt alasınız.


فَفِرُّوا إِلَى اللَّهِ إِنِّي لَكُم مِّنْهُ نَذِيرٌ مُّبِينٌ

 Zâriyât / 50 -

 Diyanet Vakfi = O hâlde Allah’a koşun. Şüphesiz ben, size O’nun katından gönderilmiş açık bir uyarıcıyım.


وَلَا تَجْعَلُوا مَعَ اللَّهِ إِلَهًا آخَرَ إِنِّي لَكُم مِّنْهُ نَذِيرٌ مُّبِينٌ

 Zâriyât / 51 -

 Diyanet Vakfi = Allah ile beraber başka bir tanrı edinmeyin. Zira ben size O'nun tarafından (gelmiş) açık bir uyarıcıyım.


كَذَلِكَ مَا أَتَى الَّذِينَ مِن قَبْلِهِم مِّن رَّسُولٍ إِلَّا قَالُوا سَاحِرٌ أَوْ مَجْنُونٌ

 Zâriyât / 52 -

 Diyanet Vakfi = İşte böylece, onlardan öncekilere her hangi bir peygamber geldiğinde hemen: O, bir büyücüdür veya delidir, dediler.


أَتَوَاصَوْا بِهِ بَلْ هُمْ قَوْمٌ طَاغُونَ

 Zâriyât / 53 -

 Diyanet Vakfi = Bunu (nesilden nesile) birbirlerine vasiyet mi ettiler? Doğrusu onlar azgın bir topluluktur.


فَتَوَلَّ عَنْهُمْ فَمَا أَنتَ بِمَلُومٍ

 Zâriyât / 54 -

 Diyanet Vakfi = Artık onlara aldırma. (Davete uymamalarından dolayı) sen kınanacak değilsin.


وَذَكِّرْ فَإِنَّ الذِّكْرَى تَنفَعُ الْمُؤْمِنِينَ

 Zâriyât / 55 -

 Diyanet Vakfi = Sen yine de öğüt ver. Çünkü öğüt müminlere fayda verir.


وَمَا خَلَقْتُ الْجِنَّ وَالْإِنسَ إِلَّا لِيَعْبُدُونِ

 Zâriyât / 56 -

 Diyanet Vakfi = Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.


مَا أُرِيدُ مِنْهُم مِّن رِّزْقٍ وَمَا أُرِيدُ أَن يُطْعِمُونِ

 Zâriyât / 57 -

 Diyanet Vakfi = Ben onlardan rızık istemiyorum. Beni doyurmalarını da istemiyorum.


إِنَّ اللَّهَ هُوَ الرَّزَّاقُ ذُو الْقُوَّةِ الْمَتِينُ

 Zâriyât / 58 -

 Diyanet Vakfi = Şüphesiz rızık veren, güç ve kuvvet sahibi olan ancak Allah'tır.


فَإِنَّ لِلَّذِينَ ظَلَمُوا ذَنُوبًا مِّثْلَ ذَنُوبِ أَصْحَابِهِمْ فَلَا يَسْتَعْجِلُونِ

 Zâriyât / 59 -

 Diyanet Vakfi = Muhakkak ki bu zulmedenlerin de, geçmişlerinin payı gibi (azaptan) bir payları vardır! O halde acele etmesinler!


فَوَيْلٌ لِّلَّذِينَ كَفَرُوا مِن يَوْمِهِمُ الَّذِي يُوعَدُونَ

 Zâriyât / 60 -

 Diyanet Vakfi = Başlarına gelecek (acı) günlerinden dolayı vay o kâfirlerin haline!


Zâriyât

51-ZARİYAT:

"Tozdurup savuranlara andolsun."ZERV, tozutup götürmek, savurmak, kırıp ufalamak demektir.

ZÂRİYÂT: Kırıp ufalayan veya savuran, ya da toz duman edip götüren kuvvetler demektir. Mesela toprağı ve başka şeyleri tozdurup savuran rüzgarlar, volkanları püskürten, yaratıkları kırıp dağıtan ve yayıp açan melekler ve barut, dinamit gibi sonradan bulunmuş ve bulunacak şiddetli patlayıcı, tahrip edici ve yakıcı bütün sebepler bu kavrama dahildir. Beydâvî, "Bütün yaratıkları savuran sebepler" demekle bu genelliği göstermiştir. Müfessirlerin çoğunluğunun "rıyah" yani rüzgarlar ile yetinmesi Hz. Ali'den gelen rivayete göredir ki bu tefsir "kavram" itibarıyla değil bir "örnek ile tefsir" olsa gerektir. Yoksa kavram itibarıyla nesiller dünyaya getiren doğurgan kadınlar diye de mânâ verilmiştir.

2- Sonra bir ağırlık yüklenenlere, yağmur yüklenen bulutlar, bulutları taşıyan rüzgarlar veya gebe kadınlar veya bütün bunların sebepleri ki bunlar öncekilerin aynısı da, başkası da olabilir. Önce tozdurur, sonra da yüklenir, taşır, veya tozdurup savuran başka, taşıyıp götüren başka olur, bir ordunun ağırlıkları ve ganimetleri gibi.

3- Sonra da kolaylıkla akanlara, gemiler ve benzeri trenler, otomobiller gibi.

4- Sonra da bir emir taksim edenlere yemin olsun, yani bütün bunları idare etmek, tozdurulan taşınan, götürülen şeyleri varacakları yerlere yetiştirmek için yüce Allah'ın emrini ayırıp dağıtan meleklere, Cebrail, Mikail, İsrafil, Azrail gibi emir meleklerine yemin olsun, bunlara yemin, cezanın meydana gelmesinde özellikle hizmetlerini hatırlatmadır. Yani sayılan bu kuvvetlerin önemlerine işaret ile kesin bir şekilde uyarıda bulunur ki;

5- Size vaad olunan, muhakkak doğrudur. Kâf Sûresi'nde geçtiği üzere size yapılmakta bulunan vaadler ve tehdidler, o yeni yaradılış, dirilme ve çıkma, girme ve ebedilik hep doğrudur.

