ذَلِكَ الْكِتَابُ لاَ رَيْبَ فِيهِ هُدًى لِّلْمُتَّقِينَ
Diyanet Vakfi = O kitap (Kur'an); onda asla şüphe yoktur. O, müttakîler (sakınanlar ve arınmak isteyenler) için bir yol göstericidir.
الَّذِينَ يُؤْمِنُونَ بِالْغَيْبِ وَيُقِيمُونَ الصَّلاةَ وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنفِقُونَ
Diyanet Vakfi = Onlar gayba inanırlar, namaz kılarlar, kendilerine verdiğimiz mallardan Allah yolunda harcarlar.
والَّذِينَ يُؤْمِنُونَ بِمَا أُنزِلَ إِلَيْكَ وَمَا أُنزِلَ مِن قَبْلِكَ وَبِالآخِرَةِ هُمْ يُوقِنُونَ
Diyanet Vakfi = Yine onlar, sana indirilene ve senden önce indirilene iman ederler; ahiret gününe de kesinkes inanırlar.
أُوْلَئِكَ عَلَى هُدًى مِّن رَّبِّهِمْ وَأُوْلَئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ
Diyanet Vakfi = İşte onlar, Rablerinden gelen bir hidayet üzeredirler ve kurtuluşa erenler de ancak onlardır.
إِنَّ الَّذِينَ كَفَرُواْ سَوَاءٌ عَلَيْهِمْ أَأَنذَرْتَهُمْ أَمْ لَمْ تُنذِرْهُمْ لاَ يُؤْمِنُونَ
Diyanet Vakfi = Gerçek şu ki, kâfir olanları (azap ile) korkutsan da korkutmasan da onlar için birdir; iman etmezler.
خَتَمَ اللّهُ عَلَى قُلُوبِهمْ وَعَلَى سَمْعِهِمْ وَعَلَى أَبْصَارِهِمْ غِشَاوَةٌ وَلَهُمْ عَذَابٌ عظِيمٌ
Diyanet Vakfi = Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Onların gözlerine de bir çeşit perde gerilmiştir ve onlar için (dünya ve ahirette) büyük bir azap vardır.
وَمِنَ النَّاسِ مَن يَقُولُ آمَنَّا بِاللّهِ وَبِالْيَوْمِ الآخِرِ وَمَا هُم بِمُؤْمِنِينَ
Diyanet Vakfi = İnsanlardan bazıları da vardır ki, inanmadıkları halde «Allah'a ve ahiret gününe inandık» derler.
يُخَادِعُونَ اللّهَ وَالَّذِينَ آمَنُوا وَمَا يَخْدَعُونَ إِلاَّ أَنفُسَهُم وَمَا يَشْعُرُونَ
Diyanet Vakfi = Onlar (kendi akıllarınca) güya Allah'ı ve müminleri aldatırlar. Halbuki onlar ancak kendilerini aldatırlar ve bunun farkında değillerdir.
فِي قُلُوبِهِم مَّرَضٌ فَزَادَهُمُ اللّهُ مَرَضاً وَلَهُم عَذَابٌ أَلِيمٌ بِمَا كَانُوا يَكْذِبُونَ
Diyanet Vakfi = Onların kalblerinde bir hastalık vardır. Allah da onların hastalığını çoğaltmıştır. Söylemekte oldukları yalanlar sebebiyle de onlar için elîm bir azap vardır.
وَإِذَا قِيلَ لَهُمْ لاَ تُفْسِدُواْ فِي الأَرْضِ قَالُواْ إِنَّمَا نَحْنُ مُصْلِحُونَ
Diyanet Vakfi = Onlara: Yeryüzünde fesat çıkarmayın, denildiği zaman, «Biz ancak ıslah edicileriz» derler.
أَلا إِنَّهُمْ هُمُ الْمُفْسِدُونَ وَلَكِن لاَّ يَشْعُرُونَ
Diyanet Vakfi = Şunu bilin ki, onlar bozguncuların ta kendileridir, lâkin anlamazlar.
وَإِذَا قِيلَ لَهُمْ آمِنُواْ كَمَا آمَنَ النَّاسُ قَالُواْ أَنُؤْمِنُ كَمَا آمَنَ السُّفَهَاء أَلا إِنَّهُمْ هُمُ السُّفَهَاء وَلَكِن لاَّ يَعْلَمُونَ
Diyanet Vakfi = Onlara: İnsanların iman ettiği gibi siz de iman edin, denildiği vakit «Biz hiç, sefihlerin (akılsız ve ahmak kişilerin) iman ettikleri gibi iman eder miyiz!» derler. Biliniz ki, sefihler ancak kendileridir, fakat bunu bilmezler (veya bilmezlikten gelirler).
وَإِذَا لَقُواْ الَّذِينَ آمَنُواْ قَالُواْ آمَنَّا وَإِذَا خَلَوْاْ إِلَى شَيَاطِينِهِمْ قَالُواْ إِنَّا مَعَكْمْ إِنَّمَا نَحْنُ مُسْتَهْزِؤُونَ
Diyanet Vakfi = (Bu münafıklar) müminlerle karşılaştıkları vakit «(Biz de) iman ettik» derler. (Kendilerini saptıran) şeytanları ile başbaşa kaldıklarında ise: Biz sizinle beraberiz, biz onlarla (müminlerle) sadece alay ediyoruz, derler.
اللّهُ يَسْتَهْزِئُ بِهِمْ وَيَمُدُّهُمْ فِي طُغْيَانِهِمْ يَعْمَهُونَ
Diyanet Vakfi = Gerçekte, Allah onlarla istihza (alay) eder de azgınlıklarında onlara fırsat verir, bu yüzden onlar bir müddet başıboş dolaşırlar.
أُوْلَئِكَ الَّذِينَ اشْتَرُوُاْ الضَّلاَلَةَ بِالْهُدَى فَمَا رَبِحَت تِّجَارَتُهُمْ وَمَا كَانُواْ مُهْتَدِينَ
Diyanet Vakfi = İşte onlar o kimselerdir ki, hidâyet karşılığında sapıklığı satın aldılar da ticaretleri kar etmedi, doğru yolu da bulamadılar.
مَثَلُهُمْ كَمَثَلِ الَّذِي اسْتَوْقَدَ نَاراً فَلَمَّا أَضَاءتْ مَا حَوْلَهُ ذَهَبَ اللّهُ بِنُورِهِمْ وَتَرَكَهُمْ فِي ظُلُمَاتٍ لاَّ يُبْصِرُونَ
Diyanet Vakfi = Onların (münafıkların) durumu, (karanlık gecede) bir ateş yakan kimse misalidir. O ateş yanıp da etrafını aydınlattığı anda Allah, hemen onların aydınlığını giderir ve onları karanlıklar içinde bırakır; (artık hiçbir şeyi) görmezler.
صُمٌّ بُكْمٌ عُمْيٌ فَهُمْ لاَ يَرْجِعُونَ
Diyanet Vakfi = Onlar sağırlar, dilsizler ve körlerdir. Bu sebeple onlar geri dönemezler.
أَوْ كَصَيِّبٍ مِّنَ السَّمَاء فِيهِ ظُلُمَاتٌ وَرَعْدٌ وَبَرْقٌ يَجْعَلُونَ أَصْابِعَهُمْ فِي آذَانِهِم مِّنَ الصَّوَاعِقِ حَذَرَ الْمَوْتِ واللّهُ مُحِيطٌ بِالْكافِرِينَ
Diyanet Vakfi = Yahut (onların durumu), gökten sağanak halinde boşanan, içinde yoğun karanlıklar, gürültü ve şimşek bulunan yağmur(a tutulmuş kimselerin durumu) gibidir. O münafıklar yıldırımlardan gelecek ölüm korkusuyla parmaklarını kulaklarına tıkarlar. Halbuki Allah, kâfirleri çepeçevre kuşatmıştır.
يَكَادُ الْبَرْقُ يَخْطَفُ أَبْصَارَهُمْ كُلَّمَا أَضَاء لَهُم مَّشَوْاْ فِيهِ وَإِذَا أَظْلَمَ عَلَيْهِمْ قَامُواْ وَلَوْ شَاء اللّهُ لَذَهَبَ بِسَمْعِهِمْ وَأَبْصَارِهِمْ إِنَّ اللَّه عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ
Diyanet Vakfi = (O esnada) şimşek sanki gözlerini çıkaracakmış gibi çakar, onlar için etrafı aydınlatınca orada birazcık yürürler, karanlık üzerlerine çökünce de oldukları yerde kalırlar. Allah dileseydi elbette onların kulaklarını sağır, gözlerini kör ederdi. Allah şüphesiz her şeye kadirdir.
يَا أَيُّهَا النَّاسُ اعْبُدُواْ رَبَّكُمُ الَّذِي خَلَقَكُمْ وَالَّذِينَ مِن قَبْلِكُمْ لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ
Diyanet Vakfi = Ey insanlar! Sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize kulluk ediniz. Umulur ki, böylece korunmuş (Allah'ın azabından kendinizi kurtarmış) olursunuz.
الَّذِي جَعَلَ لَكُمُ الأَرْضَ فِرَاشاً وَالسَّمَاء بِنَاء وَأَنزَلَ مِنَ السَّمَاء مَاء فَأَخْرَجَ بِهِ مِنَ الثَّمَرَاتِ رِزْقاً لَّكُمْ فَلاَ تَجْعَلُواْ لِلّهِ أَندَاداً وَأَنتُمْ تَعْلَمُونَ
Diyanet Vakfi = O Rab ki, yeri sizin için bir döşek, göğü de (kubbemsi) bir tavan yaptı. Gökten su indirerek onunla, size besin olsun diye (yerden) çeşitli ürünler çıkardı. Artık bunu bile bile Allah'a şirk koşmayın.
وَإِن كُنتُمْ فِي رَيْبٍ مِّمَّا نَزَّلْنَا عَلَى عَبْدِنَا فَأْتُواْ بِسُورَةٍ مِّن مِّثْلِهِ وَادْعُواْ شُهَدَاءكُم مِّن دُونِ اللّهِ إِنْ كُنْتُمْ صَادِقِينَ
Diyanet Vakfi = Eğer kulumuza indirdiklerimizden herhangi bir şüpheye düşüyorsanız, haydi onun benzeri bir sûre getirin, eğer iddianızda doğru iseniz Allah'tan gayri şahitlerinizi (yardımcılarınızı) da çağırın.
فَإِن لَّمْ تَفْعَلُواْ وَلَن تَفْعَلُواْ فَاتَّقُواْ النَّارَ الَّتِي وَقُودُهَا النَّاسُ وَالْحِجَارَةُ أُعِدَّتْ لِلْكَافِرِينَ
Diyanet Vakfi = Bunu yapamazsanız -ki elbette yapamayacaksınız- yakıtı, insan ve taş olan cehennem ateşinden sakının. Çünkü o ateş kâfirler için hazırlanmıştır.
وَبَشِّرِ الَّذِين آمَنُواْ وَعَمِلُواْ الصَّالِحَاتِ أَنَّ لَهُمْ جَنَّاتٍ تَجْرِي مِن تَحْتِهَا الأَنْهَارُ كُلَّمَا رُزِقُواْ مِنْهَا مِن ثَمَرَةٍ رِّزْقاً قَالُواْ هَذَا الَّذِي رُزِقْنَا مِن قَبْلُ وَأُتُواْ بِهِ مُتَشَابِهاً وَلَهُمْ فِيهَا أَزْوَاجٌ مُّطَهَّرَةٌ وَهُمْ فِيهَا خَالِدُونَ
Diyanet Vakfi = İman edip iyi davranışlarda bulunanlara, içinden ırmaklar akan cennetler olduğunu müjdele! O cennetlerdeki bir meyveden kendilerine rızık olarak yedirildikçe: Bundan önce dünyada bize verilenlerdendir bu, derler. Bu rızıklar onlara (bazı yönlerden dünyadakine) benzer olarak verilmiştir. Onlar için cennette tertemiz eşler de vardır. Ve onlar orada ebedî kalıcılardır.
إِنَّ اللَّهَ لاَ يَسْتَحْيِي أَن يَضْرِبَ مَثَلاً مَّا بَعُوضَةً فَمَا فَوْقَهَا فَأَمَّا الَّذِينَ آمَنُواْ فَيَعْلَمُونَ أَنَّهُ الْحَقُّ مِن رَّبِّهِمْ وَأَمَّا الَّذِينَ كَفَرُواْ فَيَقُولُونَ مَاذَا أَرَادَ اللَّهُ بِهَذَا مَثَلاً يُضِلُّ بِهِ كَثِيراً وَيَهْدِي بِهِ كَثِيراً وَمَا يُضِلُّ بِهِ إِلاَّ الْفَاسِقِينَ
Diyanet Vakfi = Şüphesiz Allah (hakkı açıklamak için) sivrisinek ve onun da ötesinde bir varlığı misal getirmekten çekinmez. İman etmişlere gelince, onlar böyle misallerin Rablerinden gelen hak ve gerçek olduğunu bilirler. Kâfir olanlara gelince: Allah böyle misal vermekle ne murat eder? derler. Allah onunla birçok kimseyi saptırır, birçoklarını da doğru yola yöneltir. Verdiği misallerle Allah ancak fâsıkları saptırır (çünkü bunlar birer imtihandır).
الَّذِينَ يَنقُضُونَ عَهْدَ اللَّهِ مِن بَعْدِ مِيثَاقِهِ وَيَقْطَعُونَ مَا أَمَرَ اللَّهُ بِهِ أَن يُوصَلَ وَيُفْسِدُونَ فِي الأَرْضِ أُولَئِكَ هُمُ الْخَاسِرُونَ
Diyanet Vakfi = Onlar öyle (fâsıklar) ki, Allah'a kesin söz verdikten sonra sözlerinden dönerler. Allah'ın, ziyaret edilip hal ve hatırının sorulmasını istediği kimseleri ziyaretten vazgeçerler ve yeryüzünde fitne ve fesat çıkarırlar. İşte onlar gerçekten zarara uğrayanlardır.
كَيْفَ تَكْفُرُونَ بِاللَّهِ وَكُنتُمْ أَمْوَاتاً فَأَحْيَاكُمْ ثُمَّ يُمِيتُكُمْ ثُمَّ يُحْيِيكُمْ ثُمَّ إِلَيْهِ تُرْجَعُونَ
Diyanet Vakfi = Siz cansız iken size can veren Allah'ı nasıl inkâr edersiniz? Sonra sizi öldürecek, tekrar sizi diriltecek ve sonunda O'na döndürüleceksiniz.
هُوَ الَّذِي خَلَقَ لَكُم مَّا فِي الأَرْضِ جَمِيعاً ثُمَّ اسْتَوَى إِلَى السَّمَاء فَسَوَّاهُنَّ سَبْعَ سَمَاوَاتٍ وَهُوَ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمٌ
Diyanet Vakfi = O, yerde ne varsa hepsini sizin için yarattı. Sonra (kendine has bir şekilde) semaya yöneldi, onu yedi gök olarak yaratıp düzenledi (tanzim etti). O, her şeyi hakkıyla bilendir.
وَإِذْ قَالَ رَبُّكَ لِلْمَلاَئِكَةِ إِنِّي جَاعِلٌ فِي الأَرْضِ خَلِيفَةً قَالُواْ أَتَجْعَلُ فِيهَا مَن يُفْسِدُ فِيهَا وَيَسْفِكُ الدِّمَاء وَنَحْنُ نُسَبِّحُ بِحَمْدِكَ وَنُقَدِّسُ لَكَ قَالَ إِنِّي أَعْلَمُ مَا لاَ تَعْلَمُونَ
Diyanet Vakfi = Hatırla ki Rabbin meleklere: Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım, dedi. Onlar: Bizler hamdinle seni tesbih ve seni takdis edip dururken, yeryüzünde fesat çıkaracak, orada kan dökecek birini mi yaratacaksın? dediler. Allah da onlara: Sizin bilemiyeceğinizi herhalde ben bilirim, dedi.
وَعَلَّمَ آدَمَ الأَسْمَاء كُلَّهَا ثُمَّ عَرَضَهُمْ عَلَى الْمَلاَئِكَةِ فَقَالَ أَنبِئُونِي بِأَسْمَاء هَؤُلاء إِن كُنتُمْ صَادِقِينَ
Diyanet Vakfi = Allah Âdem'e bütün isimleri, öğretti. Sonra onları önce meleklere arzedip: Eğer siz sözünüzde sadık iseniz, şunların isimlerini bana bildirin, dedi.
قَالُواْ سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا إِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا إِنَّكَ أَنتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ
Diyanet Vakfi = Melekler: Yâ Rab! Seni noksan sıfatlardan tenzih ederiz, senin bize öğrettiklerinden başka bizim bilgimiz yoktur. Şüphesiz alîm ve hakîm olan ancak sensin, dediler.
قَالَ يَا آدَمُ أَنبِئْهُم بِأَسْمَآئِهِمْ فَلَمَّا أَنبَأَهُمْ بِأَسْمَآئِهِمْ قَالَ أَلَمْ أَقُل لَّكُمْ إِنِّي أَعْلَمُ غَيْبَ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ وَأَعْلَمُ مَا تُبْدُونَ وَمَا كُنتُمْ تَكْتُمُونَ
Diyanet Vakfi = (Bunun üzerine:) Ey Âdem! Eşyanın isimlerini meleklere anlat, dedi. Âdem onların isimlerini onlara anlatınca: Ben size, muhakkak semâvat ve arzda görülmeyenleri (oralardaki sırları) bilirim. Bundan da öte, gizli ve açık yapmakta olduklarınızı da bilirim, dememiş miydim? dedi.
وَإِذْ قُلْنَا لِلْمَلاَئِكَةِ اسْجُدُواْ لآدَمَ فَسَجَدُواْ إِلاَّ إِبْلِيسَ أَبَى وَاسْتَكْبَرَ وَكَانَ مِنَ الْكَافِرِينَ
Diyanet Vakfi = Hani biz meleklere (ve cinlere): Âdem'e secde edin, demiştik. İblis hariç hepsi secde ettiler. O yüz çevirdi ve büyüklük tasladı, böylece kâfirlerden oldu.
وَقُلْنَا يَا آدَمُ اسْكُنْ أَنتَ وَزَوْجُكَ الْجَنَّةَ وَكُلاَ مِنْهَا رَغَداً حَيْثُ شِئْتُمَا وَلاَ تَقْرَبَا هَذِهِ الشَّجَرَةَ فَتَكُونَا مِنَ الْظَّالِمِينَ
Diyanet Vakfi = Dedik ki: "Ey Âdem, sen ve eşin cennette oturun, ondan dilediğiniz yerde bol bol yeyin, ama şu ağaca yaklaşmayın, yoksa zâlimlerden olursunuz!"
فَأَزَلَّهُمَا الشَّيْطَانُ عَنْهَا فَأَخْرَجَهُمَا مِمَّا كَانَا فِيهِ وَقُلْنَا اهْبِطُواْ بَعْضُكُمْ لِبَعْضٍ عَدُوٌّ وَلَكُمْ فِي الأَرْضِ مُسْتَقَرٌّ وَمَتَاعٌ إِلَى حِينٍ
Diyanet Vakfi = Şeytan onların ayaklarını kaydırıp haddi tecavüz ettirdi ve içinde bulundukları (cennetten) onları çıkardı. Bunun üzerine: Bir kısmınız diğerine düşman olarak ininiz, sizin için yeryüzünde barınak ve belli bir zamana dek yaşamak vardır, dedik.
فَتَلَقَّى آدَمُ مِن رَّبِّهِ كَلِمَاتٍ فَتَابَ عَلَيْهِ إِنَّهُ هُوَ التَّوَّابُ الرَّحِيمُ
Diyanet Vakfi = Bu durum devam ederken Âdem, Rabbinden bir takım ilhamlar aldı ve derhal tevbe etti. Çünkü Allah tevbeleri kabul eden ve merhameti bol olandır.
قُلْنَا اهْبِطُواْ مِنْهَا جَمِيعاً فَإِمَّا يَأْتِيَنَّكُم مِّنِّي هُدًى فَمَن تَبِعَ هُدَايَ فَلاَ خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلاَ هُمْ يَحْزَنُونَ
Diyanet Vakfi = Dedik ki: Hepiniz cennetten inin! Eğer benden size bir hidayet gelir de her kim hidayetime tâbi olursa onlar için herhangi bir korku yoktur ve onlar üzüntü çekmezler.
وَالَّذِينَ كَفَرواْ وَكَذَّبُواْ بِآيَاتِنَا أُولَئِكَ أَصْحَابُ النَّارِ هُمْ فِيهَا خَالِدُونَ
Diyanet Vakfi = İnkâr edip âyetlerimizi yalanlayanlara gelince, onlar cehennemliktir, onlar orada ebedî kalırlar.
يَا بَنِي إِسْرَائِيلَ اذْكُرُواْ نِعْمَتِيَ الَّتِي أَنْعَمْتُ عَلَيْكُمْ وَأَوْفُواْ بِعَهْدِي أُوفِ بِعَهْدِكُمْ وَإِيَّايَ فَارْهَبُونِ
Diyanet Vakfi = Ey İsrailoğulları! Size verdiğim nimetlerimi hatırlayın, bana verdiğiniz sözü yerine getirin ki, ben de size vâdettiklerimi vereyim. Yalnızca benden korkun.
وَآمِنُواْ بِمَا أَنزَلْتُ مُصَدِّقاً لِّمَا مَعَكُمْ وَلاَ تَكُونُواْ أَوَّلَ كَافِرٍ بِهِ وَلاَ تَشْتَرُواْ بِآيَاتِي ثَمَناً قَلِيلاً وَإِيَّايَ فَاتَّقُونِ
Diyanet Vakfi = Elinizdekini (Tevrat'ın aslını) tasdik edici olarak indirdiğime (Kur'an'a) iman edin. Sakın onu inkâr edenlerin ilki olmayın! Âyetlerimi az bir karşılık ile satmayın, yalnız benden (benim azabımdan) korkun.
وَلاَ تَلْبِسُواْ الْحَقَّ بِالْبَاطِلِ وَتَكْتُمُواْ الْحَقَّ وَأَنتُمْ تَعْلَمُونَ
Diyanet Vakfi = Bilerek hakkı bâtıl ile karıştırmayın, hakkı gizlemeyin.
وَأَقِيمُواْ الصَّلاَةَ وَآتُواْ الزَّكَاةَ وَارْكَعُواْ مَعَ الرَّاكِعِينَ
Diyanet Vakfi = Namazı tam kılın, zekâtı hakkıyla verin, rükû edenlerle beraber rükû edin.
أَتَأْمُرُونَ النَّاسَ بِالْبِرِّ وَتَنسَوْنَ أَنفُسَكُمْ وَأَنتُمْ تَتْلُونَ الْكِتَابَ أَفَلاَ تَعْقِلُونَ
Diyanet Vakfi = (Ey bilginler!) Sizler Kitab'ı (Tevrat'ı) okuduğunuz (gerçekleri bildiğiniz) halde, insanlara iyiliği emredip kendinizi unutuyor musunuz? Aklınızı kullanmıyor musunuz?
وَاسْتَعِينُواْ بِالصَّبْرِ وَالصَّلاَةِ وَإِنَّهَا لَكَبِيرَةٌ إِلاَّ عَلَى الْخَاشِعِينَ
Diyanet Vakfi = Sabır ve namaz ile Allah'tan yardım isteyin. Şüphesiz o (sabır ve namaz), Allah'a saygıdan kalbi ürperenler dışında herkese zor ve ağır gelen bir görevdir.
الَّذِينَ يَظُنُّونَ أَنَّهُم مُّلاَقُو رَبِّهِمْ وَأَنَّهُمْ إِلَيْهِ رَاجِعُونَ
Diyanet Vakfi = Onlar, kesinlikle Rablerine kavuşacaklarını ve O'na döneceklerini düşünen ve bunu kabullenen kimselerdir.
يَا بَنِي إِسْرَائِيلَ اذْكُرُواْ نِعْمَتِيَ الَّتِي أَنْعَمْتُ عَلَيْكُمْ وَأَنِّي فَضَّلْتُكُمْ عَلَى الْعَالَمِينَ
Diyanet Vakfi = Ey İsrailoğulları! Size verdiğim nimetimi ve sizi (bir zamanlar) cümle âleme üstün kıldığımı hatırlayın.
وَاتَّقُواْ يَوْماً لاَّ تَجْزِي نَفْسٌ عَن نَّفْسٍ شَيْئاً وَلاَ يُقْبَلُ مِنْهَا شَفَاعَةٌ وَلاَ يُؤْخَذُ مِنْهَا عَدْلٌ وَلاَ هُمْ يُنصَرُونَ
Diyanet Vakfi = Öyle bir günden korkun ki, o günde hiç kimse başkası için herhangi bir ödemede bulunamaz; hiç kimseden (Allah izin vermedikçe) şefaat kabul olunmaz, fidye alınmaz; onlara asla yardım da yapılmaz.
وَإِذْ نَجَّيْنَاكُم مِّنْ آلِ فِرْعَوْنَ يَسُومُونَكُمْ سُوَءَ الْعَذَابِ يُذَبِّحُونَ أَبْنَاءكُمْ وَيَسْتَحْيُونَ نِسَاءكُمْ وَفِي ذَلِكُم بَلاء مِّن رَّبِّكُمْ عَظِيمٌ
Diyanet Vakfi = Hatırlayın ki, sizi, Firavun taraftarlarından kurtardık. Çünkü onlar size azabın en kötüsünü reva görüyorlar, yeni doğan erkek çocuklarınızı kesiyorlar, (fenalık için) kızlarınızı hayatta bırakıyorlardı. Aslında o size reva görülenlerde Rabbinizden büyük bir imtihan vardı.
وَإِذْ فَرَقْنَا بِكُمُ الْبَحْرَ فَأَنجَيْنَاكُمْ وَأَغْرَقْنَا آلَ فِرْعَوْنَ وَأَنتُمْ تَنظُرُونَ
Diyanet Vakfi = Bir zamanlar biz sizin için denizi yardık, sizi kurtardık, Firavun'un taraftarlarını da, siz bakıp dururken denizde boğduk.
وَإِذْ وَاعَدْنَا مُوسَى أَرْبَعِينَ لَيْلَةً ثُمَّ اتَّخَذْتُمُ الْعِجْلَ مِن بَعْدِهِ وَأَنتُمْ ظَالِمُونَ
Diyanet Vakfi = Musa'ya kırk gece (vahyetmek üzere) söz vermiştik. Sonra haksızlık ederek buzağıyı (tanrı) edindiniz.
ثُمَّ عَفَوْنَا عَنكُمِ مِّن بَعْدِ ذَلِكَ لَعَلَّكُمْ تَشْكُرُونَ
Diyanet Vakfi = O davranışlarınızdan sonra (akıllanıp) şükredersiniz diye sizi affettik.
وَإِذْ آتَيْنَا مُوسَى الْكِتَابَ وَالْفُرْقَانَ لَعَلَّكُمْ تَهْتَدُونَ
Diyanet Vakfi = Doğru yolu bulasınız diye Musa'ya Kitab'ı ve hak ile bâtılı ayıran hükümleri verdik.
وَإِذْ قَالَ مُوسَى لِقَوْمِهِ يَا قَوْمِ إِنَّكُمْ ظَلَمْتُمْ أَنفُسَكُمْ بِاتِّخَاذِكُمُ الْعِجْلَ فَتُوبُواْ إِلَى بَارِئِكُمْ فَاقْتُلُواْ أَنفُسَكُمْ ذَلِكُمْ خَيْرٌ لَّكُمْ عِندَ بَارِئِكُمْ فَتَابَ عَلَيْكُمْ إِنَّهُ هُوَ التَّوَّابُ الرَّحِيمُ
Diyanet Vakfi = Musa kavmine demişti ki: Ey kavmim! Şüphesiz siz, buzağıyı (tanrı) edinmekle kendinize kötülük ettiniz. Onun için Yaradanınıza tevbe edin de nefislerinizi (kötü duygularınızı) öldürün. Öyle yapmanız Yaratıcınızın katında sizin için daha iyidir. Böylece Allah tevbenizi kabul etmiş olur. Çünkü acıyıp tevbeleri kabul eden ancak O'dur.
وَإِذْ قُلْتُمْ يَا مُوسَى لَن نُّؤْمِنَ لَكَ حَتَّى نَرَى اللَّهَ جَهْرَةً فَأَخَذَتْكُمُ الصَّاعِقَةُ وَأَنتُمْ تَنظُرُونَ
Diyanet Vakfi = Bir zamanlar: Ey Musa! Biz Allah'ı açıkça görmedikçe asla sana inanmayız, demiştiniz de bakıp durur olduğunuz halde hemen sizi yıldırım çarpmıştı.
ثُمَّ بَعَثْنَاكُم مِّن بَعْدِ مَوْتِكُمْ لَعَلَّكُمْ تَشْكُرُونَ
Diyanet Vakfi = Sonra ölümünüzün ardından sizi dirilttik ki şükredesiniz.
وَظَلَّلْنَا عَلَيْكُمُ الْغَمَامَ وَأَنزَلْنَا عَلَيْكُمُ الْمَنَّ وَالسَّلْوَى كُلُواْ مِن طَيِّبَاتِ مَا رَزَقْنَاكُمْ وَمَا ظَلَمُونَا وَلَكِن كَانُواْ أَنفُسَهُمْ يَظْلِمُونَ
Diyanet Vakfi = Ve sizi bulutla gölgeledik, size kudret helvası ve bıldırcın gönderdik ve «Verdiğimiz güzel nimetlerden yeyiniz» (dedik). Hakikatta onlar bize değil sadece kendilerine kötülük ediyorlardı.
وَإِذْ قُلْنَا ادْخُلُواْ هَذِهِ الْقَرْيَةَ فَكُلُواْ مِنْهَا حَيْثُ شِئْتُمْ رَغَداً وَادْخُلُواْ الْبَابَ سُجَّداً وَقُولُواْ حِطَّةٌ نَّغْفِرْ لَكُمْ خَطَايَاكُمْ وَسَنَزِيدُ الْمُحْسِنِينَ
Diyanet Vakfi = (İsrailoğullarına:) Bu kasabaya girin, orada bulunanlardan dilediğiniz şekilde bol bol yeyin, kapısından eğilerek girin, (girerken) «Hıtta!» (Yâ Rabbi bizi affet) deyin ki, sizin hatalarınızı bağışlayalım; zira biz, iyi davrananlara (karşılığını) fazlasıyla vereceğiz, demiştik.
فَبَدَّلَ الَّذِينَ ظَلَمُواْ قَوْلاً غَيْرَ الَّذِي قِيلَ لَهُمْ فَأَنزَلْنَا عَلَى الَّذِينَ ظَلَمُواْ رِجْزاً مِّنَ السَّمَاء بِمَا كَانُواْ يَفْسُقُونَ
Diyanet Vakfi = Fakat zalimler, kendilerine söylenenleri başka sözlerle değiştirdiler. Bunun üzerine biz, yapmakta oldukları kötülükler sebebiyle zalimlerin üzerine gökten acı bir azap indirdik.
وَإِذِ اسْتَسْقَى مُوسَى لِقَوْمِهِ فَقُلْنَا اضْرِب بِّعَصَاكَ الْحَجَرَ فَانفَجَرَتْ مِنْهُ اثْنَتَا عَشْرَةَ عَيْناً قَدْ عَلِمَ كُلُّ أُنَاسٍ مَّشْرَبَهُمْ كُلُواْ وَاشْرَبُواْ مِن رِّزْقِ اللَّهِ وَلاَ تَعْثَوْاْ فِي الأَرْضِ مُفْسِدِينَ
Diyanet Vakfi = Musa (çölde) kavmi için su istemişti de biz ona: Değneğinle taşa vur! demiştik. Derhal (taştan) oniki kaynak fışkırdı. Her bölük, içeceği kaynağı bildi. (Onlara:) Allah'ın rızkından yeyin, için, sakın yeryüzünde bozgunculuk etmeyin, dedik.
وَإِذْ قُلْتُمْ يَا مُوسَى لَن نَّصْبِرَ عَلَىَ طَعَامٍ وَاحِدٍ فَادْعُ لَنَا رَبَّكَ يُخْرِجْ لَنَا مِمَّا تُنبِتُ الأَرْضُ مِن بَقْلِهَا وَقِثَّآئِهَا وَفُومِهَا وَعَدَسِهَا وَبَصَلِهَا قَالَ أَتَسْتَبْدِلُونَ الَّذِي هُوَ أَدْنَى بِالَّذِي هُوَ خَيْرٌ اهْبِطُواْ مِصْراً فَإِنَّ لَكُم مَّا سَأَلْتُمْ وَضُرِبَتْ عَلَيْهِمُ الذِّلَّةُ وَالْمَسْكَنَةُ وَبَآؤُوْاْ بِغَضَبٍ مِّنَ اللَّهِ ذَلِكَ بِأَنَّهُمْ كَانُواْ يَكْفُرُونَ بِآيَاتِ اللَّهِ وَيَقْتُلُونَ النَّبِيِّينَ بِغَيْرِ الْحَقِّ ذَلِكَ بِمَا عَصَواْ وَّكَانُواْ يَعْتَدُونَ
Diyanet Vakfi = Hani siz (verilen nimetlere karşılık): Ey Musa! Bir tek yemekle yetinemeyiz; bizim için Rabbine dua et de yerin bitirdiği şeylerden; sebzesinden, hıyarından, sarımsağından, mercimeğinden, soğanından bize çıkarsın, dediniz. Musa ise: Daha iyiyi daha kötü ile değiştirmek mi istiyorsunuz? O halde şehre inin. Zira istedikleriniz sizin için orada var, dedi. İşte (bu hadiseden sonra) üzerlerine aşağılık ve yoksulluk damgası vuruldu. Allah'ın gazabına uğradılar. Bu musibetler (onların başına), Allah'ın âyetlerini inkâra devam etmeleri, haksız olarak peygamberleri öldürmeleri sebebiyle geldi. Bunların hepsi, sadece isyanları ve taşkınlıkları sebebiyledir.
إِنَّ الَّذِينَ آمَنُواْ وَالَّذِينَ هَادُواْ وَالنَّصَارَى وَالصَّابِئِينَ مَنْ آمَنَ بِاللَّهِ وَالْيَوْمِ الآخِرِ وَعَمِلَ صَالِحاً فَلَهُمْ أَجْرُهُمْ عِندَ رَبِّهِمْ وَلاَ خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلاَ هُمْ يَحْزَنُونَ
Diyanet Vakfi = Şüphesiz iman edenler; yahudilerden, hıristiyanlardan ve sâbiîlerden de Allah'a ve ahiret gününe inanıp sâlih amel işleyenler için Rableri katında mükâfatlar vardır. Onlar için herhangi bir korku yoktur onlar üzüntü çekmeyeceklerdir.
وَإِذْ أَخَذْنَا مِيثَاقَكُمْ وَرَفَعْنَا فَوْقَكُمُ الطُّورَ خُذُواْ مَا آتَيْنَاكُم بِقُوَّةٍ وَاذْكُرُواْ مَا فِيهِ لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ
Diyanet Vakfi = Sizden sağlam bir söz almış, Tûr dağının altında, size verdiğimizi kuvvetle tutun, onda bulunanları daima hatırlayın, umulur ki, korunursunuz (demiştik de);
ثُمَّ تَوَلَّيْتُم مِّن بَعْدِ ذَلِكَ فَلَوْلاَ فَضْلُ اللَّهِ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَتُهُ لَكُنتُم مِّنَ الْخَاسِرِينَ
Diyanet Vakfi = Ondan sonra sözünüzden dönmüştünüz. Eğer sizin üzerinizde Allah'ın ihsanı ve rahmeti olmasaydı, muhakkak zarara uğrayanlardan olurdunuz.
وَلَقَدْ عَلِمْتُمُ الَّذِينَ اعْتَدَواْ مِنكُمْ فِي السَّبْتِ فَقُلْنَا لَهُمْ كُونُواْ قِرَدَةً خَاسِئِينَ
Diyanet Vakfi = İçinizden cumartesi günü azgınlık edip de, bu yüzden kendilerine: Aşağılık maymunlar olun! dediklerimizi elbette bilmektesiniz.
فَجَعَلْنَاهَا نَكَالاً لِّمَا بَيْنَ يَدَيْهَا وَمَا خَلْفَهَا وَمَوْعِظَةً لِّلْمُتَّقِينَ
Diyanet Vakfi = Biz bunu (maymunlaşmış insanları), hadiseyi bizzat görenlere ve sonradan gelenlere bir ibret dersi, müttakîler için de bir öğüt vesilesi kıldık.
وَإِذْ قَالَ مُوسَى لِقَوْمِهِ إِنَّ اللّهَ يَأْمُرُكُمْ أَنْ تَذْبَحُواْ بَقَرَةً قَالُواْ أَتَتَّخِذُنَا هُزُواً قَالَ أَعُوذُ بِاللّهِ أَنْ أَكُونَ مِنَ الْجَاهِلِينَ
Diyanet Vakfi = Musa, kavmine: Allah bir sığır kesmenizi emrediyor, demişti de: Bizimle alay mı ediyorsun? demişlerdi. O da: Cahillerden olmaktan Allah'a sığınırım, demişti.
قَالُواْ ادْعُ لَنَا رَبَّكَ يُبَيِّن لّنَا مَا هِيَ قَالَ إِنَّهُ يَقُولُ إِنَّهَا بَقَرَةٌ لاَّ فَارِضٌ وَلاَ بِكْرٌ عَوَانٌ بَيْنَ ذَلِكَ فَافْعَلُواْ مَا تُؤْمَرونَ
Diyanet Vakfi = «Bizim adımıza Rabbine dua et, bize onun ne olduğunu açıklasın» dediler. Musa: Allah diyor ki: «O, ne yaşlı ne de körpe; ikisi arasında bir inek.» Size emredileni hemen yapın, dedi.
قَالُواْ ادْعُ لَنَا رَبَّكَ يُبَيِّن لَّنَا مَا لَوْنُهَا قَالَ إِنَّهُ يَقُولُ إِنّهَا بَقَرَةٌ صَفْرَاء فَاقِعٌ لَّوْنُهَا تَسُرُّ النَّاظِرِينَ
Diyanet Vakfi = Bu defa: Bizim için Rabbine dua et, bize onun rengini açıklasın, dediler. «O diyor ki: Sarı renkli, parlak tüylü, bakanların içini açan bir inektir» dedi.
قَالُواْ ادْعُ لَنَا رَبَّكَ يُبَيِّن لَّنَا مَا هِيَ إِنَّ البَقَرَ تَشَابَهَ عَلَيْنَا وَإِنَّآ إِن شَاء اللَّهُ لَمُهْتَدُونَ
Diyanet Vakfi = «(Ey Musa!) Bizim için, Rabbine dua et de onun nasıl bir sığır olduğunu bize açıklasın, nasıl bir inek keseceğimizi anlayamadık. Biz, inşaallah emredileni yapma yolunu buluruz» dediler.
قَالَ إِنَّهُ يَقُولُ إِنَّهَا بَقَرَةٌ لاَّ ذَلُولٌ تُثِيرُ الأَرْضَ وَلاَ تَسْقِي الْحَرْثَ مُسَلَّمَةٌ لاَّ شِيَةَ فِيهَا قَالُواْ الآنَ جِئْتَ بِالْحَقِّ فَذَبَحُوهَا وَمَا كَادُواْ يَفْعَلُونَ
Diyanet Vakfi = (Musa) dedi ki: Allah şöyle buyuruyor: O, henüz boyunduruk altına alınmayan, yer sürmeyen, ekin sulamayan, serbest dolaşan (salma), renginde hiç alacası bulunmayan bir inektir. «İşte şimdi gerçeği anlattın» dediler ve bunun üzerine (onu bulup) kestiler, ama az kalsın kesmeyeceklerdi.
وَإِذْ قَتَلْتُمْ نَفْساً فَادَّارَأْتُمْ فِيهَا وَاللّهُ مُخْرِجٌ مَّا كُنتُمْ تَكْتُمُونَ
Diyanet Vakfi = Hani siz bir adam öldürmüştünüz de onun hakkında birbirinizle atışmıştınız. Halbuki Allah gizlemekte olduğunuzu ortaya çıkaracaktır.
فَقُلْنَا اضْرِبُوهُ بِبَعْضِهَا كَذَلِكَ يُحْيِي اللّهُ الْمَوْتَى وَيُرِيكُمْ آيَاتِهِ لَعَلَّكُمْ تَعْقِلُونَ
Diyanet Vakfi = «Haydi, şimdi (öldürülen) adama, (kesilen ineğin) bir parçasıyla vurun» dedik. Böylece Allah ölüleri diriltir ve düşünesiniz diye size âyetlerini (Peygamberine verdiği mucizelerini) gösterir.
ثُمَّ قَسَتْ قُلُوبُكُم مِّن بَعْدِ ذَلِكَ فَهِيَ كَالْحِجَارَةِ أَوْ أَشَدُّ قَسْوَةً وَإِنَّ مِنَ الْحِجَارَةِ لَمَا يَتَفَجَّرُ مِنْهُ الأَنْهَارُ وَإِنَّ مِنْهَا لَمَا يَشَّقَّقُ فَيَخْرُجُ مِنْهُ الْمَاء وَإِنَّ مِنْهَا لَمَا يَهْبِطُ مِنْ خَشْيَةِ اللّهِ وَمَا اللّهُ بِغَافِلٍ عَمَّا تَعْمَلُونَ
Diyanet Vakfi = (Ne var ki) bunlardan sonra yine kalpleriniz katılaştı. Artık kalpleriniz taş gibi yahut daha da katıdır. Çünkü taşlardan öylesi var ki, içinden ırmaklar kaynar. Öylesi de var ki, çatlar da ondan su fışkırır. Taşlardan bir kısmı da Allah korkusuyla yukardan aşağı yuvarlanır. Allah yapmakta olduklarınızdan gafil değildir.
أَفَتَطْمَعُونَ أَن يُؤْمِنُواْ لَكُمْ وَقَدْ كَانَ فَرِيقٌ مِّنْهُمْ يَسْمَعُونَ كَلاَمَ اللّهِ ثُمَّ يُحَرِّفُونَهُ مِن بَعْدِ مَا عَقَلُوهُ وَهُمْ يَعْلَمُونَ
Diyanet Vakfi = Şimdi (ey müminler!) onların size inanacaklarını mı umuyorsunuz? Oysa ki, onlardan bir zümre, Allah'ın kelâmını işitirler de iyice anladıktan sonra, bile bile onu tahrif ederlerdi.
وَإِذَا لَقُواْ الَّذِينَ آمَنُواْ قَالُواْ آمَنَّا وَإِذَا خَلاَ بَعْضُهُمْ إِلَىَ بَعْضٍ قَالُواْ أَتُحَدِّثُونَهُم بِمَا فَتَحَ اللّهُ عَلَيْكُمْ لِيُحَآجُّوكُم بِهِ عِندَ رَبِّكُمْ أَفَلاَ تَعْقِلُونَ
Diyanet Vakfi = (Münafıklar) inananlarla karşılaştıklarında «İman ettik» derler. Birbirleriyle başbaşa kaldıkları vakit ise: Allah'ın size açtıklarını (Tevrat'taki bilgileri), Rabbiniz katında sizin aleyhinize hüccet getirmeleri için mi onlara anlatıyorsunuz; bunları düşünemiyor musunuz? derler.
أَوَلاَ يَعْلَمُونَ أَنَّ اللّهَ يَعْلَمُ مَا يُسِرُّونَ وَمَا يُعْلِنُونَ
Diyanet Vakfi = Onlar bilmezler mi ki, gizlediklerini de açıkça yaptıklarını da Allah bilmektedir.
وَمِنْهُمْ أُمِّيُّونَ لاَ يَعْلَمُونَ الْكِتَابَ إِلاَّ أَمَانِيَّ وَإِنْ هُمْ إِلاَّ يَظُنُّونَ
Diyanet Vakfi = İçlerinde bir takım ümmîler vardır ki, Kitab'ı (Tevrat'ı) bilmezler. Bütün bildikleri kulaktan dolma şeylerdir. Onlar sadece zan ve tahminde bulunuyorlar.
فَوَيْلٌ لِّلَّذِينَ يَكْتُبُونَ الْكِتَابَ بِأَيْدِيهِمْ ثُمَّ يَقُولُونَ هَذَا مِنْ عِندِ اللّهِ لِيَشْتَرُواْ بِهِ ثَمَناً قَلِيلاً فَوَيْلٌ لَّهُم مِّمَّا كَتَبَتْ أَيْدِيهِمْ وَوَيْلٌ لَّهُمْ مِّمَّا يَكْسِبُونَ
Diyanet Vakfi = Elleriyle (bir) Kitap yazıp sonra onu az bir bedel karşılığında satmak için «Bu Allah katındandır» diyenlere yazıklar olsun! Elleriyle yazdıklarından ötürü vay haline onların! Ve kazandıklarından ötürü vay haline onların!
وَقَالُواْ لَن تَمَسَّنَا النَّارُ إِلاَّ أَيَّاماً مَّعْدُودَةً قُلْ أَتَّخَذْتُمْ عِندَ اللّهِ عَهْدًا فَلَن يُخْلِفَ اللّهُ عَهْدَهُ أَمْ تَقُولُونَ عَلَى اللّهِ مَا لاَ تَعْلَمُونَ
Diyanet Vakfi = İsrailoğulları: Sayılı birkaç gün müstesna, bize ateş dokunmayacaktır, dediler. De ki (onlara): Siz Allah katından bir söz mü aldınız -ki Allah sözünden caymaz-, yoksa Allah hakkında bilmediğiniz şeyleri mi söylüyorsunuz?
بَلَى مَن كَسَبَ سَيِّئَةً وَأَحَاطَتْ بِهِ خَطِيئَتُهُ فَأُوْلَئِكَ أَصْحَابُ النَّارِ هُمْ فِيهَا خَالِدُونَ
Diyanet Vakfi = Hayır! Kim bir kötülük eder de kötülüğü kendisini çepeçevre kuşatırsa işte o kimseler cehennemliktirler. Onlar orada devamlı kalırlar.
وَالَّذِينَ آمَنُواْ وَعَمِلُواْ الصَّالِحَاتِ أُولَئِكَ أَصْحَابُ الْجَنَّةِ هُمْ فِيهَا خَالِدُونَ
Diyanet Vakfi = İman edip yararlı iş yapanlara gelince onlar da cennetliktirler. Onlar orada devamlı kalırlar.
وَإِذْ أَخَذْنَا مِيثَاقَ بَنِي إِسْرَائِيلَ لاَ تَعْبُدُونَ إِلاَّ اللّهَ وَبِالْوَالِدَيْنِ إِحْسَاناً وَذِي الْقُرْبَى وَالْيَتَامَى وَالْمَسَاكِينِ وَقُولُواْ لِلنَّاسِ حُسْناً وَأَقِيمُواْ الصَّلاَةَ وَآتُواْ الزَّكَاةَ ثُمَّ تَوَلَّيْتُمْ إِلاَّ قَلِيلاً مِّنكُمْ وَأَنتُم مِّعْرِضُونَ
Diyanet Vakfi = Vaktiyle biz, İsrailoğullarından: Yalnızca Allah'a kulluk edeceksiniz, ana-babaya, yakın akrabaya, yetimlere, yoksullara iyilik edeceksiniz diye söz almış ve «İnsanlara güzel söz söyleyin, namazı kılın, zekâtı verin» diye de emretmiştik. Sonunda azınız müstesna, yüz çevirerek dönüp gittiniz.
وَإِذْ أَخَذْنَا مِيثَاقَكُمْ لاَ تَسْفِكُونَ دِمَاءكُمْ وَلاَ تُخْرِجُونَ أَنفُسَكُم مِّن دِيَارِكُمْ ثُمَّ أَقْرَرْتُمْ وَأَنتُمْ تَشْهَدُونَ
Diyanet Vakfi = (Ey İsrailoğulları!) Birbirinizin kanını dökmeyeceğinize, birbirinizi yurtlarınızdan çıkarmayacağınıza dair sizden söz almıştık. Her şeyi görerek sonunda bunları kabul etmiştiniz.
ثُمَّ أَنتُمْ هَؤُلاء تَقْتُلُونَ أَنفُسَكُمْ وَتُخْرِجُونَ فَرِيقاً مِّنكُم مِّن دِيَارِهِمْ تَظَاهَرُونَ عَلَيْهِم بِالإِثْمِ وَالْعُدْوَانِ وَإِن يَأتُوكُمْ أُسَارَى تُفَادُوهُمْ وَهُوَ مُحَرَّمٌ عَلَيْكُمْ إِخْرَاجُهُمْ أَفَتُؤْمِنُونَ بِبَعْضِ الْكِتَابِ وَتَكْفُرُونَ بِبَعْضٍ فَمَا جَزَاء مَن يَفْعَلُ ذَلِكَ مِنكُمْ إِلاَّ خِزْيٌ فِي الْحَيَاةِ الدُّنْيَا وَيَوْمَ الْقِيَامَةِ يُرَدُّونَ إِلَى أَشَدِّ الْعَذَابِ وَمَا اللّهُ بِغَافِلٍ عَمَّا تَعْمَلُونَ
Diyanet Vakfi = Bu misakı kabul eden sizler, (verdiğiniz sözün tersine) birbirinizi öldürüyor, aranızdan bir zümreyi yurtlarından çıkarıyor, kötülük ve düşmanlıkta onlara karşı birleşiyorsunuz. Onları yurtlarından çıkarmak size haram olduğu halde (hem çıkarıyor hem de) size esirler olarak geldiklerinde fidye verip onları kurtarıyorsunuz. Yoksa siz Kitab'ın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Sizden öyle davrananların cezası dünya hayatında ancak rüsvaylık; kıyamet gününde ise en şiddetli azaba itilmektir. Allah sizin yapmakta olduklarınızdan asla gafil değildir.
أُولَئِكَ الَّذِينَ اشْتَرَوُاْ الْحَيَاةَ الدُّنْيَا بِالآَخِرَةِ فَلاَ يُخَفَّفُ عَنْهُمُ الْعَذَابُ وَلاَ هُمْ يُنصَرُونَ
Diyanet Vakfi = İşte onlar, ahirete karşılık dünya hayatını satın alan kimselerdir. Bu yüzden ne azapları hafifletilecek ne de kendilerine yardım edilecektir.
وَلَقَدْ آتَيْنَا مُوسَى الْكِتَابَ وَقَفَّيْنَا مِن بَعْدِهِ بِالرُّسُلِ وَآتَيْنَا عِيسَى ابْنَ مَرْيَمَ الْبَيِّنَاتِ وَأَيَّدْنَاهُ بِرُوحِ الْقُدُسِ أَفَكُلَّمَا جَاءكُمْ رَسُولٌ بِمَا لاَ تَهْوَى أَنفُسُكُمُ اسْتَكْبَرْتُمْ فَفَرِيقاً كَذَّبْتُمْ وَفَرِيقاً تَقْتُلُونَ
Diyanet Vakfi = Andolsun biz Musa'ya Kitab'ı verdik. Ondan sonra ardarda peygamberler gönderdik. Meryem oğlu İsa'ya da deliller verdik. Ve onu, Rûhu'l-Kudüs (Cebrail) ile destekledik. Ama ne zaman size bir peygamber nefislerinizin hoşlanmadığı bir şey getirdiyse büyüklük taslayarak kimini yalanladığınız kimini de öldürdüğünüz doğru değil mi!
وَقَالُواْ قُلُوبُنَا غُلْفٌ بَل لَّعَنَهُمُ اللَّه بِكُفْرِهِمْ فَقَلِيلاً مَّا يُؤْمِنُونَ
Diyanet Vakfi = (Yahudiler peygamberlerle alay ederek) «Kalplerimiz perdelidir» dediler. Hayır; küfür ve isyanları sebebiyle Allah onlara lânet etmiştir. O yüzden çok az inanırlar.
وَلَمَّا جَاءهُمْ كِتَابٌ مِّنْ عِندِ اللّهِ مُصَدِّقٌ لِّمَا مَعَهُمْ وَكَانُواْ مِن قَبْلُ يَسْتَفْتِحُونَ عَلَى الَّذِينَ كَفَرُواْ فَلَمَّا جَاءهُم مَّا عَرَفُواْ كَفَرُواْ بِهِ فَلَعْنَةُ اللَّه عَلَى الْكَافِرِينَ
Diyanet Vakfi = Daha önce kâfirlere karşı zafer isterlerken kendilerine Allah katından ellerindeki (Tevrat'ı) doğrulayan bir kitap gelip de (Tevrat'tan) bilip öğrendikleri gerçekler karşılarına dikilince onu inkâr ettiler. İşte Allah'ın lâneti böyle inkârcılaradır.
بِئْسَمَا اشْتَرَوْاْ بِهِ أَنفُسَهُمْ أَن يَكْفُرُواْ بِمَا أنَزَلَ اللّهُ بَغْياً أَن يُنَزِّلُ اللّهُ مِن فَضْلِهِ عَلَى مَن يَشَاء مِنْ عِبَادِهِ فَبَآؤُواْ بِغَضَبٍ عَلَى غَضَبٍ وَلِلْكَافِرِينَ عَذَابٌ مُّهِينٌ
Diyanet Vakfi = Allah'ın kullarından dilediğine peygamberlik ihsan etmesini kıskandıkları için Allah'ın indirdiğini (Kur'an'ı) inkâr ederek kendilerini harcamaları ne kötü bir şeydir! Böylece onlar, gazap üstüne gazaba uğradılar. Ayrıca kâfirler için alçaltıcı bir azap vardır.
وَإِذَا قِيلَ لَهُمْ آمِنُواْ بِمَا أَنزَلَ اللّهُ قَالُواْ نُؤْمِنُ بِمَآ أُنزِلَ عَلَيْنَا وَيَكْفُرونَ بِمَا وَرَاءهُ وَهُوَ الْحَقُّ مُصَدِّقاً لِّمَا مَعَهُمْ قُلْ فَلِمَ تَقْتُلُونَ أَنبِيَاء اللّهِ مِن قَبْلُ إِن كُنتُم مُّؤْمِنِينَ
Diyanet Vakfi = Kendilerine: Allah'ın indirdiğine iman edin, denilince: Biz sadece bize indirilene (Tevrat'a) inanırız, derler ve ondan başkasını inkâr ederler. Halbuki o Kur'an, kendi ellerinde bulunan Tevrat'ı doğrulayıcı olarak gelmiş hak kitaptır. (Ey Muhammed!) Onlara: Şayet siz gerçekten inanıyor idiyseniz daha önce Allah'ın peygamberlerini neden öldürüyordunuz? deyiver.
وَلَقَدْ جَاءكُم مُّوسَى بِالْبَيِّنَاتِ ثُمَّ اتَّخَذْتُمُ الْعِجْلَ مِن بَعْدِهِ وَأَنتُمْ ظَالِمُونَ
Diyanet Vakfi = Andolsun Musa size apaçık mucizeler getirmişti. Sonra onun ardından, zalimler olarak buzağıyı (tanrı) edindiniz.