6- Ve din mutlaka olacaktır, din yani ceza ve sorumluluk vardır. Amellerinin cezası, iyiliğe çalışanlara iyilikle mükafat, kötülüğe çalışanlara kötülükle ceza mutlaka olacak, herkes ettiğini bulacaktır.

7- "Zatü'l-hubük" semaya yemin ederim. "Zatilhubük" niteliği, eşsiz bir ifadedir. Bunun mânâsının ne olduğu hakkında çok şeyler söylenmiştir.

HUBÜK: "Habike'nin de, "Hibâk"in de çoğulu olabilir. "Târika" "Turuk" "Misal" "Müsül" gibi.

HABÎKE: Dikkat ve özenle sağlam sanatlı dokunmuş yol yol, menevişli güzel kumaşa denir.

HİBAK" de, rüzgar hoş estiği zaman denizde veya kumda meydana gelen yol yol kıvrıntılara denir. Saçların çok kıvırcıklığından meydana gelen dalgalanmalara, yani ondülasyona hubük denir. Kelimenin kökü olan "Habk" sıkı bağlayıp sağlam yapmak, ve kumaşı sıkı, sağlam ve üzerinde sanat eseri ortaya çıkacak şekilde güzel bir zemin üzere dokumak anlamına gelir ki aslı, "sefâkat" yani kumaşı sağlam ve güzel dokumak diye özetlenmiştir. Birçok kimse, hâreli yollu yollu mânâsı ile "yollara sahip" diye tefsir etmiştir. Bundan da bazı kimseler yıldızların yörüngeleri mânâsına kendilerine özel yollar, bazıları da, ilim ve bilgiye götüren ve yaratanın birliğine, kudretine, ilmine ve hikmetine delalet eden aklî yolları anlamışlar, bazıları da saman yolları, adına kehkeşan da denilen samanyollarını söylemişlerdir. Fakat İbnü Abbas, Katade, İkrime, Mücahid, ve Rebî'den rivayet olunduğuna göre de "güzel, düzgün yaratılışlı", Mücahid'den diğer bir rivayette de "yapısı sağlam" diye tefsir olunmuştur. Mânâyı kısaca özetleyen bu ifadeden biz şunu anlıyoruz ki gökyüzü, yıldızları ve türlü yörünge ve yıldızların döndükleri yerlerle pek sıkı ve son derece sanatlı bir biçimde dokunmuş güzel nakışları olan düzgün ve sağlam, üzeri menevişli bir kumaşa benzetilmiş ve buna yemin ile, onun genel biçiminde tevhîde delalet eden ve yaratıcısının birlik ve kudretini gösteren güzel ve sağlam uyum ve ahenk hatırlatılarak sözleri değişik olanlara bir yasaklamada bulunulmuş, görüş ayrılıklarının tevhide döndürülmesi gerektiği anlatılmıştır. "Habk" kökü, hem yolları hem de sağlam ve güzel bir dokuma mânâsını taşıması itibarıyla bunda, dağınıklıkları birleştiren yüksek bir toplumun manzarasına da işaret vardır. Bunun yedinci sema olduğunu söyleyenler olmuş ise de "sema cinsi" olması daha uygundur. Şu halde mânânın özeti şudur:

8-O sağlam ve düzgün dokunmuş meneviş kumaşlı güzel ve yüksek semaya dikkatinizi çekerek söylerim ki: Siz gerçekten farklı farklı ifadelerde bulunuyorsunuz. Sözleriniz birbirini tutmuyor, bir hüküm altında toplanmıyorsunuz. "Gökleri ve yeri yaratan Allah" dersiniz, sonra da tutar başkalarına taparsınız. Çeşitli ilahlara taptığınız için, gittiğiniz yollar ve amaçlarınız bir hedefte birleşmiyor, hakta birleşmediğiniz için peygambere bazen sihirbaz, bazen kâhin, bazen şair bazen de deli gibi birbirini tutmaz sözler söylüyorsunuz! Bir taraftan dinin, yani cezanın olacağına inanmıyor, Hakk'a uymayan görüşleri benimsiyorsunuz, bir taraftan da ileride bize şefaat ederler diye putlara tapıyorsunuz.

9- Ondan çevrilen çevrilir. O çeşitli görüşlerden dönmesi takdir edilmiş olan döner, doğruya iman eder. İman etmeyenlere gelince "O kendi tahminlerini ileri atanlar kahrolsun..." yahut hak yolundan saptırılmış, sapıklık da tabiatı ve huyu olmuş bulunan çevirilenler, o doğru ve gerçekleşecek olan vaad ve tehdide, ahiret ve cezaya iman etmekten saptırılır, çeşitli görüşlere ve kanaatlere sürüklenirler.

10-11- O kahrolası harraslar, yani sırf kendi zan ve tahminlerine göre atan, fikir adına kendi heveslerini ileri süren yalancılar ki onlar bir cehalet içinde, yani herşeyi kuşatan bir sel gibi kendilerini her noktadan sarıp bürümüş olan batak, bir sarhoşluk veya bir cehalet içinde şuursuzdurlar. Allah'ın emrinden gafiller, başlarına gelecek felaketin farkında değiller.

12- O din günü, yani gerçekleşeceği haber verilen o cezanın günü ne zaman? diye soruyorlar. İnanmadıkları için eğlenmek istiyorlar.

13- İşte cevabı: Onların ateş üzerinde kıvrandırılacakları gündür.

"FİTNE"nin asıl mânâsı: Altın ve gümüş gibi herhangi bir maden cevherinin iyisini kötüsünden ayırmak için ateşe atılmasıdır. Bundan meşakkate sokmak, sınamak yani imtihan etmek, azdırmak , çok beğenip tutulmak gibi fitnenin sonucu, lazımı olan mânâlarda da kullanılır.