وَإِذْ أَخَذْنَا مِيثَاقَكُمْ وَرَفَعْنَا فَوْقَكُمُ الطُّورَ خُذُواْ مَا آتَيْنَاكُم بِقُوَّةٍ وَاسْمَعُواْ قَالُواْ سَمِعْنَا وَعَصَيْنَا وَأُشْرِبُواْ فِي قُلُوبِهِمُ الْعِجْلَ بِكُفْرِهِمْ قُلْ بِئْسَمَا يَأْمُرُكُمْ بِهِ إِيمَانُكُمْ إِن كُنتُمْ مُّؤْمِنِينَ
Diyanet Vakfi = Hatırlayın ki, Tûr dağının altında sizden söz almış: Size verdiklerimizi kuvvetlice tutun, söylenenleri anlayın, demiştik. Onlar: İşittik ve isyan ettik, dediler. İnkârları sebebiyle kalplerine buzağı sevgisi dolduruldu. De ki: Eğer inanıyorsanız, imanınız size ne kötü şeyler emrediyor!
قُلْ إِن كَانَتْ لَكُمُ الدَّارُ الآَخِرَةُ عِندَ اللّهِ خَالِصَةً مِّن دُونِ النَّاسِ فَتَمَنَّوُاْ الْمَوْتَ إِن كُنتُمْ صَادِقِينَ
Diyanet Vakfi = (Ey Muhammed, onlara:) Şayet (iddia ettiğiniz gibi) ahiret yurdu Allah katında diğer insanlara değil de yalnızca size aitse ve bu iddianızda doğru iseniz haydi ölümü temenni edin (bakalım), de.
وَلَن يَتَمَنَّوْهُ أَبَدًا بِمَا قَدَّمَتْ أَيْدِيهِمْ وَاللّهُ عَلِيمٌ بِالظَّالِمينَ
Diyanet Vakfi = Onlar, kendi elleriyle önceden yaptıkları işler (günah ve isyanları) sebebiyle hiç bir zaman ölümü temenni etmeyeceklerdir. Allah zalimleri iyi bilir.
وَلَتَجِدَنَّهُمْ أَحْرَصَ النَّاسِ عَلَى حَيَاةٍ وَمِنَ الَّذِينَ أَشْرَكُواْ يَوَدُّ أَحَدُهُمْ لَوْ يُعَمَّرُ أَلْفَ سَنَةٍ وَمَا هُوَ بِمُزَحْزِحِهِ مِنَ الْعَذَابِ أَن يُعَمَّرَ وَاللّهُ بَصِيرٌ بِمَا يَعْمَلُونَ
Diyanet Vakfi = Yemin olsun ki, sen onları yaşamaya karşı insanların en düşkünü olarak bulursun. Putperestlerden her biri de arzular ki, bin sene yaşasın. Oysa yaşatılması onu azaptan uzaklaştırmaz. Allah onların yapmakta olduklarını eksiksiz görür.
قُلْ مَن كَانَ عَدُوًّا لِّجِبْرِيلَ فَإِنَّهُ نَزَّلَهُ عَلَى قَلْبِكَ بِإِذْنِ اللّهِ مُصَدِّقاً لِّمَا بَيْنَ يَدَيْهِ وَهُدًى وَبُشْرَى لِلْمُؤْمِنِينَ
Diyanet Vakfi = De ki: Cebrail'e kim düşman ise şunu iyi bilsin ki Allah'ın izniyle Kur'an'ı senin kalbine bir hidayet rehberi, önce gelen kitapları doğrulayıcı ve müminler için de müjdeci olarak o indirmiştir.
مَن كَانَ عَدُوًّا لِّلّهِ وَمَلآئِكَتِهِ وَرُسُلِهِ وَجِبْرِيلَ وَمِيكَالَ فَإِنَّ اللّهَ عَدُوٌّ لِّلْكَافِرِينَ
Diyanet Vakfi = Kim, Allah'a, meleklerine, peygamberlerine, Cebrail'e ve Mikâil'e düşman olursa bilsin ki Allah da inkârcı kâfirlerin düşmanıdır.
وَلَقَدْ أَنزَلْنَآ إِلَيْكَ آيَاتٍ بَيِّنَاتٍ وَمَا يَكْفُرُ بِهَا إِلاَّ الْفَاسِقُونَ
Diyanet Vakfi = Andolsun ki sana apaçık âyetler indirdik. (Ey Muhammed!) Onları ancak fasıklar inkâr eder.
أَوَكُلَّمَا عَاهَدُواْ عَهْداً نَّبَذَهُ فَرِيقٌ مِّنْهُم بَلْ أَكْثَرُهُمْ لاَ يُؤْمِنُونَ
Diyanet Vakfi = Ne zaman onlar bir antlaşma yaptılarsa, yine kendilerinden bir grup onu bozmadı mı? Zaten onların çoğu iman etmez.
وَلَمَّا جَاءهُمْ رَسُولٌ مِّنْ عِندِ اللّهِ مُصَدِّقٌ لِّمَا مَعَهُمْ نَبَذَ فَرِيقٌ مِّنَ الَّذِينَ أُوتُواْ الْكِتَابَ كِتَابَ اللّهِ وَرَاء ظُهُورِهِمْ كَأَنَّهُمْ لاَ يَعْلَمُونَ
Diyanet Vakfi = Allah tarafından kendilerine, yanlarında bulunanı tasdik edici bir elçi gelince ehl-i kitaptan bir gurup, sanki Allah'ın kitabını bilmiyormuş gibi onu arkalarına atıp terkettiler.
وَاتَّبَعُواْ مَا تَتْلُواْ الشَّيَاطِينُ عَلَى مُلْكِ سُلَيْمَانَ وَمَا كَفَرَ سُلَيْمَانُ وَلَكِنَّ الشَّيْاطِينَ كَفَرُواْ يُعَلِّمُونَ النَّاسَ السِّحْرَ وَمَا أُنزِلَ عَلَى الْمَلَكَيْنِ بِبَابِلَ هَارُوتَ وَمَارُوتَ وَمَا يُعَلِّمَانِ مِنْ أَحَدٍ حَتَّى يَقُولاَ إِنَّمَا نَحْنُ فِتْنَةٌ فَلاَ تَكْفُرْ فَيَتَعَلَّمُونَ مِنْهُمَا مَا يُفَرِّقُونَ بِهِ بَيْنَ الْمَرْءِ وَزَوْجِهِ وَمَا هُم بِضَآرِّينَ بِهِ مِنْ أَحَدٍ إِلاَّ بِإِذْنِ اللّهِ وَيَتَعَلَّمُونَ مَا يَضُرُّهُمْ وَلاَ يَنفَعُهُمْ وَلَقَدْ عَلِمُواْ لَمَنِ اشْتَرَاهُ مَا لَهُ فِي الآخِرَةِ مِنْ خَلاَقٍ وَلَبِئْسَ مَا شَرَوْاْ بِهِ أَنفُسَهُمْ لَوْ كَانُواْ يَعْلَمُونَ
Diyanet Vakfi = Süleyman'ın hükümranlığı hakkında onlar, şeytanların uydurup söylediklerine tâbi oldular. Halbuki Süleyman büyü yapıp kâfir olmadı. Lâkin şeytanlar kâfir oldular. Çünkü insanlara sihri ve Babil'de Hârut ile Mârut isimli iki meleğe indirileni öğretiyorlardı. Halbuki o iki melek, herkese: Biz ancak imtihan için gönderildik, sakın yanlış inanıp da kâfir olmayasınız, demeden hiç kimseye (sihir ilmini) öğretmezlerdi. Onlar, o iki melekden, karı ile koca arasını açacak şeyleri öğreniyorlardı. Oysa büyücüler, Allah'ın izni olmadan hiç kimseye zarar veremezler. Onlar, kendilerine fayda vereni değil de zarar vereni öğrenirler. Sihri satın alanların (ona inanıp para verenlerin) ahiretten nasibi olmadığını çok iyi bilmektedirler. Karşılığında kendilerini sattıkları şey ne kötüdür! Keşke bunu anlasalardı!
وَلَوْ أَنَّهُمْ آمَنُواْ واتَّقَوْا لَمَثُوبَةٌ مِّنْ عِندِ اللَّه خَيْرٌ لَّوْ كَانُواْ يَعْلَمُونَ
Diyanet Vakfi = Eğer iman edip kendilerini kötülükten korusalardı, şüphesiz, Allah tarafından verilecek sevap daha hayırlı olacaktı. Keşke bunları anlasalardı!
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ لاَ تَقُولُواْ رَاعِنَا وَقُولُواْ انظُرْنَا وَاسْمَعُوا ْوَلِلكَافِرِينَ عَذَابٌ أَلِيمٌ
Diyanet Vakfi = Ey iman edenler! «Râinâ» demeyin, «unzurnâ» deyin. (Söylenenleri) dinleyin. Kâfirler için elem verici bir azap vardır.
مَّا يَوَدُّ الَّذِينَ كَفَرُواْ مِنْ أَهْلِ الْكِتَابِ وَلاَ الْمُشْرِكِينَ أَن يُنَزَّلَ عَلَيْكُم مِّنْ خَيْرٍ مِّن رَّبِّكُمْ وَاللّهُ يَخْتَصُّ بِرَحْمَتِهِ مَن يَشَاء وَاللّهُ ذُو الْفَضْلِ الْعَظِيمِ
Diyanet Vakfi = (Ey müminler!) Ehl-i Kitaptan kâfirler ve putperestler de Rabbinizden size bir hayır indirilmesini istemezler. Halbuki Allah rahmetini dilediğine verir. Allah büyük lütuf sahibidir.
مَا نَنسَخْ مِنْ آيَةٍ أَوْ نُنسِهَا نَأْتِ بِخَيْرٍ مِّنْهَا أَوْ مِثْلِهَا أَلَمْ تَعْلَمْ أَنَّ اللّهَ عَلَىَ كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ
Diyanet Vakfi = Biz, bir âyetin hükmünü yürürlükten kaldırır veya onu unutturursak (ertelersek) mutlaka daha iyisini veya benzerini getiririz. Bilmez misin ki Allah her şeye kadirdir.
أَلَمْ تَعْلَمْ أَنَّ اللّهَ لَهُ مُلْكُ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ وَمَا لَكُم مِّن دُونِ اللّهِ مِن وَلِيٍّ وَلاَ نَصِيرٍ
Diyanet Vakfi = (Yine) bilmez misin, göklerin ve yerin mülkiyet ve hükümranlığı yalnızca Allah'ındır? Sizin için Allah'tan başka ne bir dost ne de bir yardımcı vardır.
أَمْ تُرِيدُونَ أَن تَسْأَلُواْ رَسُولَكُمْ كَمَا سُئِلَ مُوسَى مِن قَبْلُ وَمَن يَتَبَدَّلِ الْكُفْرَ بِالإِيمَانِ فَقَدْ ضَلَّ سَوَاء السَّبِيلِ
Diyanet Vakfi = Yoksa siz de (ey müslümanlar), daha önce Musa'ya sorulduğu gibi peygamberinize sorular sormak mı istiyorsunuz? Kim imanı küfre değişirse, şüphesiz dosdoğru yoldan sapmış olur.
وَدَّ كَثِيرٌ مِّنْ أَهْلِ الْكِتَابِ لَوْ يَرُدُّونَكُم مِّن بَعْدِ إِيمَانِكُمْ كُفَّاراً حَسَدًا مِّنْ عِندِ أَنفُسِهِم مِّن بَعْدِ مَا تَبَيَّنَ لَهُمُ الْحَقُّ فَاعْفُواْ وَاصْفَحُواْ حَتَّى يَأْتِيَ اللّهُ بِأَمْرِهِ إِنَّ اللّهَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ
Diyanet Vakfi = Ehl-i kitaptan çoğu, hakikat kendilerine apaçık belli olduktan sonra, sırf içlerindeki kıskançlıktan ötürü, sizi imanınızdan vazgeçirip küfre döndürmek istediler. Yine de siz, Allah onlar hakkındaki emrini getirinceye kadar affedip bağışlayın. Şüphesiz Allah her şeye kadirdir.
وَأَقِيمُواْ الصَّلاَةَ وَآتُواْ الزَّكَاةَ وَمَا تُقَدِّمُواْ لأَنفُسِكُم مِّنْ خَيْرٍ تَجِدُوهُ عِندَ اللّهِ إِنَّ اللّهَ بِمَا تَعْمَلُونَ بَصِيرٌ
Diyanet Vakfi = Namazı kılın, zekâtı verin, önceden kendiniz için yaptığınız her iyiliği Allah'ın katında bulacaksınız. Şüphesiz Allah, yapmakta olduklarınızı noksansız görür.
وَقَالُواْ لَن يَدْخُلَ الْجَنَّةَ إِلاَّ مَن كَانَ هُوداً أَوْ نَصَارَى تِلْكَ أَمَانِيُّهُمْ قُلْ هَاتُواْ بُرْهَانَكُمْ إِن كُنتُمْ صَادِقِينَ
Diyanet Vakfi = (Ehl-i kitap:) Yahudiler yahut hıristiyanlar hariç hiç kimse cennete giremeyecek, dediler. Bu onların kuruntusudur. Sen de onlara: Eğer sahiden doğru söylüyorsanız delilinizi getirin, de.
بَلَى مَنْ أَسْلَمَ وَجْهَهُ لِلّهِ وَهُوَ مُحْسِنٌ فَلَهُ أَجْرُهُ عِندَ رَبِّهِ وَلاَ خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلاَ هُمْ يَحْزَنُونَ
Diyanet Vakfi = Bilâkis, kim muhsin olarak yüzünü Allah'a döndürürse (Allah'a hakkıyla kulluk ederse) onun ecri Rabbi katındadır. Öyleleri için ne bir korku vardır, ne de üzüntü çekerler.
وَقَالَتِ الْيَهُودُ لَيْسَتِ النَّصَارَى عَلَىَ شَيْءٍ وَقَالَتِ النَّصَارَى لَيْسَتِ الْيَهُودُ عَلَى شَيْءٍ وَهُمْ يَتْلُونَ الْكِتَابَ كَذَلِكَ قَالَ الَّذِينَ لاَ يَعْلَمُونَ مِثْلَ قَوْلِهِمْ فَاللّهُ يَحْكُمُ بَيْنَهُمْ يَوْمَ الْقِيَامَةِ فِيمَا كَانُواْ فِيهِ يَخْتَلِفُونَ
Diyanet Vakfi = Hepsi de kitabı (Tevrat ve İncil'i) okumakta oldukları halde Yahudiler: Hıristiyanlar doğru yolda değillerdir, dediler. Hıristiyanlar da: Yahudiler doğru yolda değillerdir, dediler. (Kitabı) bilmeyenler de birbirleri hakkında tıpkı onların söylediklerini söylediler. Allah, ihtilâfa düştükleri hususlarda kıyamet günü onlar hakkında hükmünü verecektir.
وَمَنْ أَظْلَمُ مِمَّن مَّنَعَ مَسَاجِدَ اللّهِ أَن يُذْكَرَ فِيهَا اسْمُهُ وَسَعَى فِي خَرَابِهَا أُوْلَئِكَ مَا كَانَ لَهُمْ أَن يَدْخُلُوهَا إِلاَّ خَآئِفِينَ لهُمْ فِي الدُّنْيَا خِزْيٌ وَلَهُمْ فِي الآخِرَةِ عَذَابٌ عَظِيمٌ
Diyanet Vakfi = Allah'ın mescidlerinde O'nun adının anılmasına engel olan ve onların harap olmasına çalışandan daha zalim kim vardır! Aslında bunların oralara ancak korkarak girmeleri gerekir. (Başka türlü girmeye hakları yoktur.) Bunlar için dünyada rezillik, ahirette de büyük azap vardır.
وَلِلّهِ الْمَشْرِقُ وَالْمَغْرِبُ فَأَيْنَمَا تُوَلُّواْ فَثَمَّ وَجْهُ اللّهِ إِنَّ اللّهَ وَاسِعٌ عَلِيمٌ
Diyanet Vakfi = Doğu da Allah'ındır batı da. Nereye dönerseniz Allah'ın yüzü (zatı) oradadır. Şüphesiz Allah'(ın rahmeti ve nimeti) geniştir, O her şeyi bilendir.
وَقَالُواْ اتَّخَذَ اللّهُ وَلَدًا سُبْحَانَهُ بَل لَّهُ مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ كُلٌّ لَّهُ قَانِتُونَ
Diyanet Vakfi = «Allah çocuk edindi» dediler. Hâşâ! O, bundan münezzehtir. Göklerde ve yerde olanların hepsi O'nundur, hepsi O'na boyun eğmiştir.
بَدِيعُ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ وَإِذَا قَضَى أَمْراً فَإِنَّمَا يَقُولُ لَهُ كُن فَيَكُونُ
Diyanet Vakfi = (O), göklerin ve yerin eşsiz yaratıcısıdır. Bir şeyi dilediğinde ona sadece «Ol!» der, o da hemen oluverir.
وَقَالَ الَّذِينَ لاَ يَعْلَمُونَ لَوْلاَ يُكَلِّمُنَا اللّهُ أَوْ تَأْتِينَا آيَةٌ كَذَلِكَ قَالَ الَّذِينَ مِن قَبْلِهِم مِّثْلَ قَوْلِهِمْ تَشَابَهَتْ قُلُوبُهُمْ قَدْ بَيَّنَّا الآيَاتِ لِقَوْمٍ يُوقِنُونَ
Diyanet Vakfi = Bilmeyenler dediler ki: Allah bizimle konuşmalı ya da bize bir âyet (mucize) gelmeli değil miydi? Onlardan öncekiler de işte tıpkı onların dediklerini demişlerdi. Kalpleri (akılları) nasıl da birbirine benzedi? Gerçekleri iyice bilmek isteyenlere âyetleri apaçık gösterdik.
إِنَّا أَرْسَلْنَاكَ بِالْحَقِّ بَشِيرًا وَنَذِيرًا وَلاَ تُسْأَلُ عَنْ أَصْحَابِ الْجَحِيمِ
Diyanet Vakfi = Doğrusu biz seni Hak (Kur'an) ile müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik. Sen cehennemliklerden sorumlu değilsin.
وَلَن تَرْضَى عَنكَ الْيَهُودُ وَلاَ النَّصَارَى حَتَّى تَتَّبِعَ مِلَّتَهُمْ قُلْ إِنَّ هُدَى اللّهِ هُوَ الْهُدَى وَلَئِنِ اتَّبَعْتَ أَهْوَاءهُم بَعْدَ الَّذِي جَاءكَ مِنَ الْعِلْمِ مَا لَكَ مِنَ اللّهِ مِن وَلِيٍّ وَلاَ نَصِيرٍ
Diyanet Vakfi = Dinlerine uymadıkça yahudiler de hıristiyanlar da asla senden razı olmayacaklardır. De ki: Doğru yol, ancak Allah'ın yoludur. Sana gelen ilimden sonra onların arzularına uyacak olursan, andolsun ki, Allah'tan sana ne bir dost ne de bir yardımcı vardır.
الَّذِينَ آتَيْنَاهُمُ الْكِتَابَ يَتْلُونَهُ حَقَّ تِلاَوَتِهِ أُوْلَئِكَ يُؤْمِنُونَ بِهِ وَمن يَكْفُرْ بِهِ فَأُوْلَئِكَ هُمُ الْخَاسِرُونَ
Diyanet Vakfi = Kendilerine kitap verdiğimiz kimseler (den bazısı) onu, hakkını gözeterek okurlar. Çünkü onlar, ona iman ederler. Ama her kim onu inkâr ederse, işte gerçekten zarara uğrayanlar onlardır.
يَا بَنِي إِسْرَائِيلَ اذْكُرُواْ نِعْمَتِيَ الَّتِي أَنْعَمْتُ عَلَيْكُمْ وَأَنِّي فَضَّلْتُكُمْ عَلَى الْعَالَمِينَ
Diyanet Vakfi = Ey İsrailoğulları! Size verdiğim nimetimi ve sizi (bir zamanlar) cümle âleme üstün kılmış olduğumu hatırlayın.
وَاتَّقُواْ يَوْماً لاَّ تَجْزِي نَفْسٌ عَن نَّفْسٍ شَيْئاً وَلاَ يُقْبَلُ مِنْهَا عَدْلٌ وَلاَ تَنفَعُهَا شَفَاعَةٌ وَلاَ هُمْ يُنصَرُونَ
Diyanet Vakfi = Ve bir günden sakının ki, o günde hiç kimse başkası namına bir şey ödeyemez, kimseden fidye kabul edilmez, hiç kimseye şefaat fayda vermez. Onlar hiçbir yardım da görmezler.
وَإِذِ ابْتَلَى إِبْرَاهِيمَ رَبُّهُ بِكَلِمَاتٍ فَأَتَمَّهُنَّ قَالَ إِنِّي جَاعِلُكَ لِلنَّاسِ إِمَامًا قَالَ وَمِن ذُرِّيَّتِي قَالَ لاَ يَنَالُ عَهْدِي الظَّالِمِينَ
Diyanet Vakfi = Bir zamanlar Rabbi İbrahim'i bir takım kelimelerle sınamış, onları tam olarak yerine getirince: Ben seni insanlara önder yapacağım, demişti. «Soyumdan da (önderler yap, yâ Rabbi!) » dedi. Allah: Ahdim zalimlere ermez (onlar için söz vermem) buyurdu.
وَإِذْ جَعَلْنَا الْبَيْتَ مَثَابَةً لِّلنَّاسِ وَأَمْناً وَاتَّخِذُواْ مِن مَّقَامِ إِبْرَاهِيمَ مُصَلًّى وَعَهِدْنَا إِلَى إِبْرَاهِيمَ وَإِسْمَاعِيلَ أَن طَهِّرَا بَيْتِيَ لِلطَّائِفِينَ وَالْعَاكِفِينَ وَالرُّكَّعِ السُّجُودِ
Diyanet Vakfi = Biz, Beyt'i (Kâbe'yi) insanlara toplanma mahalli ve güvenli bir yer kıldık. Siz de İbrahim'in makamından bir namaz yeri edinin (orada namaz kılın). İbrahim ve İsmail'e: Tavaf edenler, ibadete kapananlar, rükû ve secde edenler için Evim'i temiz tutun, diye emretmiştik.
وَإِذْ قَالَ إِبْرَاهِيمُ رَبِّ اجْعَلْ هََذَا بَلَدًا آمِنًا وَارْزُقْ أَهْلَهُ مِنَ الثَّمَرَاتِ مَنْ آمَنَ مِنْهُم بِاللّهِ وَالْيَوْمِ الآخِرِ قَالَ وَمَن كَفَرَ فَأُمَتِّعُهُ قَلِيلاً ثُمَّ أَضْطَرُّهُ إِلَى عَذَابِ النَّارِ وَبِئْسَ الْمَصِيرُ
Diyanet Vakfi = İbrahim de demişti ki: Ey Rabbim! Burayı emin bir şehir yap, halkından Allah'a ve ahiret gününe inananları çeşitli meyvelerle besle. Allah buyurdu ki: Kim inkâr ederse onu az bir süre faydalandırır, sonra onu cehennem azabına sürüklerim. Ne kötü varılacak yerdir orası!
وَإِذْ يَرْفَعُ إِبْرَاهِيمُ الْقَوَاعِدَ مِنَ الْبَيْتِ وَإِسْمَاعِيلُ رَبَّنَا تَقَبَّلْ مِنَّا إِنَّكَ أَنتَ السَّمِيعُ الْعَلِيمُ
Diyanet Vakfi = Bir zamanlar İbrahim, İsmail ile beraber Beytullah'ın temellerini yükseltiyor, (şöyle diyorlardı:) Ey Rabbimiz! Bizden bunu kabul buyur; şüphesiz sen işitensin, bilensin.
رَبَّنَا وَاجْعَلْنَا مُسْلِمَيْنِ لَكَ وَمِن ذُرِّيَّتِنَا أُمَّةً مُّسْلِمَةً لَّكَ وَأَرِنَا مَنَاسِكَنَا وَتُبْ عَلَيْنَآ إِنَّكَ أَنتَ التَّوَّابُ الرَّحِيمُ
Diyanet Vakfi = Ey Rabbimiz! Bizi sana boyun eğenlerden kıl, neslimizden de sana itaat eden bir ümmet çıkar, bize ibadet usullerimizi göster, tevbemizi kabul et; zira, tevbeleri çokça kabul eden, çok merhametli olan ancak sensin.
رَبَّنَا وَابْعَثْ فِيهِمْ رَسُولاً مِّنْهُمْ يَتْلُو عَلَيْهِمْ آيَاتِكَ وَيُعَلِّمُهُمُ الْكِتَابَ وَالْحِكْمَةَ وَيُزَكِّيهِمْ إِنَّكَ أَنتَ العَزِيزُ الحَكِيمُ
Diyanet Vakfi = Ey Rabbimiz! Onlara, içlerinden senin âyetlerini kendilerine okuyacak, onlara kitap ve hikmeti öğretecek, onları temizleyecek bir peygamber gönder. Çünkü üstün gelen, her şeyi yerli yerince yapan yalnız sensin.
وَمَن يَرْغَبُ عَن مِّلَّةِ إِبْرَاهِيمَ إِلاَّ مَن سَفِهَ نَفْسَهُ وَلَقَدِ اصْطَفَيْنَاهُ فِي الدُّنْيَا وَإِنَّهُ فِي الآخِرَةِ لَمِنَ الصَّالِحِينَ
Diyanet Vakfi = İbrahim'in dininden kendini bilmezlerden başka kim yüz çevirir? Andolsun ki, biz onu dünyada (elçi) seçtik, şüphesiz o ahirette de iyilerdendir.
إِذْ قَالَ لَهُ رَبُّهُ أَسْلِمْ قَالَ أَسْلَمْتُ لِرَبِّ الْعَالَمِينَ
Diyanet Vakfi = Çünkü Rabbi ona: Müslüman ol, demiş, o da: Âlemlerin Rabbine boyun eğdim, demişti.
وَوَصَّى بِهَا إِبْرَاهِيمُ بَنِيهِ وَيَعْقُوبُ يَا بَنِيَّ إِنَّ اللّهَ اصْطَفَى لَكُمُ الدِّينَ فَلاَ تَمُوتُنَّ إَلاَّ وَأَنتُم مُّسْلِمُونَ
Diyanet Vakfi = Bunu İbrahim de kendi oğullarına vasiyet etti, Ya'kub da, «Oğullarım! Allah sizin için bu dini (İslâm'ı) seçti. O halde sadece müslümanlar olarak ölünüz» (dediler).
أَمْ كُنتُمْ شُهَدَاء إِذْ حَضَرَ يَعْقُوبَ الْمَوْتُ إِذْ قَالَ لِبَنِيهِ مَا تَعْبُدُونَ مِن بَعْدِي قَالُواْ نَعْبُدُ إِلَهَكَ وَإِلَهَ آبَائِكَ إِبْرَاهِيمَ وَإِسْمَاعِيلَ وَإِسْحَقَ إِلَهًا وَاحِدًا وَنَحْنُ لَهُ مُسْلِمُونَ
Diyanet Vakfi = Yoksa Ya'kub'a ölüm geldiği zaman siz orada mı idiniz? O zaman (Ya'kub) oğullarına: Benden sonra kime kulluk edeceksiniz? demişti. Onlar: Senin ve ataların İbrahim, İsmail ve İshak'ın ilâhı olan tek Allah'a kulluk edeceğiz; biz ancak O'na teslim olmuşuzdur, dediler.
تِلْكَ أُمَّةٌ قَدْ خَلَتْ لَهَا مَا كَسَبَتْ وَلَكُم مَّا كَسَبْتُمْ وَلاَ تُسْأَلُونَ عَمَّا كَانُوا يَعْمَلُونَ
Diyanet Vakfi = Onlar bir ümmetti, gelip geçti. Onların kazandıkları kendilerinin, sizin kazandıklarınız sizindir. Siz onların yaptıklarından sorguya çekilmezsiniz.
وَقَالُواْ كُونُواْ هُودًا أَوْ نَصَارَى تَهْتَدُواْ قُلْ بَلْ مِلَّةَ إِبْرَاهِيمَ حَنِيفًا وَمَا كَانَ مِنَ الْمُشْرِكِينَ
Diyanet Vakfi = (Yahudiler ve hıristiyanlar müslümanlara:) Yahudi ya da hıristiyan olun ki, doğru yolu bulasınız, dediler. De ki: Hayır! Biz, hanîf olan İbrahim'in dinine uyarız. O, müşriklerden değildi.
قُولُواْ آمَنَّا بِاللّهِ وَمَآ أُنزِلَ إِلَيْنَا وَمَا أُنزِلَ إِلَى إِبْرَاهِيمَ وَإِسْمَاعِيلَ وَإِسْحَقَ وَيَعْقُوبَ وَالأسْبَاطِ وَمَا أُوتِيَ مُوسَى وَعِيسَى وَمَا أُوتِيَ النَّبِيُّونَ مِن رَّبِّهِمْ لاَ نُفَرِّقُ بَيْنَ أَحَدٍ مِّنْهُمْ وَنَحْنُ لَهُ مُسْلِمُونَ
Diyanet Vakfi = «Biz, Allah'a ve bize indirilene; İbrahim, İsmail, İshak, Ya'kub ve esbâta indirilene, Musa ve İsa'ya verilenlerle Rableri tarafından diğer peygamberlere verilenlere, onlardan hiçbiri arasında fark gözetmeksizin inandık ve biz sadece Allah'a teslim olduk» deyin.
فَإِنْ آمَنُواْ بِمِثْلِ مَا آمَنتُم بِهِ فَقَدِ اهْتَدَواْ وَّإِن تَوَلَّوْاْ فَإِنَّمَا هُمْ فِي شِقَاقٍ فَسَيَكْفِيكَهُمُ اللّهُ وَهُوَ السَّمِيعُ الْعَلِيمُ
Diyanet Vakfi = Eğer onlar da sizin inandığınız gibi inanırlarsa doğru yolu bulmuş olurlar; dönerlerse mutlaka anlaşmazlık içine düşmüş olurlar. Onlara karşı Allah sana yeter. O işitendir, bilendir.
صِبْغَةَ اللّهِ وَمَنْ أَحْسَنُ مِنَ اللّهِ صِبْغَةً وَنَحْنُ لَهُ عَابِدونَ
Diyanet Vakfi = Allah'ın (verdiği) rengiyle boyandık. Allah'tan daha güzel rengi kim verebilir? Biz ancak O'na kulluk ederiz (deyin).
قُلْ أَتُحَآجُّونَنَا فِي اللّهِ وَهُوَ رَبُّنَا وَرَبُّكُمْ وَلَنَا أَعْمَالُنَا وَلَكُمْ أَعْمَالُكُمْ وَنَحْنُ لَهُ مُخْلِصُونَ
Diyanet Vakfi = De ki: Allah bizim de Rabbimiz, sizin de Rabbiniz olduğu halde, O'nun hakkında bizimle tartışmaya mı girişiyorsunuz? Bizim yaptıklarımız bize, sizin yaptıklarınız da size aittir. Biz O'na gönülden bağlananlarız.
أَمْ تَقُولُونَ إِنَّ إِبْرَاهِيمَ وَإِسْمَاعِيلَ وَإِسْحَقَ وَيَعْقُوبَ وَالأسْبَاطَ كَانُواْ هُودًا أَوْ نَصَارَى قُلْ أَأَنتُمْ أَعْلَمُ أَمِ اللّهُ وَمَنْ أَظْلَمُ مِمَّن كَتَمَ شَهَادَةً عِندَهُ مِنَ اللّهِ وَمَا اللّهُ بِغَافِلٍ عَمَّا تَعْمَلُونَ
Diyanet Vakfi = Yoksa siz, İbrahim, İsmail, İshak, Ya'kub ve esbâtın yahudi, yahut hıristiyan olduklarını mı söylüyorsunuz? De ki: Siz mi daha iyi bilirsiniz, yoksa Allah mı? Allah tarafından kendisine (bildirilmiş) bir şahitliği gizleyenden daha zalim kim olabilir? Allah yaptıklarınızdan gafil değildir.
تِلْكَ أُمَّةٌ قَدْ خَلَتْ لَهَا مَا كَسَبَتْ وَلَكُم مَّا كَسَبْتُمْ وَلاَ تُسْأَلُونَ عَمَّا كَانُواْ يَعْمَلُونَ
Diyanet Vakfi = Onlar bir ümmetti; gelip geçti. Onların kazandıkları kendilerine, sizin kazandıklarınız da size aittir. Siz onların yaptıklarından sorguya çekilmezsiniz.
سَيَقُولُ السُّفَهَاء مِنَ النَّاسِ مَا وَلاَّهُمْ عَن قِبْلَتِهِمُ الَّتِي كَانُواْ عَلَيْهَا قُل لِّلّهِ الْمَشْرِقُ وَالْمَغْرِبُ يَهْدِي مَن يَشَاء إِلَى صِرَاطٍ مُّسْتَقِيمٍ
Diyanet Vakfi = İnsanlardan bir kısım beyinsizler: Yönelmekte oldukları kıblelerinden onları çeviren nedir? diyecekler. De ki: Doğu da batı da Allah'ındır. O dilediğini doğru yola iletir.
وَكَذَلِكَ جَعَلْنَاكُمْ أُمَّةً وَسَطًا لِّتَكُونُواْ شُهَدَاء عَلَى النَّاسِ وَيَكُونَ الرَّسُولُ عَلَيْكُمْ شَهِيدًا وَمَا جَعَلْنَا الْقِبْلَةَ الَّتِي كُنتَ عَلَيْهَا إِلاَّ لِنَعْلَمَ مَن يَتَّبِعُ الرَّسُولَ مِمَّن يَنقَلِبُ عَلَى عَقِبَيْهِ وَإِن كَانَتْ لَكَبِيرَةً إِلاَّ عَلَى الَّذِينَ هَدَى اللّهُ وَمَا كَانَ اللّهُ لِيُضِيعَ إِيمَانَكُمْ إِنَّ اللّهَ بِالنَّاسِ لَرَؤُوفٌ رَّحِيمٌ
Diyanet Vakfi = İşte böylece sizin insanlığa şahitler olmanız, Resûl'ün de size şahit olması için sizi mutedil bir millet kıldık. Senin yöneldiğin yeri (Kâbe'yi) biz ancak Peygamber'e uyanı, ökçeleri üzerinde geri dönenden ayırdetmemiz için kıble yaptık. Bu, Allah'ın hidayet verdiği kimselerden başkasına elbette ağır gelir. Allah sizin imanınızı asla zayi edecek değildir. Zira Allah insanlara karşı şefkatli ve merhametlidir.
قَدْ نَرَى تَقَلُّبَ وَجْهِكَ فِي السَّمَاء فَلَنُوَلِّيَنَّكَ قِبْلَةً تَرْضَاهَا فَوَلِّ وَجْهَكَ شَطْرَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ وَحَيْثُ مَا كُنتُمْ فَوَلُّواْ وُجُوِهَكُمْ شَطْرَهُ وَإِنَّ الَّذِينَ أُوْتُواْ الْكِتَابَ لَيَعْلَمُونَ أَنَّهُ الْحَقُّ مِن رَّبِّهِمْ وَمَا اللّهُ بِغَافِلٍ عَمَّا يَعْمَلُونَ
Diyanet Vakfi = (Ey Muhammed!) Biz senin yüzünün göğe doğru çevrilmekte olduğunu (yücelerden haber beklediğini) görüyoruz. İşte şimdi, seni memnun olacağın bir kıbleye döndürüyoruz. Artık yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir. (Ey müslümanlar!) Siz de nerede olursanız olun, (namazda) yüzlerinizi o tarafa çevirin. Şüphe yok ki, ehl-i kitap, onun Rablerinden gelen gerçek olduğunu çok iyi bilirler. Allah onların yapmakta olduklarından habersiz değildir.
وَلَئِنْ أَتَيْتَ الَّذِينَ أُوْتُواْ الْكِتَابَ بِكُلِّ آيَةٍ مَّا تَبِعُواْ قِبْلَتَكَ وَمَا أَنتَ بِتَابِعٍ قِبْلَتَهُمْ وَمَا بَعْضُهُم بِتَابِعٍ قِبْلَةَ بَعْضٍ وَلَئِنِ اتَّبَعْتَ أَهْوَاءهُم مِّن بَعْدِ مَا جَاءكَ مِنَ الْعِلْمِ إِنَّكَ إِذَاً لَّمِنَ الظَّالِمِينَ
Diyanet Vakfi = Yemin olsun ki (habibim!) sen ehl-i kitaba her türlü âyeti (mucizeyi) getirsen yine de onlar senin kıblene dönmezler. Sen de onların kıblesine dönecek değilsin. Onlar da birbirlerinin kıblesine dönmezler. Sana gelen ilimden sonra eğer onların arzularına uyacak olursan, işte o zaman sen hakkı çiğneyenlerden olursun.
الَّذِينَ آتَيْنَاهُمُ الْكِتَابَ يَعْرِفُونَهُ كَمَا يَعْرِفُونَ أَبْنَاءهُمْ وَإِنَّ فَرِيقاً مِّنْهُمْ لَيَكْتُمُونَ الْحَقَّ وَهُمْ يَعْلَمُونَ
Diyanet Vakfi = Kendilerine kitap verdiklerimiz onu (o kitaptaki peygamberi), öz oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar. Buna rağmen onlardan bir gurup bile bile gerçeği gizler.
الْحَقُّ مِن رَّبِّكَ فَلاَ تَكُونَنَّ مِنَ الْمُمْتَرِينَ
Diyanet Vakfi = Gerçek olan, Rabbinden gelendir. O halde kuşkulananlardan olma!
وَلِكُلٍّ وِجْهَةٌ هُوَ مُوَلِّيهَا فَاسْتَبِقُواْ الْخَيْرَاتِ أَيْنَ مَا تَكُونُواْ يَأْتِ بِكُمُ اللّهُ جَمِيعًا إِنَّ اللّهَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ
Diyanet Vakfi = Herkesin yöneldiği bir kıblesi vardır. (Ey müminler!) Siz hayır işlerinde yarışın. Nerede olursanız olun sonunda Allah hepinizi bir araya getirir. Şüphesiz Allah her şeye kadirdir.
وَمِنْ حَيْثُ خَرَجْتَ فَوَلِّ وَجْهَكَ شَطْرَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ وَإِنَّهُ لَلْحَقُّ مِن رَّبِّكَ وَمَا اللّهُ بِغَافِلٍ عَمَّا تَعْمَلُونَ
Diyanet Vakfi = Nereden yola çıkarsan çık (namazda) yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir. Bu emir Rabbinden sana gelen gerçektir. (Biliniz ki) Allah yaptıklarınızdan habersiz değildir.
وَمِنْ حَيْثُ خَرَجْتَ فَوَلِّ وَجْهَكَ شَطْرَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ وَحَيْثُ مَا كُنتُمْ فَوَلُّواْ وُجُوهَكُمْ شَطْرَهُ لِئَلاَّ يَكُونَ لِلنَّاسِ عَلَيْكُمْ حُجَّةٌ إِلاَّ الَّذِينَ ظَلَمُواْ مِنْهُمْ فَلاَ تَخْشَوْهُمْ وَاخْشَوْنِي وَلأُتِمَّ نِعْمَتِي عَلَيْكُمْ وَلَعَلَّكُمْ تَهْتَدُونَ
Diyanet Vakfi = (Evet Resûlüm!) Nereden yola çıkarsan çık (namazda) yüzünü Mescid-i Haram'a doğru çevir. Nerede olursanız olunuz, yüzünüzü o yana çevirin ki, aralarından haksızlık edenler (kuru inatçılar) müstesna, insanların aleyhinizde (kullanabilecekleri) bir delili bulunmasın. Sakın onlardan korkmayın! Yalnız benden korkun. Böylece size olan nimetimi tamamlayayım da doğru yolu bulasınız.
كَمَا أَرْسَلْنَا فِيكُمْ رَسُولاً مِّنكُمْ يَتْلُو عَلَيْكُمْ آيَاتِنَا وَيُزَكِّيكُمْ وَيُعَلِّمُكُمُ الْكِتَابَ وَالْحِكْمَةَ وَيُعَلِّمُكُم مَّا لَمْ تَكُونُواْ تَعْلَمُونَ
Diyanet Vakfi = Nitekim kendi içinizden size âyetlerimizi okuyan, sizi kötülüklerden arındıran, size Kitab'ı ve hikmeti talim edip bilmediklerinizi size öğreten bir Resûl gönderdik.
فَاذْكُرُونِي أَذْكُرْكُمْ وَاشْكُرُواْ لِي وَلاَ تَكْفُرُونِ
Diyanet Vakfi = Öyle ise siz beni (ibadetle) anın ki ben de sizi anayım. Bana şükredin; sakın bana nankörlük etmeyin!
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ اسْتَعِينُواْ بِالصَّبْرِ وَالصَّلاَةِ إِنَّ اللّهَ مَعَ الصَّابِرِينَ
Diyanet Vakfi = Ey iman edenler! Sabır ve namaz ile Allah'tan yardım isteyin. Çünkü Allah muhakkak sabredenlerle beraberdir.
وَلاَ تَقُولُواْ لِمَنْ يُقْتَلُ فِي سَبيلِ اللّهِ أَمْوَاتٌ بَلْ أَحْيَاء وَلَكِن لاَّ تَشْعُرُونَ
Diyanet Vakfi = Allah yolunda öldürülenlere «ölüler» demeyin. Bilakis onlar diridirler, lâkin siz anlayamazsınız.
وَلَنَبْلُوَنَّكُمْ بِشَيْءٍ مِّنَ الْخَوفْ وَالْجُوعِ وَنَقْصٍ مِّنَ الأَمَوَالِ وَالأنفُسِ وَالثَّمَرَاتِ وَبَشِّرِ الصَّابِرِينَ
Diyanet Vakfi = Andolsun ki sizi biraz korku ve açlık; mallardan, canlardan ve ürünlerden biraz azaltma (fakirlik) ile deneriz. (Ey Peygamber!) Sabredenleri müjdele!
الَّذِينَ إِذَا أَصَابَتْهُم مُّصِيبَةٌ قَالُواْ إِنَّا لِلّهِ وَإِنَّا إِلَيْهِ رَاجِعونَ
Diyanet Vakfi = O sabredenler, kendilerine bir belâ geldiği zaman: Biz Allah'ın kullarıyız ve biz O'na döneceğiz, derler.
أُولَئِكَ عَلَيْهِمْ صَلَوَاتٌ مِّن رَّبِّهِمْ وَرَحْمَةٌ وَأُولَئِكَ هُمُ الْمُهْتَدُونَ
Diyanet Vakfi = İşte Rablerinden bağışlamalar ve rahmet hep onlaradır. Ve doğru yolu bulanlar da onlardır.
إِنَّ الصَّفَا وَالْمَرْوَةَ مِن شَعَآئِرِ اللّهِ فَمَنْ حَجَّ الْبَيْتَ أَوِ اعْتَمَرَ فَلاَ جُنَاحَ عَلَيْهِ أَن يَطَّوَّفَ بِهِمَا وَمَن تَطَوَّعَ خَيْرًا فَإِنَّ اللّهَ شَاكِرٌ عَلِيمٌ
Diyanet Vakfi = Şüphe yok ki, Safa ile Merve Allah'ın koyduğu nişanlardandır. Her kim Beytullah'ı ziyaret eder veya umre yaparsa onları tavaf etmesinde kendisine bir günah yoktur. Her kim gönüllü olarak bir iyilik yaparsa şüphesiz Allah kabul eder ve (yapılanı) hakkıyla bilir.
إِنَّ الَّذِينَ يَكْتُمُونَ مَا أَنزَلْنَا مِنَ الْبَيِّنَاتِ وَالْهُدَى مِن بَعْدِ مَا بَيَّنَّاهُ لِلنَّاسِ فِي الْكِتَابِ أُولَئِكَ يَلعَنُهُمُ اللّهُ وَيَلْعَنُهُمُ اللَّاعِنُونَ
Diyanet Vakfi = İndirdiğimiz açık delilleri ve hidâyet yolunu -kitapta onu insanlara apaçık göstermemizden sonra- gizleyenler yok mu, işte onlara hem Allah hem de bütün lânet ediciler lânet eder.
إِلاَّ الَّذِينَ تَابُواْ وَأَصْلَحُواْ وَبَيَّنُواْ فَأُوْلَئِكَ أَتُوبُ عَلَيْهِمْ وَأَنَا التَّوَّابُ الرَّحِيمُ
Diyanet Vakfi = Ancak tevbe edip durumlarını düzeltenler ve gerçeği açıkça ortaya koyanlar başkadır. Zira ben onların tevbelerini kabul ederim. Ben tevbeyi çokça kabul eden ve çokça esirgeyenim.
إِنَّ الَّذِينَ كَفَرُوا وَمَاتُوا وَهُمْ كُفَّارٌ أُولَئِكَ عَلَيْهِمْ لَعْنَةُ اللّهِ وَالْمَلآئِكَةِ وَالنَّاسِ أَجْمَعِينَ
Diyanet Vakfi = (Âyetlerimizi) inkâr etmiş ve kâfir olarak ölmüşlere gelince, işte Allah'ın, meleklerin ve tüm insanların lâneti onların üzerinedir.
خَالِدِينَ فِيهَا لاَ يُخَفَّفُ عَنْهُمُ الْعَذَابُ وَلاَ هُمْ يُنظَرُونَ
Diyanet Vakfi = Onlar ebediyen lânet içinde kalırlar. Artık ne azapları hafifletilir ne de onların yüzlerine bakılır.
وَإِلَهُكُمْ إِلَهٌ وَاحِدٌ لاَّ إِلَهَ إِلاَّ هُوَ الرَّحْمَنُ الرَّحِيمُ
Diyanet Vakfi = İlâhınız bir tek Allah'tır. O'ndan başka ilâh yoktur. O, rahmândır, rahîmdir.
إِنَّ فِي خَلْقِ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ وَاخْتِلاَفِ اللَّيْلِ وَالنَّهَارِ وَالْفُلْكِ الَّتِي تَجْرِي فِي الْبَحْرِ بِمَا يَنفَعُ النَّاسَ وَمَا أَنزَلَ اللّهُ مِنَ السَّمَاء مِن مَّاء فَأَحْيَا بِهِ الأرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا وَبَثَّ فِيهَا مِن كُلِّ دَآبَّةٍ وَتَصْرِيفِ الرِّيَاحِ وَالسَّحَابِ الْمُسَخِّرِ بَيْنَ السَّمَاء وَالأَرْضِ لآيَاتٍ لِّقَوْمٍ يَعْقِلُونَ
Diyanet Vakfi = Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ile gündüzün birbiri peşinden gelmesinde, insanlara fayda veren şeylerle yüklü olarak denizde yüzüp giden gemilerde, Allah'ın gökten indirip de ölü haldeki toprağı canlandırdığı suda, yeryüzünde her çeşit canlıyı yaymasında, rüzgârları ve yer ile gök arasında emre hazır bekleyen bulutları yönlendirmesinde düşünen bir toplum için (Allah'ın varlığını ve birliğini isbatlayan) birçok deliller vardır.
وَمِنَ النَّاسِ مَن يَتَّخِذُ مِن دُونِ اللّهِ أَندَاداً يُحِبُّونَهُمْ كَحُبِّ اللّهِ وَالَّذِينَ آمَنُواْ أَشَدُّ حُبًّا لِّلّهِ وَلَوْ يَرَى الَّذِينَ ظَلَمُواْ إِذْ يَرَوْنَ الْعَذَابَ أَنَّ الْقُوَّةَ لِلّهِ جَمِيعاً وَأَنَّ اللّهَ شَدِيدُ الْعَذَابِ
Diyanet Vakfi = İnsanlardan bazıları Allah'tan başkasını Allah'a denk tanrılar edinir de onları Allah'ı sever gibi severler. İman edenlerin Allah'a olan sevgileri ise (onlarınkinden) çok daha fazladır. Keşke zalimler azabı gördükleri zaman (anlayacakları gibi) bütün kuvvetin Allah'a ait olduğunu ve Allah'ın azabının çok şiddetli olduğunu önceden anlayabilselerdi.
إِذْ تَبَرَّأَ الَّذِينَ اتُّبِعُواْ مِنَ الَّذِينَ اتَّبَعُواْ وَرَأَوُاْ الْعَذَابَ وَتَقَطَّعَتْ بِهِمُ الأَسْبَابُ
Diyanet Vakfi = İşte o zaman (görecekler ki) kendilerine uyulup arkalarından gidilenler, uyanlardan hızla uzaklaşırlar ve (o anda her iki taraf da) azabı görmüş, nihayet aralarındaki bağlar kopup parçalanmıştır.
وَقَالَ الَّذِينَ اتَّبَعُواْ لَوْ أَنَّ لَنَا كَرَّةً فَنَتَبَرَّأَ مِنْهُمْ كَمَا تَبَرَّؤُواْ مِنَّا كَذَلِكَ يُرِيهِمُ اللّهُ أَعْمَالَهُمْ حَسَرَاتٍ عَلَيْهِمْ وَمَا هُم بِخَارِجِينَ مِنَ النَّارِ
Diyanet Vakfi = (Kötülere) uyanlar şöyle derler: Ah, keşke bir daha dünyaya geri gitmemiz mümkün olsaydı da, şimdi onların bizden uzaklaştıkları gibi biz de onlardan uzaklaşsaydık! Böylece Allah onlara, işlerini, pişmanlık ve üzüntü kaynağı olarak gösterir ve onlar artık ateşten çıkamazlar.
يَا أَيُّهَا النَّاسُ كُلُواْ مِمَّا فِي الأَرْضِ حَلاَلاً طَيِّباً وَلاَ تَتَّبِعُواْ خُطُوَاتِ الشَّيْطَانِ إِنَّهُ لَكُمْ عَدُوٌّ مُّبِينٌ
Diyanet Vakfi = Ey insanlar! Yeryüzünde bulunanların helâl ve temiz olanlarından yeyin, şeytanın peşine düşmeyin; zira şeytan sizin açık bir düşmanınızdır.
إِنَّمَا يَأْمُرُكُمْ بِالسُّوءِ وَالْفَحْشَاء وَأَن تَقُولُواْ عَلَى اللّهِ مَا لاَ تَعْلَمُونَ
Diyanet Vakfi = O size ancak kötülüğü, çirkini ve Allah hakkında bilmediğiniz şeyleri söylemenizi emreder.
وَإِذَا قِيلَ لَهُمُ اتَّبِعُوا مَا أَنزَلَ اللّهُ قَالُواْ بَلْ نَتَّبِعُ مَا أَلْفَيْنَا عَلَيْهِ آبَاءنَا أَوَلَوْ كَانَ آبَاؤُهُمْ لاَ يَعْقِلُونَ شَيْئاً وَلاَ يَهْتَدُونَ
Diyanet Vakfi = Onlara (müşriklere): Allah'ın indirdiğine uyun, denildiği zaman onlar, «Hayır! Biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız» dediler. Ya ataları bir şey anlamamış, doğruyu da bulamamış idiyseler?
وَمَثَلُ الَّذِينَ كَفَرُواْ كَمَثَلِ الَّذِي يَنْعِقُ بِمَا لاَ يَسْمَعُ إِلاَّ دُعَاء وَنِدَاء صُمٌّ بُكْمٌ عُمْيٌ فَهُمْ لاَ يَعْقِلُونَ
Diyanet Vakfi = (Hidayet çağrısına kulak vermeyen) kâfirlerin durumu, sadece çobanın bağırıp çağırmasını işiten hayvanların durumuna benzer. Çünkü onlar sağırlar, dilsizler ve körlerdir. Bu sebeple düşünmezler.
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ كُلُواْ مِن طَيِّبَاتِ مَا رَزَقْنَاكُمْ وَاشْكُرُواْ لِلّهِ إِن كُنتُمْ إِيَّاهُ تَعْبُدُونَ
Diyanet Vakfi = Ey iman edenler! Size verdiğimiz rızıkların temiz olanlarından yeyin, eğer siz yalnız Allah'a kulluk ediyorsanız O'na şükredin.
إِنَّمَا حَرَّمَ عَلَيْكُمُ الْمَيْتَةَ وَالدَّمَ وَلَحْمَ الْخِنزِيرِ وَمَا أُهِلَّ بِهِ لِغَيْرِ اللّهِ فَمَنِ اضْطُرَّ غَيْرَ بَاغٍ وَلاَ عَادٍ فَلا إِثْمَ عَلَيْهِ إِنَّ اللّهَ غَفُورٌ رَّحِيمٌ
Diyanet Vakfi = Allah size ancak ölüyü (leşi), kanı, domuz etini ve Allah'tan başkası adına kesileni haram kıldı. Her kim bunlardan yemeye mecbur kalırsa, başkasının hakkına saldırmadan ve haddi aşmadan bir miktar yemesinde günah yoktur. Şüphe yok ki Allah çokça bağışlayan çokça esirgeyendir
إِنَّ الَّذِينَ يَكْتُمُونَ مَا أَنزَلَ اللّهُ مِنَ الْكِتَابِ وَيَشْتَرُونَ بِهِ ثَمَنًا قَلِيلاً أُولَئِكَ مَا يَأْكُلُونَ فِي بُطُونِهِمْ إِلاَّ النَّارَ وَلاَ يُكَلِّمُهُمُ اللّهُ يَوْمَ الْقِيَامَةِ وَلاَ يُزَكِّيهِمْ وَلَهُمْ عَذَابٌ أَلِيمٌ
Diyanet Vakfi = Allah'ın indirdiği kitaptan bir şeyi (âhir zaman Peygamberinin vasıflarını) gizleyip onu az bir paha ile değişenler yok mu, işte onların yeyip de karınlarına doldurdukları, ateşten başka bir şey değildir. Kıyamet günü Allah ne kendileriyle konuşur ve ne de onları temize çıkarır. Orada onlar için can yakıcı bir azap vardır.
أُولَئِكَ الَّذِينَ اشْتَرَوُاْ الضَّلاَلَةَ بِالْهُدَى وَالْعَذَابَ بِالْمَغْفِرَةِ فَمَآ أَصْبَرَهُمْ عَلَى النَّارِ
Diyanet Vakfi = Onlar doğru yol karşılığında sapıklığı, mağfirete bedel olarak da azabı satın almış kimselerdir. Onlar ateşe karşı ne kadar dayanıklıdırlar!
ذَلِكَ بِأَنَّ اللّهَ نَزَّلَ الْكِتَابَ بِالْحَقِّ وَإِنَّ الَّذِينَ اخْتَلَفُواْ فِي الْكِتَابِ لَفِي شِقَاقٍ بَعِيدٍ
Diyanet Vakfi = O azabın sebebi, Allah'ın, kitabı hak olarak indirmiş olmasıdır. (Buna rağmen farklı yorum yapıp) kitapta ayrılığa düşenler, elbette derin bir anlaşmazlığın içine düşmüşlerdir.