14-16-Nitekim "Tadın fitnenizi!" Azaba yahut azab ve meşakkate sebep olan küfür ve fesat mânâsınadır. "Bu işte, sizin acele ile istediğiniz!" yani böyle denecek. Yani nasıl olduğunu ve miktarını tayin ve takdir edemiyeceğiniz Cennetler ve pınarlarda, Rablerinin kendilerine verdiğini alarak, yani hoşnutlukla kabul edip razı ve hoşnud olarak. Çünkü onlar ondan önce, yani dünyada iyi amel işleyen kimselerdedirler. Güzel ameller yapar ve güzel yaparlardı, onun için mükafata ve sevaba layık olmuşlardı, onu hoşnutluk içinde gülerek alırlar. Bu cümle "Rablarının vermesi'nin sebebini gösterirken, takvanın da yalnız menfi, eylemsiz bir mahiyette olmayıp aynı zamanda güzel işler yapmak mânâsında müsbet bir mânâ ifade ettiğini anlatır.

17- Onun için bu da şöyle açıklanıyor: Geceden pek az uyurlardı. "Birazı hariç geceleri kalk namazı kıl!" (Müzzemmil 73/2) âyetinin mânâsına göre amel ederler, Allah şevki, ahiret endişesi ile gözlerine uyku girmez, ibadet eder, vazife yaparlardı.

HUCU', az uyku, ve özellikle gece uykusu, demektir. Âyet metnindeki ziyade veya mevsul veya masdarlık bildiren bir harftir. Olumsuzluk bildiren bir harf olarak şöyle de mânâ verilmiştir: "Bazı gece biraz bile uyumazlar, hepsini ihya ederlerdi." Bir rivayette de "Az idiler, geceden uyumazlardı." diye iki cümle olarak mânâ verilmişse de ağır basan şık birincisidir.

18- Ve seher vakitleri onlar istiğfar ederlerdi. Yani geceleri öyle ibadet etmekle birlikte sanki günah ile vakit geçirmiş gibi seher vakitleri de yatmaz, kusurları için af dilerlerdi. Âyetteki zamiri ile ifadede kasır vardır. Yani dua ve istiğfarın en güzel zamanı olan seher vakitleri öyle icabet ve kabule şayan istiğfarı onlar, o iyi kimseler yaparlar.

19- Mallarında da dilenci ve mahrum için bir hak vardı.

SAİL, isteyen, dilenen, MAHRUM, iffetinden dolayı zengin zannedildiği için sadakadan dahi mahrum bulunan muhtaç demektir. Resul-i Ekrem (s.a.v)'den rivayet edilmiştir ki: "Miskîn bir yemek iki yemek ve bir lokma iki lokma ve bir hurma iki hurma, kendisini savacak olan değil" buyurmuş. O halde miskin kimdir? demişler, "Miskin; öyle bir kimsedir ki, bulamaz ve bilinip kendisine sadaka da verilemez." buyurmuş. İbnü Abbas'tan bir rivayette: Kazanamayan bedbaht denilmiş, bazıları da rızık sebepleri kendisine yaklaşmış olduğu halde uzaklaşmış, mahrum kalmış olan düşkün diye tefsir etmişler ise de önceki daha kapsamlıdır. "Hak" deyimi zahiren bunun vacib olduğunu ifade eder. Onun için Kâdî Münzir İbnü Saîd, bunun farz olan zekat olduğu kanaatine varmıştır. Fakat bu sûrenin Mekkî, ve zekatın Medine'de farz kılınmış olması dolayısıyla çokları bunu nafile sadaka olarak anlamışlar, ve zekattan ayrı olarak kendilerinin taahhüt ettikleri "bol bir nasip" diye tefsir etmişlerdir. İslam toplumunun yükselmesinde çok büyük önemi olan bu noktanın özellikle dikkat çekici olduğunu hatırlatmaya gerek yoktur.

20-21- Yeryüzünde de âyetler vardır, kesin bilgi edinecekler için nefislerinizde de nice deliller vardır ki cezanın ve hesaba çekilmenin olacağını ve dinin hak olduğunu gösterirler. Yeryüzünde dolaşan ve yerküreyi inceleyenler iyi çalışanlarla çalışmayanların, korunanlarla korunmayanların, tasdik edenlerle inanmayanların akıbetlerindeki farkı gösterecek çok deliller bulurlar. Vicdanlarla başvurulması halinde de iman eden herkes, yaratılmasının merhalelerinden Allah'ın kudretini ve her günkü hayatında bile vazife ve sorumluluğunun varlığını anlar.

22- Semada da rızkınız, yağmur sıcaklık vesaire gibi rızık sebepleri ve size vaad edilen şeyler var yahut mukadder. Bunun zahiri yukarıki gibi vaad ve tehdidi içine alır. Fakat çoğunlukla sevap ile tefsir etmişler ve cennetin yedinci semanın üstünde, Arş'ın altında olduğunu nakletmişlerdir.

23- İşte o sema ve yer yüzünün Rabbine yemin olsun ki, O size edilen vaad mutlaka haktır tıbkı sizin konuşmanız, söylemeniz gibi, yani sizin konuşmanız nasıl kesin olan bir şey ise sorumluluğunuz, vaad olunan ceza ve mükafaatınız da öylece olacaktır.

Yeryüzü ve nefislerdeki bu deliller bazı örnekler ile açıklanıp peygamberliği beyan etmek için buyuruluyor ki:

Meâl-i Şerifi

24- Ey Muhammed! İbrahim'in şerefli misafirlerinin haberi sana geldi mi?

25- Hani onlar İbrahim'in huzuruna girmişlerdi de "Selam sana!" demişlerdi. İbrahim: "Size de selam" demiş, ve içinden: "Bunlar tanınmamış bir topluluk!" diye geçirmişti.

26- İbrahim, sonra ailesine giderek semiz bir buzağı (eti) getirdi.

27- Onu önlerine sürerek: "Yemez misiniz?" dedi.

28- Yemediklerini görünce onlardan içine bir korku düştü. Onlar İbrahim'e: "Korkma!" dediler ve onu çok bilgili bir oğul ile müjdelediler.

29- Bunun üzerine karısı (Sâre) bir çığlık atarak geldi ve elini yüzüne vurarak: "Ben kısır bir kocakarıyım, nasıl çocuğum olur?" dedi.

30- Misafir melekler: "Evet bu böyledir. Rabbin böyle buyurdu. Gerçekten O hüküm ve hikmet sahibidir. Herşeyi hakkıyla bilir." dediler.

31- İbrahim, kendisine misafir olarak gelen meleklere: "Acaba sizin asıl önemli işiniz nedir ey elçiler?" dedi.

32- Onlar: "Gerçekten biz günahkâr bir kavim (olan Lût kavmine) gönderildik.

33- Onların üzerine çamurdan pişirilmiş sert taşlar yağdıracağız.

34- O taşlardan herbirinin haddi aşanlardan kime isabet edeceği Rabbin katında işaretlenmiştir." dediler.

35- Nihayet biz müminlerden orada bulunan kimseleri çıkardık.

36- Fakat biz orada müslümanlardan bir ev halkından başka kimseyi de bulamadık.

37- Biz orada acı bir azabdan korkan kimseler için bir ibret nişanesi bıraktık.

38- Musa'nın kıssasında da ibret vardır. Hani biz onu apaçık bir delille Firavun'a göndermiştik.

39- Firavun ise ordusuyla birlikte yüz çevirmiş, onun hakkında: "Bu bir sihirbazdır, ya da bir delidir." demişti.

40- Nihayet biz onu ve ordularını yakalayıp hepsini denize attık. Firavun ise o sırada (inadından dolayı pişmanlık duyarak) kendi kendini kınıyordu.

41- Âd kavminin helâkinde de bir ibret vardır. Hani biz onların üzerine köklerini kesecek bir rüzgar göndermiştik.

42- O rüzgar üzerine uğradığı hiçbir şeyi bırakmıyor, mutlaka onu kül gibi dağıtıyordu.

43- Semud kavminin helâkinde de bir ibret vardır. Hani onlara: "Belirli bir süreye kadar dünyadan yararalanıp, geçinin!" denmişti.

44- Onlarsa Rablerinin emrine karşı büyüklük tasladılar. Bunun üzerine kendilerini, bakıp dururlarken yıldırım yakalayıp, çarptı.

45- Artık onlar, ne kendi kendilerine ayağa kalkabildiler, ne de yardım gördüler.

46- Daha önce de Nuh kavmini helâk etmiştik. Çünkü onlar yoldan çıkmış fâsık bir kavimdiler.

24- "Geldi mi sana?" Bu ifade, hikayenin büyüklüğü ve vahiy ile bildirdiği hakkında bir uyarıdır.

HADİS, insana gerek uyanıklık anında gerek uykuda vahiy veya işitme biçiminde gelen söze denir. Biz bu gibi yerlerde "kıssa" diyoruz.

DAYF, aslında misafire ikram ve ziyafetin kaynağı olan meyil mânâsına mastar olmakla tekil ve çoğul anlamında kullanılır. Eski Türkçe'de buna "konuk" derlerdi. Biz "misafir" diyoruz. Fakt biz bunu Arapça'da bilinen yolcu mânâsı ile değil, Araplar'ın "dayf" dediği mânâ ile Türkçe bir kelime gibi kullanıyoruz. Burada kelimenin mânâsı çoğuldur. Çünkü "ikram edilenler" sıfatı ile nitelenmişlerdir. Bunlar Enbiya Sûresi'nde "Lütuf ve ihsana mazhar olmuş kullardır." (Enbiya 21/26) buyurulduğu üzere Allah katında ikrama eren şerefli meleklerdir. Hz. İbrahim de bunlara eşi Sâre ile kendisi bizzat hizmet etmek ve ziyafet vermek suretiyle ikram eylemiştir. Bir rivayette "on iki melek" bir rivayette de "üç melek: Cebrail, Mikail, İsrafil" denilmiştir.

25- Selam cümlesinden hafifletilmiş bir cümledir. "Sana selam verir selamet dileriz." demek gibidir. Selam "aleyküm selam" demektir.

Merfu halinde sübut mânâsı olması itibarıyla daha kuvvetli bir selam ile cevap vermiştir. Münker, yani görülmedik, tanınmadık, acaib bir topluluk dedi. İslâm'ın alameti olan ve o zaman bilinmeyen selam verişleri, hal ve tavırları tuhafına gitmiş bu suretle kimliklerini gizleyerek geldiklerini de sezer gibi olmuştur.

26- Derhal bir yolunu bularak eşine sıvıştı, yani misafirlere sezdirmeksizin önce yemek tedariki için ailesine koştu, demek ki, misafire ikramın adabından birincisi budur. Gitti ne yaptı ise yaptı. Çok geçmeden semiz bir buzağı getirdi. Hûd Sûresi'nde kebap edilmiş, kızartılmış olduğu (Hud, 11/69) geçmişti. Burada da semizliği anlatılıyor. Demişler ki genel olarak malı sığır cinsi idi. Onun için en güzel ikram olmak üzere semiz danayı seçti.

27- Hemen onu yakınlarına koydu yemez misiniz? dedi. Bunun yemeğe buyurun mânâsına bir teklif veya ne için yemiyorsunuz? mânâsına bir soru olma ihtimali olduğu söylenmiştir.

28- Bunun üzerine onlardan içine bir korku düştü. "Yemeğe el uzatmadıklarını görünce onlardan işkillendi." (Hud, 11/70) Çünkü düşmanlık ve tepkiye delalet eden bir mânâdan uzak kalmaz. İbnü Abbas'tan rivayet olunduğuna göre melek olduklarını sezdi, azab için gelmiş olmaları ihtimali hatırına gelerek korktu. "Korkma" dediler, ve ona çok bilgili bir oğlu olacağını müjdelediler. Hud Sûresi'nde açıklandığı üzere bu oğul İshak'tır. Saffat'da, "İşte o zaman biz onu uslu bir oğul ile müjdeledik" (Saffat, 37/101) âyeti ile müjdelenen İsmail idi. "Alîm" yani büluğ çağından sonra çok bilgili olacak bir oğul ki peygamberlik ile de tefsir edilmiştir. Bu vasıf ile müjde hem hayatını hem de olgunluğunu beyan ile müjdelemedir.