لَّيْسَ الْبِرَّ أَن تُوَلُّواْ وُجُوهَكُمْ قِبَلَ الْمَشْرِقِ وَالْمَغْرِبِ وَلَكِنَّ الْبِرَّ مَنْ آمَنَ بِاللّهِ وَالْيَوْمِ الآخِرِ وَالْمَلآئِكَةِ وَالْكِتَابِ وَالنَّبِيِّينَ وَآتَى الْمَالَ عَلَى حُبِّهِ ذَوِي الْقُرْبَى وَالْيَتَامَى وَالْمَسَاكِينَ وَابْنَ السَّبِيلِ وَالسَّآئِلِينَ وَفِي الرِّقَابِ وَأَقَامَ الصَّلاةَ وَآتَى الزَّكَاةَ وَالْمُوفُونَ بِعَهْدِهِمْ إِذَا عَاهَدُواْ وَالصَّابِرِينَ فِي الْبَأْسَاء والضَّرَّاء وَحِينَ الْبَأْسِ أُولَئِكَ الَّذِينَ صَدَقُوا وَأُولَئِكَ هُمُ الْمُتَّقُونَ
Diyanet Vakfi = İyilik, yüzlerinizi doğu ve batı tarafına çevirmeniz değildir. Asıl iyilik, o kimsenin yaptığıdır ki, Allah'a, ahiret gününe, meleklere, kitaplara, peygamberlere inanır. (Allah'ın rızasını gözeterek) yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, dilenenlere ve kölelere sevdiği maldan harcar, namaz kılar, zekât verir. Antlaşma yaptığı zaman sözlerini yerine getirir. Sıkıntı, hastalık ve savaş zamanlarında sabreder. İşte doğru olanlar, bu vasıfları taşıyanlardır. Müttakîler ancak onlardır!
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ كُتِبَ عَلَيْكُمُ الْقِصَاصُ فِي الْقَتْلَى الْحُرُّ بِالْحُرِّ وَالْعَبْدُ بِالْعَبْدِ وَالأُنثَى بِالأُنثَى فَمَنْ عُفِيَ لَهُ مِنْ أَخِيهِ شَيْءٌ فَاتِّبَاعٌ بِالْمَعْرُوفِ وَأَدَاء إِلَيْهِ بِإِحْسَانٍ ذَلِكَ تَخْفِيفٌ مِّن رَّبِّكُمْ وَرَحْمَةٌ فَمَنِ اعْتَدَى بَعْدَ ذَلِكَ فَلَهُ عَذَابٌ أَلِيمٌ
Diyanet Vakfi = Ey iman edenler! Öldürülenler hakkında size kısas farz kılındı. Hüre hür, köleye köle, kadına kadın (öldürülür). Ancak her kimin cezası, kardeşi (öldürülenin velisi) tarafından bir miktar bağışlanırsa artık (taraflar) hakkaniyete uymalı ve (öldüren) ona (gereken diyeti) güzellikle ödemelidir. Bu söylenenler, Rabbinizden bir hafifletme ve rahmettir. Her kim bundan sonra haddi aşarsa muhakkak onun için elem verici bir azap vardır.
وَلَكُمْ فِي الْقِصَاصِ حَيَاةٌ يَاْ أُولِيْ الأَلْبَابِ لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ
Diyanet Vakfi = Ey akıl sahipleri! Kısasta sizin için hayat vardır. Umulur ki suç işlemekten sakınırsınız.
كُتِبَ عَلَيْكُمْ إِذَا حَضَرَ أَحَدَكُمُ الْمَوْتُ إِن تَرَكَ خَيْرًا الْوَصِيَّةُ لِلْوَالِدَيْنِ وَالأقْرَبِينَ بِالْمَعْرُوفِ حَقًّا عَلَى الْمُتَّقِينَ
Diyanet Vakfi = Birinize ölüm geldiği zaman, eğer bir mal bırakacaksa anaya, babaya, yakınlara uygun bir biçimde vasiyet etmek Allah'tan korkanlar üzerine bir borçtur.
فَمَن بَدَّلَهُ بَعْدَمَا سَمِعَهُ فَإِنَّمَا إِثْمُهُ عَلَى الَّذِينَ يُبَدِّلُونَهُ إِنَّ اللّهَ سَمِيعٌ عَلِيمٌ
Diyanet Vakfi = Her kim bunu işittikten ve kabullendikten sonra vasiyeti değiştirirse, günahı onu değiştirenleredir. Şüphesiz Allah (her şeyi) işitir ve (her şeyi) bilir.
فَمَنْ خَافَ مِن مُّوصٍ جَنَفًا أَوْ إِثْمًا فَأَصْلَحَ بَيْنَهُمْ فَلاَ إِثْمَ عَلَيْهِ إِنَّ اللّهَ غَفُورٌ رَّحِيمٌ
Diyanet Vakfi = Her kim, vasiyet edenin haksızlığa yahut günaha meyletmesinden endişe eder de (alâkalıların) aralarını bulursa kendisine günah yoktur. Şüphesiz Allah çok bağışlayan hem de esirgeyendir.
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ كُتِبَ عَلَيْكُمُ الصِّيَامُ كَمَا كُتِبَ عَلَى الَّذِينَ مِن قَبْلِكُمْ لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ
Diyanet Vakfi = Ey iman edenler! Oruç sizden önce gelip geçmiş ümmetlere farz kılındığı gibi size de farz kılındı. Umulur ki korunursunuz.
أَيَّامًا مَّعْدُودَاتٍ فَمَن كَانَ مِنكُم مَّرِيضًا أَوْ عَلَى سَفَرٍ فَعِدَّةٌ مِّنْ أَيَّامٍ أُخَرَ وَعَلَى الَّذِينَ يُطِيقُونَهُ فِدْيَةٌ طَعَامُ مِسْكِينٍ فَمَن تَطَوَّعَ خَيْرًا فَهُوَ خَيْرٌ لَّهُ وَأَن تَصُومُواْ خَيْرٌ لَّكُمْ إِن كُنتُمْ تَعْلَمُونَ
Diyanet Vakfi = Sayılı günlerde olmak üzere (oruç size farz kılındı). Sizden her kim hasta yahut yolcu olursa (tutamadığı günler kadar) diğer günlerde kaza eder. (İhtiyarlık veya şifa umudu kalmamış hastalık gibi devamlı mazereti olup da) oruç tutmaya güçleri yetmeyenlere bir fakiri doyuracak fidye gerekir. Bununla beraber kim gönüllü olarak hayır yaparsa, bu kendisi için daha iyidir. Eğer bilirseniz (güçlüğüne rağmen) oruç tutmanız sizin için daha hayırlıdır.
شَهْرُ رَمَضَانَ الَّذِيَ أُنزِلَ فِيهِ الْقُرْآنُ هُدًى لِّلنَّاسِ وَبَيِّنَاتٍ مِّنَ الْهُدَى وَالْفُرْقَانِ فَمَن شَهِدَ مِنكُمُ الشَّهْرَ فَلْيَصُمْهُ وَمَن كَانَ مَرِيضًا أَوْ عَلَى سَفَرٍ فَعِدَّةٌ مِّنْ أَيَّامٍ أُخَرَ يُرِيدُ اللّهُ بِكُمُ الْيُسْرَ وَلاَ يُرِيدُ بِكُمُ الْعُسْرَ وَلِتُكْمِلُواْ الْعِدَّةَ وَلِتُكَبِّرُواْ اللّهَ عَلَى مَا هَدَاكُمْ وَلَعَلَّكُمْ تَشْكُرُونَ
Diyanet Vakfi = Ramazan ayı, insanlara yol gösterici, doğrunun ve doğruyu eğriden ayırmanın açık delilleri olarak Kur'an'ın indirildiği aydır. Öyle ise sizden ramazan ayını idrak edenler onda oruç tutsun. Kim o anda hasta veya yolcu olursa (tutamadığı günler sayısınca) başka günlerde kaza etsin. Allah sizin için kolaylık ister, zorluk istemez. Bütün bunlar, sayıyı tamamlamanız ve size doğru yolu göstermesine karşılık, Allah'ı tazim etmeniz, şükretmeniz içindir.
وَإِذَا سَأَلَكَ عِبَادِي عَنِّي فَإِنِّي قَرِيبٌ أُجِيبُ دَعْوَةَ الدَّاعِ إِذَا دَعَانِ فَلْيَسْتَجِيبُواْ لِي وَلْيُؤْمِنُواْ بِي لَعَلَّهُمْ يَرْشُدُونَ
Diyanet Vakfi = Kullarım sana, beni sorduğunda (söyle onlara): Ben çok yakınım. Bana dua ettiği vakit dua edenin dileğine karşılık veririm. O halde (kullarım da) benim davetime uysunlar ve bana inansınlar ki doğru yolu bulalar.
أُحِلَّ لَكُمْ لَيْلَةَ الصِّيَامِ الرَّفَثُ إِلَى نِسَآئِكُمْ هُنَّ لِبَاسٌ لَّكُمْ وَأَنتُمْ لِبَاسٌ لَّهُنَّ عَلِمَ اللّهُ أَنَّكُمْ كُنتُمْ تَخْتانُونَ أَنفُسَكُمْ فَتَابَ عَلَيْكُمْ وَعَفَا عَنكُمْ فَالآنَ بَاشِرُوهُنَّ وَابْتَغُواْ مَا كَتَبَ اللّهُ لَكُمْ وَكُلُواْ وَاشْرَبُواْ حَتَّى يَتَبَيَّنَ لَكُمُ الْخَيْطُ الأَبْيَضُ مِنَ الْخَيْطِ الأَسْوَدِ مِنَ الْفَجْرِ ثُمَّ أَتِمُّواْ الصِّيَامَ إِلَى الَّليْلِ وَلاَ تُبَاشِرُوهُنَّ وَأَنتُمْ عَاكِفُونَ فِي الْمَسَاجِدِ تِلْكَ حُدُودُ اللّهِ فَلاَ تَقْرَبُوهَا كَذَلِكَ يُبَيِّنُ اللّهُ آيَاتِهِ لِلنَّاسِ لَعَلَّهُمْ يَتَّقُونَ
Diyanet Vakfi = Oruç gecesinde kadınlarınıza yaklaşmak size helâl kılındı. Onlar sizin için birer elbise, siz de onlar için birer elbisesiniz. Allah sizin kendinize kötülük ettiğinizi bildi ve tevbenizi kabul edip sizi bağışladı. Artık (ramazan gecelerinde) onlara yaklaşın ve Allah'ın sizin için takdir ettiklerini isteyin. Sabahın beyaz ipliği (aydınlığı), siyah ipliğinden (karanlığından) ayırt edilinceye kadar yeyin, için, sonra akşama kadar orucu tamamlayın. Mescitlerde ibadete çekilmiş olduğunuz zamanlarda kadınlarla birleşmeyin. Bunlar Allah'ın koyduğu sınırlardır. Sakın bu sınırlara yaklaşmayın. İşte böylece Allah âyetlerini insanlara açıklar. Umulur ki korunurlar.
وَلاَ تَأْكُلُواْ أَمْوَالَكُم بَيْنَكُم بِالْبَاطِلِ وَتُدْلُواْ بِهَا إِلَى الْحُكَّامِ لِتَأْكُلُواْ فَرِيقًا مِّنْ أَمْوَالِ النَّاسِ بِالإِثْمِ وَأَنتُمْ تَعْلَمُونَ
Diyanet Vakfi = Mallarınızı aranızda haksız sebeplerle yemeyin. Kendiniz bilip dururken, insanların mallarından bir kısmını haram yollardan yemeniz için o malları hakimlere (idarecilere veya mahkeme hakimlerine) vermeyin.
يَسْأَلُونَكَ عَنِ الأهِلَّةِ قُلْ هِيَ مَوَاقِيتُ لِلنَّاسِ وَالْحَجِّ وَلَيْسَ الْبِرُّ بِأَنْ تَأْتُوْاْ الْبُيُوتَ مِن ظُهُورِهَا وَلَكِنَّ الْبِرَّ مَنِ اتَّقَى وَأْتُواْ الْبُيُوتَ مِنْ أَبْوَابِهَا وَاتَّقُواْ اللّهَ لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَ
Diyanet Vakfi = Sana, hilâl şeklinde yeni doğan ayları sorarlar. De ki: Onlar, insanlar ve özellikle hac için vakit ölçüleridir. İyi davranış, asla evlere arkalarından gelip girmeniz değildir. Lâkin iyi davranış, korunan (ve ölçülü giden) kimsenin davranışıdır. Evlere kapılarından girin, Allah'tan korkun, umulur ki kurtuluşa erersiniz.
وَقَاتِلُواْ فِي سَبِيلِ اللّهِ الَّذِينَ يُقَاتِلُونَكُمْ وَلاَ تَعْتَدُواْ إِنَّ اللّهَ لاَ يُحِبِّ الْمُعْتَدِينَ
Diyanet Vakfi = Size karşı savaş açanlara, siz de Allah yolunda savaş açın. Sakın aşırı gitmeyin, çünkü Allah aşırıları sevmez.
وَاقْتُلُوهُمْ حَيْثُ ثَقِفْتُمُوهُمْ وَأَخْرِجُوهُم مِّنْ حَيْثُ أَخْرَجُوكُمْ وَالْفِتْنَةُ أَشَدُّ مِنَ الْقَتْلِ وَلاَ تُقَاتِلُوهُمْ عِندَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ حَتَّى يُقَاتِلُوكُمْ فِيهِ فَإِن قَاتَلُوكُمْ فَاقْتُلُوهُمْ كَذَلِكَ جَزَاء الْكَافِرِينَ
Diyanet Vakfi = Onları (size karşı savaşanları) yakaladığınız yerde öldürün. Sizi çıkardıkları yerden siz de onları çıkarın. Fitne, adam öldürmekten daha kötüdür. Mescid-i Haram'da onlar sizinle savaşmadıkça, siz de onlarla savaşmayın. Eğer onlar size karşı savaş açarlarsa siz de onları öldürün. İşte kâfirlerin cezası böyledir.
فَإِنِ انتَهَوْاْ فَإِنَّ اللّهَ غَفُورٌ رَّحِيمٌ
Diyanet Vakfi = Eğer onlar (savaştan) vazgeçerlerse, (şunu iyi bilin ki) Allah gafûr ve rahîmdir.
وَقَاتِلُوهُمْ حَتَّى لاَ تَكُونَ فِتْنَةٌ وَيَكُونَ الدِّينُ لِلّهِ فَإِنِ انتَهَواْ فَلاَ عُدْوَانَ إِلاَّ عَلَى الظَّالِمِينَ
Diyanet Vakfi = Fitne tamamen yok edilinceye ve din (kulluk) de yalnız Allah için oluncaya kadar onlarla savaşın. Şayet vazgeçerlerse zalimlerden başkasına düşmanlık ve saldırı yoktur.
الشَّهْرُ الْحَرَامُ بِالشَّهْرِ الْحَرَامِ وَالْحُرُمَاتُ قِصَاصٌ فَمَنِ اعْتَدَى عَلَيْكُمْ فَاعْتَدُواْ عَلَيْهِ بِمِثْلِ مَا اعْتَدَى عَلَيْكُمْ وَاتَّقُواْ اللّهَ وَاعْلَمُواْ أَنَّ اللّهَ مَعَ الْمُتَّقِينَ
Diyanet Vakfi = Hürmetli ay, hürmetli aya mukabildir, hürmetler karşılıklıdır; o halde, size tecavüz edene (saldırana), size saldırdıkları gibi saldırın. Allah'tan sakının ve Allah'ın sakınanlarla beraber olduğunu bilin.
وَأَنفِقُواْ فِي سَبِيلِ اللّهِ وَلاَ تُلْقُواْ بِأَيْدِيكُمْ إِلَى التَّهْلُكَةِ وَأَحْسِنُوَاْ إِنَّ اللّهَ يُحِبُّ الْمُحْسِنِينَ
Diyanet Vakfi = Allah yolunda harcayın. Kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın. Yaptığınızı güzel yapın; Allah güzel yapanları sever.
وَأَتِمُّواْ الْحَجَّ وَالْعُمْرَةَ لِلّهِ فَإِنْ أُحْصِرْتُمْ فَمَا اسْتَيْسَرَ مِنَ الْهَدْيِ وَلاَ تَحْلِقُواْ رُؤُوسَكُمْ حَتَّى يَبْلُغَ الْهَدْيُ مَحِلَّهُ فَمَن كَانَ مِنكُم مَّرِيضاً أَوْ بِهِ أَذًى مِّن رَّأْسِهِ فَفِدْيَةٌ مِّن صِيَامٍ أَوْ صَدَقَةٍ أَوْ نُسُكٍ فَإِذَا أَمِنتُمْ فَمَن تَمَتَّعَ بِالْعُمْرَةِ إِلَى الْحَجِّ فَمَا اسْتَيْسَرَ مِنَ الْهَدْيِ فَمَن لَّمْ يَجِدْ فَصِيَامُ ثَلاثَةِ أَيَّامٍ فِي الْحَجِّ وَسَبْعَةٍ إِذَا رَجَعْتُمْ تِلْكَ عَشَرَةٌ كَامِلَةٌ ذَلِكَ لِمَن لَّمْ يَكُنْ أَهْلُهُ حَاضِرِي الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ وَاتَّقُواْ اللّهَ وَاعْلَمُواْ أَنَّ اللّهَ شَدِيدُ الْعِقَابِ
Diyanet Vakfi = Haccı ve umreyi Allah için tam yapın. Eğer (bunlardan) alıkonursanız kolayınıza gelen kurbanı gönderin. Kurban, yerine varıncaya kadar başlarınızı tıraş etmeyin. Sizden her kim hasta olursa yahut başından bir rahatsızlığı varsa, oruç veya sadaka veya kurban olmak üzere fidye gerekir. (Hac yolculuğu için) emin olduğunuz vakit kim hac günlerine kadar umre ile faydalanmak isterse, kolayına gelen bir kurban kesmek gerekir. Kurban kesmeyen kimse hac günlerinde üç, memleketine döndüğü zaman yedi olmak üzere oruç tutar ki, hepsi tam on gündür. Bu söylenenler, ailesi Mescid-i Haram civarında oturmayanlar içindir. Allah'tan korkun. Biliniz ki Allah'ın vereceği ceza ağırdır.
الْحَجُّ أَشْهُرٌ مَّعْلُومَاتٌ فَمَن فَرَضَ فِيهِنَّ الْحَجَّ فَلاَ رَفَثَ وَلاَ فُسُوقَ وَلاَ جِدَالَ فِي الْحَجِّ وَمَا تَفْعَلُواْ مِنْ خَيْرٍ يَعْلَمْهُ اللّهُ وَتَزَوَّدُواْ فَإِنَّ خَيْرَ الزَّادِ التَّقْوَى وَاتَّقُونِ يَا أُوْلِي الأَلْبَابِ
Diyanet Vakfi = Hac, bilinen aylardadır. Kim o aylarda hacca niyet ederse (ihramını giyerse), hac esnasında kadına yaklaşmak, günah sayılan davranışlara yönelmek, kavga etmek yoktur. Ne hayır işlerseniz Allah onu bilir. (Ey müminler! Ahiret için) azık edinin. Bilin ki azığın en hayırlısı takvâdır. Ey akıl sahipleri! Benden (emirlerime muhalefetten) sakının.
لَيْسَ عَلَيْكُمْ جُنَاحٌ أَن تَبْتَغُواْ فَضْلاً مِّن رَّبِّكُمْ فَإِذَا أَفَضْتُم مِّنْ عَرَفَاتٍ فَاذْكُرُواْ اللّهَ عِندَ الْمَشْعَرِ الْحَرَامِ وَاذْكُرُوهُ كَمَا هَدَاكُمْ وَإِن كُنتُم مِّن قَبْلِهِ لَمِنَ الضَّآلِّينَ
Diyanet Vakfi = (Hac mevsiminde ticaret yaparak) Rabbinizden gelecek bir lütfu (kazancı) aramanızda size herhangi bir günah yoktur. Arafat'tan ayrılıp akın ettiğinizde Meş'ar-i Haram'da Allah'ı zikredin ve O'nu size gösterdiği şekilde anın. Şüphesiz siz daha önce yanlış gidenlerden idiniz
ثُمَّ أَفِيضُواْ مِنْ حَيْثُ أَفَاضَ النَّاسُ وَاسْتَغْفِرُواْ اللّهَ إِنَّ اللّهَ غَفُورٌ رَّحِيمٌ
Diyanet Vakfi = Sonra insanların (sel gibi) aktığı yerden siz de akın. Allah'tan mağfiret isteyin. Çünkü Allah affedici ve esirgeyicidir.
فَإِذَا قَضَيْتُم مَّنَاسِكَكُمْ فَاذْكُرُواْ اللّهَ كَذِكْرِكُمْ آبَاءكُمْ أَوْ أَشَدَّ ذِكْرًا فَمِنَ النَّاسِ مَن يَقُولُ رَبَّنَا آتِنَا فِي الدُّنْيَا وَمَا لَهُ فِي الآخِرَةِ مِنْ خَلاَقٍ
Diyanet Vakfi = Hac ibadetlerinizi bitirince, babalarınızı andığınız gibi, hatta ondan daha kuvvetli bir şekilde Allah'ı anın. İnsanlardan öyleleri var ki: Ey Rabbimiz! Bize dünyada ver, derler. Böyle kimselerin ahiretten hiç nasibi yoktur.
وِمِنْهُم مَّن يَقُولُ رَبَّنَا آتِنَا فِي الدُّنْيَا حَسَنَةً وَفِي الآخِرَةِ حَسَنَةً وَقِنَا عَذَابَ النَّارِ
Diyanet Vakfi = Onlardan bir kısmı da: Ey Rabbimiz! Bize dünyada da iyilik ver, ahirette de iyilik ver. Bizi cehennem azabından koru! derler.
أُولَئِكَ لَهُمْ نَصِيبٌ مِّمَّا كَسَبُواْ وَاللّهُ سَرِيعُ الْحِسَابِ
Diyanet Vakfi = İşte onlar için, kazandıklarından büyük bir nasip vardır. (Şüphesiz) Allah'ın hesabı çok süratlidir.
وَاذْكُرُواْ اللّهَ فِي أَيَّامٍ مَّعْدُودَاتٍ فَمَن تَعَجَّلَ فِي يَوْمَيْنِ فَلاَ إِثْمَ عَلَيْهِ وَمَن تَأَخَّرَ فَلا إِثْمَ عَلَيْهِ لِمَنِ اتَّقَى وَاتَّقُواْ اللّهَ وَاعْلَمُوا أَنَّكُمْ إِلَيْهِ تُحْشَرُونَ
Diyanet Vakfi = Sayılı günlerde (eyyam-ı teşrikte telbiye ve tekbir getirerek) Allah'ı anın. Kim iki gün içinde acele edip (Mina'dan Mekke'ye) dönmek isterse, ona günah yoktur. Kim geri kalırsa ona da günah yoktur. Bunlar günahtan sakınanlar içindir. Allah'tan korkun ve bilin ki hepiniz O'nun huzurunda toplanacaksınız.
وَمِنَ النَّاسِ مَن يُعْجِبُكَ قَوْلُهُ فِي الْحَيَاةِ الدُّنْيَا وَيُشْهِدُ اللّهَ عَلَى مَا فِي قَلْبِهِ وَهُوَ أَلَدُّ الْخِصَامِ
Diyanet Vakfi = İnsanlardan öyleleri vardır ki, dünya hayatı hakkında söyledikleri senin hoşuna gider. Hatta böylesi kalbinde olana (samimi olduğuna) Allah'ı şahit tutar. Halbuki o, hasımların en yamanıdır.
وَإِذَا تَوَلَّى سَعَى فِي الأَرْضِ لِيُفْسِدَ فِيِهَا وَيُهْلِكَ الْحَرْثَ وَالنَّسْلَ وَاللّهُ لاَ يُحِبُّ الفَسَادَ
Diyanet Vakfi = O, dönüp gitti mi (yahut bir iş başına geçti mi) yeryüzünde ortalığı fesada vermek, ekinleri tahrip edip nesilleri bozmak için çalışır. Allah bozgunculuğu sevmez.
وَإِذَا قِيلَ لَهُ اتَّقِ اللّهَ أَخَذَتْهُ الْعِزَّةُ بِالإِثْمِ فَحَسْبُهُ جَهَنَّمُ وَلَبِئْسَ الْمِهَادُ
Diyanet Vakfi = Böylesine «Allah'tan kork!» denilince benlik ve gurur kendisini günaha sevkeder. (Ceza ve azap olarak) ona cehennem yeter. O ne kötü yerdir!
وَمِنَ النَّاسِ مَن يَشْرِي نَفْسَهُ ابْتِغَاء مَرْضَاتِ اللّهِ وَاللّهُ رَؤُوفٌ بِالْعِبَادِ
Diyanet Vakfi = İnsanlardan öyleleri de var ki, Allah'ın rızasını almak için kendini feda eder. Allah da kullarına şefkatlidir.
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ ادْخُلُواْ فِي السِّلْمِ كَآفَّةً وَلاَ تَتَّبِعُواْ خُطُوَاتِ الشَّيْطَانِ إِنَّهُ لَكُمْ عَدُوٌّ مُّبِينٌ
Diyanet Vakfi = Ey iman edenler! Hep birden barışa girin. Sakın şeytanın peşinden gitmeyin. Çünkü o, apaçık düşmanınızdır.
فَإِن زَلَلْتُمْ مِّن بَعْدِ مَا جَاءتْكُمُ الْبَيِّنَاتُ فَاعْلَمُواْ أَنَّ اللّهَ عَزِيزٌ حَكِيمٌ
Diyanet Vakfi = Size apaçık deliller geldikten sonra, yine de kayarsanız, şunu iyi bilin ki Allah azîzdir, hakîmdir.
هَلْ يَنظُرُونَ إِلاَّ أَن يَأْتِيَهُمُ اللّهُ فِي ظُلَلٍ مِّنَ الْغَمَامِ وَالْمَلآئِكَةُ وَقُضِيَ الأَمْرُ وَإِلَى اللّهِ تُرْجَعُ الأمُورُ
Diyanet Vakfi = Onlar, ille de buluttan gölgeler içinde Allah'ın ve meleklerinin gelmesini mi beklerler? Halbuki iş bitirilmiştir. (Allah nizamı artık değişmez.) Bütün işler yalnızca Allah'a döndürülür.
سَلْ بَنِي إِسْرَائِيلَ كَمْ آتَيْنَاهُم مِّنْ آيَةٍ بَيِّنَةٍ وَمَن يُبَدِّلْ نِعْمَةَ اللّهِ مِن بَعْدِ مَا جَاءتْهُ فَإِنَّ اللّهَ شَدِيدُ الْعِقَابِ
Diyanet Vakfi = İsrailoğullarına sor ki kendilerine nice apaçık mucizeler verdik. Kim mucizeler kendisine geldikten sonra Allah'ın nimetini (âyetlerini) değiştirirse bilsin ki Allah'ın azabı şiddetlidir.
زُيِّنَ لِلَّذِينَ كَفَرُواْ الْحَيَاةُ الدُّنْيَا وَيَسْخَرُونَ مِنَ الَّذِينَ آمَنُواْ وَالَّذِينَ اتَّقَواْ فَوْقَهُمْ يَوْمَ الْقِيَامَةِ وَاللّهُ يَرْزُقُ مَن يَشَاء بِغَيْرِ حِسَابٍ
Diyanet Vakfi = Kâfir olanlar için dünya hayatı câzip kılındı. (Bu yüzden) onlar, iman edenler ile alay ederler. Oysa ki, (iman edip) inkârdan sakınanlar kıyamet gününde onların üstündedir. Allah dilediğine hesapsız lutufta bulunur.
كَانَ النَّاسُ أُمَّةً وَاحِدَةً فَبَعَثَ اللّهُ النَّبِيِّينَ مُبَشِّرِينَ وَمُنذِرِينَ وَأَنزَلَ مَعَهُمُ الْكِتَابَ بِالْحَقِّ لِيَحْكُمَ بَيْنَ النَّاسِ فِيمَا اخْتَلَفُواْ فِيهِ وَمَا اخْتَلَفَ فِيهِ إِلاَّ الَّذِينَ أُوتُوهُ مِن بَعْدِ مَا جَاءتْهُمُ الْبَيِّنَاتُ بَغْيًا بَيْنَهُمْ فَهَدَى اللّهُ الَّذِينَ آمَنُواْ لِمَا اخْتَلَفُواْ فِيهِ مِنَ الْحَقِّ بِإِذْنِهِ وَاللّهُ يَهْدِي مَن يَشَاء إِلَى صِرَاطٍ مُّسْتَقِيمٍ
Diyanet Vakfi = İnsanlar bir tek ümmet idi. Sonra Allah, müjdeleyici ve uyarıcı olarak peygamberleri gönderdi. İnsanlar arasında, anlaşmazlığa düştükleri hususlarda hüküm vermeleri için, onlarla beraber hak yolu gösteren kitapları da gönderdi. Ancak kendilerine kitap verilenler, apaçık deliller geldikten sonra, aralarındaki kıskançlıktan ötürü dinde anlaşmazlığa düştüler. Bunun üzerine Allah iman edenlere, üzerinde ihtilafa düştükleri gerçeği izniyle gösterdi. Allah dilediğini doğru yola iletir.
أَمْ حَسِبْتُمْ أَن تَدْخُلُواْ الْجَنَّةَ وَلَمَّا يَأْتِكُم مَّثَلُ الَّذِينَ خَلَوْاْ مِن قَبْلِكُم مَّسَّتْهُمُ الْبَأْسَاء وَالضَّرَّاء وَزُلْزِلُواْ حَتَّى يَقُولَ الرَّسُولُ وَالَّذِينَ آمَنُواْ مَعَهُ مَتَى نَصْرُ اللّهِ أَلا إِنَّ نَصْرَ اللّهِ قَرِيبٌ
Diyanet Vakfi = (Ey müminler!) Yoksa siz, sizden önce gelip geçenlerin başına gelenler size de gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? Yoksulluk ve sıkıntı onlara öylesine dokunmuş ve öyle sarsılmışlardı ki, nihayet Peygamber ve beraberindeki müminler: Allah'ın yardımı ne zaman! dediler. Bilesiniz ki Allah'ın yardımı yakındır.
يَسْأَلُونَكَ مَاذَا يُنفِقُونَ قُلْ مَا أَنفَقْتُم مِّنْ خَيْرٍ فَلِلْوَالِدَيْنِ وَالأَقْرَبِينَ وَالْيَتَامَى وَالْمَسَاكِينِ وَابْنِ السَّبِيلِ وَمَا تَفْعَلُواْ مِنْ خَيْرٍ فَإِنَّ اللّهَ بِهِ عَلِيمٌ
Diyanet Vakfi = Sana (Allah yolunda) ne harcayacaklarını soruyorlar. De ki: Maldan harcadığınız şey, ebeveyn, yakınlar, yetimler, fakirler ve yolcular için olmalıdır. Şüphesiz Allah yapacağınız her hayrı bilir.
كُتِبَ عَلَيْكُمُ الْقِتَالُ وَهُوَ كُرْهٌ لَّكُمْ وَعَسَى أَن تَكْرَهُواْ شَيْئًا وَهُوَ خَيْرٌ لَّكُمْ وَعَسَى أَن تُحِبُّواْ شَيْئًا وَهُوَ شَرٌّ لَّكُمْ وَاللّهُ يَعْلَمُ وَأَنتُمْ لاَ تَعْلَمُونَ
Diyanet Vakfi = Hoşunuza gitmediği halde savaş size farz kılındı. Sizin için daha hayırlı olduğu halde bir şeyi sevmemeniz mümkündür. Sizin için daha kötü olduğu halde bir şeyi sevmeniz de mümkündür. Allah bilir, siz bilmezsiniz.
يَسْأَلُونَكَ عَنِ الشَّهْرِ الْحَرَامِ قِتَالٍ فِيهِ قُلْ قِتَالٌ فِيهِ كَبِيرٌ وَصَدٌّ عَن سَبِيلِ اللّهِ وَكُفْرٌ بِهِ وَالْمَسْجِدِ الْحَرَامِ وَإِخْرَاجُ أَهْلِهِ مِنْهُ أَكْبَرُ عِندَ اللّهِ وَالْفِتْنَةُ أَكْبَرُ مِنَ الْقَتْلِ وَلاَ يَزَالُونَ يُقَاتِلُونَكُمْ حَتَّىَ يَرُدُّوكُمْ عَن دِينِكُمْ إِنِ اسْتَطَاعُواْ وَمَن يَرْتَدِدْ مِنكُمْ عَن دِينِهِ فَيَمُتْ وَهُوَ كَافِرٌ فَأُوْلَئِكَ حَبِطَتْ أَعْمَالُهُمْ فِي الدُّنْيَا وَالآخِرَةِ وَأُوْلَئِكَ أَصْحَابُ النَّارِ هُمْ فِيهَا خَالِدُونَ
Diyanet Vakfi = Sana haram ayı, yani onda savaşmayı soruyorlar. De ki: O ayda savaşmak büyük bir günahtır. (İnsanları) Allah yolundan çevirmek, Allah'ı inkâr etmek, Mescid-i Haram'ın ziyaretine mâni olmak ve halkını oradan çıkarmak ise Allah katında daha büyük günahtır. Fitne de adam öldürmekten daha büyük bir günahtır. Onlar eğer güçleri yeterse, sizi dininizden döndürünceye kadar size karşı savaşa devam ederler. Sizden kim, dininden döner ve kâfir olarak ölürse, onların yaptıkları işler dünyada da ahirette de boşa gider. Onlar cehennemliktirler ve orada devamlı kalırlar.
إِنَّ الَّذِينَ آمَنُواْ وَالَّذِينَ هَاجَرُواْ وَجَاهَدُواْ فِي سَبِيلِ اللّهِ أُوْلَئِكَ يَرْجُونَ رَحْمَتَ اللّهِ وَاللّهُ غَفُورٌ رَّحِيمٌ
Diyanet Vakfi = İman edenler ve hicret edip Allah yolunda cihad edenler var ya, işte bunlar, Allah'ın rahmetini umabilirler. Allah, gafûr ve rahîmdir.
يَسْأَلُونَكَ عَنِ الْخَمْرِ وَالْمَيْسِرِ قُلْ فِيهِمَا إِثْمٌ كَبِيرٌ وَمَنَافِعُ لِلنَّاسِ وَإِثْمُهُمَآ أَكْبَرُ مِن نَّفْعِهِمَا وَيَسْأَلُونَكَ مَاذَا يُنفِقُونَ قُلِ الْعَفْوَ كَذَلِكَ يُبيِّنُ اللّهُ لَكُمُ الآيَاتِ لَعَلَّكُمْ تَتَفَكَّرُونَ
Diyanet Vakfi = Sana, şarap ve kumar hakkında soru sorarlar. De ki: Her ikisinde de büyük bir günah ve insanlar için bir takım faydalar vardır. Ancak her ikisinin de günahı faydasından daha büyüktür. Yine sana iyilik yolunda ne harcayacaklarını sorarlar. «İhtiyaç fazlasını» de. Allah size âyetleri böyle açıklar ki düşünesiniz.
فِي الدُّنْيَا وَالآخِرَةِ وَيَسْأَلُونَكَ عَنِ الْيَتَامَى قُلْ إِصْلاَحٌ لَّهُمْ خَيْرٌ وَإِنْ تُخَالِطُوهُمْ فَإِخْوَانُكُمْ وَاللّهُ يَعْلَمُ الْمُفْسِدَ مِنَ الْمُصْلِحِ وَلَوْ شَاء اللّهُ لأعْنَتَكُمْ إِنَّ اللّهَ عَزِيزٌ حَكِيمٌ
Diyanet Vakfi = Dünya ve ahiret hakkında (lehinize olan davranışları düşünün ve ona göre hareket edin). Sana yetimler hakkında soruyorlar. De ki: Onları iyi yetiştirmek (yüz üstü bırakmaktan) daha hayırlıdır. Eğer onlarla birlikte yaşarsanız, (unutmayın ki) onlar sizin kardeşlerinizdir. Allah, işleri bozanla düzelteni bilir. Eğer Allah dileseydi, sizi de zahmet ve meşakkate sokardı. Çünkü Allah güçlüdür, hakîmdir.
وَلاَ تَنكِحُواْ الْمُشْرِكَاتِ حَتَّى يُؤْمِنَّ وَلأَمَةٌ مُّؤْمِنَةٌ خَيْرٌ مِّن مُّشْرِكَةٍ وَلَوْ أَعْجَبَتْكُمْ وَلاَ تُنكِحُواْ الْمُشِرِكِينَ حَتَّى يُؤْمِنُواْ وَلَعَبْدٌ مُّؤْمِنٌ خَيْرٌ مِّن مُّشْرِكٍ وَلَوْ أَعْجَبَكُمْ أُوْلَئِكَ يَدْعُونَ إِلَى النَّارِ وَاللّهُ يَدْعُوَ إِلَى الْجَنَّةِ وَالْمَغْفِرَةِ بِإِذْنِهِ وَيُبَيِّنُ آيَاتِهِ لِلنَّاسِ لَعَلَّهُمْ يَتَذَكَّرُونَ
Diyanet Vakfi = İman etmedikçe putperest kadınlarla evlenmeyin. Beğenseniz bile, putperest bir kadından, imanlı bir câriye kesinlikle daha iyidir. İman etmedikçe putperest erkekleri de (kızlarınızla) evlendirmeyin. Beğenseniz bile, putperest bir kişiden inanmış bir köle kesinlikle daha iyidir. Onlar (müşrikler) cehenneme çağırır. Allah ise, izni (ve yardımı) ile cennete ve mağfirete çağırır. Allah, düşünüp anlasınlar diye âyetlerini insanlara açıklar.
وَيَسْأَلُونَكَ عَنِ الْمَحِيضِ قُلْ هُوَ أَذًى فَاعْتَزِلُواْ النِّسَاء فِي الْمَحِيضِ وَلاَ تَقْرَبُوهُنَّ حَتَّىَ يَطْهُرْنَ فَإِذَا تَطَهَّرْنَ فَأْتُوهُنَّ مِنْ حَيْثُ أَمَرَكُمُ اللّهُ إِنَّ اللّهَ يُحِبُّ التَّوَّابِينَ وَيُحِبُّ الْمُتَطَهِّرِينَ
Diyanet Vakfi = Sana kadınların ay halini sorarlar. De ki: O, bir rahatsızlıktır. Bu sebeple ay halinde olan kadınlardan uzak durun. Temizleninceye kadar onlara yaklaşmayın. Temizlendikleri vakit, Allah'ın size emrettiği yerden onlara yaklaşın. Şunu iyi bilin ki, Allah tevbe edenleri de sever, temizlenenleri de sever.
نِسَآؤُكُمْ حَرْثٌ لَّكُمْ فَأْتُواْ حَرْثَكُمْ أَنَّى شِئْتُمْ وَقَدِّمُواْ لأَنفُسِكُمْ وَاتَّقُواْ اللّهَ وَاعْلَمُواْ أَنَّكُم مُّلاَقُوهُ وَبَشِّرِ الْمُؤْمِنِينَ
Diyanet Vakfi = Kadınlarınız sizin için bir tarladır. Tarlanıza nasıl dilerseniz öyle varın. Kendiniz için önceden (uygun davranışlarla) hazırlık yapın. Allah'tan korkun, biliniz ki siz O'na kavuşacaksınız. (Yâ Muhammed!) müminleri müjdele!
وَلاَ تَجْعَلُواْ اللّهَ عُرْضَةً لِّأَيْمَانِكُمْ أَن تَبَرُّواْ وَتَتَّقُواْ وَتُصْلِحُواْ بَيْنَ النَّاسِ وَاللّهُ سَمِيعٌ عَلِيمٌ
Diyanet Vakfi = Yeminlerinizden dolayı Allah'ı (O'nun adını), iyilik etmenize, O'ndan sakınmanıza ve insanların arasını düzeltmenize engel kılmayın. Allah işitir ve bilir.
لاَّ يُؤَاخِذُكُمُ اللّهُ بِاللَّغْوِ فِيَ أَيْمَانِكُمْ وَلَكِن يُؤَاخِذُكُم بِمَا كَسَبَتْ قُلُوبُكُمْ وَاللّهُ غَفُورٌ حَلِيمٌ
Diyanet Vakfi = Allah sizi kasıtsız yeminlerinizden sorumlu tutmaz. Lâkin kasıtlı yaptığınız yeminlerinizden dolayı sizi sorumlu tutar. Allah gafûrdur, halîmdir.
لِّلَّذِينَ يُؤْلُونَ مِن نِّسَآئِهِمْ تَرَبُّصُ أَرْبَعَةِ أَشْهُرٍ فَإِنْ فَآؤُوا فَإِنَّ اللّهَ غَفُورٌ رَّحِيمٌ
Diyanet Vakfi = Kadınlarına yaklaşmamaya yemin edenler dört ay beklerler. Eğer (bu müddet içinde) kadınlarına dönerlerse, şüphesiz Allah çokça bağışlayan ve esirgeyendir.
وَإِنْ عَزَمُواْ الطَّلاَقَ فَإِنَّ اللّهَ سَمِيعٌ عَلِيمٌ
Diyanet Vakfi = Eğer (müddeti içinde dönmeyip kadınlarını) boşamaya karar verirlerse (ayrılırlar). Biliniz ki, Allah işitir ve bilir.
وَالْمُطَلَّقَاتُ يَتَرَبَّصْنَ بِأَنفُسِهِنَّ ثَلاَثَةَ قُرُوَءٍ وَلاَ يَحِلُّ لَهُنَّ أَن يَكْتُمْنَ مَا خَلَقَ اللّهُ فِي أَرْحَامِهِنَّ إِن كُنَّ يُؤْمِنَّ بِاللّهِ وَالْيَوْمِ الآخِرِ وَبُعُولَتُهُنَّ أَحَقُّ بِرَدِّهِنَّ فِي ذَلِكَ إِنْ أَرَادُواْ إِصْلاَحًا وَلَهُنَّ مِثْلُ الَّذِي عَلَيْهِنَّ بِالْمَعْرُوفِ وَلِلرِّجَالِ عَلَيْهِنَّ دَرَجَةٌ وَاللّهُ عَزِيزٌ حَكُيمٌ
Diyanet Vakfi = Boşanmış kadınlar, kendi başlarına (evlenmeden) üç ay hali (hayız veya temizlik müddeti) beklerler. Eğer onlar Allah'a ve ahiret gününe gerçekten inanmışlarsa, rahimlerinde Allah'ın yarattığını gizlemeleri kendilerine helâl olmaz. Eğer kocalar barışmak isterlerse, bu durumda boşadıkları kadınları geri almaya daha fazla hak sahibidirler. Kadınların da ödevlerine denk belli hakları vardır. Ancak erkekler, kadınlara göre bir derece üstünlüğe sahiptirler. Allah azîzdir, hakîmdir.
الطَّلاَقُ مَرَّتَانِ فَإِمْسَاكٌ بِمَعْرُوفٍ أَوْ تَسْرِيحٌ بِإِحْسَانٍ وَلاَ يَحِلُّ لَكُمْ أَن تَأْخُذُواْ مِمَّا آتَيْتُمُوهُنَّ شَيْئًا إِلاَّ أَن يَخَافَا أَلاَّ يُقِيمَا حُدُودَ اللّهِ فَإِنْ خِفْتُمْ أَلاَّ يُقِيمَا حُدُودَ اللّهِ فَلاَ جُنَاحَ عَلَيْهِمَا فِيمَا افْتَدَتْ بِهِ تِلْكَ حُدُودُ اللّهِ فَلاَ تَعْتَدُوهَا وَمَن يَتَعَدَّ حُدُودَ اللّهِ فَأُوْلَئِكَ هُمُ الظَّالِمُونَ
Diyanet Vakfi = Boşama iki defadır. Bundan sonrası ya iyilikle tutmak ya da güzellikle salıvermektir. Kadınlara verdiklerinizden (boşanma esnasında) bir şey almanız size helâl olmaz. Ancak erkek ve kadın Allah'ın sınırlarında kalıp evlilik haklarını tam tatbik edememekten korkarlarsa bu durum müstesna. (Ey müminler!) Siz de karı ile kocanın, Allah'ın sınırlarını, hakkıyla muhafaza etmelerinden kuşkuya düşerseniz, kadının (erkeğe) fidye vermesinde her iki taraf için de sakınca yoktur. Bu söylenenler Allah'ın koyduğu sınırlardır. Sakın onları aşmayın. Kim Allah'ın sınırlarını aşarsa işte onlar zalimlerdir.
فَإِن طَلَّقَهَا فَلاَ تَحِلُّ لَهُ مِن بَعْدُ حَتَّىَ تَنكِحَ زَوْجًا غَيْرَهُ فَإِن طَلَّقَهَا فَلاَ جُنَاحَ عَلَيْهِمَا أَن يَتَرَاجَعَا إِن ظَنَّا أَن يُقِيمَا حُدُودَ اللّهِ وَتِلْكَ حُدُودُ اللّهِ يُبَيِّنُهَا لِقَوْمٍ يَعْلَمُونَ
Diyanet Vakfi = Eğer erkek kadını (üçüncü defa) boşarsa, ondan sonra kadın bir başka erkekle evlenmedikçe onu alması kendisine helâl olmaz. Eğer bu kişi de onu boşarsa, (her iki taraf da) Allah'ın sınırlarını muhafaza edeceklerine inandıkları takdirde, yeniden evlenmelerinde beis yoktur. Bunlar Allah'ın sınırlarıdır. Allah bunları bilmek, öğrenmek isteyenler için açıklar.
وَإِذَا طَلَّقْتُمُ النَّسَاء فَبَلَغْنَ أَجَلَهُنَّ فَأَمْسِكُوهُنَّ بِمَعْرُوفٍ أَوْ سَرِّحُوهُنَّ بِمَعْرُوفٍ وَلاَ تُمْسِكُوهُنَّ ضِرَارًا لَّتَعْتَدُواْ وَمَن يَفْعَلْ ذَلِكَ فَقَدْ ظَلَمَ نَفْسَهُ وَلاَ تَتَّخِذُوَاْ آيَاتِ اللّهِ هُزُوًا وَاذْكُرُواْ نِعْمَتَ اللّهِ عَلَيْكُمْ وَمَا أَنزَلَ عَلَيْكُمْ مِّنَ الْكِتَابِ وَالْحِكْمَةِ يَعِظُكُم بِهِ وَاتَّقُواْ اللّهَ وَاعْلَمُواْ أَنَّ اللّهَ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمٌ
Diyanet Vakfi = Kadınları boşadığınız ve onlar da bekleme müddetlerini bitirdikleri vakit ya onları iyilikle tutun yahut iyilikle bırakın. Fakat haksızlık ederek ve zarar vermek için onları nikâh altında tutmayın. Kim bunu yaparsa muhakkak kendine kötülük etmiş olur. Allah'ın âyetlerini eğlenceye almayın. Allah'ın sizin üzerinizdeki nimetini, (size verdiği hidayeti), size öğüt vermek üzere indirdiği Kitab'ı ve hikmeti hatırlayın. Allah'tan korkun. Bilesiniz ki Allah, her şeyi bilir.
وَإِذَا طَلَّقْتُمُ النِّسَاء فَبَلَغْنَ أَجَلَهُنَّ فَلاَ تَعْضُلُوهُنَّ أَن يَنكِحْنَ أَزْوَاجَهُنَّ إِذَا تَرَاضَوْاْ بَيْنَهُم بِالْمَعْرُوفِ ذَلِكَ يُوعَظُ بِهِ مَن كَانَ مِنكُمْ يُؤْمِنُ بِاللّهِ وَالْيَوْمِ الآخِرِ ذَلِكُمْ أَزْكَى لَكُمْ وَأَطْهَرُ وَاللّهُ يَعْلَمُ وَأَنتُمْ لاَ تَعْلَمُونَ
Diyanet Vakfi = Kadınları boşadığınız ve onlar da bekleme müddetlerini bitirdikleri vakit, aralarında iyilikle anlaştıkları takdirde, onların (eski) kocalarıyla evlenmelerine engel olmayın. İşte bununla içinizden Allah'a ve ahiret gününe inanan kimselere öğüt verilmektedir. Bu öğüdü tutmanız kendiniz için en iyisi ve en temizidir. Allah bilir, siz bilmezsiniz.
وَالْوَالِدَاتُ يُرْضِعْنَ أَوْلاَدَهُنَّ حَوْلَيْنِ كَامِلَيْنِ لِمَنْ أَرَادَ أَن يُتِمَّ الرَّضَاعَةَ وَعلَى الْمَوْلُودِ لَهُ رِزْقُهُنَّ وَكِسْوَتُهُنَّ بِالْمَعْرُوفِ لاَ تُكَلَّفُ نَفْسٌ إِلاَّ وُسْعَهَا لاَ تُضَآرَّ وَالِدَةٌ بِوَلَدِهَا وَلاَ مَوْلُودٌ لَّهُ بِوَلَدِهِ وَعَلَى الْوَارِثِ مِثْلُ ذَلِكَ فَإِنْ أَرَادَا فِصَالاً عَن تَرَاضٍ مِّنْهُمَا وَتَشَاوُرٍ فَلاَ جُنَاحَ عَلَيْهِمَا وَإِنْ أَرَدتُّمْ أَن تَسْتَرْضِعُواْ أَوْلاَدَكُمْ فَلاَ جُنَاحَ عَلَيْكُمْ إِذَا سَلَّمْتُم مَّآ آتَيْتُم بِالْمَعْرُوفِ وَاتَّقُواْ اللّهَ وَاعْلَمُواْ أَنَّ اللّهَ بِمَا تَعْمَلُونَ بَصِيرٌ
Diyanet Vakfi = Emzirmeyi tamamlatmak isteyen (baba) için, anneler çocuklarını iki tam yıl emzirirler. Onların örfe uygun olarak beslenmesi ve giyimi baba tarafına aittir. Bir insan ancak gücü yettiğinden sorumlu tutulur. Hiçbir anne, çocuğu sebebiyle, hiçbir baba da çocuğu yüzünden zarara uğratılmamalıdır. Onun benzeri (nafaka temini) vâris üzerine de gerekir. Eğer ana ve baba birbiriyle görüşerek ve karşılıklı anlaşarak çocuğu memeden kesmek isterlerse, kendilerine günah yoktur. Çocuklarınızı (süt anne tutup) emzirtmek istediğiniz takdirde, süt anneye vermekte olduğunuzu iyilikle teslim etmeniz şartıyla, üzerinize günah yoktur. Allah'tan korkun. Bilin ki Allah, yapmakta olduklarınızı görür.
وَالَّذِينَ يُتَوَفَّوْنَ مِنكُمْ وَيَذَرُونَ أَزْوَاجًا يَتَرَبَّصْنَ بِأَنفُسِهِنَّ أَرْبَعَةَ أَشْهُرٍ وَعَشْرًا فَإِذَا بَلَغْنَ أَجَلَهُنَّ فَلاَ جُنَاحَ عَلَيْكُمْ فِيمَا فَعَلْنَ فِي أَنفُسِهِنَّ بِالْمَعْرُوفِ وَاللّهُ بِمَا تَعْمَلُونَ خَبِيرٌ
Diyanet Vakfi = Sizden ölenlerin, geride bıraktıkları eşleri, kendi başlarına (evlenmeden) dört ay on gün beklerler. Bekleme müddetlerini bitirdikleri vakit, kendileri hakkında yaptıkları meşru işlerde size bir günah yoktur. Allah yapmakta olduklarınızı bilir.
وَلاَ جُنَاحَ عَلَيْكُمْ فِيمَا عَرَّضْتُم بِهِ مِنْ خِطْبَةِ النِّسَاء أَوْ أَكْنَنتُمْ فِي أَنفُسِكُمْ عَلِمَ اللّهُ أَنَّكُمْ سَتَذْكُرُونَهُنَّ وَلَكِن لاَّ تُوَاعِدُوهُنَّ سِرًّا إِلاَّ أَن تَقُولُواْ قَوْلاً مَّعْرُوفًا وَلاَ تَعْزِمُواْ عُقْدَةَ النِّكَاحِ حَتَّىَ يَبْلُغَ الْكِتَابُ أَجَلَهُ وَاعْلَمُواْ أَنَّ اللّهَ يَعْلَمُ مَا فِي أَنفُسِكُمْ فَاحْذَرُوهُ وَاعْلَمُواْ أَنَّ اللّهَ غَفُورٌ حَلِيمٌ
Diyanet Vakfi = (İddet beklemekte olan) kadınlarla evlenme hususundaki düşüncelerinizi üstü kapalı biçimde anlatmanızda veya onu içinizde gizli tutmanızda size günah yoktur. Allah bilir ki siz onları anacaksınız. Lâkin, meşru sözler söylemeniz müstesna, sakın onlara gizlice buluşma sözü vermeyin. Farz olan bekleme müddeti dolmadan, nikâh kıymaya kalkışmayın. Bilin ki Allah, gönlünüzdekileri bilir. Bu sebeple Allah'tan sakının. Şunu iyi bilin ki Allah gafûrdur, halîmdir.
لاَّ جُنَاحَ عَلَيْكُمْ إِن طَلَّقْتُمُ النِّسَاء مَا لَمْ تَمَسُّوهُنُّ أَوْ تَفْرِضُواْ لَهُنَّ فَرِيضَةً وَمَتِّعُوهُنَّ عَلَى الْمُوسِعِ قَدَرُهُ وَعَلَى الْمُقْتِرِ قَدْرُهُ مَتَاعًا بِالْمَعْرُوفِ حَقًّا عَلَى الْمُحْسِنِينَ
Diyanet Vakfi = Nikâhtan sonra henüz dokunmadan veya onlar için belli bir mehir tayin etmeden kadınları boşarsanız bunda size mehir zorunluğu yoktur. Bu durumda onlara müt'a (hediye cinsinden bir şeyler) verin. Zengin olan durumuna göre, fakir de durumuna göre vermelidir. Münasip bir müt'a vermek iyiler için bir borçtur.
وَإِن طَلَّقْتُمُوهُنَّ مِن قَبْلِ أَن تَمَسُّوهُنَّ وَقَدْ فَرَضْتُمْ لَهُنَّ فَرِيضَةً فَنِصْفُ مَا فَرَضْتُمْ إَلاَّ أَن يَعْفُونَ أَوْ يَعْفُوَ الَّذِي بِيَدِهِ عُقْدَةُ النِّكَاحِ وَأَن تَعْفُواْ أَقْرَبُ لِلتَّقْوَى وَلاَ تَنسَوُاْ الْفَضْلَ بَيْنَكُمْ إِنَّ اللّهَ بِمَا تَعْمَلُونَ بَصِيرٌ
Diyanet Vakfi = Kendilerine mehir tayin ederek evlendiğiniz kadınları, temas etmeden boşarsanız, tayin ettiğiniz mehrin yarısı onların hakkıdır. Ancak kadınların vazgeçmesi veya nikâh bağı elinde bulunanın (velinin) vazgeçmesi hali müstesna, affetmeniz (mehirden vazgeçmeniz), takvâya daha uygundur. Aranızda iyilik ve ihsanı unutmayın. Şüphesiz Allah yapmakta olduklarınızı hakkıyla görür.
حَافِظُواْ عَلَى الصَّلَوَاتِ والصَّلاَةِ الْوُسْطَى وَقُومُواْ لِلّهِ قَانِتِينَ
Diyanet Vakfi = Namazlara ve orta namaza devam edin. Allah'a saygı ve bağlılık içinde namaz kılın.