29- Bunun üzerine hanımı yüzünü döndü. Müfessirler diyorlar ki: Hanımı Sâre bir köşede bakıyordu, o müjdeyi işitince utandı evine gitmek içini yüzünü döndü.

SARRE, "Sarir" kelimesinden türeme "haykırma" mânâsınadır. Yani, a... diye içini çekerek bir çığlık kopardı da elini yüzüne çarptı ve kısır bir ihtiyar kocakarı dedi. Yani ihtiyarlamış, bununla birlikte gençliğinde bile doğurmamış kısır bir koca karı çocuk mu doğurur?

30-Buna kar dediler ki öyle Rabbin buyurdu, yani biz o söylediğimizi kendimizden söylemiyoruz, yalnız Rabbinin kelamını haber veriyoruz. Şüphesiz ki O, öyle Hakîm öyle Alîm'dir. Hikmetiyle dilediğini yapar ve nasıl yapacağını bilir. Bundan dolayı O'nun dediği mutlaka olur.

31-Bu şekilde İbrahim (a.s) onların Allah tarafından gönderilmiş melek olduklarını anladığı gibi görevli oldukları vazifenin bu müjdelemeden ibaret olmadığını da sezerek Dedi: Şu halde "hatb"ınız nedir?

HATB, önemli bir iş yani bir müjdeden sonra asıl gönderilmenize sebeb olan iş nedir? Ey "mürseller", Allah tarafından gönderilmiş şanlı elçiler!

32- "Günahkâr bir kavme" yani Lut kavmi üzerlerine salmak için, memleketlerinin altını üstüne çevirdikten sonra üzerlerine yağdırmak için

33-34- çamurdan taşlar, çamurdan taşlaşmış "siccîl" Rabbinin katında damgalanmış nişanlanmış, hangisinin kime ve nasıl isabet edeceği takdir olunmuş, belli edilmiş o müsrifler için, cürümde fasıklıkta ve günahta haddini aşmış, aşırıya kaçmış azgınlar için alametleriyle tertib edilmiş, hazırlanmış, mendud,

35- "Biz orada bulunan müminleri çıkardık." âyet metninde geçen "fâ" fasîha fâ'sıdır. Mahzuf, yani zikredilmeyen cümleleri özetler. Yani diğer sûrelerde beyan olunduğu üzere o kavmin köyüne vardıklarında, orada müminlerden kim varsa çıkardık.

36-38- Fakat orada bir evden başka müslüman bulmadık. Yani bir evden başka mümin yoktu, onun için bir ev halkından başka selamete çıkan bulunmadı ki o ev Hz. Lut'un evi idi, karısından başka bütün ailesi mümin oldukları için beraberinde selamete çıkmış kurtulmuşlardı. Demek Hz. Lût'un açıkladıklarına daha başka iman eden bulunsaydı onlar da kurtulacaklardı. Burada "müslimîn" (müslümanlar) "müminîn" (müminler) eş anlamlı gibi kullanılmış olmakla birlikte selamet bulanlar mânâsını da ifade etmektedir.

39-40- yani bir müjdeden sonra asıl gönderilmenize sebeb olan iş nedir? Ey "mürseller", Allah tarafından gönderilmiş şanlı elçiler! "Günahkâr bir kavme" yani Lut kavmi üzerlerine salmak için, memleketlerinin altını üstüne çevirdikten sonra üzerlerine yağdırmak için çamurdan taşlar, çamurdan taşlaşmış "siccîl" Rabbinin katında damgalanmış nişanlanmış, hangisinin kime ve nasıl isabet edeceği takdir olunmuş, belli edilmiş o müsrifler için, cürümde fasıklıkta ve günahta haddini aşmış, aşırıya kaçmış azgınlar için alametleriyle tertib edilmiş, hazırlanmış, mendud, "Biz orada bulunan müminleri çıkardık." âyet metninde geçen "fâ" fasîha fâ'sıdır. Mahzuf, yani zikredilmeyen cümleleri özetler. Yani diğer sûrelerde beyan olunduğu üzere o kavmin köyüne vardıklarında, orada müminlerden kim varsa çıkardık. Fakat orada bir evden başka müslüman bulmadık. Yani bir evden başka mümin yoktu, onun için bir ev halkından başka selamete çıkan bulunmadı ki o ev Hz. Lut'un evi idi, karısından başka bütün ailesi mümin oldukları için beraberinde selamete çıkmış kurtulmuşlardı. Demek Hz. Lût'un açıkladıklarına daha başka iman eden bulunsaydı onlar da kurtulacaklardı. Burada "müslimîn" (müslümanlar) "müminîn" (müminler) eş anlamlı gibi kullanılmış olmakla birlikte selamet bulanlar mânâsını da ifade etmektedir. Ve orada bir âyet bıraktık, yani o köylerin battığı yerde bir alamet kalmıştır ki yerküredeki alametlerden birisidir.

İbnü Cerir, "birçok istifli taşlar" demiş. Bazıları da bir kokar su demiştir. Bununla birlikte, "Ankebût" Sûresi'nde "Andolsun ki biz, aklını kullanacak bir kavim için oradan apaçık bir ibret nişanesi bırakmışızdır." (Ankebut, 29/35) âyetinde geçtiği üzere âyetten murat, "ayet-i kelamiye" yani sözlü ilâhî ayetleri olması da mümkündür ki, bu olayın vahiyle inen ilâhî kitaplarda zikredilmesi ile dillere destan olan bir ibret âyeti bırakılması demek olur. Bu şekliyle mânâ: Onlar hakkında bir âyet de bıraktık demek olacağından bu mânâya göre "Musa'da da.." ifadesinin hiçbir hazifsiz buraya atfı sahih olur. Önceki mânâda ise, "Musa'da da kıldık." diye âmil yani fiil takdiri ile üzerine atfolunur. Yahut "Musa'da da bir âyet vardır." takdirindedir. Bu takdirde üzerine atfı caiz görenler olmuştur. Kuvvetli açık bir delil ile, yani mucizelerle gönderdik de Firavun rüknü ile, yani bütün kuvvetiyle veya kavminden dayanmış olduğu kuvvetine güvenerek yüz çevirdi, Allah'ın âyetlerine iman etmedi. Kınanacak fiiller yaparken yani küfür ve azgınlık ile cinayetler yapıp dururken. Müfessirlerin gösterdiği bu mânâ, suda boğulmasından önceki halini beyan olur. Bir de "nefsini kınayarak" demek olabilir ki suda boğulurken "Gerçekten İsrailoğulları'nın inandığı Tanrı'dan başka Tanrı olmadığına ben de iman ettim." (Yunus, 10/90) diyerek gösterdiği pişmanlığı ifade eder.

41- Akîm bir rüzgar, hiç hayır ve faydası olmayan aşılama ve tozlaşma yapmaz bir rüzgar.Gerçi "akîm" müteaddi yani geçişli de olabildiği için burada akîm bırakıcı, helak edici mânâsına olması daha uygun olacaktır.

42-Nitekim şöyle tefsir olunuyor: "Uğradığı hiçbir şeyi bırakmıyor, mutlaka onu çürütüp kül gibi ediyordu." Çürümüş kül gibi tozup dağılıveren

43- "Onlara: Bir zamana kadar istifade edin, denilmişti." Bunu Hûd Sûresi'nde geçen "Yurdunuzda üç gün daha yaşayın." (Hud, 11/65) ifadesi ile tefsir edenler olmuş ise de o, den sonra, bunun ise fâ'nın delaletine göre utüv'den önce olması dolayısı ile daha önceden verilmiş bir fırsat olması gerektiği söylenmiştir.

44-45-Yani Salih (a.s)'in gönderilmesi ile verilen fırsattan istifade etmediler de Rablerinin emrinden kaçınarak azgınlık ettiler, onun için kendilerini yıldırım çarpıverdi. Yani azab yakalayıverdi. Diğer sûrelerde "sayha" haykırış, burada ise "sâika" yani "yıldırım" denilmiştir ki maksat aynı musibettir. Bakıp duruyorlardı, üç gün denilmiş olduğu ve alametleri görülmeye başladığı için azabı gözetmeye başlamışlardı. Azabı beklemenin ise azabdan daha acı olduğu da unutulmamalıdır. Veya azaba çarpılmış henüz can çekişirken birbirlerinin bütün felaket ve korkunçluğunu görüp duruyorlardı.

Bakıyorlardı da ne kendi kendilerine kalkmaya güçleri yetiyordu, ne de bir yardım bulabiliyorlardı. Bu ifadeler herhangi bir suretle batmakta olan bir kavmin bütün dehşeti ile manzarasını göstermektedir.

46- Bunlardan önce Nuh kavmini de helak etmiştik.

"Nuh kavmini helak ettik." takdirindedir. Yahut deki üzerine atfedilmiş olarak o mânâdadır. Çünkü o helak edilenler hep fasık birer kavim idiler. Onun için helak edildiler. Bu şekilde bunlar yeryüzünde cezanın olacağına delalet eden birer örnektirler. Bunu haber verdikten ve beyan ettikten sonra yükselmeye davet için buyuruluyor ki:

Meâl-i Şerifi

47- Biz göğü kudretimizle bina ettik. Hiç şüphesiz biz, çok genişlik ve kudret sahibiyiz.

48- Yeryüzünü de biz döşedik. Bakın biz onu ne güzel döşüyoruz!

49- Biz herşeyden iki çift yarattık. Umulur ki, iyice düşünürsünüz.

50- Ey Muhammed! de ki: "Öyleyse Allah'a koşun, gerçekten ben size O'nun tarafından gönderilmiş apaçık bir uyarıcıyım.

51- Allah'la beraber başka bir tanrı uydurmayın (O'na ortak koşmayın). Gerçekten ben size O'nun tarafından gönderilmiş apaçık bir uyarıcıyım."

52- Böylece onlardan öncekilere de herhangi bir peygamber gelince, onun hakkında da mutlaka: "Bir sihirbazdır veya bir delidir." dediler.

53- Onlar birbirlerine bunu mu tavsiye ettiler? Hayır onlar azgın bir kavimdir.

54- Ey Muhammed! Sen onlardan yüz çevir. Artık sen kınanacak değilsin.

55- Sen öğüt verip hatırlat. Çünkü, hatırlatmak müminlere fayda verir.

56- Ben cinleri ve insanları ancak bana ibadet etsinler diye yarattım.

57- Ben onlardan herhangi bir rızık istemiyorum. Beni yedirmelerini de istemiyorum.

58- Şüphesiz ki, rızık veren O sağlam kuvvet sahibi olan Allah'tır.

59- Şüphsiz ki, zulmedenlerin geçmiş arkadaşlarının payı gibi, dolgun bir azab payı vardır. Ama şimdi onu acele istemesinler.

60- Kendilerine vaad edilen günlerinde uğrayacakaları azabdan dolayı vay inkâr edenlerin haline!..

47- "Bir de semaya bakın biz onu kuvvetle bina ettik." "İzmar alâ şaritati't-tefsir"dir. Yani semanın âmili olan "fiil" gizlenmiş de zamirine taalluk ettirilerek diye tefsir edilmiştir. Eserden, bunu yapan müessirin çıkarılmasını ifade eden, bir üslubda lafız mânânın muhtevasına terkibi ile de uyum sağlamıştır.