فَإنْ خِفْتُمْ فَرِجَالاً أَوْ رُكْبَانًا فَإِذَا أَمِنتُمْ فَاذْكُرُواْ اللّهَ كَمَا عَلَّمَكُم مَّا لَمْ تَكُونُواْ تَعْلَمُونَ
Diyanet Vakfi = Eğer (herhangi bir şeyden) korkarsanız (namazlarınızı) yürüyerek yahut binmiş olarak (kılın). Güvene kavuştuğunuz zaman, siz bilmezken Allah'ın size öğrettiği şekilde O'nu anın (namaz kılın).
وَالَّذِينَ يُتَوَفَّوْنَ مِنكُمْ وَيَذَرُونَ أَزْوَاجًا وَصِيَّةً لِّأَزْوَاجِهِم مَّتَاعًا إِلَى الْحَوْلِ غَيْرَ إِخْرَاجٍ فَإِنْ خَرَجْنَ فَلاَ جُنَاحَ عَلَيْكُمْ فِي مَا فَعَلْنَ فِيَ أَنفُسِهِنَّ مِن مَّعْرُوفٍ وَاللّهُ عَزِيزٌ حَكِيمٌ
Diyanet Vakfi = Sizden ölüp de (dul) eşler bırakan kimseler, zevcelerinin, evlerinden çıkarılmadan, bir yıla kadar bıraktıkları maldan faydalanmaları hususunda (sağlıklarında) vasiyet etsinler. Eğer o kadınlar, (kendiliklerinden) çıkıp giderlerse, kendileri hakkında yaptıkları meşru şeylerden size bir günah yoktur. Allah azîzdir, hakîmdir.
وَلِلْمُطَلَّقَاتِ مَتَاعٌ بِالْمَعْرُوفِ حَقًّا عَلَى الْمُتَّقِينَ
Diyanet Vakfi = Boşanmış kadınların, hakkaniyet ölçülerinde (kocalarından) menfaat sağlamak haklarıdır; bu, Allah korkusu taşıyanlar üzerine bir borçtur.
كَذَلِكَ يُبَيِّنُ اللّهُ لَكُمْ آيَاتِهِ لَعَلَّكُمْ تَعْقِلُونَ
Diyanet Vakfi = Allah size işte böylece âyetlerini açıklar ki düşünüp hakikati anlayasınız.
أَلَمْ تَرَ إِلَى الَّذِينَ خَرَجُواْ مِن دِيَارِهِمْ وَهُمْ أُلُوفٌ حَذَرَ الْمَوْتِ فَقَالَ لَهُمُ اللّهُ مُوتُواْ ثُمَّ أَحْيَاهُمْ إِنَّ اللّهَ لَذُو فَضْلٍ عَلَى النَّاسِ وَلَكِنَّ أَكْثَرَ النَّاسِ لاَ يَشْكُرُونَ
Diyanet Vakfi = Binlerce oldukları halde, ölüm korkusundan dolayı yurtlarından çıkıp gidenleri görmedin mi? Allah onlara «Ölün!» dedi (öldüler). Sonra onları diriltti. Şüphesiz Allah insanlara karşı lütufkârdır. Lâkin insanların çoğu şükretmez.
وَقَاتِلُواْ فِي سَبِيلِ اللّهِ وَاعْلَمُواْ أَنَّ اللّهَ سَمِيعٌ عَلِيمٌ
Diyanet Vakfi = Allah yolunda savaşın ve bilin ki Allah, her şeyi işitir ve bilir.
مَّن ذَا الَّذِي يُقْرِضُ اللّهَ قَرْضًا حَسَنًا فَيُضَاعِفَهُ لَهُ أَضْعَافًا كَثِيرَةً وَاللّهُ يَقْبِضُ وَيَبْسُطُ وَإِلَيْهِ تُرْجَعُونَ
Diyanet Vakfi = Verdiğinin kat kat fazlasını kendisine ödemesi için Allah'a güzel bir borç (isteyene faizsiz ödünç) verecek yok mu? Darlık veren de bolluk veren de Allah'tır. Sadece O'na döndürüleceksiniz.
أَلَمْ تَرَ إِلَى الْمَلإِ مِن بَنِي إِسْرَائِيلَ مِن بَعْدِ مُوسَى إِذْ قَالُواْ لِنَبِيٍّ لَّهُمُ ابْعَثْ لَنَا مَلِكًا نُّقَاتِلْ فِي سَبِيلِ اللّهِ قَالَ هَلْ عَسَيْتُمْ إِن كُتِبَ عَلَيْكُمُ الْقِتَالُ أَلاَّ تُقَاتِلُواْ قَالُواْ وَمَا لَنَا أَلاَّ نُقَاتِلَ فِي سَبِيلِ اللّهِ وَقَدْ أُخْرِجْنَا مِن دِيَارِنَا وَأَبْنَآئِنَا فَلَمَّا كُتِبَ عَلَيْهِمُ الْقِتَالُ تَوَلَّوْاْ إِلاَّ قَلِيلاً مِّنْهُمْ وَاللّهُ عَلِيمٌ بِالظَّالِمِينَ
Diyanet Vakfi = Musa'dan sonra, Benî İsrail'den ileri gelen kimseleri görmedin mi? Kendilerine gönderilmiş bir peygambere: «Bize bir hükümdar gönder ki (onun komutasında) Allah yolunda savaşalım» demişlerdi. «Ya size savaş yazılır da savaşmazsanız?» dedi. «Yurtlarımızdan çıkarılmış, çocuklarımızdan uzaklaştırılmış olduğumuz halde Allah yolunda neden savaşmayalım?» dediler. Kendilerine savaş yazılınca, içlerinden pek azı hariç, geri dönüp kaçtılar. Allah zalimleri iyi bilir.
وَقَالَ لَهُمْ نَبِيُّهُمْ إِنَّ اللّهَ قَدْ بَعَثَ لَكُمْ طَالُوتَ مَلِكًا قَالُوَاْ أَنَّى يَكُونُ لَهُ الْمُلْكُ عَلَيْنَا وَنَحْنُ أَحَقُّ بِالْمُلْكِ مِنْهُ وَلَمْ يُؤْتَ سَعَةً مِّنَ الْمَالِ قَالَ إِنَّ اللّهَ اصْطَفَاهُ عَلَيْكُمْ وَزَادَهُ بَسْطَةً فِي الْعِلْمِ وَالْجِسْمِ وَاللّهُ يُؤْتِي مُلْكَهُ مَن يَشَاء وَاللّهُ وَاسِعٌ عَلِيمٌ
Diyanet Vakfi = Peygamberleri onlara: Bilin ki Allah, Tâlût'u size hükümdar olarak gönderdi, dedi. Bunun üzerine: Biz, hükümdarlığa daha lâyık olduğumuz halde, kendisine servet ve zenginlik yönünden geniş imkânlar verilmemişken o bize nasıl hükümdar olur? dediler. «Allah sizin üzerinize onu seçti, ilimde ve bedende ona üstünlük verdi. Allah mülkünü dilediğine verir. Allah her şeyi ihata eden ve her şeyi bilendir» dedi.
وَقَالَ لَهُمْ نِبِيُّهُمْ إِنَّ آيَةَ مُلْكِهِ أَن يَأْتِيَكُمُ التَّابُوتُ فِيهِ سَكِينَةٌ مِّن رَّبِّكُمْ وَبَقِيَّةٌ مِّمَّا تَرَكَ آلُ مُوسَى وَآلُ هَارُونَ تَحْمِلُهُ الْمَلآئِكَةُ إِنَّ فِي ذَلِكَ لآيَةً لَّكُمْ إِن كُنتُم مُّؤْمِنِينَ
Diyanet Vakfi = Peygamberleri onlara: Onun hükümdarlığının alâmeti, Tabut'un size gelmesidir. Meleklerin taşıdığı o Tabut'un içinde Rabbinizden size bir ferahlık ve sükûnet, Musa ve Harun hanedanlarının bıraktıklarından bir kalıntı vardır. Eğer inanmış kimseler iseniz sizin için bunda şüphesiz bir alâmet vardır, dedi.
فَلَمَّا فَصَلَ طَالُوتُ بِالْجُنُودِ قَالَ إِنَّ اللّهَ مُبْتَلِيكُم بِنَهَرٍ فَمَن شَرِبَ مِنْهُ فَلَيْسَ مِنِّي وَمَن لَّمْ يَطْعَمْهُ فَإِنَّهُ مِنِّي إِلاَّ مَنِ اغْتَرَفَ غُرْفَةً بِيَدِهِ فَشَرِبُواْ مِنْهُ إِلاَّ قَلِيلاً مِّنْهُمْ فَلَمَّا جَاوَزَهُ هُوَ وَالَّذِينَ آمَنُواْ مَعَهُ قَالُواْ لاَ طَاقَةَ لَنَا الْيَوْمَ بِجَالُوتَ وَجُنودِهِ قَالَ الَّذِينَ يَظُنُّونَ أَنَّهُم مُّلاَقُو اللّهِ كَم مِّن فِئَةٍ قَلِيلَةٍ غَلَبَتْ فِئَةً كَثِيرَةً بِإِذْنِ اللّهِ وَاللّهُ مَعَ الصَّابِرِينَ
Diyanet Vakfi = Tâlût askerlerle beraber (cihad için) ayrılınca: Biliniz ki Allah sizi bir ırmakla imtihan edecek. Kim ondan içerse benden değildir. Eliyle bir avuç içen müstesna kim ondan içmezse bendendir, dedi. İçlerinden pek azı müstesna hepsi ırmaktan içtiler. Tâlût ve iman edenler beraberce ırmağı geçince: Bugün bizim Câlût'a ve askerlerine karşı koyacak hiç gücümüz yoktur, dediler. Allah'ın huzuruna varacaklarına inananlar: Nice az sayıda bir birlik Allah'ın izniyle çok sayıdaki birliği yenmiştir. Allah sabredenlerle beraberdir, dediler.
وَلَمَّا بَرَزُواْ لِجَالُوتَ وَجُنُودِهِ قَالُواْ رَبَّنَا أَفْرِغْ عَلَيْنَا صَبْرًا وَثَبِّتْ أَقْدَامَنَا وَانصُرْنَا عَلَى الْقَوْمِ الْكَافِرِينَ
Diyanet Vakfi = Câlût ve askerleriyle savaşa tutuştuklarında: Ey Rabbimiz! Yüreğimizi sabırla doldur; bize direnme gücü ver; kâfir kavme karşı bize yardım et, dediler.
فَهَزَمُوهُم بِإِذْنِ اللّهِ وَقَتَلَ دَاوُودُ جَالُوتَ وَآتَاهُ اللّهُ الْمُلْكَ وَالْحِكْمَةَ وَعَلَّمَهُ مِمَّا يَشَاء وَلَوْلاَ دَفْعُ اللّهِ النَّاسَ بَعْضَهُمْ بِبَعْضٍ لَّفَسَدَتِ الأَرْضُ وَلَكِنَّ اللّهَ ذُو فَضْلٍ عَلَى الْعَالَمِينَ
Diyanet Vakfi = Sonunda Allah'ın izniyle onları yendiler. Davud da Câlût'u öldürdü. Allah ona (Davud'a) hükümdarlık ve hikmet verdi, dilediği ilimlerden ona öğretti. Eğer Allah'ın insanlardan bir kısmını diğerleriyle savması olmasaydı elbette yeryüzü altüst olurdu. Lâkin Allah bütün insanlığa karşı lütuf ve kerem sahibidir.
تِلْكَ آيَاتُ اللّهِ نَتْلُوهَا عَلَيْكَ بِالْحَقِّ وَإِنَّكَ لَمِنَ الْمُرْسَلِينَ
Diyanet Vakfi = İşte bunlar Allah'ın âyetleridir. Biz onları sana doğru olarak anlatıyoruz. Şüphesiz sen, Allah tarafından gönderilmiş peygamberlerdensin.
تِلْكَ الرُّسُلُ فَضَّلْنَا بَعْضَهُمْ عَلَى بَعْضٍ مِّنْهُم مَّن كَلَّمَ اللّهُ وَرَفَعَ بَعْضَهُمْ دَرَجَاتٍ وَآتَيْنَا عِيسَى ابْنَ مَرْيَمَ الْبَيِّنَاتِ وَأَيَّدْنَاهُ بِرُوحِ الْقُدُسِ وَلَوْ شَاء اللّهُ مَا اقْتَتَلَ الَّذِينَ مِن بَعْدِهِم مِّن بَعْدِ مَا جَاءتْهُمُ الْبَيِّنَاتُ وَلَكِنِ اخْتَلَفُواْ فَمِنْهُم مَّنْ آمَنَ وَمِنْهُم مَّن كَفَرَ وَلَوْ شَاء اللّهُ مَا اقْتَتَلُواْ وَلَكِنَّ اللّهَ يَفْعَلُ مَا يُرِيدُ
Diyanet Vakfi = O peygamberlerin bir kısmını diğerlerinden üstün kıldık. Allah onlardan bir kısmı ile konuşmuş, bazılarını da derece derece yükseltmiştir. Meryem oğlu İsa'ya açık mucizeler verdik ve onu Rûhu'l-Kudüs ile güçlendirdik. Allah dileseydi o peygamberlerden sonra gelen milletler, kendilerine açık deliller geldikten sonra birbirleriyle savaşmazlardı. Fakat onlar ihtilafa düştüler de içlerinden kimi iman etti, kimi de inkâr etti. Allah dileseydi onlar savaşmazlardı; lâkin Allah dilediğini yapar.
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ أَنفِقُواْ مِمَّا رَزَقْنَاكُم مِّن قَبْلِ أَن يَأْتِيَ يَوْمٌ لاَّ بَيْعٌ فِيهِ وَلاَ خُلَّةٌ وَلاَ شَفَاعَةٌ وَالْكَافِرُونَ هُمُ الظَّالِمُونَ
Diyanet Vakfi = Ey iman edenler! Kendisinde artık alış-veriş, dostluk ve kayırma bulunmayan gün (kıyamet) gelmeden önce, size verdiğimiz rızıktan hayır yolunda harcayın. Gerçekleri inkâr edenler elbette zalimlerdir.
اللّهُ لاَ إِلَهَ إِلاَّ هُوَ الْحَيُّ الْقَيُّومُ لاَ تَأْخُذُهُ سِنَةٌ وَلاَ نَوْمٌ لَّهُ مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَمَا فِي الأَرْضِ مَن ذَا الَّذِي يَشْفَعُ عِنْدَهُ إِلاَّ بِإِذْنِهِ يَعْلَمُ مَا بَيْنَ أَيْدِيهِمْ وَمَا خَلْفَهُمْ وَلاَ يُحِيطُونَ بِشَيْءٍ مِّنْ عِلْمِهِ إِلاَّ بِمَا شَاء وَسِعَ كُرْسِيُّهُ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضَ وَلاَ يَؤُودُهُ حِفْظُهُمَا وَهُوَ الْعَلِيُّ الْعَظِيمُ
Diyanet Vakfi = Allah, O'ndan başka tanrı yoktur; O, hayydir, kayyûmdur. Kendisine ne uyku gelir ne de uyuklama. Göklerde ve yerdekilerin hepsi O'nundur. İzni olmadan O'nun katında kim şefaat edebilir? O, kullarının yaptıklarını ve yapacaklarını bilir. (O'na hiçbir şey gizli kalmaz.) O'nun bildirdiklerinin dışında insanlar O'nun ilminden hiçbir şeyi tam olarak bilemezler. O'nun kürsüsü gökleri ve yeri içine alır, onları koruyup gözetmek kendisine zor gelmez. O, yücedir, büyüktür.
لاَ إِكْرَاهَ فِي الدِّينِ قَد تَّبَيَّنَ الرُّشْدُ مِنَ الْغَيِّ فَمَنْ يَكْفُرْ بِالطَّاغُوتِ وَيُؤْمِن بِاللّهِ فَقَدِ اسْتَمْسَكَ بِالْعُرْوَةِ الْوُثْقَىَ لاَ انفِصَامَ لَهَا وَاللّهُ سَمِيعٌ عَلِيمٌ
Diyanet Vakfi = Dinde zorlama yoktur. Artık doğrulukla eğrilik birbirinden ayrılmıştır. O halde kim tâğutu reddedip Allah'a inanırsa, kopmayan sağlam kulpa yapışmıştır. Allah işitir ve bilir.
اللّهُ وَلِيُّ الَّذِينَ آمَنُواْ يُخْرِجُهُم مِّنَ الظُّلُمَاتِ إِلَى النُّوُرِ وَالَّذِينَ كَفَرُواْ أَوْلِيَآؤُهُمُ الطَّاغُوتُ يُخْرِجُونَهُم مِّنَ النُّورِ إِلَى الظُّلُمَاتِ أُوْلَئِكَ أَصْحَابُ النَّارِ هُمْ فِيهَا خَالِدُونَ
Diyanet Vakfi = Allah, inananların dostudur, onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. İnkâr edenlere gelince, onların dostları da tâğuttur, onları aydınlıktan alıp karanlığa götürürler. İşte bunlar cehennemliklerdir. Onlar orada devamlı kalırlar.
أَلَمْ تَرَ إِلَى الَّذِي حَآجَّ إِبْرَاهِيمَ فِي رِبِّهِ أَنْ آتَاهُ اللّهُ الْمُلْكَ إِذْ قَالَ إِبْرَاهِيمُ رَبِّيَ الَّذِي يُحْيِي وَيُمِيتُ قَالَ أَنَا أُحْيِي وَأُمِيتُ قَالَ إِبْرَاهِيمُ فَإِنَّ اللّهَ يَأْتِي بِالشَّمْسِ مِنَ الْمَشْرِقِ فَأْتِ بِهَا مِنَ الْمَغْرِبِ فَبُهِتَ الَّذِي كَفَرَ وَاللّهُ لاَ يَهْدِي الْقَوْمَ الظَّالِمِينَ
Diyanet Vakfi = Allah kendisine mülk (hükümdarlık ve zenginlik) verdiği için şımararak Rabbi hakkında İbrahim ile tartışmaya gireni (Nemrut'u) görmedin mi! İşte o zaman İbrahim: Rabbim hayat veren ve öldürendir, demişti. O da: Hayat veren ve öldüren benim, demişti. İbrahim: Allah güneşi doğudan getirmektedir; haydi sen de onu batıdan getir, dedi. Bunun üzerine kâfir apışıp kaldı. Allah zalim kimseleri hidayete erdirmez.
أَوْ كَالَّذِي مَرَّ عَلَى قَرْيَةٍ وَهِيَ خَاوِيَةٌ عَلَى عُرُوشِهَا قَالَ أَنَّىَ يُحْيِي هََذِهِ اللّهُ بَعْدَ مَوْتِهَا فَأَمَاتَهُ اللّهُ مِئَةَ عَامٍ ثُمَّ بَعَثَهُ قَالَ كَمْ لَبِثْتَ قَالَ لَبِثْتُ يَوْمًا أَوْ بَعْضَ يَوْمٍ قَالَ بَل لَّبِثْتَ مِئَةَ عَامٍ فَانظُرْ إِلَى طَعَامِكَ وَشَرَابِكَ لَمْ يَتَسَنَّهْ وَانظُرْ إِلَى حِمَارِكَ وَلِنَجْعَلَكَ آيَةً لِّلنَّاسِ وَانظُرْ إِلَى العِظَامِ كَيْفَ نُنشِزُهَا ثُمَّ نَكْسُوهَا لَحْمًا فَلَمَّا تَبَيَّنَ لَهُ قَالَ أَعْلَمُ أَنَّ اللّهَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ
Diyanet Vakfi = Yahut görmedin mi o kimseyi ki, evlerinin duvarları çatıları üzerine çökmüş (alt üst olmuş) bir kasabaya uğradı; «Ölümünden sonra Allah bunları nasıl diriltir acaba!» dedi. Bunun üzerine Allah onu öldürüp yüz sene bıraktı; sonra tekrar diriltti. Ne kadar kaldın? dedi. «Bir gün yahut daha az» dedi. Allah ona: Hayır, yüz sene kaldın. Yiyeceğine ve içeceğine bak, henüz bozulmamıştır. Eşeğine de bak. Seni insanlara bir ibret kılalım diye (yüz sene ölü tuttuk, sonra tekrar dirilttik). Şimdi sen kemiklere bak, onları nasıl düzenliyor, sonra ona nasıl et giydiriyoruz, dedi. Durum kendisince anlaşılınca: Şimdi iyice biliyorum ki, Allah her şeye kadirdir, dedi.
وَإِذْ قَالَ إِبْرَاهِيمُ رَبِّ أَرِنِي كَيْفَ تُحْيِي الْمَوْتَى قَالَ أَوَلَمْ تُؤْمِن قَالَ بَلَى وَلَكِن لِّيَطْمَئِنَّ قَلْبِي قَالَ فَخُذْ أَرْبَعَةً مِّنَ الطَّيْرِ فَصُرْهُنَّ إِلَيْكَ ثُمَّ اجْعَلْ عَلَى كُلِّ جَبَلٍ مِّنْهُنَّ جُزْءًا ثُمَّ ادْعُهُنَّ يَأْتِينَكَ سَعْيًا وَاعْلَمْ أَنَّ اللّهَ عَزِيزٌ حَكِيمٌ
Diyanet Vakfi = İbrahim Rabbine: Ey Rabbim! Ölüyü nasıl dirilttiğini bana göster, demişti. Rabbi ona: Yoksa inanmadın mı? dedi. İbrahim: Hayır! İnandım, fakat kalbimin mutmain olması için (görmek istedim), dedi. Bunun üzerine Allah: Öyleyse dört tane kuş yakala, onları yanına al, sonra (kesip parçala), her dağın başına onlardan bir parça koy. Sonra da onları kendine çağır; koşarak sana gelirler. Bil ki Allah azîzdir, hakîmdir, buyurdu.
مَّثَلُ الَّذِينَ يُنفِقُونَ أَمْوَالَهُمْ فِي سَبِيلِ اللّهِ كَمَثَلِ حَبَّةٍ أَنبَتَتْ سَبْعَ سَنَابِلَ فِي كُلِّ سُنبُلَةٍ مِّئَةُ حَبَّةٍ وَاللّهُ يُضَاعِفُ لِمَن يَشَاء وَاللّهُ وَاسِعٌ عَلِيمٌ
Diyanet Vakfi = Allah yolunda mallarını harcayanların örneği, yedi başak bitiren bir dane gibidir ki, her başakta yüz dane vardır. Allah dilediğine kat kat fazlasını verir. Allah'ın lütfu geniştir, O herşeyi bilir.
الَّذِينَ يُنفِقُونَ أَمْوَالَهُمْ فِي سَبِيلِ اللّهِ ثُمَّ لاَ يُتْبِعُونَ مَا أَنفَقُواُ مَنًّا وَلاَ أَذًى لَّهُمْ أَجْرُهُمْ عِندَ رَبِّهِمْ وَلاَ خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلاَ هُمْ يَحْزَنُونَ
Diyanet Vakfi = Mallarını Allah yolunda harcayıp da arkasından başa kakmayan, fakirlerin gönlünü kırmayan kimseler var ya, onların Allah katında has mükâfatları vardır. Onlar için korku yoktur, üzüntü de çekmeyeceklerdir.
قَوْلٌ مَّعْرُوفٌ وَمَغْفِرَةٌ خَيْرٌ مِّن صَدَقَةٍ يَتْبَعُهَآ أَذًى وَاللّهُ غَنِيٌّ حَلِيمٌ
Diyanet Vakfi = Güzel söz ve bağışlama, arkasından incitme gelen sadakadan daha iyidir. Allah zengindir, acelesi de yoktur.
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ لاَ تُبْطِلُواْ صَدَقَاتِكُم بِالْمَنِّ وَالأذَى كَالَّذِي يُنفِقُ مَالَهُ رِئَاء النَّاسِ وَلاَ يُؤْمِنُ بِاللّهِ وَالْيَوْمِ الآخِرِ فَمَثَلُهُ كَمَثَلِ صَفْوَانٍ عَلَيْهِ تُرَابٌ فَأَصَابَهُ وَابِلٌ فَتَرَكَهُ صَلْدًا لاَّ يَقْدِرُونَ عَلَى شَيْءٍ مِّمَّا كَسَبُواْ وَاللّهُ لاَ يَهْدِي الْقَوْمَ الْكَافِرِينَ
Diyanet Vakfi = Ey iman edenler! Allah'a ve ahiret gününe inanmadığı halde malını gösteriş için harcayan kimse gibi, başa kakmak ve incitmek suretiyle, yaptığınız hayırlarınızı boşa çıkarmayın. Böylesinin durumu, üzerinde biraz toprak bulunan düz kayaya benzer ki, sağanak bir yağmur isabet etmiş de onu çıplak pürüzsüz kaya haline getirivermiştir. Bunlar kazandıklarından hiçbir şeye sahip olamazlar. Allah, kâfirleri doğru yola iletmez.
وَمَثَلُ الَّذِينَ يُنفِقُونَ أَمْوَالَهُمُ ابْتِغَاء مَرْضَاتِ اللّهِ وَتَثْبِيتًا مِّنْ أَنفُسِهِمْ كَمَثَلِ جَنَّةٍ بِرَبْوَةٍ أَصَابَهَا وَابِلٌ فَآتَتْ أُكُلَهَا ضِعْفَيْنِ فَإِن لَّمْ يُصِبْهَا وَابِلٌ فَطَلٌّ وَاللّهُ بِمَا تَعْمَلُونَ بَصِيرٌ
Diyanet Vakfi = Allah'ın rızasını kazanmak ve ruhlarındaki cömertliği kuvvetlendirmek için mallarını hayra sarfedenlerin durumu, bir tepede kurulmuş güzel bir bahçeye benzer ki, üzerine bol yağmur yağmış da iki kat ürün vermiştir. Bol yağmur yağmasa bile bir çisinti düşer (de yine ürün verir). Allah, yaptıklarınızı görmektedir.
أَيَوَدُّ أَحَدُكُمْ أَن تَكُونَ لَهُ جَنَّةٌ مِّن نَّخِيلٍ وَأَعْنَابٍ تَجْرِي مِن تَحْتِهَا الأَنْهَارُ لَهُ فِيهَا مِن كُلِّ الثَّمَرَاتِ وَأَصَابَهُ الْكِبَرُ وَلَهُ ذُرِّيَّةٌ ضُعَفَاء فَأَصَابَهَا إِعْصَارٌ فِيهِ نَارٌ فَاحْتَرَقَتْ كَذَلِكَ يُبَيِّنُ اللّهُ لَكُمُ الآيَاتِ لَعَلَّكُمْ تَتَفَكَّرُونَ
Diyanet Vakfi = Sizden biriniz arzu eder mi ki, hurma ve üzüm ağaçlarıyla dolu, arasından sular akan ve kendisi için orada her çeşit meyveden (bir miktar) bulunan bir bahçesi olsun da, bakıma muhtaç çoluk çocuğu varken kendisine ihtiyarlık gelip çatsın, bahçeye de içinde ateş bulunan bir kasırga isabet ederek yakıp kül etsin! (Elbette bunu kimse arzu etmez.) İşte düşünüp anlayasınız diye Allah size âyetleri açıklar.
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ أَنفِقُواْ مِن طَيِّبَاتِ مَا كَسَبْتُمْ وَمِمَّا أَخْرَجْنَا لَكُم مِّنَ الأَرْضِ وَلاَ تَيَمَّمُواْ الْخَبِيثَ مِنْهُ تُنفِقُونَ وَلَسْتُم بِآخِذِيهِ إِلاَّ أَن تُغْمِضُواْ فِيهِ وَاعْلَمُواْ أَنَّ اللّهَ غَنِيٌّ حَمِيدٌ
Diyanet Vakfi = Ey iman edenler! Kazandıklarınızın iyilerinden ve rızık olarak yerden size çıkardıklarımızdan hayra harcayın. Size verilse, gözünüzü yummadan alamayacağınız kötü malı, hayır diye vermeye kalkışmayın. Biliniz ki Allah zengindir, övgüye lâyıktır.
الشَّيْطَانُ يَعِدُكُمُ الْفَقْرَ وَيَأْمُرُكُم بِالْفَحْشَاء وَاللّهُ يَعِدُكُم مَّغْفِرَةً مِّنْهُ وَفَضْلاً وَاللّهُ وَاسِعٌ عَلِيمٌ
Diyanet Vakfi = Şeytan sizi fakirlikle korkutur ve size cimriliği telkin eder. Allah ise size katından bir mağfiret ve bir lütuf vâdeder. Allah herşeyi ihata eden ve herşeyi bilendir.
يُؤتِي الْحِكْمَةَ مَن يَشَاء وَمَن يُؤْتَ الْحِكْمَةَ فَقَدْ أُوتِيَ خَيْرًا كَثِيرًا وَمَا يَذَّكَّرُ إِلاَّ أُوْلُواْ الأَلْبَابِ
Diyanet Vakfi = Allah hikmeti dilediğine verir. Kime hikmet verilirse, ona pek çok hayır verilmiş demektir. Ancak akıl sahipleri düşünüp ibret alırlar.
وَمَا أَنفَقْتُم مِّن نَّفَقَةٍ أَوْ نَذَرْتُم مِّن نَّذْرٍ فَإِنَّ اللّهَ يَعْلَمُهُ وَمَا لِلظَّالِمِينَ مِنْ أَنصَارٍ
Diyanet Vakfi = Yaptığınız her harcamayı ve adadığınız her adağı muhakkak Allah bilir. Zalimler için hiç yardımcı yoktur.
إِن تُبْدُواْ الصَّدَقَاتِ فَنِعِمَّا هِيَ وَإِن تُخْفُوهَا وَتُؤْتُوهَا الْفُقَرَاء فَهُوَ خَيْرٌ لُّكُمْ وَيُكَفِّرُ عَنكُم مِّن سَيِّئَاتِكُمْ وَاللّهُ بِمَا تَعْمَلُونَ خَبِيرٌ
Diyanet Vakfi = Eğer sadakaları (zekât ve benzeri hayırları) açıktan verirseniz ne âlâ! Eğer onu fakirlere gizlice verirseniz, işte bu sizin için daha hayırlıdır. Allah da bu sebeple sizin günahlarınızı örter. Allah, yapmakta olduklarınızı bilir.
لَّيْسَ عَلَيْكَ هُدَاهُمْ وَلَكِنَّ اللّهَ يَهْدِي مَن يَشَاء وَمَا تُنفِقُواْ مِنْ خَيْرٍ فَلأنفُسِكُمْ وَمَا تُنفِقُونَ إِلاَّ ابْتِغَاء وَجْهِ اللّهِ وَمَا تُنفِقُواْ مِنْ خَيْرٍ يُوَفَّ إِلَيْكُمْ وَأَنتُمْ لاَ تُظْلَمُونَ
Diyanet Vakfi = (Ya Muhammed!) Onları doğru yola iletmek sana ait değildir. Lâkin Allah dilediğini doğru yola iletir. Hayır olarak harcadıklarınız kendi iyiliğiniz içindir. Yapacağınız hayırları ancak Allah'ın rızasını kazanmak için yapmalısınız. Hayır olarak verdiğiniz ne varsa, karşılığı size tam olarak verilir ve asla haksızlığa uğratılmazsınız.
لِلْفُقَرَاء الَّذِينَ أُحصِرُواْ فِي سَبِيلِ اللّهِ لاَ يَسْتَطِيعُونَ ضَرْبًا فِي الأَرْضِ يَحْسَبُهُمُ الْجَاهِلُ أَغْنِيَاء مِنَ التَّعَفُّفِ تَعْرِفُهُم بِسِيمَاهُمْ لاَ يَسْأَلُونَ النَّاسَ إِلْحَافًا وَمَا تُنفِقُواْ مِنْ خَيْرٍ فَإِنَّ اللّهَ بِهِ عَلِيمٌ
Diyanet Vakfi = (Yapacağınız hayırlar,) kendilerini Allah yoluna adamış, bu sebeple yeryüzünde kazanç için dolaşamayan fakirler için olsun. Bilmeyen kimseler, iffetlerinden dolayı onları zengin zanneder. Sen onları simalarından tanırsın. Çünkü onlar yüzsüzlük ederek istemezler. Yaptığınız her hayrı muhakkak Allah bilir.
الَّذِينَ يُنفِقُونَ أَمْوَالَهُم بِاللَّيْلِ وَالنَّهَارِ سِرًّا وَعَلاَنِيَةً فَلَهُمْ أَجْرُهُمْ عِندَ رَبِّهِمْ وَلاَ خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلاَ هُمْ يَحْزَنُونَ
Diyanet Vakfi = Mallarını gece ve gündüz, gizli ve açık hayra sarfedenler var ya, onların mükâfatları Allah katındadır. Onlara korku yoktur, üzüntü de çekmezler.
الَّذِينَ يَأْكُلُونَ الرِّبَا لاَ يَقُومُونَ إِلاَّ كَمَا يَقُومُ الَّذِي يَتَخَبَّطُهُ الشَّيْطَانُ مِنَ الْمَسِّ ذَلِكَ بِأَنَّهُمْ قَالُواْ إِنَّمَا الْبَيْعُ مِثْلُ الرِّبَا وَأَحَلَّ اللّهُ الْبَيْعَ وَحَرَّمَ الرِّبَا فَمَن جَاءهُ مَوْعِظَةٌ مِّن رَّبِّهِ فَانتَهَىَ فَلَهُ مَا سَلَفَ وَأَمْرُهُ إِلَى اللّهِ وَمَنْ عَادَ فَأُوْلَئِكَ أَصْحَابُ النَّارِ هُمْ فِيهَا خَالِدُونَ
Diyanet Vakfi = Faiz yiyenler (kabirlerinden), şeytan çarpmış kimselerin cinnet nöbetinden kalktığı gibi kalkarlar. Bu hal onların «Alım-satım tıpkı faiz gibidir» demeleri yüzündendir. Halbuki Allah, alım-satımı helâl, faizi haram kılmıştır. Bundan sonra kime Rabbinden bir öğüt gelir de faizden vazgeçerse, geçmişte olan kendisinindir ve artık onun işi Allah'a kalmıştır. Kim tekrar faize dönerse, işte onlar cehennemliktir, orada devamlı kalırlar.
يَمْحَقُ اللّهُ الْرِّبَا وَيُرْبِي الصَّدَقَاتِ وَاللّهُ لاَ يُحِبُّ كُلَّ كَفَّارٍ أَثِيمٍ
Diyanet Vakfi = Allah faizi tüketir (Faiz karışan malın bereketini giderir), sadakaları ise bereketlendirir. Allah küfürde ve günahta ısrar eden hiç kimseyi sevmez.
إِنَّ الَّذِينَ آمَنُواْ وَعَمِلُواْ الصَّالِحَاتِ وَأَقَامُواْ الصَّلاَةَ وَآتَوُاْ الزَّكَاةَ لَهُمْ أَجْرُهُمْ عِندَ رَبِّهِمْ وَلاَ خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلاَ هُمْ يَحْزَنُونَ
Diyanet Vakfi = İman edip iyi işler yapan, namaz kılan ve zekât verenler var ya, onların mükâfatları Rableri katındadır. Onlara korku yoktur, onlar üzüntü de çekmezler.
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ اتَّقُواْ اللّهَ وَذَرُواْ مَا بَقِيَ مِنَ الرِّبَا إِن كُنتُم مُّؤْمِنِينَ
Diyanet Vakfi = Ey iman edenler! Allah'tan korkun. Eğer gerçekten inanıyorsanız mevcut faiz alacaklarınızı terkedin.
فَإِن لَّمْ تَفْعَلُواْ فَأْذَنُواْ بِحَرْبٍ مِّنَ اللّهِ وَرَسُولِهِ وَإِن تُبْتُمْ فَلَكُمْ رُؤُوسُ أَمْوَالِكُمْ لاَ تَظْلِمُونَ وَلاَ تُظْلَمُونَ
Diyanet Vakfi = Şayet (faiz hakkında söylenenleri) yapmazsanız, Allah ve Resûlü tarafından (faizcilere karşı) açılan savaştan haberiniz olsun. Eğer tevbe edip vazgeçerseniz, sermayeniz sizindir; ne haksızlık etmiş ne de haksızlığa uğramış olursunuz.
وَإِن كَانَ ذُو عُسْرَةٍ فَنَظِرَةٌ إِلَى مَيْسَرَةٍ وَأَن تَصَدَّقُواْ خَيْرٌ لَّكُمْ إِن كُنتُمْ تَعْلَمُونَ
Diyanet Vakfi = Eğer (borçlu) darlık içinde ise, eli genişleyinceye kadar ona mühlet vermek (gerekir). Eğer (gerçekleri) anlarsanız bunu sadakaya (veya zekâta) saymak sizin için daha hayırlıdır.
وَاتَّقُواْ يَوْمًا تُرْجَعُونَ فِيهِ إِلَى اللّهِ ثُمَّ تُوَفَّى كُلُّ نَفْسٍ مَّا كَسَبَتْ وَهُمْ لاَ يُظْلَمُونَ
Diyanet Vakfi = Allah'a döndürüleceğiniz, sonra da herkese hak ettiğinin eksiksiz verileceği ve kimsenin haksızlığa uğratılmayacağı bir günden sakının.
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ إِذَا تَدَايَنتُم بِدَيْنٍ إِلَى أَجَلٍ مُّسَمًّى فَاكْتُبُوهُ وَلْيَكْتُب بَّيْنَكُمْ كَاتِبٌ بِالْعَدْلِ وَلاَ يَأْبَ كَاتِبٌ أَنْ يَكْتُبَ كَمَا عَلَّمَهُ اللّهُ فَلْيَكْتُبْ وَلْيُمْلِلِ الَّذِي عَلَيْهِ الْحَقُّ وَلْيَتَّقِ اللّهَ رَبَّهُ وَلاَ يَبْخَسْ مِنْهُ شَيْئًا فَإن كَانَ الَّذِي عَلَيْهِ الْحَقُّ سَفِيهًا أَوْ ضَعِيفًا أَوْ لاَ يَسْتَطِيعُ أَن يُمِلَّ هُوَ فَلْيُمْلِلْ وَلِيُّهُ بِالْعَدْلِ وَاسْتَشْهِدُواْ شَهِيدَيْنِ من رِّجَالِكُمْ فَإِن لَّمْ يَكُونَا رَجُلَيْنِ فَرَجُلٌ وَامْرَأَتَانِ مِمَّن تَرْضَوْنَ مِنَ الشُّهَدَاء أَن تَضِلَّ إْحْدَاهُمَا فَتُذَكِّرَ إِحْدَاهُمَا الأُخْرَى وَلاَ يَأْبَ الشُّهَدَاء إِذَا مَا دُعُواْ وَلاَ تَسْأَمُوْاْ أَن تَكْتُبُوْهُ صَغِيرًا أَو كَبِيرًا إِلَى أَجَلِهِ ذَلِكُمْ أَقْسَطُ عِندَ اللّهِ وَأَقْومُ لِلشَّهَادَةِ وَأَدْنَى أَلاَّ تَرْتَابُواْ إِلاَّ أَن تَكُونَ تِجَارَةً حَاضِرَةً تُدِيرُونَهَا بَيْنَكُمْ فَلَيْسَ عَلَيْكُمْ جُنَاحٌ أَلاَّ تَكْتُبُوهَا وَأَشْهِدُوْاْ إِذَا تَبَايَعْتُمْ وَلاَ يُضَآرَّ كَاتِبٌ وَلاَ شَهِيدٌ وَإِن تَفْعَلُواْ فَإِنَّهُ فُسُوقٌ بِكُمْ وَاتَّقُواْ اللّهَ وَيُعَلِّمُكُمُ اللّهُ وَاللّهُ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمٌ
Diyanet Vakfi = Ey iman edenler! Belirlenmiş bir süre için birbirinize borçlandığınız vakit onu yazın. Bir kâtip onu aranızda adaletle yazsın. Hiçbir kâtip Allah'ın kendisine öğrettiği gibi yazmaktan geri durmasın; (her şeyi olduğu gibi) yazsın. Üzerinde hak olan kimse (borçlu) da yazdırsın, Rabbinden korksun ve borcunu asla eksik yazdırmasın. Şayet borçlu sefih veya aklı zayıf veya kendisi söyleyip yazdıramayacak durumda ise, velisi adaletle yazdırsın. Erkeklerinizden iki de şahit bulundurun. Eğer iki erkek bulunamazsa rıza göstereceğiniz şahitlerden bir erkek ile -biri yanılırsa diğerinin ona hatırlatması için- iki kadın (olsun). Çağırıldıkları vakit şahitler gelmemezlik etmesin. Büyük veya küçük, vâdesine kadar hiçbir şeyi yazmaktan sakın üşenmeyin. Böyle yapmanız Allah nezdinde daha adaletli, şehadet için daha sağlam, şüpheye düşmemeniz için daha uygundur. Ancak aranızda yapıp bitirdiğiniz peşin bir ticaret olursa, bu durum farklıdır. Bu durumda onu yazmamanızda sizin için bir sakınca yoktur. (Genellikle) alış-veriş yaptığınızda şahit tutun. Ne yazan, ne de şahit zarara uğratılsın. Eğer bunu yaparsanız (zarar verirseniz) şüphe yok ki bu, sizin yoldan çıkmanız demektir. Allah'tan korkun. Allah size gerekli olanı öğretiyor. Allah her şeyi bilmektedir.
وَإِن كُنتُمْ عَلَى سَفَرٍ وَلَمْ تَجِدُواْ كَاتِبًا فَرِهَانٌ مَّقْبُوضَةٌ فَإِنْ أَمِنَ بَعْضُكُم بَعْضًا فَلْيُؤَدِّ الَّذِي اؤْتُمِنَ أَمَانَتَهُ وَلْيَتَّقِ اللّهَ رَبَّهُ وَلاَ تَكْتُمُواْ الشَّهَادَةَ وَمَن يَكْتُمْهَا فَإِنَّهُ آثِمٌ قَلْبُهُ وَاللّهُ بِمَا تَعْمَلُونَ عَلِيمٌ
Diyanet Vakfi = Yolculukta olur da, yazacak kimse bulamazsanız (borca karşılık) alınmış bir rehin de yeterlidir. Birbirinize bir emanet bırakırsanız, emanet bırakılan kimse emaneti sahibine versin ve (bu hususta) Rabbi olan Allah'tan korksun. Şahitliği, bildiklerinizi gizlemeyin. Kim onu gizlerse, bilsin ki onun kalbi günahkârdır. Allah yapmakta olduklarınızı bilir.
لِّلَّهِ ما فِي السَّمَاواتِ وَمَا فِي الأَرْضِ وَإِن تُبْدُواْ مَا فِي أَنفُسِكُمْ أَوْ تُخْفُوهُ يُحَاسِبْكُم بِهِ اللّهُ فَيَغْفِرُ لِمَن يَشَاء وَيُعَذِّبُ مَن يَشَاء وَاللّهُ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ
Diyanet Vakfi = Göklerde ve yerdekilerin hepsi Allah'ındır. İçinizdekileri açığa vursanız da gizleseniz de Allah ondan dolayı sizi hesaba çekecektir, sonra dilediğini affeder, dilediğine de azap eder. Allah her şeye kadirdir.
آمَنَ الرَّسُولُ بِمَا أُنزِلَ إِلَيْهِ مِن رَّبِّهِ وَالْمُؤْمِنُونَ كُلٌّ آمَنَ بِاللّهِ وَمَلآئِكَتِهِ وَكُتُبِهِ وَرُسُلِهِ لاَ نُفَرِّقُ بَيْنَ أَحَدٍ مِّن رُّسُلِهِ وَقَالُواْ سَمِعْنَا وَأَطَعْنَا غُفْرَانَكَ رَبَّنَا وَإِلَيْكَ الْمَصِيرُ
Diyanet Vakfi = Peygamber, Rabbi tarafından kendisine indirilene iman etti, müminler de (iman ettiler). Her biri Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine iman ettiler. «Allah'ın peygamberlerinden hiçbiri arasında ayırım yapmayız. İşittik, itaat ettik. Ey Rabbimiz, affına sığındık! Dönüş sanadır» dediler.
لاَ يُكَلِّفُ اللّهُ نَفْسًا إِلاَّ وُسْعَهَا لَهَا مَا كَسَبَتْ وَعَلَيْهَا مَا اكْتَسَبَتْ رَبَّنَا لاَ تُؤَاخِذْنَا إِن نَّسِينَا أَوْ أَخْطَأْنَا رَبَّنَا وَلاَ تَحْمِلْ عَلَيْنَا إِصْرًا كَمَا حَمَلْتَهُ عَلَى الَّذِينَ مِن قَبْلِنَا رَبَّنَا وَلاَ تُحَمِّلْنَا مَا لاَ طَاقَةَ لَنَا بِهِ وَاعْفُ عَنَّا وَاغْفِرْ لَنَا وَارْحَمْنَآ أَنتَ مَوْلاَنَا فَانصُرْنَا عَلَى الْقَوْمِ الْكَافِرِينَ
Diyanet Vakfi = Allah her şahsı, ancak gücünün yettiği ölçüde mükellef kılar. Herkesin kazandığı (hayır) kendine, yapacağı (şer) de kendinedir. Rabbimiz! Unutursak veya hataya düşersek bizi sorumlu tutma. Ey Rabbimiz! Bizden öncekilere yüklediğin gibi bize de ağır bir yük yükleme. Ey Rabbimiz! Bize gücümüzün yetmediği işler de yükleme! Bizi affet! Bizi bağışla! Bize acı! Sen bizim mevlâmızsın. Kâfirler topluluğuna karşı bize yardım et!
2-BAKARA:
"
" Bulunduğu altı sûrenin hepsinde birer âyettir. "
" da bir âyettir.
Fakat
"" bir âyet sayılmıyor. " " da bulunduğu beş sûrenin hiç
birinde âyet değildir. ""
iki sûrede de birer âyettir. "" âyet değildir. Fakat ""
birer âyet, "" de hepsinde birer âyet, "" iki âyet, "
" bir âyettir. "" birer âyet değildirler. Ve bu saydıklarımız
Kûfeli âlimlerin rivayetidir. Basralı âlimler yirmi dokuz sûrede bulunan bu
mukattaattan (Kur'ân-ı Kerim'de sûre başlarında bulunup isimleri ile okunan
harfler) hiç birini bir âyet olarak saymamışlardır. Âyet meselesi kıyasî (genel
kaideye tabi olan) değil, tevkifî (vahye tabi) bir ilim olduğundan, bu görüş
ayrılığı kırâet şekilleri gibidir. Ve bu şekilde el-Bakara sûresinin ihtilaf
edilen âyetlerinden birincisi " " dir.
Yazılışta
bir kelime gibi yazıldığı halde okunuşta birer birer söyleme şekli ile elif
lâm mîm diye üç kelime olarak okunuyor. Bu üç kelime mânâlı birer isimdirler.
Delalet ettikleri mânâları da müsemmaları (adlanmış) olan basit harflerdir.
Bu harfler, kelimelerin maddesi olan ve hurûf-i mucem (noktalı harfler), hurûf-i
mebâmî (sözün esasını teşkil eden harfler) ve hecâ harfleri diye adlandırılan
tek seslerdir ki " " gibi nakışlar bunların hat (yazı) denilen alâmetleridir.
O isimler, aslında bu seslerin olduğu halde, bu nakışlara da denilir. Her
isim, başındaki ilk sesin veya nakşın adı, her nakış da bizzat o seslerin
bir çeşit resmidir. Arapça'da gerçek mahrec (harfin çıkış yerin)e dayalı esas
olarak yirmi sekiz harf ve bunların yirmi sekiz de ismi ve basit nakşı vardır.
Bunlardan başka bir de mukadder mahrece dayalı olup bizzat okunamayan tebaî
(diğer harflere uyan) bir harf daha vardır ki buna da Lâm elif denilir. Ve
çoğunlukla elif ismi buna verildiğinden diğerine hemze denilir. Lâm elif uymakla
okunan bir med (uzatma) harfidir. Kendinden önceki harfin üç harekesine uymasından
dolayı üç durumu bulunduğundan med harfleri "vav, ya, elif" müstear
(eğreti) isimleri ile üç olarak gösterilir. Bundan dolayı esas ve tabi olmakla
harflerin adlandırılanları, gerçekten yirmi dokuz ve hükmen otuz bir olarak
itibar edilir. Yirmi dokuzuncusu ancak terkipte okunabildiğinden "lâm
elif" ile gösterilir ki otuz bir sayısını da gösterir.
Harflerin
bu tek başına olma ve basitlik durumları, elif, bâ tâ... diye bir bir sayılarak
anlatılır ve diye kesik kesik olarak yazılır. Bunun
ismi elifba'dır. Aksine kelimelerde olduğu gibi terkip durumları anlatılacağı
zaman da "" şeklinde yazılır ve kendi basit sesleri ile okunur.
Halbuki
ebced gibi yazıldığı halde elifba gibi okunur.Demek ki ikisinin de değerini
birleştirerek hece harflerinin daha mükemmel bir adı gibidir. Okunuşuna göre
mânâsı apaçıktır. Fakat yazılışına göre "ebced" gibi mânâsız ve
anlamsız bir kelime görünür. Gerçi yazılış, elifba gibi okunmayıp, ebced gibi
okunsa idi v.s.. muhtemel şekilleri ile anlamlı bir kelime meydana getirecekti.
Fakat böyle yazıldığı halde elifba gibi okunması, bundan bir anlam çıkarmayı
zorlaştırmaktadır. Bu iki değerin böyle birleşmesinden bir bakışta anlaşılır
ki, burada biri görünen, biri gizli iki anlam düşünülmüştür. Acaba asıl istenen
hangisidir? İşte büyük tefsirciler bu iki görüş açısından hareket ederek bir
kısmı sûrelerin başında bulunan ve kesik kesik okunan harflerin kasdedilen
mânâsının belli olabileceğini, bir kısmı da olamıyacağını söylemişlerdir.
Mânâsının
belli olduğu veya belli olmasının mümkün olduğu görüşünde olanlar başlıca
iki grup teşkil ediyorlar.
1.
Bu isimlerin mânâları bellidir. Bunları konuşmanın başında birer birer söylemekten
maksat, bütün elifba harflerini elifba veya ebced itibarlarıyla seçmek ve
bunlardan oluşan kelimelere ve söze dikkat çekmektir ki bu seçme ve uyarmadan
sonra işte kitap demek dilin esas maddesini göstererek bir meydan okumayı
ilan etmek ve Kur'ân'ın i'cazına işaret etmek olduğunu açıklamışlardır. Ve
bu gruptaki âlimlerin çoğu, bu üç harfin toplamı bu sûreye veya Kur'ân'a bir
isim olmasını da tercih etmişlerdir.
2.
Kasdedilen mânâsının üç kelimede değil, müsemmalarında yani terkip itibarında
ve başka bir ifade ile yazı itibarında aranmak lazım geleceğini ve bunların
işaret ettikleri bir mânâ bulunduğunu ve Arap dilinde bunun benzerleri bulunabildiğini
söyleyenler vardır. Bu da başlıca iki esasta özetlenir:
Birincisi:
Kısa kesmek ve kısaltma yoludur ki şairin "O kadına dur dedim. O dedi
ki kaaf" mısraında olduğu gibi (vekaftü = durdum) kelimesinden kaaf harfiyle
yetinmesi; yazıdaki örneği de mesela "Ahmed" yerinde bir "
" (elif) yazılması bu türdendir. Ve bu şekilde elifba harflerinin her
biri başından, sonundan ve ortasından bir veya birkaç isme sembol olabilir.
Gerçekten biraraya getirildiği zaman "er-Rahmân" isminin meydana
geldiği görülüyor. Diğerlerinde halledilememekle beraber böyle Allah'ın isimlerine
veya diğer şeylere tahlilî (çözümsel) veya terkibî (bileşimli) semboller mümkün
bulunuyor.
İkincisi:
Ebcedin hesap yolu ve şifre usulüdür.
3.
Dış ve iç iki kıymetin ikisini de düşünmek lazımdır. Ve kasdedilen mânâyı
aramak için bu yolların, bu mânâların hepsini birleştirmek; akıl yolu ve doğal
ihtimalleri ile daha ileri gitmek gerekir. Bunda ise, müteşabih (birbirine
benzeyen) mânâlar olur. Maksadı belirlemek mümkün olamaz.
Sanki
el-ma'lûmü'l-mechûl (bilinmeyen bilinen) terkibi gibi bir anlam ifade eder.
Ve bu mânâ, hakikat ve Allah'ın isimlerine kadar gider. Ve bu tefsirin özeti
"Allah daha iyi bilendir." mânâsı ile biter ki, bu da bize insan
ilminin başında daima mahiyetine erilmez bir başlangıcın varlığını öğretir.
Gerçekten
hem dirayet açısından ve hem rivayet açısından bu görüş açılarının hiç birini
feda etmeye imkan yoktur. Çünkü sûrelerin başındaki mukattaa harflerin okunuşu
ve genel durumlarındaki ilişkiler, ilk görüş açısı hakkında pek büyük bir
karine teşkil etmektedir. Elifba gibi okunan, sûrelerin başındaki mukattaa
harfleri, ilk önce elifba harflerinin yirmi dokuz sayısına eşit olarak yirmi
dokuz sûrede bulunur. İkinci olarak yirmi sekiz ismin tam yarısı bulunan on
dört harf ismi seçilmiş ve o şekilde seçilmiş ki, bu yarım, bütün harflerin
sıfat itibariyle çeşitli taksimlerindeki kısım ve çeşitlerinden her birinin
yarısını ve en önemlilerinden bazılarını ihtiva ettiğinden; zikredilmeyen
diğer yarısı, tam ve eksiksiz olarak temsil edilerek harflerin hepsini esas
lehçesi ile, tecvidi ile göstermiş bulunuyor ki, Kâdî Beydâvî tefsirinde de
açıklanmış olan bu kullanımların etraflıca anlatılmasından vazgeçiyoruz.
Üçüncü
olarak; alınan bu harfler, tek ve birleşik olarak sûrelere öyle dağıtılmış
ki, bunda dilin Sarf ve Nahiv itibarı ile esas bölünüşlerine büyük bir ilgisi
vardır.
Kelimenin
üç kısmı, birliden beşliye kadar kelimelerin esas yapıları, mücerred (yalın)
ve mezide (artırılmış) bölünmesi, artırılmış kipinin yedi harfi geçemiyeceği,
dörtlü ve beşlide asıl ve mülhak (katma)a bölünmesi ve daha bazı tâli çeşitleri
bunlardan okunabilir. Arapların şiir ve belağatı pek yüksek bir derecede bulunmasına
rağmen dilin tecvid, iştikak (türeme), sarf (sentaks), nahiv ve diğerleri
gibi ilimleri henüz meydana gelmemiş ve okuyup yazanlarda bile dil ile ilgili
kuralların nazariyatıyla ilgili bilgiler yerleşmemiş bulunduğu bir zamanda
okumayazma bilmeyen bir peygamberin tebliği ile ilmî inceliklere ait sunulan
ve daha sonra dil kurallarının tesbiti esnasında büyük bir rehber olduğu da
kaydedilmeğe değer bulunan ve çeşitli şekilleri ile i'câzın sırrını içine
alan bu kadar güzel tasarrufların delalet ve iradeden uzak sanılması nasıl
kabul edilebilir? Aynı zamanda şu da inkâr edilemez ki, bu kadar yüksek bir
delalet ve iradenin dış görünüşünden başka hedefi yoktur demek de aynı karinelerle
uzlaştırılamadığı gibi, bunlardaki delalet yönlerinden bir çoğunu ihmal etmek
demektir. Bundan dolayı esas kasdedilen mânâ, açık ve gizli elifba ve ebced
görüş açılarının toplamındadır. Lafzî delaletinden, aklî delalete ve oradan
tabiî ve zevkî delalete geçerek varlık zamanlarının hepsini gözden geçirerek
ve hiç birinde durmayıp varlığın esasının yaratma sırrına, ilk başlangıç noktasına
kadar gitmek ve bu şekilde metafiziği (fizikötesini), gayb alemini bir anda
tetkik edip ilim içinde cahillik ve acizliği itiraf ettikten sonra tam iman
ile ilâhî irşadı beklemek; işte müteşabihler denilen sûrelerin başındaki mukattaat
harfleriyle hitabın faydası, din bilgisi çok geniş olan âlimlerin imtihanı
olan bu sonsuz mânâda meydana çıkıp görünüyor.
İnsanlığın
gerçeği, idrak ve anladığını tebliğ etmektedir ki biz buna mantık ve dil diyoruz.
İdrak bizzat mânâlarla, anladığını bildirmek de kelimeler ile, kelimeler ise
sesler ile meydana gelir. Demek ki sesler, kelimeler ve mânâlar dilin esaslarıdır.
Yazmak ise dilin dili demektir. Ve bu sebeple dil ve yazı insanlıkta ilmî
ve pratik ilerlemelerin esas dayanağıdır. Ve herkes bilir ki elifba harfleri
denilen tek ve basit seslere bütün dillerin maddesi, bunların hat şekilleri
de yazının hakiki, sağlam temelidir. Bunun için bir dilin elifbası ne kadar
sağlam ve düzenli, telaffuzu ve lehçesi ne kadar açık ve ince, çekim ve birleşme
kuralları ne kadar sağlam ve ilmî, delalet yönleri ve anlatımı ne kadar geniş,
derin ve tabiî, imlâsı da ne kadar sabit ve düzgün ise, o dil o ölçüde yüksek
ve o ölçüde olgundur. Bundan dolayı ta başlangıcında okuma ve yazmaya teşvik
emri ile inmeye başlayan yüce Kur'ân'ın, Fâtiha ile duyguları uyandırdıktan
sonra dilin maddesi olan elifba harflerinden başlaması ve başlarken İslâm
dinine gelinceye kadar İslâm'dan önceki dinlerin sonuncusu olan Hıristiyanlığın
üçlü ilah sapıklığını parçalarcasına gerçek bir Allah'tan ve itibarî bir olan
ikiyi, başka bir deyişle Allah'ın varlığından ruh ve cisim ikiliğini bir bakışta
fark ettiren yazılış şekli ile Allah ve kâinat ilgisini açıktan ilham etmesi
ve bundan başka Yahudiliğin ismi söylenmez diye tanıdığı en büyük mabudun
ism-i a'zamına da işaret etmiş olması ve daha söylerken kalbin en derin kısmından
dudağın ucuna kadar bütün harflerin tüm mahreçlerine uygun üç mahreçten özel
tertib ile çıkarak insana kendini tarttırıp tanıtacak olan "elif, lâm,
mim" harflerini düşündüre düşündüre okutması ve bu arada Ruvâkiye felsefecilerinin
elifba delili olarak ifade edilen Allah'ı isbatlama deliline de işaret etmiş
bulunması ve bu delalât (kılavuzluklar) ve imalardan sonra da insanın akıl
ve fikrini; dil sırrı içinde seslerden kelimelere, kelimelerden mânâlara,
mânâlardan eşyaya, eşyadan yaratma sırrına ve varlığın başlangıcına ve Allah'ın
ilmine kadar götürmesi, bu yüce kitabın başlangıçtan sonuca kadar insanlığa
yol göstermeyi üzerine aldığını büyük bir belağatle ifade etmektedir.
Ey
düşünür! sembolüne bak ve harflerin çıkış yerlerine riayet ederek elif lâm
mim diye oku, okurken kendini bir tart, ruhundan bedenine, içinden dışına,
göğsünden dudaklarına doğru yokken var olarak çıkıp gelen o sesleri de iyice
bir dinle, bu sırada bir elifba, ebced okurcasına bütün elifba harflerini
şekilleriyle hayalinden geçir ve düşün. Aslında hiçbir mânâsı olmayan bu tek
ve basit seslerden, sayılmayacak kadar mânâyı taşıyan kelimelerin ve bu kelimelerden
sözlerin ve bu sözlerden kâinatı anlatan yüce kitapların meydana gelme şekillerinde
nasıl bir kudret ve nasıl bir yaratılış sırrı gizli olduğunu düşün. O zaman
anlarsın ki kâinatta her mânâ, her feyiz (nimet), her ilerleme, her olgunluk,
her ümit bir sosyal düzene, hem de layık olduğu konumu ile bir sosyal düzene
borçludur. Kendi kendine hiçbir mânâsı, hiçbir kuvveti, hiçbir belirtisi olmayan
basit maddelerin tek tek parçaları, layık oldukları bir sosyal düzeni buldukları
zaman onlardan kimyalar, hikmetler, şekiller, hayatlar fışkırarak şu gözümüzün
önündeki görülen kâinat meydana geliyor.
Aynı
şekilde kendi kendine hiçbir mânâsı, hiçbir kuvveti görünmeyen insan fertleri
de, yerli yerinde mükemmel bir sosyal düzeni elde ettikleri zaman, onlardan
dünyaları büyüleyen sosyal kurullar, milletler ve devletler meydana gelir.
Taş ve ağaç kovuğundan çıkamayan o kişiler yer küresinin bir ucundan diğer
ucuna gidip gelmekle kalmayıp göklerde bile fetihler yaparak ve kâinata hak
ve adalet saçarak mutluluğa gark olurlar. İşte elifbanın o basit ve mânâsız
harflerine, o sonsuz mânâları feyizlendiren düzen ve sosyal konum, sana kâinatın
yaratılış sırrını baştan mütalaa ettirecek bir hidayet anahtarıdır. Düşün
ve düşün bu basit şeyler nereden geldi ve bunlara o sosyal düzeni kim ve nasıl
verdi? Sen seslerden kelimeyi, kelimelerden mânâları, mânâlardan eşyayı okuyup
görebiliyorsan böyle yokluğun var, anlamsızın anlamlı olabilmesi, ayrı ve
dağınık şeylerin birleşip bir bütün meydana getirebilmeleri, bütün bunlar
üzerinde ezelden ebede kadar hakim ve her şeyi kuşatan bir kudret-i vahdaniyenin
delili ve tanığı olduğunda tereddüd edebilir misin? Hayır edemezsin ve etmek
için kendinde hiçbir hak göremezsin. O halde sen başka şeye bakmamalısın.
O cömertlik kaynağından kendin için de sağlam ve doğru bir sosyal düzen aramalısın.
İçin ve dışınla ona teslim olmalısın ki, istediğin hidayet ve mutluluğu bulasın.
Düşün yalnız o düzeni ve o düzenin olaylarının hareketini düşün ve bütün bunları,
herşeyi kuşatan o tek Allah'ın cömertlik kaynağına ermek için düşün. Fakat
sakın onun hakikatına (mahiyetine) ereceğim, onu ve onun ilim ve kudretini
kuşatacağım diye uğraşma. O noktaya geldiğin zaman acizlik ve bilgisizliğini
itiraf et. İtiraf
et de "" oku, "Allah daha iyi bilir." de. "Seni,
sana yakışır bir şekilde tanıyamadık." diye ona yalvar. O zaman sende
ne şüphe kalır, ne sıkıntı ne buhran (ruhî bunalım) kalır, ne kuşku.
Bu
açıklamalardan sonra anlaşılır ki bu konuda Abdullah b. Abbas Hazretlerinden
rivayet edilen haberler içinde " " Elif lâm mîm. Ben Allah'ım, bilirim."
demektir şeklindeki te'vil (yorum) veya tefsir, yalnız sembolik mânâ olarak
değil, aynı zamanda hitabın faydasının özeti olmak itibariyle de ne güzeldir.
Şu kadar ki bu mânâ başlangıcında değil, düşüncenin sonunda verilmelidir.
"Her
kitapta Allah'ın bir sırrı vardır. Kur'ân'daki sırrı da sûrelerin başıdır."
meâlinde Hazreti Ebu Bekir'den rivayet edilen ve "Her kitabın bir özeti
vardır. Bu kitabın özeti de hecâ harfleridir." diye Hazreti Ali'den rivayet
edilen ünlü açıklaması da meâl bakımından öbüründen başka değildir. Hatta
Hazreti Ali'den rivayet edilen " Allah'ın isimlerindendir." sözü
de bu cümlelerden ayrı bir mânâ değildir. Ve hepsini kapsadığı için sûrelerin
başındaki mukattaa harfleri müteşâbihattandır.
Müteşabihat
denildiği zaman mânâsız tam bir kapalılık iddia edildiğini zannetmek büyük
bir yanlış meydana getirir. Müteşâbihler mânâsız ve boş söz değil, mânâlarının
çokluğundan dolayı belirli bir maksat tayini mümkün görünmeyen ve daha doğrusu
ifade ettiği kapsamlı hakikatleri insan zihninin yüklenemeyeceğinden dolayı
kapalı görünen bir anlatıştır. Bu öyle bir beyandır ki, hakikat, mecaz, sarih,
kinaye, temsil, tahkik, zahir, hafî gibi beyanın bütün şekillerini içine alır.
Bunun için yukarda buna "el-ma'lûmü'l-mechûl = bilinmeyen bilinen"
tabirini arzetmiştik. Zaten sözde kapalılık, yerine göre en büyük belağat
şekillerinden birini meydana getirir. Her şahıs her mânâya muhatap olamıyacağı
gibi, Allah'ın bütün ilminin anlatma ve bildirmesine umumiyetle insanlığın
kudreti de dayanamaz. Peygamberlerin
ilimleri bile Allah'ın ilmine eşit olamaz. "Rabbim, ilmimi artır de."
(Tâhâ, 20/114). Bu gerçek de fasl-ı hitap (güzel konuşma) olarak ancak gibi
bir ifade ile anlatılabilir. En bilgili insanların bilmedikleri ve bilemeyecekleri
neler vardır? Bilginler
derler ki ilmin başı hayrettir. Bu itibarla da Kur'ân'ın başında irşad ve
hidayetin başlangıcında böyle hayret veren bir tebliğin yeterli bir büyüleyici
gücü vardır.
Kur'ân
âyetleri başlangıçta indikçe Hazreti Peygamber (s.a.v.) Efendimiz bunları
insanlara okur, tebliğ ederdi. Fakat buna karşı koymaktan aciz kalan kâfirler
"Sakın bu Kur'ân'ı dinlemeyiniz, okundukça onun hakkında gürültü ediniz.
Belki böylece ona galip gelirsiniz." (Fussilet , 41/26) derlerdi ki hala
etkili ve ciddi sözler karşısında böyle yapmak kâfirlerin huyudur. Razî ve
diğer tefsircilerin tefsirlerinde İbnü Revme ve Kutrub'dan rivayet olunduğuna
göre sûrelerin başında bulunan mukattaa harfleri indikten sonra okunduğu zaman
dikkat ve şaşkınlıklarını celbettiğinden o kâfirler de dinlemeye meyletmekten
kurtulamamışlar ve gürültüden vazgeçerek Kur'ân'dan faydalanmışlardır ki,
bu kıssanın, bunların özellikle bir nüzul sebebi olarak kaydedilmesi gerekir.
Başta
hayreti celbetmek önemli fayda sağlayacağı için Fâtiha'nın başında bulunması
gerekmez miydi? diye bir soru akla gelir. Fakat şunu bilmek gerekir ki, ilk
anlayış, hayretten önce gelir. Ve Kur'ân'ın gayesi de ilk önce ve bizzat ilim
ve hidayete yöneliktir. Fâtiha " " ile başlasaydı bu iki önemli
gaye elden kaçırılırdı. Ve hatta Fâtiha'daki açıklığı ile tevhid başlangıcı
üzerinde anlaşma ve sözleşme yapılmadan önce bu şekil, faydalı olmaktan çok
zararlı olurdu.
Bu
nakledilenlerle beraber sûre başlarındaki bu mukattaa harflerinin bulundukları
sûreye de bir isim gibi delalet etmelerine hiçbir engelin düşünülmemesi gerekir.
Nitekim " "ın muhkem mânâsı sûrenin de ismi olmasına engel olmamıştır.
İ'RAB:
"Elif lâm mîm" isimleri, önce dış görünüşleri ile harfleri birer
birer söyleme yerinde bulunduklarından i'râbları yoktur. Çünkü birer birer
sayılan kelimeler, başlangıç cümlesi gibi i'râbsızdır. Bununla beraber aralarında
mübteda haber olmaları düşünüldüğü gibi, tamamı bir isim veya isim yerinde
düşünülerek, "bu elif lâm mîmdir" meâlinde, hazfedilmiş bir mübtedanın
haberi veya oku, dinle, belle, yahut yemin ederim gibi hazfedilen bir fiilin
sarih veya gayr-i sarih mef'ûli bih olmak ve nihayet tamamı mübteda ve cümlesi
haber yapılması da düşünülebilir. Bu arada nasb i'râbı bu harflere dikkati
çekmek açısından daha beliğdir. Ve bunda yemin mânâsını göz önünde bulundurmak
daha kuvvetlidir. Şu kadar ki bunu hepsinde genelleştirme taraftarı değiliz.
Bu açıklamadan sonra özellikle şu hususa dikkat çekmek isteriz:
"Elif
lâm mîm" isimlerinin müsemmaları olan hecâ harflerinin seslerine delalet
ettiğinden, lügat açısından şüphe edilecek bir taraf yoktur. Fakat bu sesler,
mutlak sesler midir? Yoksa bir ahdi ve bir özelliği içeren belirli sesler
midir? Bunu düşünmek gerekir. Bu nazmın güzelliği, başlangıçta bir gariplikle
tecelli ederken, bu seslerde bir yemin, bir özellik hissetmemek de mümkün
olmuyor. İlk önce elif lâm, harf-i tarif mânâsını anlatmaktan hâlî kalmaz.
İkinci
olarak mim de Arap dilinin bazı lehçesinde lâm yerine belirtme edatıdır. "Yolculukta
oruç tutmak sevap mıdır?" sorusuna karşı "Yolculukta oruç tutmak
sevap değildir." hadisinin demek olduğu bellidir. Bundan dolayı bu seslerin
genel olarak hecâ harfleri sesleri değil, güzel bir gariplik içinde, özel
bir şekilde bilinen ve belli olan birtakım sesler olması hemen akla gelir.
Ve
bunları belirlemenin karinesi de vardır. " "den tâ nidasına kadar
bu sûrenin başındaki hitabın ilk önce ve bizzat Resulullah'a yönelik olması
ve bir de vahyin inme şekli ile ilgili hadisler göz önünde bulundurulunca
diyebileceğiz ki, bu sesler Kur'ân inerken Hazreti Muhammed'in kulağında bir
özellik ile çınlayan, şekillerini ve mânâlarını Hazreti Muhammed'in kalbinde
yerleştiren ve tesbit eden vahiy sesleridir. Harfler ve kelimelerin alışılmış
olan ortaya çıkma şekillerinden büsbütün başka bir olağanüstü özellik ile
tecelli eden o ilâhî sesler, yalnız Resulullah'ın duyması ve hissetmesi olduğundan,
hissedilenin durumları ve ayrıntıları da ancak onun tarafından bilinir. "
" Kur'ân nazmını Hazreti Muhammed'in kalbine indiren o olağanüstü seslerin,
yalnız Peygamber tarafından belli olan ayırıcı vasıflarını bildiren cins isimleri
demek olur. Ve bundan dolayı Kur'ân'ın veya sûrenin bir ismi olması rivayeti,
bu görüş açısından çok faydalı ve uygundur. O halde mânâyı dinleyelim:
2-"
"Allah daha iyi bilir ey Muhammed! "Elif lâm mîm" denilince
senin derhal anlıyacağın o olağanüstü sesler, zaman zaman çan sesi gibi o
"lâm" "mîm" ğunneleri ile kulaklarında çınlayan vahiy
sesleri, belirmeleri insanlar arasında ancak sende görünmeye başlayan ve fakat
diğer insanlarca da elifba ve ebced gibi cinsleri ile düşünülebilen o harfler
ve kelimeler ve onların mânâları, özetle o isim veya isimler yok mu? "
" işte o sesler ve o seslere verilen güzel düzen ile sana ve senin kalbine
Allah tarafından indirilmekte olan o " " o mucizeli nazım ve mânâ
yani o Kur'ân'dır ancak tam kitap, yegâne kitap denilmesine layık olan o hak
ve hükümlerin kesin delili, yahut "Doğrusu Biz sana, sorumluluğu ağır
bir söz vahyedeceğiz." (Müzzemmil, 73/5) âyeti ile vaad edilen o ağır
ve büyük Allah kelâmı ki, ondan sonra "el-Kitâb" denilince Allah'ın
yalnız bu kitabı anlaşılacak ve bunun yanında diğerlerine kitap denilmesi
caiz olmayacaktır. Bunun içindir ki müslümanlar arasında kitap denilince ancak
Kur'ân anlaşılır. Hatta Peygamberin hadislerine bile kitap denilmez de sünnet
denilir. Şu halde burada kitabın tanıtılması şu olur: Peygamberimiz Muhammed
Mustafa (s.a.v.) Efendimize indirilmiş olup her bir sûresi i'câz ifade eden
ve ondan bize tevatür yoluyla nakledilmiş ve o şekilde mushaflarda yazılı
bulunan beliğ (düzgün ve sanatlı) nazım ki hem tamamına, hem bir kısmına denilir.
Yani bütünü ve hepsi arasında ortaktır. Şeriata göre bu şekilde tarif edilmiş
olan kitap, asıl lügatte ve (ketb ve kitâbet) gibi bir ekleme ve toplama mânâsını
kapsamış olarak, harfleri birbirine eklemek yani yazmak mânâsına masdar iken
örfte mektup (yazılmış) mânâsına isim olmuştur. Kitabet (yazmak) ve kitap
aslında yazıya ait nazımdadır. Bununla
beraber ibare dediğimiz lafza ait nazma da denilir. Birincisinde kitap, bir
yere yazılmış olan yazının tamamı; ikincide ise yazılan yazı ile anlatılan
ibare (metin) demektir. "Falan kitap benim kütüphanemde var." dediğimiz
zaman birincisini, "Falan kitap ezberimdedir." dediğimiz zaman da
ikinciyi söylemiş oluruz. Şüphe yok ki bunların hepsinin altında mânâya delalet
önemlidir. Ve her kitaptan kasd edilen o mânânın anlaşılmasıdır. Fakat sadece
mânâya -kelâm (söz) denilebilirse de- kitap denilmesi herkesçe bilinmiyor.
Kitabın
mahiyeti, o mânâya delalet eden nazım ve nihayet nazım ve mânânın toplamıdır.
Bundan dolayı bu indirilmiş kelâma kırâet açısından Kur'ân, tasarıda veya
gerçekte yazılması açısından kitap denildiği zaman, nazm ve mânâ beraber kasdedilmek
ve daha doğrusu mânâya delalet eden sözlü veya hatla ilgili nazmı tasarlamak
zorunlu bulunduğundan, yalnız mânâya Kur'ân veya kitap denilemeyeceği kolaylıkla
anlaşılır. Çünkü
mânâ ne okunur, ne yazılır. Okunan
sözlü nazm, yazılan da hatla ilgili nazmdır. Sırf mefhum olan mânâ ile zihinde
kasdolunan lafızların şekillerini, kelam-ı nefsîyi (içte bulunan sözü) birbirinden
ayıramayanlar, kitabı sadece mânâdan ibaret imiş gibi sanabilirler. Fakat
mesele ilim ve fen ve özellikle psikoloji gözüyle etraflıca incelendiği zaman
mükemmel, güzel, sağlam denilebilen fikir ve mânâların, lafız şekilleri ile
öyle derin bir kenetlenmesi ve bağlanması görülür ki, dil dediğimiz o lafzî
şekilleri alıverecek olursanız fikirde, mânâda hiçbir sağlamlık ve mükemmellik
bulamazsınız. O yüksek mânâ ve fikirlerden bir iz göremezsiniz. Yani nazm,
yalnız başkasına değil, düşünürün kendi kendisine bile mânâyı anlatma ve birbirinden
ayırmada önemli bir vasıtadır. Zaten böyle olmasa idi dil ve yazının düşünce
ile ilgili manevi ilerlemelerde büyük bir önemi kalmazdı. Bunun için lafza
ve hatta (yazıya) ait nazm, ikisi birden kaldırılmak suretiyle yalnız mânâdan
ibaret bir kitap, bir Kur'ân tasarlamak mümkün değildir. Yine bunun içindir
ki yüce Allah, meleklere karşı dem'e verdiği ayrıcalığı, sade mânâları öğretmek
ile değil, belki isimleri öğretmek ile vermiştir. Peygamberimize indirilmiş
olan da Kur'ân'ın yalnız mânâsı değil, hem nazmı (lafzı) ve hem mânâsıdır.
Bunda
şüphe etmemeli ve asla kötü zanna düşmemelidir. Çünkü bu dir. Aslında her
türlü şüpheden uzak ve her töhmetten uzak kılınmıştır. Kitaplar içinde hak
"kendisinde şüphe olmayan" Allah'ın kitabı olduğu bunun kadar kesinlik
ve şüphesizlik ile bilinen ve doğru yolu bunun kadar gösteren hiçbir kitap
yoktur. Bunun ne vahyinin niteliği ve inmesinde bir şüphe, ne de tebliğinde
bir töhmet vardır. Ey
yüce Peygamber! Hira mağarasından beri Rûh-i emîn Cebrailin getirmekte olduğu
o vahiy seslerini sen tam müşahede ile dinleyip biliyorsun, senin doğruluğun
ve güvenilirliğin de denenmiş ve herkesçe bilinir. Sonra bu kitabın i'câzına
da söz yoktur. Zaten kesin ilmin kaynağı da önce tam müşahede (gözlem) ve
yeterli tecrübe; ikinci olarak bizzat bu görme ve tecrübeye imkan bulunmayan
yerlerde doğru haber ve tarihin şahitliği; üçüncü olarak aklın güzel bir delile
dayanarak netice çıkarması değil midir? Bundan dolayı Hakk'ın indirdiği, hakkın
şiarı, doğru haber veren, maksadı yalnız iyilik ve insanlığın mutluluğu olan
bu kitapta şüpheye izin verecek ne bir cehalet ve gaflet, ne de bir kötü niyet
ve bozuk maksadın tasavvuruna imkan yoktur.
Gözlem
ve tecrübeye eremeyenler için de sonsuza kadar delalet, i'câz ile hüsn-i istidlâl
(bir delile dayanarak güzel netice çıkarma) yolu açıktır. Allah Teâlâ bu kitap
ile bunu da üzerine almıştır. Bunun kemalinde, doğruluğunda ahlâkî oluşunda,
Allah'a ait olmasında şüpheye düşecek olanlar iki sınıftan biri olurlar. Bunlar
ya bilmemekle beraber bilmediğini de bilmemeğe boyanmış, özel gayelerinden
başka hiçbir şeye değer verme duygusu kalmamış olan kalpleri mühürlenmiş inatçı
kâfirlerdir. Veya tam cahilliğe inanmış, her hususta şek ve şüphe ruhlarını
kaplamış, hakkı anlamaya, ilim ve sağlam bilgiye, güzel ahlâka erdirecek basiret
nurları sönmüş, münafıklığı, kötü zannı şiar edinmiş şüphecilerdir. Artık
bunların şüpheleri, kuşkuları da tamamen anlamsız, hükümsüz ve haksızdır.
Bu kâfirlerin, münafıkların durumlarını da yakında görürsünüz.
Rayb
(şüphe), aslında nefse bir ızdırap, bir kuşku vermek mânâsına masdar iken,
lügat örfünde bu ızdıraba başlıca bir sebep olan şek ve şüphe mânâsında kullanılması
üstün gelmiştir. Yani rayb, şüpheye yakın ve fazla olarak kötü zan gibi bir
töhmet mânâsını da kapsar. Fakat asıl mânâsı şüphe ve kuşku, yani kuşkulu
şüphedir. Yalnız "şüphe" kelimesini de bu mânâda kullanırız. Burada
rayb bütün cinsi ile olumsuz kılındığından ilmî şüphe ve ahlâkî şüphe diye
birbirinden ayrılabilecek olan şüphe ve suçlama durumlarının ikisi de kaldırılmış
ve iki yönden kesin olarak isbatlamakla kitabın mükemmelliği açıklanmıştır.
"zâlike"nin ikinci haberi olabilirse de başlı başına bir cümle olması
daha seçkin ve mukadder (sözün gelişinden anlaşılan) bir soruyu düşünmekle
bir başlangıç cümlesi olması ise daha beliğdir. Tek bir kişinin bütün insanlık
âlemi ile ve özellikle bozuk niyetlerle dolu, çok zalim ve cahil olan bir
insanlık âlemi ile mücadelesi demek olan peygamberlik vazifesi açısından yüce
Peygamber: "Ey Rabbim! Şüphe ve şirk içinde yüzen şu insan yığını benim
karşıma çıkıp da: 'Bu kitabın Allah'ın gerçek sözü olduğu ve sana Allah tarafından
vahiy yoluyla indirildiği ne malum? Bu senin sözün, şairler, yazarlar, müellifler
gibi sen de bunu kendin tasarlıyorsun ve fazladan olarak bir de Allah'a isnad
ve iftira ediyorsun' diye iftira yapmaya kalkışacak olurlarsa ben ne yaparım?"
diyebilirdi. İşte yüce Allah böyle bir soruya meydan bırakmamak için: "Bu
konuda hiçbir şekilde şüphelenmeye yer yoktur." diye açık olarak mutlak
güvence bağışlamıştır ki bunda Resulullah'ın ruhunun, vahyi gerek kabul etmede
ve gerek tebliğ etmede sözünde duran emin bir kişi olduğunu kaydetmek ve ilan
etmek vardır. Ve bu şekilde kitabın kendisinde hiçbir şüphe olmadığını kaydetmek,
kitabı tebliğ eden Muhammed el-Emin'in kendisinde de hiçbir şüphe bulunmadığının
tescilidir.
Yakında
"Kulumuz Muhammed'e indirdiğimizden şüphe ediyorsanız." (Bakara,
2/23) âyeti ve daha ileride "Allah'a yalan uyduran veya kendisine hiçbir
şey vahyolunmadığı halde; 'Bana vahyolundu.' diyen ve 'Allah'ın indirdiği
gibi bir kitap da ben indireceğim.' diye iddia edenden daha zâlim kim olabilir?"
(En'âm, 6/93) gibi âyetler ile Kur'ân bu noktaları tafsilatıyle savunacak
ve isbat edecektir.
Bu
başlangıca Kelâm ve Felsefe ilmi açısından baktığımız zaman her şeyden önce
şüphe ve yakîn meselesine yani ilim ve marifet (bilgi) teorisinin mahiyetine
işaret edilmiş ve bu konudaki bütün felsefî tartışmaları apaçık bir vahiy
ile ortadan kaldırmış bulunduğunu görürüz ki, akaid (inançla ilgili) kitaplarımızın
en başında "Eşyanın hakikatları sabit ve bunları bilmek gerçekleşmiştir."
ilk inancının konulması ve sofestâiye denilen şüpheci ve inatçıların reddedilmesi
ve ilim sebeplerinin gerçekleşmesi ile söze başlanması da bundan doğmuştur.
Ve yeni felsefelerde her şeyden önce bu noktaya önem verildiği ehlince bilinmektedir.
Böyle olmakla beraber ilimlerin ve fenlerin ilerlemesine rağmen, kâinatta
gerek teorik ve gerek ahlâkî şüpheciliğin zaman zaman genişlemekte olduğu
da inkâr olunamaz. Bundan dolayı, insanlığın en büyük kalb ve ahlâk hastalığı,
şüphe ve şek meselesinde olduğunu ve insanlığın mutluluğu için bunun her şeyden
önce ortadan kaldırılmasının gerekli bulunduğunu yüce Kur'ân bu şekilde işaret
ettikten sonra insanları, iman, ilim ve kesin bilgi ile yaşatacak olan hak
ve doğru yolu yavaş yavaş açıklayıp anlatacak ve anlatırken gayb (gizli olan)
ve şehadet (görünen) yani akla uygun olan fizikötesi ile duyumsanan tabiat
arasında kesin olan gerçeklere ve hepsinden önce Tevhid-i Hakk'a dikkatleri
çekecek ve bütün bunlarda ahlâkî değer ve amelî gücü temel fikir olarak takip
ettirecektir. Bu bilimsel noktalar ile Bakara sûresinin başı, Fâtiha'dan sonra
bütün Kur'ân'ın bir genel önsözü demek olduğundan, sûrelerin tertibi (düzeni)
ne kadar tabiî ve ne kadar ilmî ve derin sebepleri kapsadığı ortaya çıkacağı
gibi, Hazreti Peygamber'in beşerî çevresi ile bu ilmî gerçekler incelendiği
ve mukayese edildiği zaman da Kur'ân'ın yalnız Allah'ın vahyi olduğunda zerre
kadar şüpheye yer olmadığı ister istemez kabul edilir.
Kendisinde
şüphe olmayan bu Kitap Müttakîlere hidayetin ta kendisidir. Sapıklıktan çıkıp
hakkın korumasına girmek yeteneğine sahip olanlara hakkın hükümlerini bildirecek
bir delil, doğru yolu gösterecek apaçık bir belgedir. Diğer bir ifade ile
bu kitapta pek büyük bir hidayet-i rabbaniye vardır.
Fakat
müttakî (günahlardan sakınan)ler için. Çünkü bundan faydalanarak istenen gayeye
erecek olanlar; şek ve şüpheden, şüpheli yollardan sakınarak kendilerini koruma,
akibetlerini kazanma kabiliyetine sahipbulunan müttakilerdir. Gerçi bu kitap
esas itibariyle "İnsanlar için hidayettir." Genellikle insanları
irşad ve doğru yolu göstermek için inmiştir. İyilik ve yumuşaklıkla yol göstermek
demek olan bu hidayetin, bu çağrı ve rehberliğin esas itibariyle şuna buna
tahsis edilmesi yoktur. Fakat hidayetten istenen şey ihtida yani maksada kavuşma
gayesi, şimdiki halde veya gelecekte, sakınma sıfatına sahip olanlara nasip
olacak, fıtrî kabiliyetlerini kaybetmiş olanlar bundan faydalanmayacak ve
belki zarara uğramış olacaklardır. "Biz Kur'ân'ı, iman edenler için bir
şifa ve rahmet kaynağı olarak indiriyoruz. Kur'ân, zâlimlerin ise ancak zararını
artırır." (İsrâ, 17/82). Hüda, hem lâzim (geçişsiz), hem de müteaddî
(geçişli) olur. Fâtiha'da açıklandığı üzere hidayet, yol göstermek ve istenen
şeye ulaştırmak gibi iki mânâda ortaktır veya kullanılmaktadır ki, birine
"gayeye ulaştırmayan hidayet", diğerine "ulaştıran hidayet"
denilir. Yüce Allah'a göre biri ulaştıran yolu göstermek ve irşad etmek, diğeri
hidayeti yaratmak ve insanları başarılı kılmak demektir. Kur'ân'da
ikisi de geçmiştir. Bundan dolayı sonuç olarak 'de doğru yola ulaştıran hidayet
yani tevfik (başarı), 'da yalnız doğru yolu göstermek ve irşad mânâları açıkça
görünür ise de, araştırma yapıldığında Kur'ân'a nisbet edilen hidayetin irşadla
ilgili hidayet olacağı meydana çıkar. Çünkü başarı ve insanları doğru yola
iletmeyi yaratmak, kelam sıfatı ile değil, fiil sıfatı ile ilgilidir. Ve burada
denilmesinin önemli bir nüktesi vardır. Bundan anlaşılıyor ki, bu kitap ile
gerçekleşen Allah'ın irşadının etkili olması ve başarıya yaklaştırması için
muhatap olan insanların ihtiyarî fiilleri adeta şart kılınmıştır. Kur'ân,
herkese genel bir şekilde doğru yolu göstermek için inmiş olmakla beraber,
herkes bunu kabul etmede ve istiyerek seçmede eşit olmayacak, bir takımları
buna iradesini harcamıyacaktır. Çünkü insanlığın fıtratının (yaratılışının)
aslında genel olan hitap kabiliyeti birtakım insanlarda kötü alışkanlıklarla
tamamen ortadan kalkmış bulunacağından, Kur'ân'ın irşadları tam belağatı ve
kapsamlı gerçekleri ile beraber, o gibilerin kalblerinde tabii olarak sevinç
arzusunu uyandırmayacak ve belki ters etki yapacaktır. Bunun için hitabın
esas faydası, hüsn-i ihtiyar(doğru tercih) yeteneğine sahip olan kabiliyet
sahiplerine ait olacaktır ki, bunlar da takvası veya en azından sakınma yeteneği
bulunan müttakiler (takva sahipleri)dir. Bundan dolayı Kur'ân'ın inmesinin
hikmeti, başlangıçta insan iradesinin katılması şartı ile bütün insanlara
hidayet etmektir.
Fakat
şartın gerçekleşmesine göre bu hikmet, bu gaye, müttakilerin hidayeti olarak
gerçekleşecektir. Bununla beraber müttaki (takva sahibi olma) niteliği, kazanma
ile elde edilen bir nitelik olduğundan dolayı, geleceğe göre bütün insanları
içine alması mümkün olan bir niteliktir. Bu itibarla hidayetin, geçmişi bir
yana bırakarak yine umumun hidayeti olmasına engel olan bir tahsis değildir.
"Arab için hidayettir." veya "Acem (Arap olmayan)e hidayettir."
denilmiyor. Şu halde "Bu kitap bütün insanlık nevine hidayet için inmiştir.
Fakat bu hidayetten faydalanmanın ilk şartı Allah'tan gereği gibi korkmayı
seçmek, yani korunmayı istemektir. Bundan dolayı her şeyden önce korunmaya
istekli olunuz ki, kurtuluş bulasınız." meâlinde bir takva tavsiyesini
kapsamaktadır.
İttikâ,
vikâye (korunma)yi kabul etmek, başka bir ifade ile vikâyeye girmektir. Vikâye
ise aşırı korumacılık, yani acı ve zarar verecek şeylerden sakınıp kendini
iyice korumak demektir. O halde lügat açısından ittikâ veya onun ismi olan
takva, kuvvetli bir himayeye girerek korunmak, özetle kendini iyi sakınıp
korumak demek olur. Bunun gereği olarak korkmak, kaçınmak, sakınmak ve çekinmek
mânâlarına da kullanılır. Tevakkî (çekinme) deyiminde yorgunluğa katlanma,
ittikâda sadelik vardır. En kapsamlı ve en kuvvetli koruma ise ancak Allah'ın
korumasıdır. Çünkü insanın koruması, şimdiye ve geleceğe tamamen hakim olamadığı
gibi, şimdiki halde görünen acı zararların bile hepsine hakim olamaz. Bundan
dolayı iyi korunmak demek olan gerçek korunma, ancak Allah'ın korumasına girmekle
gerçekleşebilir. Gerçi rahmaniyete ve yaratılışın aslına göre herkesin Allah'ın
korumasından zorunlu ve tabiî ihsan edilmiş bir payı vardır. Ve o oranda herkes
korunmasız zorunlu bir korumaya sahip olur. Fakat rahimiyete ve ihtiyarî fiillere
göre insanın bu korumaya isteyerek ve idrak ederek girmesi, yani kendisinin
korunması da şart olmuştur. Demek ki Allah'ın korumasının her yönüyle tamamen
tecellisi (ortaya çıkması), insanın şimdiki zamandan daha çok, akibeti hedef
edinen Allah'tan gereğince korkma hissine bağlıdır. İşte bunun için şeriatta
mutlak sakınma veya takva, insanın kendisini Allah'ın koruması altına koyarak
ahirette zarar ve acı verecek şeylerden iyice koruması, diğer bir ifade ile
günahlardan sakınması ve iyiliklere sarılması diye tarif olunur ki, gerçek
korku ve sevgi ile ilgili olarak biri var olana, diğeri olmayana ait iki itibara
sahiptir: "Tahliye ve süsleme". Eûzü besmeleden, tevhid kelimesinden
( ) itibaren bu iki itibarı görürüz. Bundan dolayı şer'î takvanın, yalnız
olumsuz ve mücerred (soyut) perhizkârlıktan ibaret olduğunu zannetmek yanlıştır.
Bununla beraber ittikâ (sakınma) bunların yalnız birinde kullanıldığı çoktur.
Mesela Kur'ân'da korku, iman, tevbe, itaat, günah işlemeyi terketmek, ihlâs
(samimiyet) mânâlarından her birinde kullanıldığı yerler vardır.
Ve
inceleme yapıldığında Kur'ân'da ittikâ (sakınma) ve takva üç derece üzerine
zikrolunmuştur ki, birincisi; ebedî azabdan sakınmak için Allah'a şirk koşmaktan
kaçınmakla iman "Ve onları takva kelimesine bağladı." (Fetih, 48/26)
gibi. İkincisi; büyük günahları işlemekten ve küçük günahlarda ısrar etmekden
sakınmak ile farzları eda etmektir ki, şer'an (İslâm'da) bilinen takva budur.
"O ülkelerin halkı inanıp Allah'ın azabından korunsalardı." (A'râf,
7/96) gibi. Üçüncüsü; kalbinin sırrını Allah'tan meşgul edecek her şeyden
kaçınmak ve bütün varlığı ile Allah Teâlâ'ya yönelmek ve çekilmedir ki, bu
da "Ey iman edenler! Allah'tan, O'na yaraşır biçimde korkun." (Âl-i
İmrân, 3/102) emrindeki gerçek takvadır. Bu mertebe, o kadar geniş ve o kadar
derindir ki, bu mertebedeki insanların derecelerine göre farklı tabakalara
ayrılır. Ve peygamberlerin yüce himmetlerinin ulaştığı derecelere kadar çıkar.
Bu şekilde yüce Peygamberler hem peygamberlik ve hem velilik başkanlıklarını
birleştirmişler, onların cisimler âlemiyle ilişkileri, ruhlar âlemine yükselmelerine
engel olmamış ve halkın yararları ile uğraşmaları da hakkın işlerine dalmalarına
zerre kadar sed çekmemiştir. Bu da aslında kazançlarının meyvesi değil, Allah
Teâlâ'nın özel rahmetinin eseri olmuştur.
"İnanıp
iyi işler yapanlara bundan böyle (Allah'a karşı gelmekten) korundukları ve
inanıp iyi işler yaptıkları, sonra yasaklardan sakınıp (onların yasaklandığına)
inandıkları ve yine korunup iyilik ettikleri takdirde daha önce yediklerinden
ötürü bir günah yoktur." (Mâide, 5/93) âyet-i kerimesi takvanın bu üç
derecesini toplamıştır. "Allah adaleti, ihsanı.. emreder." (Nahl,
16/90) âyetinin de takvayı topladığı, bir hadis-i şerifte zikredilmiştir.
Bundan dolayı Kur'ân'ın hidayeti bu takva derecelerinden her birini kapsar.
" "in, hepsinden daha genel olan mutlak sakınma mânâsıy le tefsir
edilmesi gerekir. Fakat burada şu soru sorulur: Burada Kur'ân hidayetinin,
ittikâ (sakınma) ile şartlanmış olduğu anlaşılıyor. Halbuki ittikâ da, Kur'ân
hidayetinden çıkarılmış olan bir netice olacağına göre meselede bir devir
(Yani tarif edilecek bir şeyin, tarif için getirilenlerde zaten var olması
durumu) gerekmiyor mu? Cevabı: Hayır, ilk önce bu karine ile kesin olarak
anlarız ki burada başlangıçta takvadan maksat, takvanın başlangıcı, yani takva
yeteneğidir. Ve müttâkîler demek, inat ve iki yüzlülükten, tam şüpheden sakınabilecek
ve hakkı kesin ve kat'î olarak bilmeye aday olabilecek kusursuz, sağlam huy
ve sağlam akıl sahipleri demektir ki, tefsirciler bunu "takva derecesine
yükselenler" diye tefsir ederler. İkinci olarak hidayet, mertebenin artmasını
da kapsadığından takva, takva yeteneği ile önde bulunan mertebelerin sahiplerinden
daha geneldir ki, buna umumî mecaz adı verilir.
Üçüncü
olarak takva, en son maksat değil, kurtuluş ve mutluluk vesilesidir. Kur'ân
hidayetinden elde edilecek olan güzel sonuç, gazab ve sapıklıktan kurtulmuş
olarak Allah'ın nimetlerine ulaşıldığı için, takvadan daha geneldir. Bundan
dolayı Kur'ân hidayeti, ittikâyı kabul eden ve henüz sapıklıkta bulunanlardan
başlıyarak, takva mertebelerinin hepsinden geçmek suretiyle ebedî mutluluğa
kadar varacağından, mertebeleri tatbik etmekle takvayı şart koşmada devir
işareti asla düşünülemez.
Özetle
Kur'ân, hem başlangıç ve hem sonuç itibariyle hidayettir. Bunun için insan,
ne kadar yükselirse yükselsin,Kur'ân hidayetinden kendini asla ihtiyaçsız
sayamıyacaktır. Onun hidayeti, seçkinlerin ve halkın bütün derecelerini kapsar.
Gerçekten İslâm dini, bir taraftan dünya hayatının zaruri şartlarını öğretecek,
diğer taraftan bu geçici hayatın mutlak gaye olmadığını ve bunun da hedeflemesi
gereken ebedî gayeler bulunduğunu gösterecek ve onun da kazanma şartlarını
anlatacaktır. O yalnız ilkel insanların ruhî gıdası değildir, ilerlemiş medeniyetlerin
de sonsuza dek yükselmesi için olgunlaşmış teminatı olmak üzere inmiştir.
Gerçekten insanlık toplumunda tam mânâsıyla Allah'ın birliğine dayanan bir
hayat nizamı genel şekilde henüz kurulmuş değildir. Henüz bütün insanlık Allah'ın
korumasına girmemiş, sonuç ve ahiretine kesin olarak inanacak sakınma mertebesine
yükselememiş olduğundan âlemde sosyal buhran (kriz) devamlı bulunmuştur.
"
" Kur'ân'ın ezeli itibarını, " " görünen gerçeklerini, "
" ilmî ve ahlâkî özelliğini, " " inme hikmetini ve pratik gayesini
dile getirmiş ve sonra inen her âyet, kendinden önceki âyeti anlatmış ve açıklamış
ve bundan dolayı tam bir bağlılık sebebiyle atıf harfleri (bağlaçlar) gibi
sözlü bağlantılara bile ihtiyaç duymayan birbirine uygun olan dört cümleden
oluşan bir veciz (özlü) nazm olarak Fâtiha'daki "bize hidayet et"
duasının cevabı olmuştur. Dikkat olunursa bu nazımda öyle güzel bir inkişaf
vardır ki, önce hat (yazı) açısından üç basit harften, lafız olarak üç müfred
(tekil) isme yükseliyor. İkinci olarak, bunların her birine benzer gibi üç
veciz (özlü) cümle yayılıyor. Üçüncü olarak, bu yüce nazm, esas mânâsı olduğu
gibi sabit olmak üzere çeşitli irâb şekillerini ihtiva ederek her birinde
bir özel parıltı ile ortaya çıkıyor. Sonra bunları aynı şekilde üç âyet ve
üç kıssa takip edecek ve daha sonra da "Ey insanlar ibadet ediniz."
(Bakara, 2/21) genel hitabı ile sûrelerin maksatları yavaş yavaş inkişaf etmeye
devam edecektir. Bu açıklamanın gelişme şekli Kur'ân'daki uyuma bir misal
vermek için ne kadar dikkate değerdir.
3-
O müttakî (Allah'tan hakkıyle korkan)ler ki Hakk olan gayba inanırlar. Yahut
gıyâben (görmeden) de iman ederler. Diğer bir tabirle onlar, gözle değil,
kalp ile iman ederler, onlar bütün şüphelerden uzak oldukları gibi, iman etmek
için önlerine dikilmiş putlara, haçlara da bağlanmazlar, gözlerinin önünde
bulunan bugünkü ve şu andaki görülen ve hissedilen şeylere saplanıp kalmazlar,
his ötesini, kalbi ve kalp ile ilgili şeyleri tanırlar. İşlerin başı görülende
değil ruh, akıl, kalp gibi görülmeden görende, tutulmadan tutanda, zaman ve
mekana bağlı olmayarak maddeleri fırlatıp oynatan, fezaları doldurup boşaltandadır.
Onların sağduyuları, saf basiret ve ferasetleri, temiz akılları, açık anlayışları,
sıhhatli görüşleri, sözün kısası anlayış kabiliyetleri, kötülüklerden silkinebilecek
anlayışlı hisleri, yükseklere koşabilecek azimli vicdanları ve iyi seçimleri
vardır. Görünen ve hissedilen şeyleri yarar, kabuklarını soyarlar; içindeki
özüne, önündeki ve arkasındakinin sırrına nüfuz ederler; görenle görüleni
ayırtederler; hissedilenden düşünülene intikal edebilirler; varlık ve yokluk
içinde gaybden görünürlüğe, görünürlükten gaybe gelip, geçip giden ve hissedilen
hadiselerin satırları altındaki gayba ait mânâları sezerler.
Hakikatte
varlıklar, görülen ve görülmeyen, diğer bir tabirle "meşhût" ve
"gayr-i meşhût" olmak üzere ikiye ayrılır. Ve birçok bilgin hakikati,
görülmeyen ve hatta görülemiyen kısmında kabul ederler ve buna "mânâ
âlemi", "gerçek âlem", "akıl âlemi", "ruh âlemi"
veya "gayb âlemi" derler ve Felsefe'nin konusu olarak da bunu tanırlar.
Gerçekten şimdiki Batı felsefelerinde de şunu görüyoruz: Görülen veya dışta
müşahede edilen şeyler bize beş duyumuzla geliyor ve bunların her birinin
de bir âmili (sebebi) var: Işık, ses, koku, tat, ısı ve soğukluk. Biz, bizzat
bunları his ve müşahede ederiz ve bunlar vasıtasıyla da diğer şeyleri. Bilimler
ve özellikle müsbet ilimler (fen bilimleri) gösteriyor ki, bunların her biri
bir tecelliden, bir gösteriden, bize bir görünüşten, bir hadiseden ibarettir.
Mesela ışık dediğimiz parıltı bizim dışımızda mevcut değildir.
Çünkü
dışta ışık bilimin ortaya koyduğuna göre, bir titreşimden ibaretir. Görünmeyen,
madde atomlarının veya esirin titreşimleridir. Parıltı, ışık o titreşimin
bizim gözümüzle ilişkisi, temas etmesi sırasında vâki olan ani bir görüntüdür.
Bu meseleyi İmam Gazali "İhyâ"sında şöyle tesbit etmiştir: Güneşin
ışığı, halkın zannettiği gibi, güneşten çıkıp bize kadar gelen haricî bir
nesne değildir. Belki gözümüzün güneşle karşı karşıya gelme anında bizzat
ilâhiîkudret ile yaratılan bir hadisedir. Bu gerçek, keşf ehline görünmüştür.
Ses
de aynen böyle. Biz biliyoruz ki ses, hâriçte havanın özel bir dalgalanmasından
ibârettir. Kulağımızdaki gürültü mânâsına gelen ses, o dalgalanmanın kulağımıza
dokunduğu anda hâsıl olan (oluşan) bir tecellidir. Isı ve soğuk dediğimiz
şey de, esasında ışık gibi esire veya atoma ait bir titreşimdir. Bunun içindir
ki, ısı ışığa, ışık ısıya dönüşür. Aralarında
bir mertebe (derece) farkı vardır. Bunu elektrikten anlıyoruz. Kısacası koku
ve tat da esasında birer titreşim olup, bizim koku alma ve tadma duyularımıza
dokunmasında koku ve tad olarak ortaya çıkarlar. Demek görme ve dış görünüşte
vasıta olan bu beş âmil (etken)in hepsi gerçekte hareketle ilgilidir ve hepsi
hareketin bize özel birer görünümüdür. Biz bu hareketleri görmüyoruz. Acaba
kütlelerde gördüğümüz hareket nedir? O da görünmeyen gerçeğin bir tecellisi
değil midir? O halde bu vasıta (araç)larla gördüğümüz önümüzdeki âlem hep
birer hayalden, birer tecelliden başka birşey değildir. Bunların hedef ve
gayesi olan gerçek ise görülmez. Genel göçler, memleketlerin kuruluşu, haberleşmeler...
gibi tarihî olayların illet ve gayeleri de insanların tasavvurları, duyguları,
iradeleri... gibi görünmeyen sebeplerden başka nedir? Şu halde gerçek, görünmeyendir
ve görülmesi mümkün değildir. Görülebilen ise onun tecellîleri, hayali, gölgesi
ve yansımalarıdır...
Bu
ifade bize âlemi pek güzel açıklıyor. Bu açıklamaya göre bütün hakikat gaybdır.
Tabiat, görülen âlem bir hayaldir, hem de hareket tecellisinin bir hayalidir.
Hakikat, sonuç olarak akıl ile, basiret ile, kalp gözüyle görülebilir, dış
görünüşü ile değil. Bu noktada yürüyen ve Allah Teâlâ'nın ve meleklerinin
gözle görülmesinin mümkün olmadığını söyleyen âlimler ve İslâm feylesofları
da vardır. Fakat bizim Ehl-i Sünnet'in sahih telakki ettiği ve imanımıza göre
ilahî hakikat "mutlak gayb" değildir; O, gözle görülmeyen ve görülenin
(kaynağı) merciidir, her şeyi (kapsayan) ihata edendir. Bunun için O'na özel
ismiyle "gayb" denmez, Allah'ın güzel isimleri (esmâ-i hüsnâ) içinde
de bu isim (görülmemiş) vârid olmamıştır. O, ahirette, cihetlerden, mekandan
münezzeh olarak görülebilir. Fakat tam anlaşılamaz, anlaşılamayacağı için
tamamen görülmüş de olamaz, ona doyulmaz. Biz, ilahî vecih (yüz)de bir görünme
duygusu olduğunu söylüyoruz. Fakat gayb duygusunun daha fazla olduğuna da
inanırız. Bunun için O'na, özel isim vermemek kaydıyle "gayb" da
denilir. Allah'ın melekleri de bize gaybdır, yani görünmezler, ahireti de
öyle, fakat onların da görülmesi mümkündür. Mesela genellikle "kuvvet
görünemez" deriz. Halbuki görünen de kuvvetten ibarettir. Gelecek zaman
bugün görünmez, yarın görünür. Hâsılı bizce "gayb", görülemiyen
demek değil, görülmeyen demektir. Bugünün akla uygun olanı, yarının hissedileni
olabilir. Biz delilsiz olan gaybe değil, delili olan makûl (akla uygun) gaybe
iman ediyoruz. Her delil ise, delalet ettiği şeyin bir yanına haiz olduğu
(içerdiği) için delildir. Delilimiz, aklımız, nefsimiz, kalbimiz, âlem ve
Allah'ın kitabı. Şu halde gaybin hakikatine iman ederken, görünenin gerçeğini
inkar etmeyiz. Kalpleri olanlar görürler ki, tabiat denilen hissedilen olaylar,
kısa bir bakış halinin zahiri görünümüdür. Bunun arkasında karanlıklara karışmış
bir geçmiş silsilesi, önünde de henüz doğmamış bir gelecek silsilesi ve hepsinin
ötesinde bir kalp ve hepsinin üstünde bir "tek hakim" vardır. Ve
"dünya" adını alan şimdiki durum, görünenden gayb (görünmeyen)e
intikal etmiş bulunan o geçmiş ile gaybdan görünürlüğe doğacak olan o gelecek
zincirleri arasında yegâne göze batan bir zahiri halka, beşerin varlığı sanki
sonsuz iki deniz arasında ince bir berzah (kıstak), beşerin kalbi de onun
ağırlık merkezine tutunmuş bir gözetici, bir ucu bir denize, bir ucu da diğer
denize atılmış olan tabiat zinciri devamlı bir hareketle o kıstağın üzerinden
kır kır geçip akıyor, bir denizden çıkıyor, diğerine batıyor. Bütün ağırlığı,
kıstağın karanlığına basarken o gözetleyici her anında geçen bir olaylar halkası
görüyor. Yalnız ve yalnız onu müşahede ediyor. Görme duygusu ne denizlere
erişiyor ve ne diplerindeki zincire. O, ancak kıstaktan geçen halkaya bakıyor
ve ancak onu görüyor ve görürken zincirin bütün ağırlığını çeken kıstağın
gıcırtısını da içinden -devamlı surette- dinliyor ve inliyor. O hareketten
ve bu gıcırtıdan artık o kadar kuvvetle ve yakından biliyor ki, şimdiki halde
görünen ve hissedilen meydandaki tabiatın iki tarafında geçmiş ve gelecek,
başlangıç ve sonuç denilen birer gayb âlemi var. Dünya âlemi, hissedilen tabiat,
imkan deliliyle varsa; gayb âlemi, hissedilmeyen tabiat öncelikle ve zorunlu
olarak var. Bundan başka o görünüp hissedilenin iki yönünden başka, onun bir
batını, bir iç yüzü, diğer tabirle o gözeticinin tutunduğu ve iliştiği bir
fizikötesi veya tabiat üstü de vardır. İş o zincirde değil, onu salıp hareket
ettirenle, o kıstağı kuran, o gözeticiyi tutan, o denizleri birbirine karıştırmayan
gözetici ile gözetileni birleştirerek bilgi meydana getiren, gayb ve görülen
âlemin hepsini ihata eden (kapsayan), mutlak kefili olan yüksek kudrettedir.
Şu halde kendini korumak isteyenler, görülenleri ve hissedilenleri seyrederken,
daha önce onların arkasındaki gaybe ve gayb ile görülenlerin hepsinin merciine
(kaynağına) mutlak kefiline, âlemlerin Rabbine, merhamet eden ve esirgeyene,
ahiret gününün sahibine "Ancak sana ibadet eder ve ancak senden yardım
dileriz." (Fatiha, 1/4) diye iman ederler. Ve bu iman başlıca üç esası
içine alır: Başlangıca iman, ahiret (son)e iman, başlangıç ve son arasındaki
gizli vasıtalara iman ki, bunların dördüncüsü de açık vasıtalar olan görülen
âlemi bilmektir. Ve bu şekilde görünmeyen (gayb) ile görülen birleşince iman
ve bilgi "O, evveldir, sondur, zâhirdir ve bâtındır." (Hadid,
57/4) birliğini bulur.