EYD, "yed" kelimesinin çoğulu olabilirse de burada "Davud'u, o kuvvet sahibi zatı hatırla." (Sâd, 38/17) âyetinde olduğu gibi teyidin aslı olan "kuvvet" mânâsına olması daha ağır basar. Bu beyan "Allaha kaçın!" ifadesi ile "Ben cinleri ve insanları ancak bana kulluk etsinler diye yarattım." (Zariyat, 51/56) âyetinin muhtevasına ve mânâsına önceden yapılmış bir hazırlıktır. Nitekim "Şüphesiz rızık veren güç ve kuvvet sahibi olan ancak Allah'tır." (Zâriyât, 51/58) âyeti ile teyid olunacaktır. Ve hiç şüphesiz biz çok genişliğe malikiz. Bunun iki mânâsı vardır: Birisi, kudret genişliğini ifade eder. Kudret ve kuvvetimiz öyle geniştir ki semayı bina ile tükenmedikten başka onu daha çok genişletebilir. Bu mânâ hem, "Artık orada bize ne bir yorgunluk dokunacak ne de orada bize bir usanç gelecektir." (Fâtır, 35/35), hem de "O'nun kürsüsü gökleri ve yeri içine alır." (Bakara, 2/255) âyetlerinin mânâlarını andırır. Birisi de zenginliği, nimet ve nimet vermede genişliği ifade eder, biz darlıkları genişletiriz. Yalvaran darda kalmışlara icabet eden, sıkıntıları açan, ihtiyaçları gideren, fakirleri zenginleştiren, nimet vereniz, demek olur.

48- Yer yüzünü de döşedik, türlü nimetlerle donattık, döşek gibi altınıza serdik ki üzerinde bir zamana kadar durup hayattan nasip alasınız. Daha da ne güzel döşeriz, türlü nimetlerle döşenmiş olduğu gibi ilerde daha güzelini döşeyecek, daha güzel nimetler verecek kuvvet ve kudret de mevcuttur.

49- Her şeyden de iki çift yarattık. İbnü Zeyd gibi bazı zatlar, bunu her cins hayvandan erkek ve dişi çeşitleri olarak anlamışlar ve açıklamışlardır ki "Orada gönül açan her türden (bitkiler) yetiştirdik." (Kaf, 50/7) âyeti gereğince bitkileri de buna katabiliriz.

Mücahid hareket ve hareketsizlik, gece ve gündüz, gökyüzü ve yeryüzü, siyah ve beyaz, sağlık ve hastalık, tad ve acı, sevap ve ceza, genel olarak birbirine zıt olan şeylere ve birbirinin karşıtı olan herşeye işaret olunduğunu söylemiştir. Diğer bazıları da eşyanın çeşitlere ayrılması ile tefsir etmişlerdir ki, en azı iki çeşit olur. Bu çeşitlilik zaman zaman çeşitli ifadelerle ve tasniflerle hatırlatılmak istenmiştir. Beydâvî yalnız bu mânâyı göstererek "Her cinsten iki çeşit" diye tefsir etmiştir. Bu mânâ öncekileri de içine alması açısından daha kapsamlıdır. Ancak bu takdirde "Herşey"den maksat, sadece cins olmuş oluyor. İfadenin zahiri ise her ferdi içine almaktadır. Onun için biz bundan herşeyin dış alemde ve iç dünyada veya haricî ve zihnî olmak üzere iki özelliğini ifade eden ve dış dünya ile iç alemi arasında çift bir uyum ile tecelli eden idrak meselesine de bir işaret anlıyoruz. Gerçi herşey bize iç alem dışındaki biçimini hikaye eden bir izlenim ile tecelli eder ve hakikat bu iki şeklin bir diğerine uyumu ile bilinir ki bunun birine "asîl" birine "zıllî" dahi denilir. Herhangi bir şeyden hasıl olan her şuur yani algılama olayında bu ikilik kaçınılmazdır. Bu ikilik içinde birleştirilmeden hiçbir şeyin varlığına inanılamaz ve tefekkür edilip düşünülemez. "Düşünesiniz" buyurulması da bunu destekler. Yalnız şunu dikkatten kaçırmamak gerekir ki buradaki "Herşeyi" "Yarattık" karinesi ile ancak yaratıklara şamil olabilir. "Şüphesiz O herşeye kadirdir." (En'am, 6/17)deki "şey" gibidir. Bu "şey" kavramı içine yüce Allah dahil değildir. Çünkü O, "O'nun benzeri hiçbir şey yoktur." (Şûrâ, 42/11) hükmü ile ifade edilen bir ilahtır. Mahluk (yaratılmış) olmadığı gibi yaratık olan şey ile evlilik ilişkisine girmekten de münezzehtir. O "Ehad"dir, "Samed"dir. "Onun hiçbir dengi yoktur." (İhlas, 112/4), "O'nun eşi ne de çocuğu olmamıştır." Onun kendi zatı hakkındaki ilmi, çalışmakla elde edilen ilim kabilinden değil, bizzat olan "ilm-i huzurî" ile olduğu için zihin suretine (ideye) muhtaç olmayan ve dolayısıyla zatına bir eş gerekmeyen ezelî bir ilimdir. Allah'a da "şey" denilir diye "Fütuhat-ı Mekkiyye"de Muhyiddin-i Arabî'nin buradaki "her şey"e O'nu da katar yollu değerlendirmede bulunması doğru değildir. "Herşeyin yaratıcısı" (En'am 6/102) ifadesindeki "şey" kelimesine Allah dahil olmadığı gibi burada da dahil değildir. Kısaca çift olmaktan maksat, yalnız dış dünyadaki çeşitlilik ve eşyanın birbirinin karşıtı olması değildir, hem dış alemdeki hem de zihinlerdeki, biçimlerle dış dünyadaki ve iç dünyadaki çeşitlilik ve karşıtlığı da içine alır. Yüce Allah kuvvet ve kudret genişliğini göstermek üzere semayı bina etmiş ve yerküreyi döşemiş ve herşeyden çift çift yaratmıştır ki düşünesiniz, çiftler arasındaki ilişkileri düşünesiniz de yaratanın kuvvet ve kudretini, yaratmasının hikmetini, cezasının şiddetini, nimetinin genişliğini, bugünün, yarınını dünyanın ahiretini, ahiretin ceza ve sevabını anlayasınız.

50- O halde düşünüp de hep Allah'a kaçın, O'nun cezasından o elîm azabdan korunmak, Cennet ve pınarlar ile müjdelenen müttakiler içine girmek için iman ve tevhid, güzel amel ve kulluk ile O'nun koruması altına girin. Haberiniz olsun ki ben sizin için O'nun tarafından açıklayan bir uyarıcıyım, şirk koşanlara ve isyan edenlere hazırlanmış azabı haber vermeye görevli bir peygamber, hem de peygamberliği açık âyetler ve mucizelerle belli veya anlatılması gerekli olan şeyleri güzel anlatan bir peygamberim.

51-Yani "böyle söyle ey Muhammed!" Ve Allah ile birlikte diğer bir ilâh edinmeyin. Bu yasaklık ilk önce kaçınılması gerekli olan en büyük günahı ayrıca hatırlatmaktadır.

52-Bu böyledir, yani; "Onlardan öncekiler bir resul gelince ya sihirbaz dediler, ya da deli." Bu âyet Resulullah'a bir tesellidir.

53- Ona vasiyetleştiler mi? Yani sihirbaz ve deli demeyi öncekilerle şimdikiler hep birbirlerine tavsiye mi ettiler? Nerde edecekler, çoklarının birbirlerinden haberleri bile yok. Hayır onlar, Peygamberler'e öyle sihirbaz veya deli diyenler hep tuğyan etmiş, azgınlar zümresidir. Hakk'a karşı azgınlık etmekte, azgınlık sıfatında görüş birliği içinde oldukları için onun gereği olan sözleri de birbirlerine benziyor.

54- Onun için sen şimdi onlardan yüz çevir, zikrolunduğu üzere "Allah'a kaçın." "Allah ile birlikte başka bir ilah daha benimsemeyin!" diye davete tekrar edip tebliğ vazifeni yaptığın halde onlar inad ile azgınlıkta ısrar ettiklerinden dolayı artık onlarla mücadele ve münakaşadan kaçın, kendilerinden yüz çevir. O şekilde kınanacak sen değilsin, sende kusur olmaz.

55- Onunla beraber hatırlatmaya devam et, yani vazife ve sorumluluğu hatırlatarak vaaz ve nasihata devam et. Çünkü hatırlatma müminlere menfaat verir. Va'z ve nasihat ile vazifenin ve sorumluluğu hatırlatmanın müminlere faydası olur. İman etmiş olanların unumamasına, gaflete düşmemesine, imanlarının kuvvetlenmesine neşelerinin artmasına bilmediklerinin öğrenilmesine hatta iman etme eğiliminde olanların imana gelmesine sebep olur.

56-Hatırlatılması gerekli olan vazifenin esasının ne olduğuna gelince; Ben cinleri ve insanları ancak bana ibadet ve kulluk etsinler diye yarattım. İşte hatırlatılması gereken vazife budur. Cin ve insan cinsinin yaratılmasının hikmeti Allah'ı tanıyıp ona ibadet ve kulluk etmektir. Bunun dışında başka şeylere tüketilen ömürler, ameller zayi edilmiş olur, onun için azabı hak eder. Bazıları "bana ibadet etsinler diye..." ifadesinde "beni tanısınlar diye" şeklinde bir tefsir nakletmişlerdir. Bunun mânâsı da "Beni mabud tanısınlar." demektir. Bu ise benim emirlerimi tutarak bana kulluk ve ibadet etsinler demeye gelir. İbadet ve kulluk, isteyerek yapılan fiillerden olarak istenen fiil oldukları için bazılarının bunu yapmaması insan ve cin cinsi için en mükemmel gaye olmasına aykırı olmaz. Bundan yüce Allah'ın muradının geri kalmış ve yerine getirilmemiş olması mânâsının çıkarılması da gerekmez. Çünkü bu gibi yerlerde, Fıkıh bilginlerinin dedikleri gibi "Hikmet,fertlerin herbiri itibarıyla değil, cins itibarıyla göz önüne alınır." Kısaca bunun mânâsı ibadet ile mükellef olmak üzere yarattık demektir. Yoksa hepsinin salih kullardan olmasını tekdir eyledik, demek değildir.

57-Böyle ibadet ve kulluğun yararının Allah'a ait olmayıp yine kulların menfaatleri için olduğuna dikkat çekmek için buyuruluyor ki: Ve ben onlardan bir rızık istemem, bana yemek yedirmelerini de istemem, yani diğer efendilerin kullarından, uşaklarından bekledikleri gibi efendilerin menfaatine kulluk değil.

58- Zira Allah'ın kendisidir o rızık veren ve kuvvet sahibi metin, yani kuvvetli şiddetli, onun için O'na kulluk, O'nun kuvvetinden istifade ile kullarına yararlı olmak ve o sayede vaad buyurduğu yüksek sevaba ermek içindir. Onun için Allah'a kaçın, ve Allah'a kulluk edin.

59- Zira o zulüm edenlere, peygambere inanmayıp Allah'a kulluktan kaçan, şirk ve azgınlık ile kendilerini ebedi azaba sürükleyerek nefislerine yazık etmiş olan Mekke müşrikleri gibilere arkadaşlarının hisseleri gibi dolgun bir hisse var.

ZENÛB, su dağıtan sakaların su taksim ettikleri dolgun büyük bir küfedir ki burada azabdan pay almak mânâsına istiare olunmuştur. Şimdi onu benden acele istemesinler. "Bu tehdid ne zaman gerçekleşecektir?" (Yâsin, 36/48) deyip durmasınlar.

60- Çünkü kendilerine vaad olunan o günlerinden dolayı vay o inkâr edenlere! Zira sûrenin başında geçtiği üzere "Muhakkak o size vaad olunan her halde doğrudur ve muhakkak ceza, şüphesiz olacaktır." (Zâriyât, 51/5-6) Bu mânâ şimdi bir de Tûr Sûresi ile teyid olunacak, pekiştirilecektir.