Gayb
(kelimesi), "gaybet" ve "gıyâb" (göz önünde bulunmama)
anlamında masdar veya gâib (göz önünde olmayan) mânâsında isim ve sıfat olur
ki, bu da "adl" kelimesi gibi masdar diye isimlendirilmişdir veya
"meyyit" ve "meyt" kelimeleri gibi "gayyib"
kelimesinin hafifletilmişidir. Buna göre dilimizdeki "kaybettim",
"kayboldu" tabirleri gerçektirler. Bazılarının zannettiği gibi "bunu
kayıp ettim" şeklinde yazmaya lüzum yoktur. "Gayb" ve "gâib"
ise başlangıçta duyguyu anlamada veya ilk düşüncede hazır olmayan, diğer deyişle
ilk nazarda anlaşılmayan demektir ki, bunun bir kısmı delilden geçen bir anlayışla
idrak olunabilir. Mesela evinizde otururken kapınız çalınır, ses duyarsınız,
bu ses sizin için anlaşılmış, hazır ve şahittir. Bundan anlarsınız ki, kapıyı
çalan vardır. O
henüz sizin için ortada yoktur. Bakıp görünceye kadar onu şahsıyla bilemezsiniz,
fakat kapıyı bir çalan bulunduğunu da zorunlu bir şekilde, anlayışlı olarak
tasdik edersiniz. Bu, bir iman veya şuurlu bir bilme olur. Sonra henüz kapınızı
çalmayan ve eseri size yetişmeyen daha nice gaibler bulunduğunu da genel olarak
tasdik edebilirsiniz. Fakat bunların bir kısmı gerçekten yok olabilirler.
"Gayb" ile "gaib" arasında fark vardır. "Gâib"
(ortada olmayan) sana görülmez, seni de görmez olandır. "Gayb" ise
görülmez, fakat görür olandır.
Şu
halde iki türlü gayb vardır: Bir kısmı hiçbir delili bulunmayan gaiblerdir
ki bunları ancak "Allâmu'l-ğuyûb" (gaybları bilen) Allah bilir.
"Gaybın anahtarları onun katındadır, onları O'ndan başkası bilemez"
(En'am, 6/59) âyetindeki gaybden maksat bunlardır, deniliyor ki; sırası gelince
açıklanacaktır. Diğer kısmı da delili bulunan gâiblerdir ki "onlar gaybe
inanırlar." (Bakara, 2/3) âyetindeki gaybden kastedilen de bu kısımdır.
kelimesinin elif lâmı ahd içindir. Yani Allah'tan hakkıyla korkanların inandıkları,
tanıdıkları gayb, delili bulunan hak gaybdır ki, bu da Hak Teâlâ ve sıfatı,
ahiret ve halleri, melekler, peygamberlerin nübüvveti, kitapları indirme...
gibi imânâ ait temel unsurlardır. Ve bu iman, bazılarında tahminî ve keşfî
bir geçişle, bazılarında da fikrî ve delilli bir intikal ile oluşur. Sonra
"gaybe iman" ile "gıyaben iman" arasında küçük bir anlayış
farkı vardır. Zira birincisinde gaybın kendisine inanılan şey olduğu açıklanmış,
ikincide ise inanılan şey hazfedilmiştir (gizli tutulmuştur). Bunun için bazı
tefsir bilginleri arada büyük bir fark gözetmiş ve: "Sizin gerek arkanızdan
ve gerekse huzurunuzda iman ederler" diye açıklama yapmış; yani inanılan
şeyin gayb olduğuna sataşmayıp, münafıklardan sakınma olduğunu göstermişlerdir.
Fakat açıkça anlaşılan gıyabın da inanılana ait olmasıdır. Şu halde gayba
iman ile, gıyaben iman arasında mânâ bakımından fark yoktur. Ve her iki değerlendirme
ile imanın kıymet ve faydası, gayb ile ilgisi veya gayba ait oluşu bakımından
dikkati çekmektedir. Çünkü korunmak ona bağlıdır. Peygamber'i görüp iman eden
sahabîlerin de en büyük meziyetleri onu, gayba ait verdiği haberlerde tasdik
edişlerindedir. Ve burada Peygamber'i görmeden tasdik edenlerin de öğüldüğüne
işaret vardır. Nitekim İbnü Mes'ud hazretleri "Kendisinden başka ilah
olmayan (Allah)a yemin ederim ki, hiçbir kimse, gayba imandan daha faziletli
bir şeye inanmamıştır." buyurmuş ve bu ayeti okumuştur. Diğer bir açıklama
ile de burada gayb, göz karşıtı olan kalp ve kalbin sırrıdır ki, kalbin ve
kalbin sırrının kaynağının "görmek" olduğunu bilmek; hakkı ve peygamberliğin
delillerini gözden daha çok kalp ile görüp, şirkten, maddeciliğin pisliğinden
kurtaran bir imânâ ermek mânâsını ifade eder ki, bunda derin bir iman yoluna
işaret vardır. Yani kalbi bilen, Allah'ı bilir. "iman", asıl lügatta
"emn" ve "emân" kökünden türemiş "if'al" vezninde
bir kelimedir. Hemzesi, ta'diye (geçişli kılmak) ve bazan sayrûret (olmak,
hal değiştirmek) anlamlarında kullanılır. Geçişli olduğuna göre "güven
vermek", "emin kılmak" demektir ki, Allah'ın isimlerinden olan
"Mümin" (güven veren, emin kılan) bu anlamdadır. Sayrûret (olmak)
mânâsına olduğuna göre de "emin olmak" demek olur. Ve "sağlam"
ve "güvenilir" olmak, itimat etmek mânâsını ifade eder ki, dilimizde
inanmak denilir. Dil geleneğinde ise mutlaka tasdik etmek anlamındadır. Çünkü
tasdik eden, tasdik ettiğini yalanlamaktan emin kılmış veya kendisi yalandan
emin olmuş olur. İman bu mânâlarda "ona inandı" gibi bizzat geçişli
olur. Bununla beraber veya gibi "bâ" veya "lâm" harfleri
ile de geçişli olur. "Bâ" harfi ile geçişli olduğu zaman "itiraf"
mânâsını, "lâm" harfi ile geçişli olduğunda da iz'an ve kabul anlamını
içine alır. Bunun için gaybi tasdik ve itiraf ederler, yahut "Tasdik
ettiklerini huzurda da, gıyaben de tasdik ve itiraf ederler." demek olur.
Bir
şeyi tasdik etmek, onu doğru olarak almak demektir. Sıdk (doğruluk) ise ya
kelime veya sözle ilgili olduğundan, imanın da ilgilendiğiyle ilgisi bu ölçüde
çeşitli şekillerde cereyan eder. Mesela Allah'a iman ile Allah'ın kitabına
ve ahirete iman şekillerinde bazı anlam farkları vardır. Bununla beraber tasdikin
esas menşei (kaynağı) doğru sözde; doğru sözün menşei de hükmün doğruluğunda
yani vakıaya (olaya) uygunluğundadır. Zihin ve hariç (dış), diğer deyişle
kalp ve göz, işte doğruluk ve gerçeklik, bu karşılıklı iki taraf arasındaki
doğruluk ve uygunluk ölçüsündedir. Olaya uygun olan ve uygun olabilen zihin
ve kalp doğru; bunun zıddı doğru değildir. Şu halde iman ve tasdikin başlangıcı,
bu doğruluk ve uygunluk ölçüsünü kabul ve itiraf etmektir. Aynı olay insan
ruhunda veya huzurunda bizzat mevcut ise görmeye ait tasdiktir, hissî veya
aklî bedâheti (apaçıklığı) tasdik etmek gibi. Bizzat değil de hazır olan bir
delil veya bir gösterici aracılığı ile hazır ise gıyabî (görmeden) tasdiktir.
Bu durumdaki o görünmeyen olay, benzerleri ve zıdları ile, az çok kıyas edilebiliyor
ve sınırlanabiliyorsa, delilin devamlılığı ve yansımasındaki zaman süreci
ölçüsünde özetli veya etraflı tasdik, resmi veya sınırlı bir bilgi, belirli
bir tasavvur ifade eder. Olay görünmeyen, eşsiz ve zıtsız, benzersiz ve nazîrsiz
ise, o görünmeyen tasdik, sınırlı bir bilgi değil, sınırsız bir salt inanma
olur ki, genellikle iman denince bu anlaşılır. Bu
iman, ilmin hem başı ve hem gayesidir. Ve bundaki sağlıklı biliş, ilme ait
bilişten yüksek ve kuvvetlidir. Zira her tasavvura bağlı sınırlama delil olarak
alınmayıp da, istenilen bizzat olarak alındığı zaman birer kesin bilgi engeli
olabilir ve bildiğinin ötesini inkar eden cahil kalır. Fakat böyle bir sınırsız
imânâ layık olan ancak Allah Teâlâ'dır. Allah'a iman, bu şekilde, görünenden
görünmeyene sonsuz olarak uzanır gider.
Genel
olarak lügatta "tasdik", ya sözlü veya fiilî olur. Sözlü tasdik
de, biri kalbe, diğeri dile ait olmak üzere iki türlüdür. Buna göre lügat
geleneği bakımından tasdikin üç derecesi vardır: Birincisi, kalbe ait tasdiktir.
Bir kimse herhangi bir hükmün veya bir sözün veya söyleyeninin doğruluğunu
yalnız gönlünde itiraf, teslim ve bunu kendi kendine ifade ettiği ve onun
doğruluğuna kalben emin olduğu zaman, o hükmü veya sözü veya söyleyeni tasdik
etmiş olur. İkincisi
dil ile tasdiktir. Bu da, kendisinden başka birine dahi bildirecek ve duyurabilecek
bir tarzda; "bu böyledir" diye, bir sözü dili ile söylemektir ki,
ya gerçek veya görünürde olur. Birisinde bu dil ile tasdik, kalbî tasdik ile
birleşir, söyleyen kendisince de doğru olur. Diğerinde dil başka, kalp başka
olur. Yani dili ile diğerini tasdik ederken, kalbi ile kendini bile yalanlar.
Üçüncüsü fiil ile tasdiktir ki, bir sözün gereğini fiilen yerine getirmekle
olur. Bu da kalp ile veya dil ile tasdikten birine veya her ikisine yakın
olup olmadığına göre birkaç dereceye ayrılır. Fiil ile tasdik, kalp ile tasdike
uygun düşmezse gösteriş veya zorlama ile yapılmış olur.
Acaba
din lisanında iman bunların hangisidir? Yani İslam dininde bunların hangisini
yapan mü'min sayılır? Lügattaki iman ile dindeki imanın farkı var mıdır? Bunu
Kur'ân'dan ağır ağır öğreneceğiz ve bu âyetten itibaren başlıyoruz.
Dindeki
imanın, lügattaki imandan iki yönden özelliği bahis konusudur. Birincisi,
iman edilecek olan ilgili (yani kendisine inanılacak şey) bakımından şer'î
iman özeldir. Allah'ın birliğine ve Muhammed (s.a.v.)'in Allah tarafından
getirdiği kesin olarak bilinen şeylere kısaca ve gerektiğinde genişçe inanmaktır.
Bunun en özetli olanı Allah'a ve ondan gelene inanmak, diğer deyişle (Allah'tan
başka ilâh yoktur; Muhammed Allah'ın Resulüdür.) kelime-i tevhidine inanmaktır.
Bir derece tafsîl (açıklama) ile, Allah'a, Muhammed (s.a.v.)'in peygamberliğine,
ahirete inanmaktır. İkinci bir tafsîl (açıklama) ile Allah'a, meleklerine,
kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe, kaza ve kadere, öldükten sonra
dirilmeye, sevap ve cezaya inanmaktır. Üçüncü bir tafsîl de Kitap (Kur'ân)
ve Sünnet ile Muhammed (s.a.v.)'in bildirdiği kesin bir şekilde sabit olan
haberlerin ve hükümlerin tümüne ve her birine Allah'ın ve Allah'ın peygamberinin
istediği şekilde inanmaktır ki, burada "Onlar gayba inanırlar; ve onlar
sana indirilene ve senden önce indirilmiş olana inanırlar; ve onlar ahirete
kesin olarak inanırlar." ifadesi bütün bunları iki derecede açıklamıştır.
Diğer
açıklamalar da ilerde gelecektir. Ve bu derecelerden her biri, güç yetme derecesi
ile birlikte bulunur. Bütün dini bilmek demek olan tafsîl, havass (saygın
kişiler)ın özelliği olabileceğinden, halk ve çoğunluk için birinci farz, özet
olarak inanmak ve en son da tafsîlin ikinci derecesine imandır. Ve işte Bakara
Sûresi'nin başı bu iki değeri göstermiştir. Halbuki lügat anlamındaki imanın
ilgi sahası bundan daha geniştir. O, gerçeği ve yanlışı, doğruyu ve eğriyi
içine aldığı gibi, gereksiz sayılacak ayrıntıları da içine alır. Lügat bakımından
iman denebilecek birçok tasdikler vardır ki, onlar din açısından tam küfürdürler.
Mesela şirke inanmak; şeytanın sözüne, doğruluğuna inanmak; küfrün, zulmün
hayır olduğuna inanmak; zinanın, fuhşun, hırsızlığın, haksız yere adam öldürmenin,
Allah'ın kullarına saldırmanın doğruluğuna inanmak... lügat itibariyle birer
iman, fakat İslâm dininde birer küfürdürler. Lügat anlamında imanın diğer
bazı kısımları daha vardır ki, dinî açıdan küfür olmamakla beraber birer inanma
görevi teşkil etmezler. Bir kısmı mübah, bir kısmı mendub, bir kısmı da kötülük
ve günah olabilir ve bunların açıklaması fıkıh ilmine aittir.
Özetle
lügat anlamında imanın bir kısmı hak ve hayır, bir kısmı şer ve batıl, bir
kısmı da zevk, saçma ve lüzumsuz şeyler olabilir. Hak ve hayır olanlar şer'î
imanın aynı veya onun kapsamı içinde ayrıntısıdırlar. Çünkü asıl şer'î iman,
şimdiki halin arkasında veya bâtın (kapalılığın)da kaybolan hak ve hayrın
anahtar ve ölçüsünü veren ve bir tek yol takip eden prensiplerin tümüdür.
Gerçekte bütün iş, hak ve hayırdan önce, bunların prensip ve ölçülerindedir.
Ve İslâm dininin esas apaçık gerçekliği olan imânâ dair prensipleri de bu
anahtarı ve ölçüyü verir. Hidayet
(doğruluk)de onu takip edenleredir. Geleceğin kayıp anahtarı, şimdiki görmede;
şimdiki görmenin anahtarı, onun gizli gaybı ile geçmişteki gaybında ve hepsinin
anahtarı ise Allah katındadır. "Gaybın anahtarları onun katındadır, onları
O'ndan başkası bilemez." (En'âm, 6/59).
Şu
halde insan; anahtarı, doğruyu ve hayrı kendi istek ve arzusunda aramamalı,
doğrudan doğruya veya bir aracı ile Allah Teâlâ'dan almalıdır. Aracıları inkâr
etmemeli, fakat kulluğu ancak Allah'a yapmalıdır. Çünkü "O'nun izni olmadan
onun katında kim şefaat edebilir?" (Bakara, 2/255) âyeti onun izni olmadan
kimsenin şefaat edemeyeceğini bildirmektedir.
İkincisi,
imanın ilgilendiği şeyi bırakarak, kendi mahiyeti bakımından da şer'î imanın
özelliği bahis konusu olmuştur. İmanın şer'î mânâsı, yalnız bir kalbin fiili
midir? Yalnız bir dilin fiili midir? İkisi
birden midir? Yoksa bunlarla beraber uzuvların fiili midir? Bu noktada bazı
mezhep farklarına rastlıyoruz. Şöyle ki:
1.
Hâricîler ve Mu'tezile mezhebine mensub olanlara göre şer'î iman, hem kalbin
fiili, hem dilin fiili ve hem de uzuvların fiilidir. Yani Allah Resulü'nün
tebliğlerini kalp ile tasdik, dil ile ikrar, amel ile de tatbik etmektir.
Bunların üçü birden imanın esasıdır. Bunlardan, birisi bile eksik olan kimseye
mümin denmez. Hâricîler'e göre kâfir; Mu'tezile'ye göre ise mümin ile kâfir
arası fasık denilir. Bunlar şer'î imanda, lügat mânâsındaki imanın üç derecesini
toplamış oluyorlar. Selef ve hadiscilerden bazıları da imanı dil ile ikrar,
kalp ile tasdik, dinin esaslarıyle amel etmektir diye tarif etmişlerdir ki,
imam Şafiî de bu gruba dahildir. Fakat bunlar, ameli terkeden fasıkın imandan
çıkmış veya küfre girmiş olduğunu söylemezler. Şu halde bunların görüşleri
Hâricî ve Mu'tezile mezheplerinden büsbütün başkadır. Bunlar gerçekte imanın
aslını değil, imanın kemalini tarif etmiş oluyorlar.
2.
Kerrâmiye mezhebine göre şer'î iman, yalnız dil ile ikrardır. Bunlara göre
kalp ile tasdik bulunsun, bulunmasın, dil ile ikrar eden, diline sahip olan
mümindir. Kalb ile tasdik de varsa, içi, dışı mümindir. Yok münafık ise, dışı
mümin, içi kâfirdir. Bunlar, lügat anlamındaki imanın en aşağı derecesi olan
yalnız "söz ile tasdik" mânâsıyle yetinmişler ve şer'î imanın ölçüsünü
de, müslümanlar arasında cereyan edecek olan muameleler ve hükümlerin prensibinde
açık ve görünür sebebi gözetmişlerdir. Bunlara göre iman, bir kelime meselesi
demek oluyor, "İkrar esas, kalp ile tasdik şarttır." diyenler de
olmuştur.
3.
İmanın esası, kalp ile tasdiktir. Dilsizlik, zorlama gibi bir zorlayıcı engel
bulunmadıkça dil ile ikrar da şarttır. Fakat tahakkukunun (gerçekleşmesinin)
şartı mı, yoksa tamamının şartı mı, bunun hakkında da sözler söylenmiştir.
Eş'arîler bu görüş üzerindedirler.
4.
İman, kalbin fiili ile dilin fiilinin toplamıdır. Bunların
ikisi de imanın esasıdır. Bununla beraber ikisi de aynı seviyede temel esas
değildir. Kalbe ait sorumluluk, hiçbir özürle düşmeyi kabul etmez. Bu,
temel esastır. Allah korusun bu yok olduğu anda küfür ortaya çıkar. Dilin
fiili olan ikrara gelince: Bu da esastır. Fakat ölüme zorlayan bir zaruret
ve özür karşısında bunun zorunluluğu düşer. Ve o zaman yalnız kalbe ait iman
yeterlidir. Fakat zorlama mazereti bulunmayan, gücü yettiği halde ikrarı terkeden
Allah katında da kâfir olur. Şu kadar ki cemaatle namaz kılmak gibi dinin
esaslarından olan bazı ameller de ikrar yerini tutar. Gerçekte şer'î iman
daima "bâ" veya "lâm" harfleriyle kullanıldığından, "ikrar
ve boyun eğme ile tasdik" mânâlarını içine alır. Ve İslâm dininin hedefi
insanlığın yalnız iç yüzü değil, için ve dışın toplamıdır. Hiçbir engel yokken
imanını yalnız kalbinde saklayan ve onu açıklamayan kimsenin Allah katında
imanının kıymeti olamıyacağı Kitap ve Sünnet'in birçok delilleriyle sabittir.
Ameli tatbikat, imanın istenilen meyvesi olduğunda şüphe yoksa da, bizzat
amel, imanın kendisinin aynı veya parçası değildir; onun bir dalı ve istenilen
neticesidir. Din, bir meyve ağacına benzer, kalp ile tasdik onun toprak altındaki
kökü, dil ile ikrar gövdesi, diğer ameller dalları, yaprakları, çiçekleri,
meyveleri gibidir. Ağaçtan beklenen meyvesi olduğu gibi, imandan beklenen
de güzel ameldir ve Allah'a yaklaşmak da onunladır. Fakat dalları kesilmek,
yaprakları dökülmek, çiçek açmamak, meyve vermemekle ağaç kurumuş olmayacağı
gibi, iman ağacı da böyledir. Fakat gövdesinden yerle beraber kesilmiş olan
ağaçların çoğunlukla kurudukları ve zamanını bulduğu halde gövdesi sürgün
vermeyen ağacın tutmamış olması gibi, özürsüz olarak ikrarsız iman da böyledir.
Ancak kışta kalmış olduğu için henüz topraktan filiz vermeyen tohumun veya
kökün kuruduğuna hüküm verilemiyeceği gibi, mazeret zamanında kalp ile tasdik
de böyledir. İşte imanın böyle bir temel esası, bir ikinci derecede esası,
sonra da tertip edilmiş dereceleri üzere dalları, fazlalıkları ve meyveleri
vardır. Ve imanın olgunluğu bunlarladır. . "İman yetmiş küsûr şubedir.
Bunların en aşağısı yoldan eziyeti kaldırmadır." hadis-i şerifi gibi
birtakım rivayetlerde bu dallara ve şubelere bile iman ismi verilmiş gibi
görünürse de, bu imanın kemali yönündendir. Ve hatta "imanın şubesi"
denilmesi, imanın aslı olmadığını gösterir. Şu halde bu şubeler ve dallar,
küfrün zıddı olan imanın aslı değil, günah işlemenin zıddı olan imanın olgunluğudur
ve bunun için bu ayette de "yü'minûn = iman ederler" kısmı, "namaz
kılmak" ve "fakirlere vermek" imandan ayrıca zikrolunmuştur.
Yukarda anlatılan bazı selef ve hadiscilerin görüşlerini de böyle anlamak
gerekir. İmanın aslının, böyle kalbin fiili ve dilin fiili iki esastan ibaret
ve geçerli bir özür zamanında ikrarın düşebileceği bir esas olması, lügat
mânâsının tam ortası olduğu gibi, İmam-ı Âzam Ebu Hanife Hazretlerinin ve
bütün fıkıh bilginlerinin de tefsir ve anlayışlarıdır. Ebu Hanife, arkadaşlarına
Ehl-i Sünnet ve'l-cemaat mezhebinin esasını anlattığı ve açıkladığı en son
vasiyetlerinde der ki: İman, dil ile ikrar ve kalp ile tasdiktir. Yalnız ikrar,
iman olmaz. Zira olsaydı münafıkların hepsinin mü'min olmaları gerekirdi.
Aynı şekilde yalnız bilmek de iman olmaz. Çünkü olsaydı, "Kitap ehli"
olanların hepsinin de mümin olmaları gerekirdi. Allah Teâlâ münafıklar hakkında
"Allah şahitlik eder ki, münafıklar kesin olarak yalancıdırlar."
(Münafıkûn, 63/1) buyurmuş; Kitap ehli hakkında da "Kendilerine kitap
verdiklerimiz onu, oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar." (Bakara, 2/146)
buyurmuştur. Sonra amel, imandan ayrıca bir iştir. Mesela "Fakirin zekatı
yoktur." denilir de, "imanı yoktur" denilmez. Aynı şekilde
"Fakirin zekata imanı yoktur." da denilmez. Yine Ebu Hanife "el-Âlimü
ve'l-müteallim" ismindeki kitabında der ki: "İman tasdik, bilgi,
ikrar ve İslâm'dır. Ve tasdik hususunda insanlar üç derecedir. Bir kısmı,
Allah'ı ve Allah'tan geleni hem kalbiyle ve hem diliyle tasdik eder. Bazısı
da diliyle tasdik eder, kalbiyle yalanlar. Diğer bir kısmı da kalbiyle tasdik
eder, diliyle yalanlar. Birincisi
Allah ve insanlar yanında mümindir. İkincisi Allah katında kâfir, insanlar
yanında mü'mindir. Çünkü insanlar, onun kalbini bilmezler ve açıkta gördükleri
ikrar ve görünüşe göre ona mümin demeleri gerekir. Kalbini bileceğiz diye
kendilerini zorlamaları da caiz değildir. Üçüncüsü imanını gizlemek zorunda
bulunduğu, kendini saklama halinde ise onu tanımayanlar nazarında kâfir sayılır,
Allah katında ise mü'mindir". Yine buyurur ki: "İman hakkında böyle
kat'î tasdik, bilgi, ikrar, İslâm dedim, bunu açıklamalıyım. Bunlar, çeşitli
isimlerdir ve hepsinin anlamı yalnız imandır. Şu şekilde ki, "Allah Teâlâ
Rabbimdir." diye ikrar eden, "Allah Teâlâ Rabbimdir." diye
tasdik eder. "Allah Teâlâ Rabbimdir." diye tam olarak bilir. "Allah
Teâlâ Rabbimdir." diye bilir, tanır ve "Allah Teâlâ Rabbimdir."
diye kalbiyle ve diliyle teslim olur ve hepsinin mânâsı birdir." Daha
sonra İmam-ı Âzam, imanda bir fazla sevgi değeri bulunduğunu da şu şekilde
anlatıyor: "Mümin Allah Teâlâ'yı, onun dışındaki her şeyden çok sever.
O derecede sever ki, ateşte yakılmakla Allah'a kalbinden iftira etmek arasında
serbest bırakılsa yanmayı, iftiraya tercih eder. Fıkhu'l-Ekber'de de buyurmuştur
ki: "İman, ikrar ve tasdiktir. Müminler
iman ve Allah'ı birlemede eşit, amellerde farklıdırlar. İslâm da o ilahî emirlere
teslim olmak ve boyun eğmektir. Lügat itibariyle iman ile İslâm arasında fark
vardır. Fakat dinde, İslâm'sız iman, imansız da İslâm olmaz. Bunlar bir şeyin
dışı ve içi gibidir. Din ise iman ve İslâm ile beraber bütün şeriatın ismidir."
İman,
esasen masdar ve buna göre bir fiil olmakla beraber örfte ve dinde isim olarak
da kullanılır ve o zaman iman bizzat bu fiil ile başlayan bir sabit durumu
ifade eder. Bütün bunlardan da anlarız ki:
1.
İslâm dini, yalnız bir iman meselesi değildir. İman ve amellerin toplamıdır.
Amellerle ilgili tatbikatı atıp da dinin bütün feyzini beklemek tehlikelidir.
2.
Böyle olmakla beraber iman, amel demek değildir. Amelin farz oluşuna iman
ile, o ameli yapmak birbirinden farklıdır. Müslüman amel ettiği için mü'min
olacak değil, iman ettiği için amel edecektir. Şu halde amelini sırf aldırış
etmeme ve küçümsemeden dolayı terketmiş değilse kâfir olmaz.
3.
İslam dininin imanında esasen kalp ve vicdan işi olan bir esas bulunduğu şüphesiz
olmakla beraber, Cenab-ı Hakk'ın isteği olan iman meselesi yalnız bir vicdan
işi olmaktan ibaret değildir. O, tam bir insan gibi kalbin içinden başlayıp,
bütün dışa yayılacak ve sonra kâinata güzel ameller saçacaktır. Müslümanın
imanı, âleme zarar vermeye sarf edilmiş olan baştan çıkarıcı düşünceler veya
şeytanın dürtüleri değildir ki kalp ve vicdanda hapsedilmeye mahkum olsun.
Müslüman ancak bir zorlayıcı zaruret karşısında imanını sadece bir vicdan
işi olarak saklayıp hapsetmeye izinli olabilir. O da düşmanın kesin zorlayışına
uğradığı zamandır. O zaman da nefsini feda ederek imanını hapisten kurtarması,
imanını hapsederek kendini kurtarmasından daha faziletlidir. Ve bununla beraber
ikisi arasında serbestiye sahiptir.
İşte
bu âyette Cenab-ı Allah, kendisinden hakkıyla korkanları açıklamad
a
"onlar gayba inanırlar" ile dinin iman kısmını özetledikten sonra
amel kısmını özetleyerek buyuruyor ki: "Ve namazı kılarlar." Yani
belli olan namazı dosdoğru kılarlar ve devam ettirirler. Kur'ân'da namaz hakkında
"yüsallûne", veya "sallû" fiillerinden çok buyurulması
dikkate değer bir husustur. Elbette, "namazı ikame ederler" demekte,
"namazı kılarlar" demekten fazla bir anlam vardır ki bu, en az "doğru
dürüst" yani "namazın şartlarına uymak, Allah'a boyun eğmek ve tevazu
göstermek suretiyle güzelce kılmak ve hatta kıldırmak mânâlarını ifade eder.
Ve bunun için namazda ta'dil-i erkan (namazı erkanına uyarak kılmak) vacip
olduğu gibi, özellikle namaz için iyiliği emretmek ve kötülükten sakındırmak,
namazın gereklerini tamamlamak için gayret sarfetmek de dinin lüzumlu gördüğü
hususlardandır. Ana-babanın çocuklarına namaz terbiyesi; din kardeşlerin birbirlerine
tavsiye ve hatırlatması; amirlerin engelleri ortadan kaldırma ve imkanları
tamamlama suretiyle beğendirmesi ve teşvik etmesi; Cum'a namazına ve cemaatle
namaz kılmaya dikkat ve devam etmesi de bu cümledendir.
(İkame),
"kıyam" veya "kıvam"dan "if'âl" ölçüsünde olarak
lügatta kaldırıp dikmek veya düzeltip doğrultmak veya kıymetlendirmek ve devam
ettirmek veya dikkat ederek yapma anlamlarına geldiğinden, namazla ilgisinde
bu mânâların birinden veya ortak noktalarından belîğ bir istiare yapılmış
ve bunun için bir kelimelik "namaz kılarlar" yerine, iki kelimelik
"namazı ikame ederler" seçilmiştir. İlk önce "dikmek"
veya "doğrultmak" mânâlarını düşünelim: Bu bize "Namaz dinin
direğidir." hadis-i şerifini hatırlatır. Bu hadiste din, yüksek bir binaya
benzetiliyor ve namaz aynı o binanın direği gösteriliyor ki, iman da o binanın
temelidir. Buna
"istiare-i mekniye" ve "istiare bi'l-kinaye" (kinaye ile
istiare) denilir. Bu âyette de namaz cemaat ile kaldırılabilecek büyük bir
direğe benzetiliyor ve onun güzelce dikilmesi veya doğrultulması suretiyle
o yüksek binayı dinin inşa, koruma ve devam ettirilmesinin gereği anlatılıyor.
Bir de bu binanın ilerde açıklanacak esasları, diğer kısımları, süsleme ve
güzelliklerinin bulunduğuna işaret buyruluyor. Bundan dolayı "namaz kılarlar"
demekle, "namazı ikame ederler" demek arasında ne büyük fark vardır.
Hakikatte
din gayet büyük ve kudsi bir binadır. Ve bu binanın kerestesi, malzemeleri,
şekli ve planı (yani şeriat) bizzat Allah'ın yaptığı ve koyduğu bütündür.
Ona uygun olarak inşası, kurulup meydana gelmesi ve içinde saadetle yaşanması
da insanlara aittir. Temsilen (benzetme yoluyla) diyebiliriz ki, bu binanın
mimarı Allah, baş kalfası Peygamber, amelesi ümmettir. Bu binanın temeli kalplerin
derinliklerinde atılacak ve ağızlardan taşacak, direği tek başına namazlarla
hazırlanacak, düzlenecek ve cemaat ile görünme meydanına dikilecek, sonra
üzerine diğer kısımları inşa edilecektir. Fakat şurası unu tulmayacaktır ki,
bu bina cansız değil canlıdır. Bu, geçmişler tarafından bir kerre yapılmış
olmakla sonradan gelenler, yalnız bunun içinde oturup kalacak değillerdir.
O, bir canlı bünye gibi her gün yapılıp işletilecek, her gün büyüme ve inkişafına
hizmet edilecektir. Bu bina ve direk benzetmesi bize İslâm'ın sosyal durumunu
ve bu konumda namazın kıymet ve yerinin önemini anlatıyor. Hakikaten cemaatle
namaz İslâm toplumunun direğidir ve bütün İslâmî teşkilatın binasıdır. Ve
cemaatle namaz kılmak ve kıldırmak, o direği dikmektir. Tek başına kılınan
namazlar da bu direğin hazırlanması ve düzlenmesidir. Dosdoğru, içi-dışı temiz
ve muntazam olarak namaz kılmak, imanın büyüyerek bütün vücuttan fışkırması
ve hayatın gidişatına muntazam ve doğru bir akış vermesidir. Bununla iç ve
dış, mümkün olduğu kadar, temizlenir; kalp ve beden mümarese (alışma) ile
kuvvetlendirilir. Herhangi bir kimsenin namazsız bulunduğu haliyle namazına
devam ettiği halini karşılaştırırsanız, namazlı bulunduğu zamandaki ahlâkını,
herhalde yükselmiş bulursunuz. "Muhakkak ki namaz kötü ve iğrenç şeylerden
vazgeçirir." (Ankebût, 29/45) âyeti, bu gerçeği anlatır. Bu karşılaştırmadaki
yanlışlıklar, ayrı ayrı şahısları mukayese etmekten doğar. Bazı hususta ahlâklı
farz edilen namazsız, namazına devam ettiği zaman hiç şüphesiz ahlâk ve maneviyatça
daha yükselir. Namazını kılan kimsenin hayatta en az dört kazancı vardır:
Birincisi temizlik; ikincisi kalp kuvveti; üçüncüsü vakitlerin intizamı; dördüncüsü
toplumsal düzelme. Bu
faydalar, devam şartıyla, en resmî bir namazda bile vardır. Namazın büyük
faydalarını hesap etmek mümkün değildir. Fakat en ufak ahlâkî faydası bilfiil
büyüklenmeyi kırmak, kardeşliğe hazırlanmak, Allah rızası için iş yapmaya
alışmaktır. Bunun için namazda giyinebileceği en güzel ve en temiz elbisesini
giymek ve kendine gurur vermesi düşünülen bu hal içinde örtülecek nice ayıpların
bulunduğunu düşünüp, yüzünü yani alnını ve burnunu yerlere koyarak, kalbinde
iman ettiği Allah huzurunda o kibir ve gururu kırarak defalarca secdeye kapanmak
en mühim bir esastır. "Her cami(ye gidişiniz) de güzel elbisenizi alın."
(A'râf, 7/31). Namazda özellikle secdenin kibre olan bu mühim tesiri dolayısıyledir
ki, kibirliler en çok namazın secdesine itiraz ederler. O süslü elbiseler
içinde alınlarını Allah rızası için yere koyma zorunluluğu onların kibir damarlarına,
sinirlerine pek fena dokunur. "Şüphesiz bu, (Allah'a) saygı gösterenlerden
başkasına ağır gelir." (Bakara, 2/45). Düşünmezler ki o süsler, o alınlar
hep Allah'ın vergisidirler. Ve zamanı gelince o yağlı alınlar toza, toprağa
karışacaktır. Hem o topraklar, o yerler o kadar hakaret edilmeye, devamlı
olarak çiğnenmeye layık değildir. Zaman
olur ki onlar için kanlar dökülür. Beşer hayatı oradan fışkırır ve onu fışkırtan
Allah Teâlâ'dır. O süslere, o bedenlere emek vermiş birtakım Allah'ın kullarının
da hakları geçmiştir. Şu halde o topraklara, o yerlere, toprak ve yer oldukları
için değil, yaratıcısı olan Allah Teâlâ'nın büyüklük ve ululuğu adına hakkıyla
secdeye kapanıp, kibirden ve bencillikten sıyrılmak ve insanlar ile kardeşçe
geçinmek için onların topluluklarına karışmanın pek kudsî bir görev olduğunu
unutmamak gerekir. Namaz o kibir ve gururu kırarken, aynı zamanda insanın
ruhî hürriyetine öyle bir yükselme verir ki bu yükselme en görkemli kralların
huzurundaki saygı duruşundan çok yüksektir. Bunun için namaz mü'minin bir
mi'racıdır. Yani onu beşerî olmanın sertliğinden, tek olan Allah'a ait arşa
çıkartan bir merdivendir. Namazda bütün bir beşer hayatının şekli ve dereceleri
dürülmüştür. Allah'ın huzurunda bulunmak, hazırlanmak, düşünmek, istemek,
defalarca kalkmak, bükülmek, düşmek, rahat edip oturmak nihayet selam ve selametle
işini bitirmek, insanı, bütün hayatın kademelerinden geçirterek, varlığın
sırlarını, dünya ve ahireti düşündürerek Cenab-ı Allah'a kavuşturur ve büyük
bir iman ve sevap ile yine âleme döndürür. Yine bir hadiste açıklandığı üzere
"Namaz, İslâm ile küfrün ayırıcısıdır".
Biz
burada namazın dünyaya ve ahirete ait, maddî ve manevi, bütün faziletlerini
ve faydalarını sayacak değiliz. Çünkü o sonsuzdur, sayılması mümkün değildir.
Bunun bütün toplamı din dilinde "büyük sevap" adıyle anılır. Fakat
burada namazın, imandan sonra nasıl bir ahlâkî ve sosyal prensip olduğunu
ve onun üzerine ne kadar büyük bir sosyal bina kurulacağını kısaca ifade etmek
istedik. O büyük binanın direği işte öncelikle ferdî namazlarla hazırlanır,
düzene sokulur ve cemaatle dikilir. Ondan sonra da geri kalanı yapılır. İşte
"namazı ikame etme" tabiri bu mühim mânâyı çok açık bir şekilde
ifade ediyor ve hidayete aday müttakileri "namazı kılarlar" diye
değil, "namazı ikame ederler" diye tarif, vasf ve medh ediyor. Bunlardan
anlaşılır ki, bunun meâlinde "namaz kılarlar" tabiriyle yetinmek
doğru değildir. Burada kelimesinin "elif-lâm"ı ahd içindir ki durumu
ve sınırı bilinen "İslâm namazı" demektir. Ve bu durum yani namazın
nasıl kılınacağı, şartları ve rükünleri (namazın içindeki farzları), sünnet
ve edepleri, mekruhları ve namazı bozan şeyler ile sıfat ve durumu "Namaz
kılarken beni gördüğünüz gibi namaz kılınız." hadis-i şerifi gereğince,
Peygamber'den görülen fiilî, sözlü ve takrîrî olarak alınan sıfat ve niteliktir
ki, bu nitelik ve durum ta başlangıçtan beri müslümanlar arasında amel ile
kesin bir şekilde bilinir ve din kitaplarında yazılmıştır. Ve "yüsallûne"
buyurulmayıp da "ahid lâmı" ile "yükîmüne's-salâte" buyurulmasında
bu mânâ da açıktır. Yani "yükîmüne's-salâte", "dosdoğru namaz
kılarlar" demek değil; "namazı, dosdoğru kılarlar" demek olduğundan
gaflet edilmemelidir.
"Salât"
kelimesinin Arap dilinde iki kaynağı vardır. Birisi genel olarak dua mânâsıdır
ki, "Peygamber'e salât ve selâm" dediğimiz zaman özellikle bunu
anlarız. Diğeri (salv) maddesinden gelen "sallâ" fiilinin masdarıdır
ki, iki uyluğu hareket ettirmek demektir. Araplar bu mânâca "sallâ"
dedikleri zaman "iki uyluğunu hareket ettirdi" mânâsını anlarlar.
Aynı şekilde "at (veya kısrak) kuyruğuyla iki uyluğunu sağa sola çarptı"
denilir. Salveyn uylukların başındaki iki tümsek kemiktir. "Sallâ"nın
bu hareket ettirme mânâsı tabirine benzer. Yahudiler birbirine selam ve saygı
sırasında başını eğer ve kıçını oynatıp kasığına doğru bir yan bükerlermiş
ve bu şekildeki selama Arapça'da "iki uyluğu hareket ettirme" mânâsına
"tekfîr" denirmiş. Buna göre "keffera'l-yahûdiyyü", "Yahudi
uyluklarını oynatıp bükerek reverans yaptı." demek olur. "Kâfire"
kıçdaki kaba ve tıknaz iki etin ismidir ve "kâfire-teyn" tesniye
(ikileme)dir. Bu şekilde "iki uyluğu hareket ettirme" mânâsına "sallâ"
da rükû (namazda eğilme) ve secdelerde yapıldığı gibi, bizim "belini
eğmek" dediğimiz "iki uyluğu hareket ettirme" mânâsına kullanılırmış.
Demek ki Araplar, hem yahudilerin yaptığı reveranslı baş kıç selamlarını tanırlarmış,
hem de yerlere eğilerek "kandilli temennâ" usûllerini. İşte lügat
bakımından (biri kalp ve dil işi olan dua, diğeri de bir bedenî hareket işi
olan belli fiil) iki anlama gelen "salat" kelimesi, dinde Peygamberimizden
görülegeldiği üzere kalbe, dile ve bedene ait fiiller ve özel esaslardan oluşmuş
gayet intizamlı, kâmil (eksiksiz) bir ibadetin ismi olmuştur ki, necâset (pislikler)ten
temizlenme, hades (manevi pislikler)den temmizlenme, setr-i avret (avret yerlerinin
örtülmesi), vakit, niyyet, kıbleye dönmek adıyle altısı dışından başlayan
şart; iftitah (başlangıç) tekbiri, kıyam (ayakta durmak), kıraet (Kur'ân okumak),
rükû (eğilmek), sücûd (secdeler), teşehhüd miktarı (şehadet kelimesi getirecek
kadar bir zaman) kâde-i ahîre (son oturuş) adıyle içinde yapılan altı esas
olmak üzere en az on iki farzı; Fâtiha, zamm-ı sûre (Fâtiha'ya eklenen sûre),
tâdil-i erkân (namazın esaslarına hakkıyle uyma), kâde-i ûlâ (ilk oturuş)
ve diğerleri gibi bir takım vacipleri; bunlardan başka birçok sünnetleri,
müstehapları, edepleri, mekruhları ve müfsidâtı (namazı bozan şeyler) vardır.
Sonra beş vakit ve Cuma gibi farz, vitir ve bayram gibi vacip ve diğer müekket
sünnet ve gayr-i müekket sünnet, nafileler olmak üzere çeşitleri ve kısımları
vardır ki, açıklaması fıkıh kitaplarına aittir. Cemaatle kılmak da Cuma'da
farz, diğerlerinde vacip veya müekked sünnettir. Ve burada "salât"dan
asıl maksat, farz olanlardır. "Salât" kelimesinin "lâm"
harfi ince de okunur, kalın da. Kalın okunmak itibariyle "vav"la
yazılır, Verş kırâetinde de kalın okunur.
O
müttakî (Allah'tan hakkıyle korkan)ler sadece iman ile ve yalnız namazı dosdoğru
kılmak gibi bedene ait ibadetlerle de kalmaz, mâlî (malla ilgili) ibadetlerde
de bulunurlar. Kendilerine nasip ve kısmet ettiğimiz rızıktan, maddî ve hatta
manevî şeylerden az çok harç ve infak eder, Allah yolunda harcamada da bulunurlar.
idğâm ile 'dır, "mâ" kelimesinin Türkçemizde en güzel karşılığı
"nesne"dir. Fakat biz bu kelimeyi kaybetmek üzere bulunduğumuzdan
"şey" diyoruz. Gerçi "mâ" genelde veya çoğunlukla "şey"
mânâsına da kullanılabilirse de, asıl mânâsı "akılsız olan şey"
veya şeylerdir. Yani nesnelerdir. Akıllıya "men" denilir. Ve bunun
için eskiden "mâ" nesne, "men" kimesne (kimse) diye ayırt
edilirdi.
"Rızık",
aslında Arapça'da "haz" ve "nasip" anlamında isim olup,
nasip etmek, rızıklandırmak mânâsında masdar dahi olur ki onun fiilidir. Ve
bu karine ile "mâ" isim olan rızıktan ibaret olur. Ehl-i Sünnet'e
göre şer'î mânâsı da lügat mânâsının aynıdır ki, "Cenab-ı Allah'ın canlıya
zevk ve faydalanma nasip ettiği şey" diye tarif edilir. Şu halde mülk
olsun olmasın, yenilen, içilen ve diğer şekillerde kullanılmasından faydalanılan
mallara uygun olduğu gibi evladı, eşi, gayret ve işi, ilim ve bilgileri dahi
içine alır. Fakat hepsinde istifade edilmiş olmak şarttır. Bu faydalanma,
dünyaya ve ahirete ait faydalanmadan daha geneldir.
Buna
göre dinî ve dünyevî bilfiil faydalanılamayan mal, mülk, evlat ve aile, ilim
ve bilgi rızık değildirler. Bu şekilde birşey, çeşitli faydalanma şekillerine
göre farklı kimselerin rızkı olabilir. Fakat malından, gücünden, ilminden
faydalanmayanlar rızıklanmış değildirler.
"İnfak",
malın elden çıkarılması, harç ve sarfedilmesi demektir. Dinî bakımdan farz,
vacip, mendub kısımları vardır. Bu "infak" karinesiyle ya "rızık"
mala tahsis edilmek veya "infak" mecaz yoluyla maldan başkasına
da genelleştirmek gerekecektir. Açık olan birincisidir, fakat ikincisi de
muhtemeldir. Şu halde âyetin bu kısmı, ilk bakışta zekat ve diğer sadakalar
bağışlar, yardımlar ve vakıf gibi, fakirlere, diğer çeşitli hayırlara, aileye
yardım gibi bütün mal ile yapılan ibadetleri içine alır ki, ilerde "Sana
(Allah yolunda) ne harcayacaklarını soruyorlar. De ki: 'Verdiğiniz hayır,
ana-baba, yakınlar, öksüzler, yoksullar ve yolda kalmışlar içindir. Yaptığınız
hayrı, muhakkak, Allah bilir." (Bakara, 2/215) gibi âyetlerle açıklanacaktır.
İkincisi ilim öğretme ve diğerleri gibi manevî şeyleri de içermektedir. Bununla
beraber bunların hepsinin başında, İslâm'ın binasından biri olan zekat vardır.
Ve bunun için birçok tefsirciler burada ilk önce ve bizzat kastedilen şeyin
zekat olduğunu açıklamışlardır. Fakat kurtuluşun kendisine tahsis edilmesi
bakımından, namazda olduğu gibi burada da farz olan infak kastedilmek gerekirse
de, infakın farz oluşu yalnız zekata tahsis edilmediğinden muhakkıkîn-i müfessirîn
(araştırmacı tefsirciler) bunu genelleştirme taraflısıdırlar. Ancak bu ortamda
zekatın birinci mevkii işgal ettiği de unutulmamalıdır. Çünkü İslâm binasının
ikincisi de zekattır. Bir hadis-i şerifte de görüldüğü üzere "Zekat İslâm'ın
köprüsüdür.". İslâm'ın bir köprüsü, bir geçididir. Dinin, iman ile temeli
atılıp, namaz ile direği dikildikten sonra, geçilecek mühim bir geçidi vardır
ki, zekat işte o geçidi geçirecek bir köprü olmak üzere kurulacaktır. Çünkü
dünya ve ahirette korunmak için yapılacak olan görkemli İslâm binasının, dünyadaki
"dâru'l-İslâm" (İslâm yurdu), ahiretteki "dâru's-selam"
(esenlik yurdu)ın yapımı için birtakım malî masrafları vardır ki, bunlar malî
ibadetler ile yapılacaktır ve bunun en zarurisini de zekat teşkil eder. Zira
"Ancak sana ibadet ederiz ve ancak senden yardım dileriz." (Fâtiha,
1/5) diye bir tevhid üslubu içinde sadece Allah'a kulluk etmek ve kardeş topluluk
ile namaz kılabilmek için safları doğrultmak ve o saflarda bir eşitlik duygusu
ile devamlı bir şekilde bulunmak gereklidir. Bu ise, o toplum içinde günlük
azıkla yetinme durumunda olan kimselerin kalmaması ile mümkün olur. Bir aç
ile bir tokun bir safta kurşunla kenetlenmiş binalar gibi bir sevgi ve kardeşlik
duygusuyla birbirine kalben perçinlenmesi kabil değildir. Şu halde cemaatin
hakiki bir ibadet birliği içinde olması, gerçekten fakir ve kimsesiz olanların
gözetilmesi ve çalışabileceklerin çalıştırılması için ilk önce zekat ve fıtır
sadakaları ile, zenginlerle fakirler arasındaki uçurumu kapatarak bir sevgi
bağının kurulması, hem de hepsinin mevlası (efendisi) Allah Teâlâ olduğunu
bildiren bir duygu ve iman ile kurulması büyük bir görevdir. Bu görevin, bu
niyetle yapılmasında müslüman artık yalnızlığında beşerî bayağılıktan silkinecek,
Allah Teâlâ'nın bir halifesi (yani bir vekili) olmak rütbesini kazanacak ve
elindeki malın Allah'ın malı olduğunu ve kendisinin onu, muhtaç olan Allah'ın
kullarına ulaştırmaya görevli bulunduğunu anlayarak: "Al kardeşim, bu
benim değil, senin hakkındır, bende bir emanettir, ben sana Allah Teâlâ'nın
gönderdiği şu çıkını, postalanmış koliyi teslim etmeye görevlendirilmiş bir
dağıtıcıyım." diyerek, aynı şekilde alçak gönüllülüğü ile fakirin, sabırlı
fakirin hakkını vererek kalbini okşayacak ve bununla o topluluğun mümkün olduğu
kadar açıklarını kapatacaktır. İşte Kitap ve Sünnet'in araştırılmasına göre
fıkıh usûlü ve fıkha ait kitaplarımızın zekat görüşü özet olarak budur. Bu
şekilde zekat, müslümanı, beşerî düşüklüklerden ilahî vekilliğe geçiren bir
köprüdür. Namaz, hayat kademelerinden ilahî huzura çıkaran bir mi'rac olduğu
gibi, zekat da o mi'racda alınan bir ilahî görevin köprüsüdür. Ve her müslüman,
bu köprüyü yapıp geçmeye, yani zekat vermek için helâl mal kazanıp zekat verecek
dereceye çıkmaya çalışacak ve henüz verecek halde değilse, en az onun yüksekliğine
iman ile dolu olacaktır. Yani müslümanın gözü, zekat almaya değil, vermeye
dönük bulunacak ve ancak çaresiz kaldığı zaman zekat ve sadaka alabilecek
ve tersi durumda aldığının haram olduğunu unutmayacaktır. Bu şekilde kurulan
İslâm toplumunun namazında ne büyük bir birlik kuvveti bulunacağı ve bunların
o görkemli İslâm binasını tamamlamak ve bitirmek için nasıl bir aşk ve şevkle
çalışmaya atılacakları düşünülürse, İslâm dininin esasındaki yükseklik ve
bu âyetlerle o müttakîlere verilen öğme değerinin önemi derhal anlaşılır ki,
ilerde açıklanacak olan orucun da bu noktayı her kalbe hissettirmek için mühim
bir terbiye özelliği bulunduğu açıktır. Görülüyor ki bu âyette İslâm binasından,
imandan sonra iki amel zikredilmiştir ve dinde bunlar diğerlerinden önce farz
kılınmıştır: Namaz, zekat. Çünkü bunlar, bütün ibadetlerin aslıdırlar ve burada
bilhassa anılmaları özelliklerinden dolayı değil, diğerlerinin çeşitliliğine
işareti de içine alıcı olduklarından dolayıdır. Zira bütün ibadetler iki çeşide
ayrılmıştır.
Biri
bedene ait ibadetler, diğeri de mala ait ibadetlerdir. Hac gibi hem bedenî
ve hem de malî olan üçüncü bir kısım dahi bu iki değerin birleşmesidir. Şu
halde namaz, bütün bedenî ibadetlerin asıl temsilcisi; zekat da bütün malî
ibadetlerin asıl temsilcisidir. Ve bunlar imanın ilk müeyyidesi (yaptırımı)
ve amel ile ilk gelişmesidirler. Buna göre bu âyet-i kerimede bütün iman prensipleri
gaybde; bütün amellerin esasları da namaz ve infak (Allah yolunda harcama)da
özetlenerek, İslam dininin ilmî, amelî, esasları ve dalları kısaca anlatılmıştır
ki, bunlar Fâtiha sûresinde "Ancak sana ibadet ederiz ve ancak senden
yardım dileriz." (Fâtiha, 1/5) antlaşmasıyla doğru yol ve en son "hamd"
başlığında toplanmış idi.
4-Bundan
sonra gaybda özetlenen imana ait esaslar vahiy ve nübüvvet (peygamberlik)
meselesi olması bakımından bir derece daha açıklanarak buyuruluyor ki; ve
o muttakîler ki, hem sana vahiy ve inzal edilen ve edilmekte olan Kitap ve
şeriata, hem de senden önce vahiy ve inzal edilmiş bulunan (yani Tevrat, İncil,
Zebur, Suhuf gibi) kitaplara iman ederler ki, bu iman da Muhammed (s.a.v.)'nin
peygamberliğine ve bütün geçmiş peygamberlerin peygamberliklerine iman ile
mümkündür. Çünkü habere iman, haber verene imânâ bağlı bulunduğu gibi, onlara
tüm indirilenlerden birisi de peygamberlikleri davasıdır. Önceki âyet, bütün
müslüman müminler; bu âyet de önce Ehl-i kitaptan olup da müslüman olan müminler
hakkında indi deniliyor. Bununla beraber böyle olması iki âyetin birbirini
tamamlayıcı ve açıklayıcı olmasına engel değildir. Ve geçmişe iman, geçmişi
hikayeden ibaret zannedilmemelidir. Şu halde bütün inzal edilmiş kitaplara
ve geçmiş peygamberlere, esas itibariyle iman da, İslâm iman ve inancından
bir parçadır ki "Allah'a inandık deyiniz..." (Bakara, 2/136) gibi
âyetlerde bu durum açıklanacaktır. Bunun için Müslümanlık bütün semavî dinlerin
şahididir. Zira imana ait meselelerde nesih (iptal etme) yoktur, tamamlama
vardır. Nesih, amele ait hükümler itibariyle cereyan eder. Bu ve benzeri Kur'ân
âyetleri ve Peygamber'in sünnetleri bize özellikle şunu gösterir ki, Müslümanlık
dini geneldir. Bütün insanları içeren ve vahye dayanan dinlerin hepsine hürmetkâr
bir dindir. Diğer dinler ise tâbi bulundukları bayrak altında, din işleri
bakımından, kendilerinden başkalarını yaşatmazlar, vicdanlarının sınırı dar
ve kısadır. Bunlar, kendilerinden başkasına hayat hakkı tanımamayı dinin gereği
bilirler. Tanırlarsa yalnız politik bir zorlama ile tanırlar. Yakın zamanlara
kadar hristiyan devletlerin içinde kendilerinden başka bir millet yaşattığı
görülmemiş ve bu sebeple bunlar başka dinden olan kavimlere hakim olamamıştı.
Son zamanlarda bu vicdan darlığındaki politik hastalığı gören Avrupa devletleri
Katoliklik ve Protestanlık kavgalarından doğan bir vicdan hürriyeti davasıyla
Fransız inkılâbından sonra liberallik, laiklik ve insanlık kelimeleri altında
Hıristiyanlık kelimesinden sapmaya doğru yürümüş ve o zamandan beri diğer
milletler üzerinde hükümet kurmaya yol bulabilmişlerdir. Fakat bu kelimeler
olumlu ve merhametli, genel bir hak vicdanı kurulmasını değil, dinsizliğe
ve bencilliğe doğru olumsuz bir gidişi hedef aldığından, ilme ve sanayiye
ait gelişmelerini gerçeğe bağlayacak yerde, insanlığı haktan uzaklaşmaya,
vicdansızlığa ve ihtiraslara sürüklemiş ve sonucu da İslâmiyet'in gösterdiği
gerçek ve olumlu hürriyet hakları ile insanlığa temin ettiği ve yaydığı gerçek
evrensel hayattan uzaklaşmak ve hayatın ızdıraplarını artırmaktan ibaret olmuştur.
Bu
bakış açısıyla denilebilir ki, şimdiki insanlar, Peygamberimizin gönderildiği
zamanda olduğu gibi, İslâm'ın nurunun genel bir gelişmesini ve herkesin selameti
için, gerçeğin bütün insanlık üzerinde kuvvetli bir egemenliğini görmek derdiyle
kıvranıp çabalamaktadırlar. İnsanlığın şimdiki sapıklığı, beşeriyetin doğru
üzerinde egemen olması fikrinde toplanıyor. Bu ise, insanlar arasında en kuvvetli
görünenlerin "tapılan bir yaratıcı" gibi kabul edilmesine sebep
oluyor. Bu, tutkuların kuvvetlenmesiyle hukukun (hakların) çiğnenmesini, herkesin
selamet ve emniyetinin bozulmasını doğuruyor. Halbuki insanın saadeti gerçekte
insanlığın hakka egemen olması davasında değil, hakkın insanlığa egemenliği
esasındadır. Ve İslâm'ın eşit yaşamak için "Ancak sana ibadet ederiz
ve ancak senden yardım bekleriz." (Fâtiha, 1/5) antlaşmasıyla öğrettiği
"yaratılış kanunu" da budur. Şu halde insanlık, ya hakka (doğruya)
üstün gelmek davasıyle ihtiras ve ızdırap içinde birbirini yiyip gidecek veya
Hak Teâlâ'ya iman ile onun mutlak egemenliğine uymak için İslâm dinine ve
Muhammed (s.a.v.)'in bildirilerine sarılacaktır. Hakk'ı, insanın emri altında
gören dar vicdanların kurtuluşa ereceklerini ve beşeriyetin dairesi için bir
olumlu kutup olabileceklerini zannetmek ne büyük hatadır! Büyük vicdanlar,
Hakk'ı bir bilir ve haktan gelenin hepsine, her birinin kendi derecesine göre
kıymet verir.
İşte
İslam'ın kalbi, bu büyük iman ve vicdanın sahibidir. O, herkese bu imaniyle
göğsünü açar. Bütün beşer vicdanını bu genişlik ve anlayışlılıkla hakka yaklaştırmaya
çalışır. Bunu kavrayamayan, bu yüksekliğe eremeyenleri de hakkın birlik ve
kapsamına saldırmamak ve hakka az çok uymayı kabul etmek şartıyle kendi dinî
sahalarında hür tutarak göğsünde yaşatır ve onların yaşama haklarına hürmeti
de yalnız görünüşe has bir siyasetin değil, gerçek dinin gereği bilir.
Gerçekten
"Ahirete ait kuvvetli bilgi sahibi olacak olanlar da ancak bunlardır,
bu genişçe imana sahip olanlardır." Mesela "Hazreti Musa peygamberdi
ama, İsa değildi; Tevrat, Allah'ın kitabıdır, İncil değildir; yahut Musa ve
İsa (a.s.) peygamber idiler, ama -hâşâ- Muhammed (s.a.v.) değildir; olsa bile
bizim değil, Araplar'ın peygamberidir; Tevrat ve İncil Allah'ın kitabıdırlar,
fakat Kur'ân değildir." gibi sözlerle Allah'ın peygamberlerini farklı
gören, kimine inanıp kimine inanmayarak Muhammed (s.a.v.)'in peygamberliğini
ve ona inen Kitap ve dini tanımayanların ahiret hakkında birtakım zanları,
bazı kanaatları bulunsa bile yakînleri (kuvvetli bilgileri) yoktur. Gerçi
her felsefede, her dinde bir ahiret fikri vardır. Fakat bunların çoğu delilsiz
birtakım emellerden, ideallerden ibaret kalır. Çünkü meseleler ve ahiret yolunun
varlığının imkanı akıl ve kalp ile her zaman sabit olursa da, gerçekleşmesinde
aklî delil, varsayımlar ve kalbî temenniler yeterli değildir. O ancak Allah
tarafından gelen saygıdeğer peygamberlerin sadık haberleri ile bilinebilecek
gaybe dair haberlerdendir. Bunu sona erdiren ve tamamlayan ise peygamberlerin
sonuncusu olan Muhammed Mustafa (s.a.v.)'dır. Şu halde peygamberlere iman
etmiyenlerin, ahirete doğru imanları olamayacağı gibi, geçmiş peygamberlere
iman edenler bile son peygambere ve ona indirilen Kitap ve şeriata iman etmedikçe,
ahiret hakkındaki iman ve kanaatleri yakîn (kesinlik) derecesini bulamaz;
hak vakıa (olgu)ya uygun olamaz. Mesela Yahudiler: "Cennete ancak yahudi
olanlar girecektir." (Bakara, 2/111) ve "Bize cehennem ateşi olsa
olsa sayılı birkaç gün dokunacaktır." (Bakara, 2/80) derler. Hıristiyanlar
da aynı sözü kendileri hakkında söylerler. Kendilerinden başkasına dünya ve
ahirette hayat ve saadet hakkı tanımazlar. Ve sonra cennetin nimetleri, dünya
nimetleri cinsinden midir? Devamlı mıdır, değil midir? O, bir ruhun ebedî
olması meselesi, midir, değil midir? diye ihtilaf ederler. Halbuki Allah'ı
bir bilip, bütün peygamberleri tasdik ve ahir zaman peygamberinin peygamberliğine
ve ona indirilen Kitap ve şeriate de iman ettikleri zaman şahsî ve kişisel
olan o gibi bozuk kanaatları, gerçeğe uymayan inanışları Muhammed (s.a.v.)'e
ait tebliğlere imanla gider de, ahiret hakkında gerçeğe uygun kuvvetli bilgi
elde ederler. Dünya hak, ahiret de hak, hayat hak, ölüm ve kıyamet de hak,
öldükten sonra dirilmek de var. O da hak, haşir (kıyamet günü toplanmak) hak,
sual hak, hesab (hesaba çekilmek) hak, mîzan (tartı) hak, sırat hak, sevap
hak, ıkâb (ceza) hak, cennet hak, cehennem hak. Ve hepsinin üstünde rıdvan-ı
ekber (en büyük Allah rızası) ve Allah'ın cemalini görmek de hak, Allah'ın
izniyle müminlere şefaat da hak; cennet ebedî, cehennem de ebedî. Bununla
beraber o ebedî cehenneme girdikten sonra kurtulup çıkacak ve nihayet cennete
gidecek olanlar da var. Ahiret nimetlerinde, dünya nimetlerine benziyenler
de var, dünyada görülmedik, işitilmedik, hatıra gelmedik şeyler de var. Şu
fark ile ki, ahiret nimetleri sonsuz ve elemsiz. Dünyanın ilmî kanunları,
ahiretin bütün incelikleriyle ayrıntılarını anlamaya elverişli de değil. Onu
hakikatiyle bilmek, hakkın (gerçeğin) temelini bilmeye bağlıdır. İlmin kanunları,
bize onun akla uymayan bir imkansızlık olmadığını ve nihayet mutlak bir gayb
âleminin bulunduğunu ve bugünün her halde bir yarını olduğunu ve ona hazırlanmamızın
gereğini isbat eder ve anlatır. Fakat o yarının nasıl olacağını ancak Allah
bilir ve gaybtan haberi olan şerefli peygamberler haber verebilir.
"Ahiret"
kelimesi esasen "âhir" kelimesinin müennesi (dişisi)dir ki, "son"
ve "sonraki" mânâsına sıfat iken şeriat dilinde "ahiret yurdu"
ve "ahiret hayatı" ve "ahiretin neş'eti" tamlamalarının
hafifletilmişi olarak isim olmuştur. Karşıtı olan "dünya" kelimesi
de böyledir. "Ahiret", kâh "dünya" ve kâh "ûlâ"
(ilk) kelimesinin karşıtı olarak kullanılır. Ahiret yurdu tam bir hayat, ebedi
hayattır. Tam hayatı insanların kimisi yalnız aklî ve ruhanî kabul eder, kimisi
de duygusal ve cismanî (bedene ait). Fakat gerçeğini henüz bilmediğimiz hayatın
bizce kemali (olgunluğu), hem aklî ve hem hissî oluşundadır. Kur'ân'ın bize
bildirdiği ahiret hayatı ise "hayatın en mükemmeli" olduğundan biz
ona inanırız, felsefî derinlikleriyle uğraşmayı lüzumsuz sayarız. Ben, "ben"
dediğim zaman ruh ve bedenimin birliği noktasına basıyorum ve hayatı da bunda
biliyorum. Gayb âleminin bugünkü görünen âlemden sonsuz derecede geniş ve
mükemmel olduğunu bilyoruz ve her halde yarın için daha üstün bir hayatın
muhakkak olduğu kuşkusuzdur. Buna "acaba!" diyenler kalpleri kör
olanlardır. Maddemiz erir, genel maddeye karışır; kuvvetimiz dağılır, genel
kuvvete karışır, hepsi erir Hak Teâlâ'ya döner. Önce Allah'tan kendime geldim,
yine Allah'a gideceğim. Gidersem, Rabbımın bir âleminde daha niçin kendime
gelemiyeyim? Niçin rahmetlerine eremiyeyim? Hemen Cenab-ı Hak güzel sonuçlar
nasip etsin. Felsefenin, "olan yine olacaktır" diyen "ıttırat
= uyum, ritim" kanunu, "illiyyet = nedensellik" kanunu bile
bu kat'î bilgimi zaruri kılmaz mı? Peygamber efendimizden rivayet olunuyor
ki şöyle buyurmuşlar: "Şaşmak, bütün şaşmak ona ki Allah'ın bütün halkını
(yarattıklarını) görüp dururken Allah hakkında şüpheye düşer. Şuna şaşılır
ki ilk doğuşu tanır da, son doğuşu inkâr eder. Şuna da şaşılır ki, her gün,
her gece ölüp dirilip dururken öldükten sonra dirilmeyi ve kıyameti inkâr
eder. Şuna da şaşılır ki, cennete ve cennet nimetlerine inanır da yine aldatıcı
dünya için çalışır. Şuna da şaşılır ki, başlangıcının bulaşık bir nutfe (sperme),
sonunun çirkin bir leş olduğunu bilir de yine büyüklük taslar ve öğünür."
Bu hadis, ahiret hakkında ilim ve fen açısından başlıca iki gerçeği gösterir.
Birincisi ilk doğuş ve son (doğuş) deyimiyle, hem ahiretin gerçekliğine ve
hem devamlılık ve tekrar etme kanununa işarettir. İkincisi dış görünüşü ile
uyku uyanıklığı gösteren her gün, her gece ölüp dirilmek meselesidir ki hayatın
hakikatı ve ahiretin hakikatı açısından çok önemlidir. Biz her gün gıdaya,
uyuyup uyanmaya niçin muhtaç oluyoruz? Çünkü bedenimiz, bedenimizin kısımları
her gün ve hatta her saat, her an devamlı bir şekilde ölüyor ve yerine yenisi
yaratılıyor ve bu yaratılış işi olurken biz uyuyoruz. Bunun için uyku sadece
görünürde değil, gerçekten de bir ölüm oluyor. Çıkardığımız bütün salgılarımız,
bedenimizin kısımlarının cenazeleridir. Demek ki hayat, ancak benzerlerin
yenilenmesi ile yeni yaratma sayesinde devam ediyor. Devam eden nedir? Benim
birliğim nedir? Bu da bir ıttırad (ritim) kanunu, benzeyiş ve gelişme görüntüsüdür.
Bundan dolayı, dünyaya ait hayatımın zamanı, esasında benim ruhumun ve cismimin
sabit olması değil, Allah'ın yaratması ve bâkî kılmasıdır. Ve işte ahiret
hayatı da böyledir.
"Îkân",
yakîn sahibi olmaktır. "Îkân", "istikân", "teyakkun",
"yakîn" hepsi bir mânâya gelir. "Yakîn", gerçeğe uygun
ve herhangi bir şüphe ile ortadan kalkmayacak şekilde şek ve şüpheden uzak
olan sabit ve kesin bir inanış demektir. Diğer bir deyişle "yakîn",
şek ve şüphe bulunmayan kesin bilgi, şüphe karışmayan ilim, bozulması ihtimali
olmayan ilimdir. Bununla beraber "kalbin kararı" anlamına da "yakîn"
denildiği olur. "Şu anda şüphem yok ki bu böyledir. Şimdi ve ilerde şüphe
edilmez bu böyledir. Başka türlü olmak mümkün değil, bu böyledir." Bunun
üçüne de yakîn denilir fakat asıl "yakîn" ikinci ile üçüncüdür.
Yani
birinci tariftir. Allah'a ait ilme, "yakîn" denilmez. Bunun iki
sebebi vardır: Birincisi; Allah'ın isimleri ve sıfatları vahye dayanır. Kitap
ve Sünnet'te ise Allah'ın ilmine "yakîn" denildiği görülmemiştir.
İkincisi: "Yakîn" ve "îkân" şek ve şüphe edilebilen şeyler
hakkında kullanılır. Bunun için zorunlu bilgilere, yani apaçık olan şeylere,
gün gibi aşikar gerçeklere "yakîn" denilemiyeceğini söyleyenler
bile vardır. "Yakîn"de istenilen şey, gerçeklik ve şüphesizliktir.
Fakat bu olayın zaruri olması değil, ancak vâki olması şarttır. Şu halde görülenler,
tecrübe edilenler, tevatürle nakledilenler ve doğru istidlaller de yakîn (kesinlik)
ifade ederler. Bazı Batı filozoflarının iddia ettikleri gibi "yakîn"
yalnız zarurî ve huzurî ilim demek değildir. Yakînin dereceleri vardır. Mesela
matematik bilgileri, mantık bilimine ait sonuçlar yakînî ve zarurî olduğu
gibi, normal ve tecrübeye dayanan ilimler, tabiat ilimleri yanında Kimya ve
Fizik ilimleri zarurî olmayarak yakînîdirler. Ancak bunların tecrübe edilmiş
olaylarından yanlış istidlaller ile sonuç çıkarılan özel görüş ve varsayımların
hepsi yakînî değildir. Aynı şekilde Hayat Bilgisi, Tıb ve benzerleri henüz
yakînî değildir. Bu sebeplerden dolayı uçakları yaparız, fakat bir çimeni,
bir böceği, serçenin bir tüyünü yapamayız. Acaba
mümkün değil midir? Mümkün olmasaydı vücuda gelmezdi. Allah Teâlâ onları öncelikle
ve bizzat ve sonra maddeleri, tohumları aracılığıyla yarattığı gibi, bizim
elimizle de yaratabilir. Nitekim peygamberlerin ellerinde yapabileceğine dair
örnekler de gösterdiğini Kur'ân haber veriyor. "Benim iznimle çamurdan
kuş şeklinde bir şey yapıyor, içine üflüyordun, benim iznimle kuş oluyordu."
(Maide, 5/110). Bunun için ilimler ve tabiat ilimleri, bizim, Allah'ın kudreti
hakkındaki kesin inanışımızı ve imkanın kendisi hususundaki imanımızın genişliğini
yıkacak değil, kuvvetlendirip genişletecek deliller kabul edilmek gerekir.
Fenleri kendi sınırları içinde takip etmeli ve geliştirmeliyiz. Fakat onlara
inanırken, hiçbir zaman Allah'ın kudretini terkettik, dünya ve ahireti bitirdik
zannetmemeliyiz. Normal yakînlere, zarurî yakînleri feda etmemeliyiz. Biz
var isek, bizim ilmimiz varsa, Allah Teâlâ ve O'nun ilim ve kudreti daha önce
var. Bugünkü görülen âlem varsa, yarınki gayb âlemi de tabiatıyle vardır.
Bugün olmayanlar, yarın olur. Bugün inanmadıklarımıza yarın inanmak mecburiyetinde
kalırız. Hiç yanılmamak, hiç şaşmamak, sonsuz ümitsizliğe düşmemek istiyorsak
hiçbir hadisenin yıkamayacağı, hiçbir şüpheciliğin yıkamayacağı en hak ve
en temelli esaslara iman etmeliyiz ki, kesin iman dairemiz daralmasın; ilim
ve fenni boğmayalım; imkan sahasını kısıtlamayalım; mümküne, imkansız demiyelim;
hayır yerine şerre koşmayalım; imkânsız zannettiklerimizin imkanını, hatta
ortaya çıkışını gördüğümüz zaman perişan oluruz. Sudan ateş, ölüden diri çıkar
mı? Allah'ın izniyle çıkar. Hayat yapılır mı? Allah'ın izniyle yapılır. Göklere
çıkılır mı? Allah'ın izniyle çıkılır. Kabirde
soru sorulur mu? Allah'ın
izniyle sorulur. Ölen
dirilir mi? Allah'ın
izniyle dirilir. Fakat
"İki kere iki, tek olur mu?" Olmaz. Bir şeyin parçası kendisinden
büyük olur mu? Olmaz.
İlletli illetini geçer mi? Geçmez. İnsan bizzat yaratıcı ve bizzat mabud olabilir
mi? Olamaz. O, Allah'ın izniyle, kuş da yapsa, ölüleri de diriltse yine kuldur,
yine kuldur. Bütün imkanlar, Allah'ın kudretindedir. Ve istikbal (gelecek)
dediğimiz zaman sonsuzdur ve o sonsuzda bizim nice başımıza gelecekler ve
sorumluluklarımız olacaktır. Ve işte Hazreti Muhammed (s.a.v.) bize mutlak
olan bu tam imanı, bu tevhid inancını ve buna göre güzel işler işlemeyi öğretmek
için gönderilmiştir. Ona iman edenler hiçbir zaman aldanmazlar, her zaman
yakîn (tam iman)e sahip olurlar.
5-
kelimesi "işaret ismi" çoğul, "zâ"nın çoğulu, " "
hitap harfidir ki " " gibi önce Peygamber'e has hitap, ikinci olarak
genel hitap olabilir. Meâli: "Sana söylerim bunlar, o gördüklerin, o
vasıflarını işittiklerin" demektir. Yani, ya Muhammed! Böyle kalbe ait
olan ve sadece görünene bağlanmayıp aklın anlayabileceklerine dahi topluca
iman ve tasdik ettiği bedenî ve malî ibadetleri yerine getirmekle, duyma yolundan
başka imkan olmayan hususlara da genişçe, detaylarıyle iman etmek ve edebilmek
kabiliyet ve üstünlüklerini toplayan o müttakîleri işittin ya, işte bunlar
kendilerinin Rabbi tarafından,
Ve
işte herkesin fikrinde ve zikrinde "müflihûn müflihûn" diye duyup
andıkları ve fakat tayin edemedikleri bahtiyarlar, ciddi ve ebedî olarak kurtuluşu
bulanlar, bulacak olanlar, gazab ve sapıklıktan kurtulmuş olarak Allah'ın
ebedî nimetlerine erecekleri kat'î olanlar, ancak bunlar, bu hidayet üzere
bulunanlardır. Allah Peygamber tanımıyanlar değil, yalnız önceki peygamberlere
iman etmiş olanlar da değildir. İman edip beden ile ve mal ile ibadet ve güzel
işler yapmayanların halleri de tehlikeden uzak değildir. Bunların kurtuluşları
mümkün olsa bile tam ve kâmil değildir. Madem ki, imanları vardır, ilahî rahmet
ile kurtuluşları kâbil ise de olağanüstü kabilindendir, Allah'ın sünneti değildir.
Bununla beraber onlar hakkında imansızlar gibi sonsuz ümitsizlik de caiz olmaz.
Zira Allah katında imanın zerresi de kaybolmaz.
"Müflih",
"iflah"dan "felah bulan, kurtulan" demektir. "Felah"
aslında "felâhat" gibi "yarmak" mânâsıyle ilgilidir ki,
önündeki engeli yarıp, kendini kurtarmak ve istediğine ermek yani zafer bulmaktır.
Müminler de dünya ve tabiat ve şehvet engellerini yarıp, gaybda gizlenen dileklerine
eren ve ahirette sonsuz kurtuluşa erenler olacaktır. Arap dilinde böyle haber
"elif lâm" ile "belirli" olursa "tahsis" ifade
eder. Burada "hüm = onlar" zamir-i fasıl (ayırma zamiri) denilen
bir kelimedir ki, haber ile mübtedâ arasını sıfattan ayırır. Mühim bir hüküm
bağlayıcısıdır. Bundan da bir kasır (tahsis) anlaşılır. Açıkladığımız mânâ
bu tahsislerle tarifin mânâsıdır. Benzerlerinde uygulansın. Bu gibi tariflerde
iki çeşit anlam düşünülür. Birisi: Öteden beri "müflihûn" vasfıyla
şöhret bulmuş birtakım belirsiz kişiler vardır, bunları duyarsınız, fakat
tayin edemezsiniz. Eğer duydunuzsa, işte bunlar ancak o müttakilerdir. İkincisi:
Eğer duymadınızsa, bu kavramı iyi tasavvur ediniz ve gerçeğini araştırınız
ve araştırdığınız zaman biliniz ki bunlar ancak onlardır, demek olur. 'nin
tekrarı, hidayet ile felahın ayrı ayrı birer haslet olduklarına işarettir.
Aradaki atf (bağlaman)ın "vav" ile yapılması da hidayet ile felahın
anlayış ve maksat bakımından ayrılıklarına işarettir diyorlar. Bununla beraber
birinci o imanları yapan müttakilere, ikinci de sınırlamasından sonra onlara
dönmüş olması ve bundan dolayı mânâ bakımından tekrar bulunmaması daha uygundur.
Görülüyor ki, hidayetin müttakilere tahsisi yoktur ve fakat felahın hidayettekilere
tahsisi vardır ve bu nokta mühimdir. Düşün. Sonra felâhın hidayete, hidayetin
takva (Allah'dan çok korkma)ya ait olması da illiyet (nedensellik) yoluyla
değil, âdet yoluyla sürdüğüne ve gerçekten hükmünü yürüten Allah Teâlâ'nın
lütuf ve rahmeti olduğuna işaret için arada harfi gibi sebeb ifade eden bir
harf geçmemiştir.
Kur'ân
işte derece derece bu müttakilere hidayettir. Acaba burada niçin "hüden
li'n-nâs = insanlar için" denilmedi de "hüden li'l-müttakin = müttakiler
için" denildi? diyeceksin. Çünkü:
Meâl-i
Şerifi
6-
Şu muhakkak ki inkâr edenleri uyarsan da, uyarmasan da onlar için birdir.
Onlar inanmazlar.
7-
Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Gözlerinin üzerinde
bir de perde vardır. Ve büyük azab onlaradır.
6-TAHLİL
VE MÜNASEBETLER: Arab dilinde, dilimizde karşılığı bulunamayan bazı harfler
vardır ki de bunlardandır. Bu harf, fiile benzeyen altı harften biri olup,
yerine göre "elbette", "her halde", şüphesiz", "lâ
cerem =besbelli, muhakkak" gibi bir tahkîk (gerçeklik) ve te'kîd (pekiştirme)
mânâsı ifade eder. Râzî'nin naklettiğine göre Arab'ın ilk filozofu sayılan
Kindî, dil imamlarından İmam Müberred'e gitmiş ve: "Ben Arap kelamında
bir gereksiz söz buluyorum. Mesela "Abdullah ayaktadır" diyor, sonra
"Muhakkak Abdullah ayaktadır" diyor. Daha sonra "Muhakkak Abdullah,
gerçekten ayaktadır" diyor. "Bunların hepsi mânâ bakımından bir,
arada fazla kelimeler var." demiş. Müberred: "Hayır" demiş,
"Lüzumsuz söz yok, kelimeler değiştikçe mânâ da değişir. Birincisi doğrudan
doğruya ayakta durmayı haber veriyor. İkinci, bir sorunun cevabı oluyor. Üçüncü
de bir inkârcının inkârına cevap oluyor." diye açıklama yaparak, dildeki
incelikler konusunda filozofun bilgisizliğini gösterivermiştir. Bu bir harf
bize bir nazım altındaki mânâların inceliklerini anlatmayı ve bundan gafil
olanların düşünceye ait yargılamalarda uygunsuz durumlara düşeceklerini ne
güzel anlatır. Belağat imamı Abdülkâhir Cürcânî der ki: "Gerçekten te'kit
(pekiştirme) içindir. Bir haber muhatabın kanaatının zıddına değilse "
"ye ihtiyaç yoktur. Fakat dinleyenin kanaatının tersine bir haber verildiği
zaman ona ihtiyaç vardır. Ve
haber ne kadar uzak görülürse, nin güzelliği o kadar artar..." İşte
bu âyette de böyledir. Burada öncelikle "hüden lîl müttekîn" sınırlamasına
karşı akla gelen bir soruya isti'nâfen (başlangıçta) bir cevap vardır. İkinci
olarak bu âyette açıklanacak olan haberin mânâsı uzak görülebileceğinden,
onu te'kit ve pekiştirme vardır. Buna göre bu âyetin "hüden lîl-müttekîn"
kısmı ile çok kuvvetli bir tezat ilgisi ve karşılaşması vardır. Ve bu şekilde
bu iki âyet öncelerin karşılığı olan bir sınıflandırma ifade eder.
"Küfür",
"kâf"ın ötrüsü ile lügatta "küfrân" gibi nimeti örtmek,
yani nankörlüktür. Bunun aslı da "kâf"ın üstünü ile "kefir"dir
ki, mutlaka örtmek demektir. Üstün ile olan bu mânâdandır ki, tohum eken ziraatçiye,
aynı şekilde geceye "kâfir"; meyve tomurcuğuna "kâfur",
kalça etlerine "kâfire" denilmiştir. Şu halde üstün ile "kefr",
mutlak örtmek genel; ötrü ile "küfr", nimeti örtmek özeldir. Dinde
küfür ise, imanın zıddıdır, imansızlık demektir. Yani bir kimsenin iman şanından
olduğu halde iman etmemesidir ki, yalanlama ve inkârı, tasdiki terketmeyi,
zorlama ve engel bulunmadığı zaman ikrarın terkini de içine alır. İmandaki
tasdik gibi, küfürde tekzib (yalanlama) de, kalbî, kavlî (sözlü) veya fiilî
olur. Kalp ile yalanlama nasıl küfür ise, zorlama olmaksızın sözlü yalanlama
da öyledir. Hatta böyle bir sözlü yalanlama daha çirkin bir düşmanlığı açığa
vurmak olur. Aynı şekilde fiilî yalanlama da böyledir. İman edilmesi arzu
edilen mukaddes şeylere fiilen hakaret ve alay etmek, küçümsemek ve hafife
almak, bunları bozmaya çalışmak en çirkin küfür olduğunda şüphe yoktur. Yalnız
kalpte gizlenen küfre küfür denip de, sözlü veya fiilî olarak açıklanan ve
ilan edilen küfre küfür denmemek nasıl mümkün olur? Meğer ki o, sözlü veya
fiilî "Kalbi imana yatışmış olduğu halde (inkâra) zorlanan değil."
(Nahl, 16/37) şer'î istisnayı bildiren bu âyet gereğince zarurî bir zorlamaya
dayanmış olsun. Fiilî tekzib, iman ile bir araya gelmesi mümkün olmayan fiili
yapmaktır. Ancak fiilî yalanlama ile, fiilin yokluğu arasında büyük fark vardır.
Mesela namaz kılmamak başka, haça tapmak yine başkadır. Namaz kılmamak küfür
değilse bile, haça tapmak küfür olur. Bu bakış açısından amelin terkinin,
fiilî yalanlama olup olmadığı şüpheli olduğundan küfrü gerektiren bir durum
olup olmayacağında ihtilaf edilmiştir. Halbuki hakaret ve hafife almayı ifade
eden, aynı şekilde Mushaf'ı çirkefe atmak, güneşe secde etmek, zünnar bağlamak,
küfür neşretmek, günahı ve haramı helal, helalı da haram saymak... gibi bizzat
küfür eseri şeyler; küfür delili olduğu belli bulunan yalancıların fiilleri
-bir zorlama zarureti yoksa- küfür olduğunda hiç ihtilaf edilmemiştir. Biz,
yukarda açıklama yapıldığı üzere, ameli terketmenin ve her günahın küfrü gerektirdiğini
söylemiyoruz. Fakat bu mesele de pek kötüye kullanılmıştır. Burada dikkat
edilecek bir nokta vardır ki o düşünülürse, Hâricîler ve Mu'tezile bir yana
bırakılmak şartıyle, gerçekten yine fikir ayrılığı bulunmadığı ortaya çıkar.
Ameli terketmek iki türlüdür: Birisi cüz'î (kısmen) terk, diğeri küllî (tamamen)
terk. Yani biri terk, biri de terketmeyi alışkanlık edinmektir. Mesela bazan
namaz kılmayan ile, namazı terketmeyi alışkanlık haline getiren arasında büyük
fark vardır.
Namaza
imanı olan, onu vazife tanıyan kimsenin -insanlık hali- ara sıra bazı üşengeçliğinin
bulunabilmesi akla uygundur. Şu halde cüz'î terk küfür olmayabilir. Fakat
amelleri terki alışkanlık edinen, namaz kılmayı hiç hatırına getirmiyen ömründe
hiç kılmayan ve hatta kılmamaya azmetmiş bulunanların kıble ehli (müslüman)
olduklarına, Allah'a, Peygamber'e ve peygamberlere, Kur'ân'a ve ahirete, farz
olan vazifelere imanı bulunduğuna nasıl hükmedilebilir? Özetle iman, tevhid
tertibiyle bütün inanılacak şeylere bölünmez bir bağlılıkla uymak; küfür de
onlardan birinin bile olsun, bulunmamasıdır. Yani küfür için iman edilecek
şeylerin hiç birine inanmamak şart değildir. Birine veya bir kısmına inanmamak
da küfürdür. İman,
bir bütünlüğü gerektirir. Küfür ise onun tersi olduğundan, bir kısmı inkâr
ile vâki olur. Tamamının inkârına bağlı olmaz. İman ile küfür sade zıt değil,
birbirinin tersidirler. Ne toplanırlar, ne yükselirler; arada vasıta, iki
menzil arasında bir menzil (menzile beyne'l-menzileteyn) yoktur. Bir insan
ya kâfirdir, ya mümin. Fâsık (günahkâr) da işlediği suça göre bunlardan biridir.
İman ile küfür iki görüş açısından düşünülür. Birisi insanın yalnız Allah
Teâlâ'ya karşı vaziyeti. Diğeri de müminlere karşı vaziyetidir. Birincisinde
mümin, yalnız Allah Teâlâ'nın ilmini düşünerek imanını ve kendini ona göre
kontrol ve teftiş eder. Bu noktada hem içinden ve hem dışından sorumludur.
İkincisinde insanların ilmi ve onlara kendini ve ne şekilde tanıttığını ve
ne gibi muamele yaptığını ve onların ilmine karşı kendisinin ne gibi bir muameleye
tabi tutulması gerektiğini düşünerek, imanını ve kendini ona göre kontrol
ve teftiş eder. Çünkü İslâm imanının, bir Allah'ın hakları, bir de kulların
hakları yönü; bir ferdî, bir de sosyal durumu vardır. "Allah'a, Peygamber'e
kalbimde imanım var." deyip de insanlara karşı hep küfür muamelesi yapmak
İslâm imanının şiarı değildir. Din ve imana muhtaç olan Allah değil, insanlardır.
Küfretmek, dilimizde kaba bir şekilde sövmek mânâsında da âdet olmuştur ki,
bu Arapça'da yoktur. Fakat daha çok İstanbul dilinde, halk arasında yaygın
olan bu mânâ, esasında dinî mânâdan alınmıştır. Önceleri dine sövmek, imana
sövmek, ağıza bilmem ne yapmak gibi küfrü gerektiren söğmelere kullanılırken,
biraz genişletilmiştir. Bunun için "küfretmek" tabiriyle, "kâfir
olmak" tabiri arasında bir fark sezilir.
"İnzar"
korkulu bir şeyden sakındırmak için bildirmek, yani "ilerde şu fenalık
var, sakın!" diye doğru yolu göstermek.
"Hatm",
"tab" gibi basmak mânâsınadır. Ve
"ketm" ile de ilgilidir. " " ile geçişli kılındığı zaman
üzerini mühürlemek, yani bir şeyi veya içindekini sağlamlaştırmak için üzerine
mühür veya damga basmak, bir çıkını, bir odayı, bir zarfı mühürlemek gibi.
Bir de bir şeyi sona erdirmek anlamına gelir. Fakat
bunda gibi bizzat geçişli olur. Şu
halde burada birinci mânâdan bir istiâredir.
"Kalp",
yürek ve gönül mânâlarına gelir, yani "kalp" iki mânâya kullanılır.
Birisi göğsün sol tarafında, sol memenin altına doğru konulmuş bir çeşit çam
kozalağı şekline benzer bir durumda (sanavberiyyüşşekil) ve bedendeki etlerin
hiç birine benzemiyen, hem sinir ve hem kas dokularının esaslarını toplayan
belli bir et parçasıdır ki, atar ve toplar bütün damarların köküdür. İçinde
karıncıkları ve kulakcıkları vardır. İnsanın aza ve organları içinde kendi
kendine hareket eden odur. Ruha
ait iticilik ondan başlar. Bu, motoru kendinde, kendi kendine açılıp kapanan
bir tulumbadır. Kan dolaşımı buna borçludur. Ve bununla beraber bu hareketin
solunum ve akciğer hareketi ile de bir ilgisi ve paralelliği vardır. Bu kalp,
beden ilimlerinden olan Tıp ilminin ve doktorların meşgul olduğu bedeni ve
yeri belli olan kalptir. Buna biz dilimizde yürek tabir ederiz. Nitekim mideye
de kursak deriz, "kursak aşını, yastık başını ister". İkincisi,
ruhanî, ilahî bir lütuf olan ve bütün şuur, vicdan, duygu ve sezgilerimizin,
düşünme kuvvetimizin kaynağı yani manevî âlemimizin merkezi bulunan, yeri
belli olmayan kalptir ki, "insan ruhu" da denilir. İnsanın asıl
gerçeği bu kalptir. İnsanın anlayışlı, bilgin ve arif olan bölünmez kısmı;
konuşulan, azarlanan, talepte bulunulan ve sorumlu olan özü budur. Bütün benliğimiz
öncelikle bundadır. Bunun
için anlayan "ben", anlaşılan "ben"in içindedir. Ben ruhuma,
cismime, aklıma, irademe bundan geçerim. Bu sanki ruhumuzun bir gözüdür. Sezgi
bunun bakışı, akıl bunun ruhu, irade bunun kuvvetidir. Bunu, ruhumuzun kendisi
şeklinde anlayanlar da çoktur. Dilimizde buna yine "kalp" deriz.
Yukarda "gönül" denildiğini de söylemiştik. Çünkü "gönlümden
geçti", "kalbimden geçti", "zihnimden geçti", "aklımdan
geçti" dediğimiz zaman hepsinde aynı mânâyı kastederiz. Bununla beraber
kalp ile gönlü ayırdığımız noktalar da vardır. Mesela "kalbin çürük"
deriz de, aynı mânâda "gönlün çürük" demeyiz. Bazan yürek kelimesini
de bu mânâda kullandığımız olur ki, "yürekli adam", şecaatli ve
kuvvetli kalbe sahip adam demektir. Şüphesiz mekansız olan bu ruhanî kalbin
bütün beden ve cisim olan kalp ile bir ilişkisi vardır. Fakat âlimler ve filozoflar
bu ilginin şeklini, nasıllığını önceden ve bizzat bedenin hangi noktasıyla
ilgilendiğini tayin etmede hayrete düşmüşlerdir. Bu ilgi önce cisim olan kalbe
midir? Akıla mıdır? Bütün sinirlere midir? Bütün sinir ve kaslara mıdır? Yoksa
kalp ve şuur, damarlar, sinirler, kaslar ve uzuvlariyle bedenin tek suretine
midir? Sonra bu ilgi, fizikî özelliklerin cisimlere, vasıfların vasıf sahiplerine
ilgisi gibi midir? Bir aleti kullananın, alete ilgisi gibi midir? Bir
yerde oturanın, o yere ilgisi gibi midir? Her ikisini içine alarak bir kaptanın
gemiyle ilgisi, bir devlet başkanının memleketiyle ilgisi gibi midir? Özetle
madde ile kuvvetin ilgisi nedir? Ve sonra maddî kuvvetle, manevi kuvvetin
ilgisi nedir? Bunlar, felsefecileri, psikoloji ilmiyle uğraşanları yoran,
hayretler içinde boğan noktalardır. Ancak önceden olsun, sonradan olsun, önceden
ve bizzat olsun, ikinci ve vasıtalı olsun, yapıcılık yönünden olsun, kabiliyet
cihetinden olsun, her halde bunun cisim olan kalp ile de bir ilgisi olduğu
açıktır. Hissî etkenlerde hareketin önemi büyük olduğuna ve bütün tabiî etkenlerin
harekete dönmesi çağımız fenninin en büyük eğilimi bulunduğuna göre, bedenimizde,
dışa ait hareketlerin izlenimlerinden etkilenen ve onları alan aletlerimiz,
açık duygularımız, sinirlerimiz, beynimiz olmakla beraber bunların cereyanının,
bedendeki kendi hareketimizin kıymetine borçlu olduğu ve bu şahsî hareketin
bizzat hareket eden bedene ait kalbde bulunup, ondan başladığı ve bunun hastalığı
durumunda hissî üzüntülerin, gizli kederlerin ilgisinin de açıkça görüldüğü
yönden harekete başlayarak şuurun kaynağını birleştirmiş olmak için, ruhanî
kalbin ilk ilgisini de cisim olan kalbe bağlamak hem tabiî, hem de -hemen
her dilde denecek derecede- ikisinin de bir isim ile anılagelmiş bulunmasından
anlaşılan, genel bir fikir birliğine uygun olduğunda şüphe yoktur. Bu durumu
kabul etmemekte ısrar edenler olursa, onların, her iki ismin biri diğerinden
teşbih (benzetme) ve istiâre yoluyla alınmış olmasını, yani bedende cisim
olan kalbin yeri ne ise, ruhta da ruhanî kalbin yeri o gibi olduğunu düşünebilirler.
Akıl ile kalbin ilgisini de akıl kelimesine bırakalım. Kur'ân'da, Kur'ân ilimlerinde,
din ilminde, ahlâk ilminde, edebiyatta kalp denilince bu ikinci mânâ kastedilir.
"Temiz kalpli adam", "kör kalpli adam", "kalbi bozuk",
"kalpsiz" gibi ifadelerde kalpten ne anlıyorsak, burada kalpten
de onu anlıyacağız ki, gaybe imanda, Allah'ı bilmede bu kalbi sezmenin, tanımanın
büyük önemi vardır. Her şeyi bu kalp ile duyup da bundan, bunun varlığının
şeklinden habersiz olanlar, bunu düşünemiyenler, din hususunda puta tapıcılıktan,
göz önündeki cisimlere tapmaktan ileri geçemezler . Mühürlü kalpler işte onlardır.
"Ğışâve"
perde demektir.
7-TEFSİR
VE TE'VİL: Şüphesiz ki küfürleri tam ortaya çıkmış olanlar kendilerini ha
(Allah'ın azabından) korkutmuşsun, ha korkutmamışsın onlar için aynıdır. iman
etmezler. Fakat
bu inzâr (korkutma) ve adem-i inzâr (korkutmama) senin için aynı değildir,
"senin için eşit" değil, "onlar için eşit" dir. Zira sen
görevini yapmış ve Allah'ın delilini göstermiş ve açıklamış olursun, sevap
senin, günah onların olur. O eşitliğin, iman etmediklerinin sebebine gelince:
Çünkü yüce şân sahibi Allah, onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir.
Gerçeği kendiliklerinden sezip, düşünüp bulmaya, olmadığı halde dinleyip işitmeye,
güzel kabul göstermeye kabiliyet (yetenek)leri kalmamıştır. Aslî kalp vardır
fakat ilk yaratılıştaki sağlamlıklarını yitirmişler, kötü alışkanlıklarıyla
onu örten ikinci bir alışkanlık kazanmışlardır. Bu kazancı da Allah Teâlâ
yerine getirmiştir. Artık onlar kendiliklerinden; kendi istek ve arzularından,
şahsî ve nefsî gayelerinden başka hiçbir şeye dönüp bakmazlar. Gerçeği anlamak
için yaratılmış olan o kalplerin bütün faaliyet ve yetenekleri nefse ait arzularla
boğulmuş, isterse gelecekteki menfaatleri adına olsun, kendilerinden şimdiki
isteklerinden başka gayba ait gerçeklere karşı inat ile kaplanmışlar, onlar
"Öğüt alacak olanın, öğüt alacağı kadar bir süre sizi yaşatmadık mı?"
(Fâtır, 35/37) âyeti gereğince Allah Teâlâ'nın verdiği düşünme devresini tamamlamışlar
ve artık küfür, onların tam ortaya çıkmış kazançları, huyları ve ikinci yaratılışları
olmuştur. Onlar ne hakikatı, kalp gibi nefse ait delilleri, ne de Kur'ân gibi
daima açık manevî ve aklî bir mucizeyi düşünürler ve hatta ne dinlerler, ne
dinlemek isterler, bilmek işlerine gelmez, bilseler de kabul etmezler. Bunlardan
başka gözlerinin üzerinde de bir perde vardır... Görülen âlemde, âlemin şekli,
madenlerin oluşumu, bitkilerin ve hayvanların durumu, anatomi gibi gözle görülebilen
doğru delilleri, bakmak isteseler bile göremezler, çünkü o gözler perdelidir.
Onları gaflet, şehvetler, kötülükler, bencillik perdesi bürümüştür. Mesela
her gün gökyüzüne bakar, o gönülün hoşlandığı manzarayı görür de, şu yerdeki,
şu bedendeki, şu küçücük gözün, küçücük göz bebeğine uyan bir anlık ışık ile
dışardan o kadar uzak ve geniş uzaklık ve mesafe içindeki büyük dış manzaranın
nasıl ve ne ile anlaşıldığını görmez ve düşünmez. Acıktığı zaman ekmeğe koşar
da, dışındaki ekmeği nasıl idrak ettiğini ve ona nasıl ve ne sayede isabet
ve uyum sağlayabildiğini düşünmez ve görmez... Böylece onlar, gerçeği anlamak
için şart olan kalp ve akıl, sağlam duyular, haberi duyma denilen üç ilim
sebebinin üçünden de mahrum bir haldedirler.
Görülüyor
ki âyette "kulûb (kalbler) ile "ebsâr" (gözler) çoğul ve aradaki
"sem" (kulak) ise müfred (tekil) olarak getirilmiştir. Bunun hakkında
çeşitli görüşler söylenmiştir. Fakat bizim anladığımıza göre bunun sebebi,
imanda kalbe ait âyetler ve cihana ait âyetler, düşünce ve görmeye ait yolların
çeşitli ve çok olmasıyle beraber, dinde duyma yolunun, naklî delilin bir,
yani "nübüvvet merkezi" olduğuna işarettir. Şurasının hatırlatılması
gerekir ki, Arapça'da "üzün" (kulak) ile "sem' ve sâmia' ",
"ayn" ile "basar" ve "basîre" pek güzel grup
laştırılmış ve ayırt edilmişlerdir. Fakat Türkçemizde hem "üzün"e,
hem "sâmia"ya sadece kulak dediğimiz gibi, "ayn" ile "basar"ı
ayırmıyarak, ikisine de "göz" deriz. Halbuki cisim olan kulak işitende
ve sağırda, cisim olan göz bakar körde de vardır. Burada ruh ve cisim tahliline
ihtiyaç vardır. Ve bu eksikliği dilimizde Arapça ile tamamlamaya mecbur olmuşuzdur.
Kalp
nasıl mühürlenir? Malum ya üzeri mühürlenmek; zarf, kap, örtü ve kapı gibi
şeylerde olur. İnsanların kalpleri de, ilimlerin ve bilgilerin zarfları ve
kapları gibidir. Ne kadar anlayışlarımız varsa orada saklıdır. Kulak da bir
kapı gibidir, duyulan şeyler oradan girer. Bilhassa geçmişteki, gelecekteki
ve şimdiki gaybla ilgili haberler, kitaplardaki kavramlar duyma yoluyla bilinir.
Şu halde kalbin mühürlenmesi, zarfın mühürlenmesine; kulağın mühürlenmesi,
kapının mühürlenmesine benzer. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) hadislerinde şu
meâlde buyurmuştur ki: "Günah ilk defa yapıldığı zaman kalpte bir siyah
nokta yani kara bir leke olur. Eğer sahibi pişman olur, tevbe ve istiğfar
ederse kalp yine parlar. Etmez de günah tekrarlanırsa, o leke de artar, sonra
arta arta bir dereceye gelir ki, leke bir kılıf gibi bütün kalbi kaplar ki
Mutaffifîn sûresinde "Hayır, onların işleyip kazandıkları şeyler, kalplerinin
üzerine pas tutmuştur." (Mutaffifîn, 83/14) âyetindeki "rayn"
da budur." Bu hadis gösteriyor ki, günahlar devam ettikçe kalpleri bir
kılıf gibi kaplar. İşte o zaman bu âyetinde buyurulduğu gibi Allah tarafından
mühür ve baskı yapılır. O salgın leke o kalbe basılıp tabedilir. Başlangıçta
âharlı parlak bir yazı kağıdı üzerine dökülmüş, silinmesi mümkün olan bir
mürekkep gibiyken, bundan sonra matbû ve silinmez bir hale gelir. Diğer bir
deyişle, alışkanlıkla bir ikinci huy olur. Ne silinir, ne çıkar ve o zaman
ne iman yolu kalır, ne de küfürden kurtulmaya çare. Bu mühürleme ve baskının
kazanılması kuldan, yaratılması Allah'tandır. Şu halde burada hatm (mühürleme)in
Allah'a isnadı, aklî mecaz değil, Ehl-i sünnet'in anladığı gibi hakikattir
ve cebir (zorlama) yoktur. Bu hadis ve âyet ahlâkta alışkanlık meselesini
ne güzel açıklar. Ahlâkın ve dinin kıymeti, devam ve alışkanlıkta olduğunu
ne güzel anlatır. Bu nokta terbiye meselesinin sırrıdır. Dinî bakımdan bir
günahta ısrar etmekle etmemenin farkı da bundandır. Günahı helal saymanın,
haramı helal saymanın küfür olması da bununla ilgilidir. İman meselesinde
kâfirler için bu alışkanlığın sonucu, bu ikinci huy, bu sağlam meleke ne ise,
amel konusunda müminler için de böyledir.
İyiliklere
âdet edinmekle alışılır. Kötülükler de alışkanlık ile içinden çıkılmaz bir
ikinci huy olur. Hayatın akışı bu alışkanlığın kazanılması demektir. İlk yaratılışta
beşer iradesinin ilgisi yoktur. Fakat alışkanlıkta ilk hissesi önemlidir.
Bununla beraber bunun üzerine sonuç olarak yaratma yine Allah'ındır. Şu halde
bu meselelerde ilk yaratılış gibi zorlama yoktur. Aynı zamanda insanın yaratıcılığı
da yoktur, yalnız kazancı vardır. İnsan bir taraftan yaratılmışı alır, diğer
taraftan yaratılacağı kazanır, onun kalbi, Allah'ın yaratığı ve halkının (yaratmasının)
güzergahıdır. İnsan asıl değil, vekildir. Allah Teâlâ onlara başlangıçta kalp
vermeseydi veyahut kendiliğinden mühürlü olarak verseydi, o zaman zorlama
olurdu. Halbuki âyet öyle demiyor. Şu halde bazı Avrupalıların yaptığı gibi
bu âyetlerle cebir (zorlama) isnadına kalkışmak, âyeti anlamamaktır. Yalnız
Allah Teâlâ bu gibi kâfirlerin iman etmiyeceklerini bildiği halde yine iman
ile sorumlu tutmuştur. Halbuki Allah'ın ilminin tersine bir şey olmayacağından
dolayı, "bu iman, üstesinden gelinemiyecek bir iman değil midir?"
sorusu sorulmuştur. Fakat bunu da şöyle anlamak gerekir: Bu teklif ilk yaratılışa
göre güç yetmiyecek değildir ve onun için yapılmıştır. Gerçi ikinci huya göre
güç yetmezdir. Fakat onun için yapılmamış, sadece bilinmiştir.
Kur'ân'ın
hikmeti ve İslâmî esaslara göre ilimde zorlama fiili yoktur. Bundan, "aklî
zaruret yoktur" diye de bahsederler. Cebir (zorlama) ve icâb (gerekli
kılma), iradenin ve yaratmanın eseridir. Allah'ın, önden veya sondan bir şeyi
bilmesi, onu yapması ve yaptırması demek değildir. Ne bilen yapmaya mecburdur,
ne de bilinen yapılmaya mecburdur. İsteğin fiile çıkması bile kudret (güç)e,
güçle beraber bir de yaratmaya bağlıdır. Bunun içindir ki biz, kendimizde
iradeye bağlanmayan ilimler ve hatta güç bulunduğu halde bile fiile çıkmamış
nice iradeler buluruz. Bütün bunlar bize gösterir ki bilmek, istemek, güç,
yaratma bir grup sıfatlardır. Bundan dolayı Allah Teâlâ'nın bilmiş olması
da zorla yaptırmış olması demek değildir. Ve Allah Teâlâ mühürü, ikinci huyu
kulun istemesinden ve bahsettiği gücünden sonra yaratmıştır ve anılan teklif
nihayet geçici ve değişken bir şekilde güç yetmez olmuştur. Bu ise hem mümkün
ve hem olagelendir. Ve öyle olması yakışır. Özetle kader, zorlama değildir.
Bunlar, Allah bildiği için kâfir olmamış, kâfir olduklarından ve olacaklarından
dolayı Allah öyle bilmiş, öyle takdir etmiştir. Yanılmayanın takdirinin mânâsı
düşünülürse, bu pek kolay anlaşılır.
Bunlar
için kurtuluş da yok, büyük bir azab vardır. Çünkü bunlarda, yukarda anlatılan
iman ve ahirete şeksiz inanma yoktur. Allah, Allah'ın kitabı, peygamber, ahiret
denildikçe o mühürlü kalpler kıvranır, çarpınır, o mühürlü kulaklar uğuldar,
o perdeli gözler deprenir etrafa yalpa vurur.
Öldükten
sonra da cehennem azabını boylarlar. Bunun genişçe açıklamasını da ilerde
görürsünüz.
NÜZUL
(İNİŞ) SEBEBİ: İbn Abbas hazretlerinden birkaç yol ile elde edilen rivayetin
özeti meâlen şudur: Peygamber (s.a.v.) Efendimiz bütün insanların iman etmesini
ve Allah'ın doğru yoluna uymalarını çok arzu ederdi. Medine'ye şeref vermelerinden
sonra da etrafındaki yahudi ve yahudi reisleri bile bile çıfıtlık ediyorlar,
inkâr ve olumsuzlukta ileri gidiyorlardı. Bunun üzerine Cenabı Allah, bir
taraftan ilk anışta, ilm-i ezelî (ezelî bilgi)de herkesin iman ve saadetinin
karara bağlanmış olmadığını, bazı kalplerin takdir edilmiş olan iman kâbiliyeti
devresinden istifade edemiyerek kapanacağı da Allah katında takdir ile bilinmiş
bulunduğunu ve ilâhî ilmin şaşmayacağını haber vermiş, bildirmiş ve teselli
eylemiş; bir taraftan da onları azarlamış ve tekdir etmiştir. Ve bu şekilde
Bakara sûresinin başından yüz âyetin, yahudi haberleri ile, Evs ve Hazrec
kabilesinin münafıklarından birtakım kimseler hakkında indiği ve İbnü Abbas
(r.a.) hazretlerinin bunları isimleriyle , şahıslariyle, nesebleriyle naklettiği
rivayet olunmuştur. Rabî' b. Enes'den vâki olan rivayette de bu iki âyetin
nüzulü "toplulukların önderleri" ve özellikle Bedir harbinde öldürülenler
ile ilgili olduğu söylenmiştir. Gerçi nüzul sebebinin özelliği, hükmün genelliğine
engel değilse de, bu âyetteki "küfredenler"den genel kapsamı ile
mutlaka kâfirler kastedilmediği de görünen deliller ve diğer karineler ile
bilinmektedir. Bu cümleden olarak bundan önce âyetlerinde her türlü şirk ve
küfürden imânâ geçenler de dahil bulunuyordu. Ve bunların iniş sebepleri de
onlar olmuştu. Buna göre başlangıçta kâfirler iki kısımdır. Bir kısmı kalpleri
mühürlenmiş olanlardır, bunlar iman etmezler. Diğer kısmı ise henüz öyle değildirler.
Sonra müslüman olurlar ve hatta ümmetin seçkinlerinden ve etkıyâ (Allah'tan
son derece korkanlar)dan olurlar. Şu halde sözün gelişi ve öncesi karinesi
ile doğruya uygunluğundan tahsis edilmiş, fakat yalnız nüzul sebeplerine mahsus
zannedilmemelidir. Meâl bakımından mukayyed kuvvetindedir. Bunun için yukarda
yalnız küfredenler, "bir defa küfretmiş bulunanlar" diye değil,
"küfürleri ortaya çıkıp yerleşmiş olanlar" diye açıklama yapılmıştır.
Böyle kâfirler yine olabilir.
Buraya
kadar iki zıt olan düşünce halindeki veya gerçekteki iman ile küfre göre insanlar,
aralarında vasıta bulunmayan iki karşıt kısma ayrılmıştır. Bundan sonra da
ikinci taksimde kâfirlerin en zararlı cinsi olan ve küfür ile iman arasında
dolaşır gibi görünen münafıklar vasıflandırılacaktır ki, öncekilere "inatçı
kâfirler", bunlara da ilmen veya amelen "şüpheci kâfirler"
diyebiliriz.
Bunlar
ayrı bir kıssa ile kâfirlerin kıssasına bağlı olarak açıklanıyor. Fakat mü'minler
hakkında dört âyet; sözleri ve fiilleri bir olan belli kâfirler hakkında ancak
iki âyet indirildiği halde, sözleri fiillerine benzemiyen bu münafıklar hakkında
on üç âyet indirilmiş ve bu şekilde kâfirler sınıfının âyetleri on beşe ulaşmıştır.
Ve bütün bunlar, ilk önce Allah'ın Resulünü, ikinci olarak da mü'minleri irşad
içindir.
Meâl-i
Şerifi
8-
İnsanlardan öyleleri de vardır ki, inanmadıkları halde, "Allah'a ve ahiret
gününe inandık." derler.
9-
Allah'ı ve müminleri aldatmaya çalışırlar. Halbuki sırf kendilerini aldatırlar
da farkına varmazlar.
10-
Kalplerinde hastalık vardır. Allah da onların hastalığını arttırmıştır. Yalan
söylemelerine karşılık onlara elem verici bir azab vardır.
11-
Hem onlara: "Yeryüzünde fesat çıkarmayın." denildiğinde: "Biz
ancak ıslah edicileriz." derler.
12-
İyi bilin ki, onlar ortalığı bozanların ta kendileridir, fakat anlamazlar.
13-
Onlara: "İnsanların (müslümanların) inandığı gibi inanın." denilince,
"Biz de o beyinsizlerin inandığı gibi mi inanacağız?" derler. İyi
bilin ki, asıl beyinsiz kendileridir fakat bilmezler.
14-
Onlar iman edenlere rastladıkları zaman: "İnandık" derler. Fakat
şeytanlarıyle yalnız kaldıkları zaman: "Biz, sizinle beraberiz, biz sadece
(onlarla) alay ediyoruz." derler.
15-
(Asıl) Allah onlarla alay eder ve taşkınlıkları içinde serserice dolaşmalarına
mühlet verir.
16-
İşte onlar o kimselerdir ki, hidayet karşılığında sapıklığı satın aldılar
da, ticaretleri kâr etmedi, doğru yolu da bulamadılar. 17- Onların durumu,
bir ateş yakanın durumu gibidir. (Ateş) çevresini aydınlatır aydınlatmaz Allah
onların (gözlerinin) nurlarını giderdi ve onları karanlıklar içinde bıraktı,
artık görmezler.
18-
(Onlar) sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler. Artık (hakka) dönmezler.
19-
Yahut (onların durumu), gökten boşanan, içinde karanlıklar, gök gürlemesi
ve şimşek(ler) bulunan bir yağmur(a tutulmuşun hali) gibidir. Yıldırımlardan
ölmek korkusuyla parmaklarını kulaklarına tıkarlar. Oysa Allah, inkârcıları
tamamen kuşatmıştır.
20-
O şimşek nerdeyse gözlerini (n nûrunu) kapıverecek. Önlerini aydınlattımı
ışığında yürürler, karanlık üzerlerine çöktümü de dikilip kalırlar. Allah
dilemiş olsaydı işitmelerini, görmelerini de alıverirdi. Şüphesiz Allah her
şeye kâdirdir.
8-NÜZUL
SEBEBİ: Bu âyetlerin Medine ve civarındaki birtakım münafıklar hakkında inmiş
olmasında fikir birliği vardır. Rivayet edildiğine göre bunlar Evs ve Hazrec
kabilelerine mensup bazı kimselerle, onlarla birlikte olanlardır ki, başkanları
Abdullah b. Übeyy b. Selûl'dür. Peygamberimizin ensarı (yardımcıları, dostları)
olan Evs ve Hazrec kabileleri o zaman Yesrib denilen Medine'nin en esaslı
unsuru idiler ki, ikisine birden "ma'şeri Hazrec" (Hazrec topluluğu)
de denilirdi. Bunlardan başka Medine yakınlarında Kurayza, Benî Nadîr, Benî
Kaynuka gibi yahudi kabileleri vardı. Medine içinde oturan yahudiler de bulunuyordu.
Büyük bir peygamberin gelmek üzere bulunduğu yahudi bilginleri arasında söyleniyor
ve Medine halkı arasına yayılıyordu. Yahudiler, Hz. Musa'nın "bana benzer
peygamber" dediği peygamberi, o peygamberi Arapça "en-Nebî, er-Resul"
ismiyle bekliyorlardı. Ve tahminlere göre bunun zamanı geldiğini seziyorlardı.
Fakat bunu kendilerinden bekliyorlardı. O sırada Abdullah b. Übeyy de kendini
Evs ve Hazrec içinde Yesrib krallığına aday gibi görüyordu. İçerde ve dışarda
bu durumlardan, Allah Teâlâ'nın hikmetiyle en önce uyanan Evs ve Hazrec oldu.
Hac mevsiminde Mekke'ye gidip "ilk akabe"de on iki, ertesi sene
"ikinci akabe"de yetmiş kişi Hz. Peygamber'e biat ettiler, onun
"ensar"ı (yardımcıları) olmaya başladılar, Allah'a ortak koşmaktan
kurtulup gaybe iman ettiler. Hatta birçokları Hz. Peygamber'i görmeden iman
ettiler. En sonra da Peygamber Efendimiz hicret ettiler. Yesrib "dâru'l-hicre
= hicret yurdu" oldu ve Medine (yani şehir) ismini aldı. Peygamberimiz'in
buraya yerleşmesinden sonra İslâm kelimesi çabucak halk arasında yayıldı.
Müslümanlık ve müslümanlar çoğaldı, puta tapıcılara ve müşriklere karşı ezici
bir çoğunluk oluştu. Bununla birlikte Evs ve Hazrec kabileleri içinde iman
etmeyen bir azınlık da vardı. Yahudiler "kitap ehli" iseler de,
tersine çoğunluğu çekememezlik sebebiyle inkârcılıkta inat etmiş ve bununla
birlikte en büyük âlimlerden Abdullah b. Selâm hazretleri gibi bazı zatlar
da âyetindeki öğülmelere mazhar olarak ezelî imanlarını açıklamışlardı. İman
etmeyen ve "Muhakkak ki inkâr edenler" âyetinin nüzul sebebi olan
yahudi âlimleri gizli gizli "gizli örgütler" rolü oynuyordu. Bunlar,
Peygamber'e ve müslümanlara düşmanlık etmek için öbürlerinden iman etmeyen
azınlık ile gizlice ittifak ederek İslam ortamında onlardan zâhiren iman etmiş
görünen bir münafıklar zümresi oluşturmuşlardı ki, bunların başkanları Abdullah
b. Übeyy b. Selûl idi. Allah'ın bildirmesi ile Peygamberimiz onları tanıyordu
ve ashabından seçkin olanlara da bildiriyordu. Bu sebeple bunların adları
ve nesebleri bile rivayet olunmuştur ki, tefsirde anılmaları lüzumsuzdur.
Bu münafıklar, müslümanların ibadetlerine ve bütün dinî hususlarına görünüşte
ve daima iştirak ederler ve el altından da entrika çevirmeye çalışırlardı.
Dikkate değer ki bunlar, dıştan küfrü gerektiren bir şeyi göstermemeye çalışırlar
ve yalnız görüntüyü muhafaza ettiklerinden dolayı -Allah Teâlâ'nın hikmetiyle-
İslâm toplumundan çıkarılmazlardı. İşte açıkça bilinen kâfirlerden daha çok
bu gibilere karşı İslâmî emniyeti muhafaza etmek, peygamberlik görevinde ve
İslâm'da pek önemli bir mesele olduğundan Cenab-ı Allah bunlar sebebiyle yukardaki
on üç âyeti indirerek durumlarını bildirmiştir. "Nâs" kelimesi,
"insan"ın çoğuludur, aslı "ünâs"tır. Yahut lafzından başka
olarak çoğul ismidir. Bazan "halk" ve "ahâli" deyimlerimiz
gibi "halk topluluğu" mânâsına da kullanılır. Yani anlatılan kâfirlerden
başka insanların bir kısmı da vardır ki, Allah'a ve o son güne (yani ahirete)
iman ettik der. halbuki bunlar mümin (inanmış) değillerdir. Mümin olmadıkları
halde "âmennâ = inandık" diye yalan söylerler. Dikkat edilirse Peygamber'e
imanı çoğunlukla kâle bile almazlar da Allah'a ve ahiret gününe imanı söylerler
ve güya bu kadarla Peygamber'i tasdik ediyormuş gibi görünürler.
9-Niçin
mi böyle yaparlar? Bunlar böylelikle Allah'a ve müminlere hîle yapmaya kalkışırlar,
onlara hîle yarışına çıkarlar, Allah'ı ve müminleri de hîle yapıyorlarmış
gibi zannederler. Bu da "" Nâfi', İbnü Kesir, Ebu Amr kırâetlerinde
şeklinde okunur. Halbuki hîleyi başkasına yapmıyorlar, ancak kendilerine yapıyorlar,
sonuçta kendilerini aldatmış veya kendilerini aldatmaya kalkışmış oluyorlar,
kendilerini aldatıyorlar da anlamıyorlar. Farkında değiller, şuurları yok
da ne yaptıklarından haberleri olmuyor.
"Hud'a"
(hîle) kelimesi esasında bir gizlilik mânâsını içine alır. Ve tarifi: Başkasına
karşı görünüşte selamet ve doğruluk düşündüren bir işi açıklayıp, içinde onu
zarara sokacak bir şeyi gizlemektir. "Muhâdea", hile yarışına kalkışmaktır
ki, ikisi birden değil, önce bir taraftan başlamak şarttır.
"Nefs",
bir şeyin zatı ve kendisi demektir. Ruh ve kalp mânasına da gelir. Şeriat
örfünde şehvet ve kızgınlığın başlangıcı olan nefsanî kuvvete de denilir.
Buradaki öncekidir.
Şuur,
açık duygu ile hissetmektir. Yani şu anda his halinde olan ve henüz hafızaya
ve akla tamamen geçmemiş bulunan açık bir ilimdir ki, dalgınlığın zıddıdır.
İdrakin ilk derecesi yani bir şeyin, düşünenin fikrine ilk varış derecesi,
ilk görünümüdür. Çünkü ilim, nefsin mânâya ulaşmasıdır. Ve bu ulaşmanın birtakım
dereceleri vardır ki, şuur bunların birincisi yani nefsin mânâya ilk varış
mertebesidir. O mânânın tamamına nefsin anlayışı hasıl olunca tasavvur; bu
mânâ şuurun gitmesinden sonra tekrar geri döndürülebilecek şekilde ruhda bakî
kalmışsa hıfz (ezberleme), bunu istemeye hatırlama; tekrar bulan vicdana zikr
(anma) ismi verilir. Şuur bir bakıma ilmin en zayıfıdır, çünkü onda sebat
ve ihtiyatlı hareket yoktur. Bu sebeple Allah'ın ilmine şuur denmez. Diğer
bir yönden de en canlı bir ilimdir. Çünkü o anda ve bizzat ince bir görüş
anı ve huzurdur. Ve ilahî ilmin kemalini anlatacak en güzel bir şahittir.
"Ve bizim emrimiz yalnız birdir, bir göz kırpması gibi (sür'atli)dir."
(Kamer, 54/50). Her şuur, birlik içinde bir ikiliği, ikilik içinde bir birliği
ihtiva eder ve bir anda iki şuur olmaz. Fakat genişliği olan bir şuur olabilir
ve insan başlangıç halinde şuur ile şuurun mânâsını, düşünen ile düşünüleni
birbirinden ayıramaz. Kalp, kendinden çok düşündüğüne dalmış olur. Ve bunun
için şuur (bilinç) daha çok açık duygular ile olan dış duyguya denir ve görünen
duygulara "hisler" denir. Ve buna karşılık nefsin kendindeki bir
şuur olayına da, "kendinde bulmak" demek olan "vicdan"
adı verilmiştir ki, buna "gizli his" veya "gizli şuur"
da denilir. Ve doğrusu "açık his" demek, yalnız görülen duyularla
olan "dış his" demek değildir. Vicdan da açık bir histir. Bununla
birlikte vicdan daha çok bir "şuur şuuru" demektir. Bu "açık
his" ve "gizli his" deyimlerinde izâfet veya sıfat mânâlarını,
sırasına göre, ayırt etmelidir. Gizli his için ayrıca bir gizli duyular aleti
de zorunlu değildir. Şuur, şimdi ve anî olduğu için, akıl şuurun dışında sayılır.
Ve akıl, şuur kavramının analiz ve sentezi ile özünü alır ve bundan sonuç
çıkarmak suretiyle içinde ve dışında ilgili bulduğu gerekli şeylere intikal
eder. Şu halde akıl, ilgi şuurundan başlar. Bunun için onun ilk kanunları
butlan (bâtıllık), ayniyet (aynılık), gayriyet (başkalık), tenakuz (çelişki)
şuurlarıdır. İzafet (iki şey arasındaki ilgi) de şuurun ilk kanunudur. Çünkü
şuurun hakikati, ruha kendisinin veya kendisindeki veya dışındaki bir işin
hazır olarak görünmesidir ki, bu görünme itibarî (gerçek dışı) veya gerçek
bir ilginin ürünüdür. Fakat şuur, bu ilginin kendisi midir? Ruhun bundan bir
etkilenmesi midir? Yoksa ruhun bir fiili midir? Daha başka bir şey midir?
Bu nokta şüphelidir. Gerçek şuur, bir göz kırpma anı olan basit bir vahdet
(teklik) şuurudur. Bu da başlangıçta mutlak hakkın kendi görünme anı, ikinci
olarak nefsin kendine veya genel olarak dışarının nefse bir yansıması ile
başlar ki, bu iki şeyden hangisinin önceden olduğu henüz kestirilemeyen bir
görüştür. Diğer şuurlar hep bunun üzerinde yürür. Buna sahip olan nefse "ruh"
veya "ruh sahibi" denilir. Şuur parıltıları önce birer nokta gibi
gelir ve ruhda az çok kalır ve kalmasına ezberleme denilir. Ezberleme bir
zihin kuvvetidir ve bir geçmiş kıymetini ifade eder. Şuur, sabit değildir,
ezberleme ise sabittir. Bunun için ezberleme unutmaya da yaklaşabilir. Ve
o zaman ezberlenilenler anlaşılmaz olur. Bundan da anlarız ki, ruhda şuursuz
denilmese bile, anlaşılmayan işler ve hadiseler de vardır. Hafızadaki işin
ikinci defa anlaşılmasına hatırlama, hatıra getirme ve anma ismi verilir.
Ve şuurun devam etmesi ve devamının kıymetleri de bu sayede meydana gelir.
Bu şekildedir ki şuurlar oluşur. Tasavvura, zihnî ve ilmî görünüşlere kadar
ulaşır. İlmin, aklın derinliği, bu sentezlerin büyümesi nisbetinde karışacak
ve çoğalacak nisbet şuurlarının kat kat artarak çoğalmalarındadır. Aklın bunlar
üzerindeki seyrine, düşünme ve fikir denir. Asıl bilme, bu sentezlerdeki son
şuurlanma oranının gerçek nisbetine (yani doğruluğuna) ait hüküm iledir. Yani
şuurun başlangıcı, gerçek doğru olduğu gibi; fikrin, aklın ve ilmin hedefi
de belli olan hakdır. Demek oluyor ki, aklın bütün cereyanına devamlı olarak
sivrilen şuur olayları eşlik eder. Bu cereyanın aleti akıl; mekanı kalp; ürünü
de ilim veya hayaldir.
Akıl,
hâl-i hazırdaki şuurun gerisinden başlar. Onun, öncesi sonrası, içyüzü ile
ilgilenir. Bunlardan başka şuur, kısmen nefsin hoşlanmak, tiksinmek, genişlemek,
sıkışmak.. gibi bir olayı ile ortak olur ki, buna zevk ve his denir. Bu his,
bir nokta kadar basit ve belirsiz de olsa, o zevkin sebebine bir dış kıymeti
isnat edilirse, buna "duyum" tabir edilir. Ve şuurun ilmî kıymeti
bu itibarladır. Bir an bakarsın sende bir keyf var, bunu duyuyorsun, bu keyfe
bir bilincin var, bunu biliyorsun, fakat bu yönü bırak, bu keyf neden geliyor?
Ruhun kendi mi yapıyor? Sırf nefse ait bir eser midir? Yoksa haricî (dışa
ait) bir sebebin eseri midir? Buna dair hiç bir şey sezemiyorsan, yalnız duygu
halindesin, bu bir sarhoşluktur. Buna bir şuur denilirse, histen ibaret bir
şuur demek olur. Bizzat ilmî hiçbir değeri yoktur. Fakat bu hissin sebebine
az çok bir haricîlik verebildiğin, mesela bedenine çarpan bir sıcağın, bir
havanın, gözüne çarpan bir ışığın, kulağına ilişen bir sesin, burnuna dokunan
bir kokunun eseri olduğunu da sezebildiğin anda bir duyum karşısında bulunursun,
asıl bilinç budur. Ve bu şuurun şuhûd (görüp müşahede etme) denilen ilmî bir
değeri vardır. İşte dıştan ilgiyi kesmek suretiyle, nefsindeki hadiseyi bir
sen bir de sendeki bir olay, bir iş mesela bir keyf olarak seçtiğin, yani
sade neşelenmekten fazla bir şey yaptığın anda da bir iç duyum, bir vicdan
vardır.
Kısaca
dışa ait olsun içe ait olsun, her duygunun bir duyum yönü, bir de özel duygu
yönü vardır. İkisine de his denilir. Fakat ilmîlik ve idrak, asıl duyum değeri
olandadır. Ve şuur daha çok bunun adıdır. Yalnız zevke ait olan özel duygu
kıymetine his denilirse de, şuur ve ilim diye bilinmez. Buna Sûfiyye (tasavvuf
ehli) "hâl" tabir ederler. Hâl başka, hale şuur yine başkadır. İhtisasın
konusu yalnız "ene"dir. Şuur ve vicdan da "ene"den tamamen
çıkamaz, akıl ise şuur ötesinden başladığı için "ene"nin zatı, kendini
akledemez düşünemez. "Ene" sade bir şuur veya vicdan ile kendini
tanır ve kendini tanıdığı için kendine gelen duyguları ve kendinden çıkan
duyguları tanır. Fakat bu tanıyışın her hâl anında bir istiğrâk (dalma)ı vardır.
Bununla bizzat "ene" şuurlu bir dalgınlık gibi gizli kalır da, hemen
ardından bir ilgiye muhtaç olur. Ve bunun için çocuğa "kendini bilmez"
denir. "Ene" şuuru hiç bulunmadığı veya açık olduğu, yani hep "ben,
ben" dediğimiz anlarda, ne dışardan ve ne durumlarımızdan hiçbir şey
bilmeyiz. Bildiğimiz zaman ise benliğimiz bildiğimize dalmış olur ki buna
"fenâ" (yok olma) tabir edilir. Demek ki ilim için "ene=ben"
şuuru gizlenmeli, kalp dış gözlem ve murâkabe-i nefs (nefsi kontrol) ile meşgul
olabilmelidir. Hak, bu ikisi arasında görülür. Ahlâkta nefis kontrolü, ilimde
de dış gözlem daha mühimdir. İkilik içinde bir bağlılık gibi görünen şuur
olayını, hareket, titreşim ve maddi intiba olaylarından ayırıp seçemeyenler,
ruhu ve kalbin sırrını bilemezler de, "kalp" ve "ruh"
diyecek yerde "dimağ" (beyin) derler dururlar. Göz ile fotoğrafı,
gramofon borusu ile kulağı, ağzı bir gibi zannederler. Beyin bir kütüphane
olsun, onu okuyan kim? Bunu aramazlar. İşte "onu düşünmezler" bu
gerçeği gösteriyor.
10-"Münafıklardaki
bu hileciliğin ve bu şuursuzluğun sebebi nedir?" denilirse, onların kalplerinde,
yani ruhanî kalplerinde hiç görülmedik yok edici bir manevî ve ahlâkî hastalık
vardır. Maraz (hastalık), bedeni sağlam alışkanlığından döndürüp dengesini
bozan ve görevini istenilen şekilde yapmamasına sebep olan bir aksama durumudur.
Fakat maddî şeylerde kullanıldığı gibi, manevi hususlarda da kullanılır. Sıhhat
esas, hastalık ikinci derecedir. İlk yaratılışta kalp sağlamdır. Fakat bunlar
kalbin sıhhatini muhafaza etmeye bakmamışlar, kalplerinde büyük bir hastalığa
mübtela olmuşlardır. Burada "maraz" kelimesindeki tenvin, korkutmak
içindir. Demek korkunç bir hastalık var. Bütün ahlâksızlığın başlangıcı olan
büyük bir hastalık var. İdrak ve iradenin afeti olan bir hastalık var. Bu
hastalık, rivayete ve dirayete dayanan tefsirlerin ve bilhassa selef müfessirlerinin
açıkladıkları üzere inançsızlık hastalığı, şek, şüphe, kuşku hastalığı, özetle
şüphe ve nifak hastalığıdır. Bunlar bütün kötü niyetlerin başıdır. Buna yakalanan
kimse, hak tanımaz, Allah'dan şüphe eder, Allah'ın emrinden şüphe eder. Allah'ın
"onda şüphe yoktur" buyurduğu kitabından şüphe eder. Allah'ın peygamberinden
şüphe eder. Allah'ın halis mümin kullarından ve onların doğru olan fiil ve
hareketlerinden şüphe eder. Her şeyden şüphe eder, hatta kendinden şüphe eder.
Bilginin kıymeti kalmamıştır. Fakat benlik, şuurundan da hiç çıkmaz. Onun
gözüne hak ve hakikat kendinden ibaret görünür. Bakar ki kendisi şek ve şüphe
ile doludur. Kendine benzeterek hükmeder. Herkesi ve her şeyi şüpheli görür.
Yerler, gökler, ağaçlar, taşlar, hayvanlar, insanlar, Allah, Peygamber, hep
onu aldatıyor zanneder. Kötü zan ile dolar. Her şeyden kuşkulanır. Fakat bütün
fiil ve hareketiyle yine kendisine karşı kendisini yalanlar. Zevkine, keyfine,
şehvetlerine o kadar tutkundur ki, onlardan hiç şüphe etmez. "Acaba bunların
aslı var mıdır, bunun sonu ne olacaktır" demez. Hepsine atılır, sarılır.
Onun için hak ve hayır hiç, zevk her şeydir ve her şey kendisidir. Onu, ilmî
şüphe içinde benlik derdi, kibir, mevki hırsı, baş olma sevdası sarmıştır.
Bunun için imansızken, kendini imanlıyım zanneder. Aldatmayı, hile yapmayı,
entrika çevirmeyi üstünlük ve başarı sayar. Müminle mümin, kâfirle kâfir görünür.
Bütün bunları ne zorunlulukla yaptığını düşünmez. Böyle yapması, bütün uğraştığı
bu şeylerin kendisinden başka bir varlıktan yansıyan bir baskı olduğunu farketmez.
Arada böyle hile ve düşmanlık yerine bir temelli sevgi kurmak için samimi
olmaya çalışmak kendisi için de daha kârlı olduğunu anlamaz. Bunlar dünya
nimetlerine gömülseler, yine iğneli beşikte gibi yaşarlar. Şüphe ve ara bozma
hastalığı böyle can sıkıcı bir şeydir. O münafıkların kalplerinde işte bu
hastalık vardır. Ve her hastalık huy ve tabiat olmadıkça tedavisi mümkündür.
Bunlar ise bu hastalığı tedavi etmek için gelmiş olan hak dine sarılmazlar
da ondan da kuşkulanırlar.
Bunun
üzerine Allah Teâlâ bunların hastalığını artırmıştır. Şöyle ki: Allah Teâlâ
insanlardan, insanlar içinde Arap'tan, Arap içinde Kureyş kabilesinden, Kureyş
kabilesi içinde Hâşim Oğulları'ndan Muhammed b. Abdullah b. Abdülmuttalib
b. Hâşim b. Abdimenaf b. Kusay b. Kilâb b. Mürre b. Ka'b b. Lüey b. Fihr b.
Mâlik b. Nadr b. Kinâne b. Müdrike b. İlyas b. Mudar b. Nizar b. Mead b. Adnan
isim ve nesebiyle bir peygamber göndermiş ve ona "kendisinde şüphe olmayan"
bir kitap indirmiş ve onu doğup büyüdüğü Mekke'de bırakmayıp bütün dünyaya,
kıyamete kadar nur saçmak için buraya, onların bulundukları yere getirmiş
ve insanlar yavaş yavaş ona iman ederek büyük bir topluluk kurmaya başlamışlar,
eğriliği kaldırıp doğruluğu yayıyorlar, doğru yoldan başka bir şey istemiyorlar,
kuvvetlilerin zayıfları ezmesine imkan vermiyorlar, hak denildi mi, hatır
gönül tanımıyorlar, herkesi eşit tutuyorlar; zor kullanmakla insanlardan faydalanmak
yasak, dalavere yasak, rüşvet ve adam kayırma yasak, fuhuş ve ahlâksızlık
yasak, neler neler yasak. Bunlardan başka vazifeler, görevler, mücahedeler,
intizamlı şekillerde muntazam vakitlerde çalışmalar, uğraşmalar, neler neler
var. Aç kal, sabreyle fazilet saç; tok ol, şükret, yine fazilet saç. Putlara
tapma, zevkine esir olma, Allah'tan başka tapılan bir şey tanıma ve ancak
ondan yardım iste. Bu olur mu? Bu hal ile Abdullah b. Übeyy b. Selûl gibilerin
hükümdarlığına nasıl imkan kalır? Sadece para kazanma hırsına kapılanların
ticareti nasıl döner? Allah'ın verdiği söz, yapacağı bu muydu? "Bu tedavi
değil, bir tuzaktır." diyorlar. Artık o hastalık Allah katından bunların
kalplerine basılıyor. İkinci bir huy oluyor da gittikçe artıyor. Onlar da
bu yüzden Allah'a ve müminlere hilekârlık yapmaya başlıyorlar.
Maraz
(hastalık), bedenin sağlam alışkanlığından sapması ve görevini istenilen şekilde
yapmamasına sebep olan aksaklık durumudur ki, buna "illet=dert"
de denilir. Demek ki şüphe, imansızlık, inançsızlık da insanda asıl değil
ikinci derecede bir şeydir. Ve hastalığa mahsus bir durumdur. Her çocuk doğarken
iman ve itikad fıtrat (yaratılış)ıyla doğar, şüphe nedir tanımaz. Bunun için
Hak inancı, Allah'a inanmak fıtrîdir. Bu esas yaratılış, insana ilerde şüpheye
düşmesi için değil, şüpheleri atması, doğru yolu bulması ve geliştirme yoluyla
da imanı huy edinmesi için verilmiştir. Şu halde kalplerinde bu hastalık zorlayıcı
değildir. Bunu yapan, tecrübe güzergahında nefislerin sağlam yaratılışı gözetmemesi,
kalbin sağlığını korumaması, ahlâkî hastalıkları tedavi etmemesi, özetle zevk
duygusuna çok düşmesi ve her şeyde kendini ve kendi zevkini görmek istemesidir.
Bazı insanlar tecrübede bunu tamamen bulamayınca, hatalar ve isabetsizlikler
vaki olduğunu görünce, kendisinin "hakkın kendisi" olmadığını takdir
ve kendinden önce hakka iman edecek yerde, ilk yaratılışta aldandığını söylemeye
ve her şeyden şüphe etmeye başlar. Ve bu şüphe ile mücadele ederek hakkı görmeye
ve vücut cereyanının, kendisinin değil, Hak Teâlâ'nın hükmünde bulunduğunu
teslime ve kendisinin Allah için bir kulluk görevine mahkum olduğunu itiraf
etmeye benlik sevdası ve irade zayıflığı engel olur da, şek ve şüpheyi esas
kabul eder. Ve bu şekilde ancak şüpheye inanır ve şüphe kendisi için hem huy
ve hem gaye olur. Ve hayır adına da herkese onu tavsiye eder, bu yönüyle Reybiyyûn
(şüpheciler) ve Sofestaiye (safsatacılar) bile bir inanışın esiridirler: Şüpheye
inanmak. Bu inançta sabit bir "ben" yoktur. Çelişme yığını olan
bir akıcı fikir, bir (ben) hayali, bir "" aşkı, bir ""
derdi. Yani hiç gizlenmek istemiyen bir "benlik" davası, bencillik,
hodgâmlık (kendini beğenmişlik) vardır.
Fen
ve felsefe bakımından hak iman, hem fıtrî ve hem alıştırıcıdır. Fakat şüphe
inancı yalnız alıştırıcılığa ait yoldadır. Şüphe inancının böyle alıştırıcı
ve tecrübeye dayanan karakteri, bu gibilere inanç ve sağlam bilgi hakkında
bir kuşku telkin eder. Kitaba, dine bağlanmaktan çekinirler, istidlâle (delil
ile sonuç almaya), istintâca (delil ile sonuç çıkarmaya), akıl ve mantığa
küçümseyerek bakarlar, buna karşı koymak için terbiye, tecrübe, istikrâyı
(tüme varımı) benimsememek isterler. Güya bunları, şüphenin, inançsızlığın
delili imiş gibi ileri sürerler. Bu vesile ile: "Hayat adamı olmalı,
hayat gibi her gün değişmeli, hayatta hiç bir örnek takip etmemeli."
derler. Ahlâklı bir gidişat takip eden seciyeli iman ve inanç sahiplerine
genelde: "Mahdut fikirli, dar kafalı adamlar" gözüyle bakarlar.
Bilmezler ki dar görüşlüler, yalnız şimdiki hale bağlananlar ve onun önünü
ve arkasını görmeyenlerdir. Bilmezler ki alıştırmanın, tecrübenin, kararlılığın
gayesi de şüphe değil, tıpkı istintâc gibi şüpheden kurtulmak, bir hak inanca
ermektir. Bilmezler ki, zevkin hikmeti, gelip geçici şeylerle boğulmak, hiçlere
esir olmak değil, ebedî bir hakka ulaşmak, bir irfan anı edinmektir. Sağduyusunu
toplayanlar için çoğuldan tekile, başlangıçtan sonuca, sonuçtan başlangıca
netice çıkarmak suretiyle karar kılmak, şüpheyi silmek için aklın biri diğerine
kefil olan başlangıç ve sonucun birliğini gösteren iki şahidi, birbirine bakan
iki yoludur ki ikisinin ürünü, ilki ve sonu hak inançtır. Vicdanın zevki de
bu iman ile hakka açılan bir anlama noktasıdır. Hakka iman yaratılışı ile
doğ, bu iman ile tecrübe yolundan doğru geç, hakka iman ile öl, ona dön! İşte
İslâm'ın saadeti, işte kalpleri hastalıklı o münafıkların hile yapmak istedikleri
Allah'ın nuru!
Fakat
onlar, bu hastalık ile ve bu hastalığın artmasıyle kalmayacak, onlar için
ahirette ve hatta dünyada pek elem verici, gayet acı bir azab da vardır. Bu
azab bilhassa " " Nâfi', İbnü Kesir, Ebu Amr İbnü Âmir, Ebu Ca'fer
ve Yakub kırâetlerinde tekzibden (yükezzibûn) okunur, yalan söyler olmaları
veya doğruyu yalan saymaları sebebiyledir. Bunlar, devamlı yalan söylerler,
imanları yokken "imanımız var" dedikleri gibi, eğriyi doğru, doğruyu
eğri gösterirler. Azaplarına sebep de özellikle budur. Çünkü yalan, önce dünyada
büyük bir vicdan azabına sebeptir. Yalancılar, su üstünde bir yonga gibi çalkalanır
ve her an bir iğneli beşikte yatıyor gibi yaşar. Gerçi dünyada bu da bir alışkanlık
olur ve o azab git gide bir çeşit tatlılığa döner, onu -adeta- kaşındırır.
Bununla beraber bu kaşınmanın tadı bir uyuz hastalığının kaşıntıları gibi
kanatan, boğucu elemlerle karışık bir taddır. Fakat bunun ve bu yalan alışkanlığının
ahiretteki azabı büsbütün dehşet vericidir. Çünkü yalan söyleye söyleye kalp,
devamlı yalancı intibalarla kaplanır. Ruh artık bununla gelişir. Ruhî hayat
bir evham (kuruntular) âlemi, bir batıllık sahası olur kalır. Hak nuru oraya,
ara sıra yanar döner bir yıldız böceği halinde görünen bir fener gibi gelir.
Artık o kalp ve onun gözleri, kulakları fayda ve zararı, hayır ve şerri seçemez
olur. Kâr der, zarara koşar; iyilik der, şerre koşar; bahçeyi ateş görür kaçar,
ateşi cennet sanır atılır. Derken Hakk'ın rahmeti ile arasına kalın bir sur
çekilir ve fakat bu surun ara sıra açılır bir kapısı bulunur, o açılırsa Hak
nuru rahmet ve saadet oradan arasıra imrenmek için görünür ve kapanır.
"Müminlerle
onlar (münafıklar)ın arasına bir duvar çekilir ki, onun bir kapısı vardır;
içerisi rahmet, dış tarafı ise azabtır." (Hadid, 57/13) âyeti gereğince
nihayet bir kapanır, bir daha açılmaz olur. Onlar bâtılın karanlığı içinde
sonsuzluğa kadar hasretle yanarlar, sönmek bilmez kara bir ateş ile yanarlar.
Bu âyette "Allah onların hastalığını artırmıştır." buyurulduğu gibi,
diğer bir âyette de "Kalplerinde (şüphe ve nifak) hastalığı bulunanların
ise, (indirilen sûre), inkârları yüzünden murdarlıklarına murdarlık katar
ve onlar kâfir olarak ölüp giderler." (Tevbe, 9/125) buyurulmuştur ki,
hastalık ile pisliğin ilişkileri de açıktır ve bütün bunlar ilâhî kanunlardır.
İman eden kazanır, etmeyen de yanar, yakılır.
Bu
münafıkları ortaya çıkartacak ve azaplarında şiddetlendirici sebepler olacak,
bozgunculuklarına dal budak salan bazı çirkin vasıfları daha vardır. Şöyle
ki:
11-
Bu âyet yukardaki âyetine atfedilmiştir. Bunlara: "Şu yeryüzünde fesatçılık
yapmayın, fesat çıkarmayın, ortalığı ifsat etmeyin." diye uyarı ve kötülükten
yasaklama yapıldığı zaman "hayır biz fesatçı değil, ıslah edici adamlarız,
fesat değil, yalnız ıslah ve ıslahat yapan kimseleriz" demektedirler,
böyle demişlerdir ve böyle derler. Bilhassa Ebu's-Suûd'un da açıkladığı üzere,
bunu derken yaptıkları fesatçılıkları, inkâr ile örtmek isterler. Bundan asıl
maksatları ise yaptıkları şeylerin fesatçılık değil, bizzat ıslah olduğunu
iddia etmektir. Çünkü bunlar hak ve gerçeği seçemediklerinden ve seçmek istemediklerinden,
bozmayı düzeltmek sanırlar. Yeryüzünün bozulması, Allah'ın kullarının durumlarını
bozan, gerek geçimleri ve gerek ahiretleriyle ilişkili işlerini çığırından,
hedefinden çıkaran fitneler, harplerdir. Bozgunculuk da bunları ve bunlara
sevkedici olan şeyleri ortaya çıkarmaktır. Münafıklar da böyle yapıyorlardı.
Müminlerin içine karışıyorlar, sırlarını kâfirlere açıklıyor ve onları iman
ehli aleyhine teşvik ediyorlardı. İnsanları tutuşturmak, müminleri bozmak,
zarar vermek için fırsatlar icat etmek ve fırsatlardan istifade etmek gibi
kötülükler yapıyorlardı. Müminler de bunları uyanıklıklarıyle gözden kaçırmıyorlar,
gaflet etmiyorlar ve kötülüklerden vazgeçirme hususunda dinî görevlerini yapıyorlar
ve münasib şekilde nasihat ve uyarmalarda bulunuyorlardı. Fakat münafıklar
ne öğüt dinlerler, ne de dinlemek isterler. Bunlara karşı "biz ancak
ıslah edicileriz" derlerdi. Müminler, bunların yalan yanlış ıslahcılık
davasına inansınlar mı? İşte Cenab-ı Hak bu noktayı şu tenbih ile açıklığa
kavuşturuyor:
12-
Ey iman ehli! Sakın aldanmayınız, uyanık durunuz, bunlar fesatçılar güruhunun
kendisidirler, fesatçılar güruhu dedikleri ancak bu kısım kimselerdir. Bu
muhakkak, fakat bunlar böyle olduklarını hissetmezler, buna da bilinçleri
olmaz. Bunların bugün şuurları olmadığı gibi yarın da yoktur. Dedik ya kalp
hastalığı, şüphe hastalığı onlara herşeyi ters gösterir.
13-
Bir de yalnızca laf ile mücerret (soyut): "Allah'a ve ahiret gününe iman
ettik." demekle iman olmayacağını hatırlatmak ve iyiliği emretmek için
bunlara "şu insanların, şu tam insanların iman ettiği gibi, Peygambere
ve ona indirilene ve ondan önce indirilene de açıkça ve gizlice, kalp ile
ve dil ile iman ediniz" denildiği zaman, "biz o beyinsizlerin, budalaların
iman ettiği gibi iman eder miyiz?" dediler, eşitliğe razı olmadılar.
Lügat
itibariyle "sefeh", görüş ve gidişatda hafiflik ve yufkalıktır ki,
akıl noksanlığından doğar. Yani ucu budalalığa varan hafiflik, fikirsizlik,
temkinsizliktir ki zıddı ağır başlılık, tam akıllılıktır. Dînen de akıl ve
dinin gereği zıddına harekettir ki, karşıtı erginlik ve hatasızlıktır. Dilimizde
sefahat (aşağılık) da bu mânâda bilinmektedir. Özetle "sefeh" ve
"sefâhet", görüş ve fikirde zevk ve şehvetlere tabi olmak, akıl
ile değil zevk ile hareket etmektir. Bu da ya esasen budalalıktan veya aklın
hükümsüz kalması itibariyle budala halinde olmaktan doğar. Şu halde münafıklar,
insanlık gereği bunu budala mânâsında kullanıyorlar. Acaba münafıklar bunu
söylemekle küfürlerini açıklayarak bozgunculuktan çıkmış, açıktan kafir olmuş
olmuyorlar mı? İmam Vâhidî buna cevap olarak: "Bunlar bu sözü müminler
arasında değil, aralarında açıklıyorlardı. Cenab-ı Allah bunu haber veriyor."
demiştir. Fakat bu, sözün gelişinin zahirine aykırıdır. Çünkü ile nun aynı
zamanda bulunmasını gerektiriyor. "Gönüllerinden böyle dediler."
mânâsı vermek de metnin açıklığına aykırıdır. Doğrusu bu söz tam münafıkça,
iki yüzlü, tevriyeli bir söz olduğundan, "Biz budalalar gibi iman eder
miyiz?" tabirinin doğru bir yorumu da mümkündür. Buna göre bunu öğütleyenlere
karşı söyledikleri zaman da kesin bir küfür ilanı yapmış olmuyorlar, bu da
münafıklığın ve münafıkça küfrün bir çeşit özelliği oluyor ki "İşit,
işitmez olası." (Nisa, 4/46) demeleri gibidir.
Yukarda
münafıklar diye insanlardan sayıldığı halde, burada diye insanlara karşılık
tutuluyor, onlardan ayırt ediliyor ki, bunda ne güzel incelikler vardır: Münafıklar,
insanlar ile eşitliğe razı olmuyorlar ve kendilerini üstün ve aydın, akıllı
bir ileri sınıf sanıyorlar ve bu zan ile onlara hile etmeye kalkışıyorlar.
karşılaştırma ve benzetmesi de onların beğenmedikleri insanların onlardan
daha olgun olduklarını ve kendilerinin de onlar gibi iman ederek eşitliğe
nail olmalarını ve böyle olması kendileri için gerileme değil, ilerleme olduğunu
anlatıyor ki, onlara : "Siz henüz insan değilsiniz, insan olunuz."
meâlinde bir hatırlatmayı içeriyor. Münafıklar da cevapta o insanları düşük
görüyor, "o budalalar" diyor, eşitliğe razı olmuyorlar ve böyle
yaparken hem bu ayırımda Allah'ın kendilerine iftira etmediğini halleriyle
tasdik ediyorlar, hem de iman hususunda kendilerine bir sivrilmişlik hakkı
verilmediğinden dolayı eşit iman teklifini reddediyor, fakat açıkça; "biz
iman etmeyiz" de demiyorlar. Kendilerinin özel ve başka bir imanları
olduğuna ve olması gerektiğine işaret etmek istiyorlar. İnsanlar, kanaatlarınca
küçümsenmiş, budala oluyor. Bunun için Cenab-ı Hak yukarda diye genelde insanlardan
sayıyor. Burada da insanların olgunluğunu göstererek, münafıkları kendi ikrarlariyle
insanlardan saymıyor.
Gerçekte
Arap dilinde de "en-Nâs" ifadesi bulunduğu yere göre kâh ta'zîm
(büyükleme) ve kâh tahkîr (küçümseme) mânâsını ifade eder. Demek ki, iman
hususunda münafıkların, şüphecilerin saplandıkları özel fikir, imanın insan
için bir tuzak olması ve buna göre sırasında yalnız halkı gemlemek için kullanılması
noktasında toplanır ve bunun için kâfirlerle beraber yaşamak imkanını gördükleri
zaman, imanın lafından bile sıyrılırlar. Mü'minler içinde yaşamaya mecbur
kaldıkları zaman da imandan bahsederler. Lâkin havass (seçkinler)ın imanıyle
halkın imanı arasında zaruri bir fark ve yükselme bulunacağı davasından vazgeçmezler.
Halbuki İslâm dininin teklif ettiği imanın şartları, hak ve gerçeğin en genel
ve en kapsamlı esas çizgileri olduğu için, imanın aslında ve şartlarında seçkinler
ve halk farkı bahis konusu olamaz. Bu fark, o imanın amellerinde ve kemalinin
derecelerinde bahis konusu olabilir. Genel prensiplerde eşitlik başka, bunda
ilerleme meselesi yine başkadır. Halbuki şüpheciler, imanının esasını, kalbin
saflığını, ihlası budalalık saydıklarından müminlere, aldatılmaya hazır, safdil,
budala gözüyle bakarlar. Fakat Allah Teâlâ buyuruyor ki: şunu muhakkak biliniz
ki, beyinsiz, budala, ancak o münafıkların kendileridir, fakat bilmezler.
Gerçi onlar kendilerini, ilim ve bilgi ile herkesten yüksek görmek isterlerse
de, onların ilim ile ilgileri yoktur.
İlim
bir yakîn işidir. Hele geleceğe ait olan ilim, sağlam bilgili bir mantık ve
delillerle netice çıkarmak işidir ki, başı hak iman, gayesi Hakk'a ulaşmaktır.
Onlar ise, baştan sona kadar şüphe ile doludur. Yukarda münafıkların önce
"anlamazlar" nefy-i hâl (şimdiki zaman olumsuz fiil), ikinci olarak
"anlamayacaklar" nefy-i istikbâl (gelecek zaman olumsuz fiil) kipleriyle
duygu ve şuurları; burada da "bilemezler" diye ilimleri olumsuz
kılınmıştır ki, bunda hem başlangıç ve gaye itibariyle yerme ve azarlama açısından
derece de rece bir yükselme vardır ki artması hastalık ile uyumludur. Hem
de ilim ile şuurun konu farklarına işaret vardır. Din ve iman, düşüklük ve
yükseklik meselelerinin sadece his ve şuur ile değil, ilim ile ilgili olduğunu
ifade ediyor.
14-Bu
münafıkların mümin olmadıklarını ve ahlâk bakımından ne kadar düşük olduklarını
şununla daha iyi anlarsınız: bir de bunlar müminlere rastgeldikleri zaman
genelde "âmenna=inandık" derler. Budala zannettikleri müminlere
yaltaklanırlar. Yüzden samimiyet, riyakârlık ederler, kendi şeytanlarına,
gizli anlaşmalarla, gizli meclislerde kendilerine gizli gizli fitne ve fesat
dersi veren donuk kafalı, çıfıt, şeytanlık ustalarına tenhaca varıp yalnızca
kaldıkları zaman da "Biz her halde sizinle beraberiz, bundan emin olunuz."
derler. Şeytanlıkta beraber olduklarına söz verirler ve mü'minlere karşı yaptıkları
yoldaşlıktan kuşkulanmasınlar diye gizli soruya cevap yerinde şunu da ilave
ederler: şüphe yok ki biz başka değil, hep alaycı takımıyız, hep böyle alay
eder dururuz derler ve ahlâksızlıklarıyle öğünürler. Sadakat arz ederken hainliklerini,
şecaat (cesaret) arz ederken hırsızlıklarını söylerler. İşte ilim ve inançta
hafife alma ve alay etmenin küfrün gereği olması hakkındaki genel kural bu
gibi âyetlerin muhtevasıdır.
Rivayet
olunduğuna göre Abdullah b. Übeyy yardakçılarıyle bir gün sokağa çıkmışlar,
Ashab-ı kiramdan birkaç kişinin karşıdan gelmekte olduklarını görmüşlerdi.
İbn Übeyy yanındakilerine: "Bakınız ben şu gelen budalaları başınızdan
nasıl savacağım." demiş ve yaklaştıkları zaman hemen Hz. Ebu Bekir'in
elini tutmuş, "Merhaba Temîm oğullarının efendisi, Şeyhu'l-İslam, Resulullah'ın
mağarada ikincisi olan, kendini ve malını Resulullah'a vermiş bulunan Hazreti
Sıddîk" demiş, sonra Hz. Ömer'in elini tutmuş: "Merhaba Adiy oğlullarının
efendisi, dininde kuvvetli, nefsini ve malını Resulullah'a vermiş bulunan
Hazreti Faruk" demiş, sonra Hz. Ali'nin elini tutmuş: "Merhaba Resulullah'ın
amca oğlu ve damadı, Resulullah (s.a.v.)'dan sonra bütün Hâşim oğullarının
efendisi" demiş ve işte o zaman bu âyet-i kerime inmiştir. Daha ayrıntılı
diğer bir rivayette Hz. Ali: "Ey Abdullah Allah'tan kork, münafıklık
etme, çünkü münafıklar Allah'ın en kötü kullarıdır." demekle: "İzin
ver ey Hasen'in babası benim hakkımda böyle mi söylüyorsun? Allah'a yemin
ederim bizim imanımız, sizin imanınız gibi ve bizim tasdîkımız, sizin tasdîkınız
gibidir." demiş ve ayrılmışlar. Abdullah b. Übeyy arkadaşlarına: "Nasıl
yaptım gördünüz ya! İşte siz de bunları görünce böyle yapınız." demiş,
onlar da: "Sağ ol, sen bizim içimizde hayatta oldukça hep böyle hayırlı
istifadeler ederiz." diye kendisini övmüşler, müslümanlar da varıp Hz.
Peygamber'e haber vermişlerdi ve arkası sıra bu âyet indi denilmiştir. Bu
rivayete göre "âmenna=inandık" diyen esasen İbn Übeyy b. Selûl oluyor
ve bu sözle arkadaşlarını da temsil ediyor. Yukarda diye tekil şeklinde başlanması
da buna işaret ediyor. Fakat âyette bunların hepsinin beraber varıp, tenhada
yalnız başlarına görüştükleri şeytanların, şeytanlık öğretmenlerinin bunlardan
ve İbn Selûl'den başka ve birden fazla bir çoğul olduğu açıkça söylenmiş olması
ve kısımlarının gönderiliş şekli bu şeytanların, münafıklar güruhunun arkasında
ve onlardan başka ve fakat onlarla gizli bir ilişkiyi taşıyan gizli bir kuruluşu
gösterdiği açıktır. Âyet-i kerime, olayın daha derin, daha gizli kaynaklarda
cereyan ettiğini göstererek Resulullah'ı ve müminleri aydınlatmıştır. Bunun
için birçok tefsir bilgini, bu şeytanların, münafıkların reisinden başka müşriklerin
reislerine ve (Yahudi hahamları)na da işaret olduğunu nakletmişlerdir.
ŞEYTAN:
Şeytan herhangi bir azgın, yani azgınlıkta, şer ve kötülükte fevkalade bir
yükselişle kendi sınıf ve benzerlerinin dışına çıkmış kötü, inatçı mânâsında
bir cins ismidir ki, gerek insandan, hayvandan, yılan gibi görünen yaratıklardan
ve gerekse diğer gizli mahluklardan ruhî ilişkisi bulunan kötülere söylenir.
İnsan şeytanı, hayvan şeytanı, cin şeytanı denilir. Nitekim Kur'an'da insan
şeytanları ve cin şeytanları ifadeleri çok defa gelecektir. İnsan görünür,
fakat kötülük esasları ve şeytanlıkları görünmez, eserleriyle belli olur.
Şu halde insan şeytanında bile şeytanlık bir gizli iştir. Bunun için şeytan
ismi gizli kötü bir kuvvet, kötü bir ruh düşüncesine döner. Ve insan şeytanı,
cin şeytanına bağlı demektir. Melek karşıtı olan cin şeytanı, yani gizli şeytan
bazı filozoflara göre yalnız mücerredât-ı maneviye (manevî soyutlar) olarak
açıklanmış ise de, bunun maddi değerini de inkâr etmek doğru olmayacağından,
buna kötü olan maddî kuvvetleri de katmak gereklidir. Ehl-i sünnet'in açıklaması
böyledir. Bu şekilde şeytan cins ismi, bilhassa görülmeyen ruhlar ve kötü
kuvvetlere isim olmuştur ki, yaratılışta her cins bir tek ferd ile başlamış
olduğundan, şeytan denilince bu cinsin babası olan o ilk fert, yani iblis
akla gelir ve o zaman özel isim gibi olur. Şeytana Farsça'da "diyv"
denilir ki, bu kelime Batı'ya dolaşmış, aksine "ilâh" mânâsına "diev"
olmuştur. Dil bilginlerinin açıklamasına göre şeytan kelimesi, anlayış bakımından
bir vasfî mânâyı içerir. Ve bunun türemesinde iki görüş vardır. Birisi Sibeveyh'in
dediği gibi uzaklık mânâsına maddesinden (fe'yâl) vezni (ölçüsü)ndedir ki
"baîd = uzak" demektir. Gerçekte de şeytan haktan uzaktır. Ondan
da uzaklaşmak gereklidir. Diğeri yanma veya batıllık mânâsında kökünden (fa'lân)
ölçüsünde olmasıdır ki, yanmış ve batıl demektir. Gerçekte şeytan da böyledir.
Bu şekilde kelime isim olmadığı için çekimli olmuştur. kökünün Arap dilinin
dışında da bulunduğu bahis konusu oluyor. Şu halde şeytan bir cins ismidir.
Bundan cin şeytanı cinsi anlaşılmakla beraber, insan şeytanına da hakikat
olarak söylenir ve hatta hayvana bile. Nitekim Hz. Ömer Şam'a geldiklerinde
bir ata bindirilmiş idi. Biner binmez at çalım atmaya başlayınca hemen inmiş
ve: "Beni bir şeytana bindirdiniz." demişti. Bu âyette ise insan
şeytanları olduğunda tefsircilerin fikir ayrılığı görülmüyor.
Bu
yedi âyette münafıkların durumları, ruh halleri, vasıfları ve sabit kötülükleri
tam bir belağat ve îcaz yoluyla özetlenerek haber verilmiş, baştaki âyetinin
mânâsına bakarak, onu her yönden ayrıntılarıyle anlatan ve açıklayan bu yedinci
âyet ise onların bütün ruhlarını kendi tasdikleriyle iki kelimede özetliyerek
gösterivermiştir.
15-Şüphe
yok ki bu kötülükleri işitenlerin hemen kızgınlıkları kaynar ve onların acıklı
azabı hak ettiklerini teslim etmekte hiç tereddüt etmiyerek, "kahrolsunlar!"
diye bağırmak hususunda acele eder ve Cenab-ı Allah'ın hemen bunları yok etmesini
veya "asınız, kesiniz" gibi bir emir vermesini hırs ile gözetir
ve bu hırs ile bir an geri bırakılmalarını görmemek ister. İşte Cenab-ı Hak,
İslâmî hassasiyetin böyle heyecanlı bir dereceye geldiği nazik bir dakikada
bütün bu heyecanı yatıştırma ve endişeleri ortadan kaldırmak için derhal buyuruyor
ki: Allah onlarla alay ediyor ve daha edecek, yani kendilerini maskaraya çeviriyor
ve daha çevirecek de. Böyle kalp körlüğüyle şuursuzluk, dikkatsizlik, anlayışsızlık
içinde şımarıklık etmelerine adeta medet ve yardım ediyor ve azgınlıklarına
meydan veriyor, diğer deyişle körü körüne tuğyanlarında sürükleyip götürüyor.
Bu
ilâhî alay cümlesinden olmak üzere bunlara dünyada müslüman muamelesi yapılır,
İslâm toplumu dışında tutulmazlar. Münafık olmayan gayr-i müslimler gibi âyinlerinde,
dine mahsus hükümlerinde serbest değillerdir.
Münafıklara,
gerek ibadet ve gerek muamelelerle ilgili dinî hükümlerin hepsi müslümanlar
gibi tatbik edilir. Mü'minler bunlara dikkat etmeye, bu hususta gözlerini
açıp mücahede etmeye, nizamı, hükmü ellerinde tutmaya yükümlüdürler. Bunda
başlıca üç hikmet vardır: Birincisi İslâm'ın sabır ve sükunu, terbiyesinin
yüksekliği, ruhî hoşgörüsüdür. İkincisi bu sayede bunların İslâm muhitinde
ve İslâmî hükümler altında yetişecek olan çocuklarından ciddi müminlerin yetişmesine
imkan bırakmaktır. Üçüncüsü de bu münafıkları kalben iman etmedikleri ilâhî
hükümlerin tatbikatına zorlamak suretiyle her an gönül azabı içinde bırakmak
ve maskaralıklarının cezasını dünyada da çektirmektir. İlahî alaydan biri
budur. Ahirete gelince "Doğrusu münafıklar, ateşin en aşağı tabakasındadırlar."
(Nisa, 4/145) âyeti gereğince onlar, ateşin en aşağı tabakasında olduktan
başka, bunların orada da alay muamelesine maruz kalacakları, cennetin kapıları
kendilerine gösterilip gösterilip de kapatılıvereceği hadislerde açıklanmıştır.
Bu gibi muamelede Cenab-ı Hakk'ın "ben" ve "biz" gibi
mütekellim (birinci şahıs) kipiyle hitap etmeyip de gâib (ortada olmayan,
üçüncü şahıs) gibi "Allah'ın" buyurması, büyüklük ve ululuğunu açıklamak
içindir. Mesela bir komutanın, emri altındakilere hitap ederek "ben şöyle
istiyorum" demesiyle, "komutanınız böyle istiyor" demesi arasında
ne büyük fark vardır.
İstihzâ
(alay) bir kimseyi şaka içinde maskara etmek, şeref ve onurunu kırmak istemektir.
"Kırmak" veya "seri halinde öldürmek" mânâsına den alınmıştır.
Burada, "Allah Teâlâ'ya alay yakışır mı?" diye akla derhal bir soru
gelir. Fakat Allah'a isnat olunan çoğu fiillerde ve sıfatlarda istenilen gayeler
olduğunu Fâtiha'nın tefsirinde görmüştük. Bilinen bir şeydir ki, alaydan maksat
şaka değil, şeref ve haysiyeti kırarak maskara etmek ve budalalığı gizlice
anlatıp sezdirmeden hakaret etmek ve hafife almak, bunlardan da bir hoşnutluk
duymaktır. Halbuki münafıklar gibi alaycıların çoğu, alay ettikleri kimselere
hakikaten hakaret etmeye güçleri yetmez de, çoğu zaman, budalalık, hakaret,
alaycıların kendilerinde kalır ve onunla eğlenirler. Halbuki Cenab-ı Allah,
rızası olmaksızın hareket edenler hakkında ilâhî adaletini açıklamak için,
böyle bir hakaret ve hor görmeyi istediği zaman, onları hakkıyle hor görür
ve rezil eder. Ve bütün kâinat nazarında onu rezil eder de, o, bir deli gibi
kendisinin bu halinden haberdar bile olmaz. Ayıplarını gizliyorum zannederken,
bütün âleme sergiler de farkında olmaz. Dünyada şuurun bu sıyrılma tarzı en
büyük bedbahtlık olduğunda ise şüphe yoktur. İşte Allah'ın alayı ki, bunu
ancak Allah yapabilir ve bu bir ilâhî adalettir. Ve her adalette Allah'ın
rızası vardır. Birisi süslenmek ister ve karşısında altın yaldızlı bir kağıt
görür. Okumasını bilmez, zinet diye göğsüne yapıştırır. Sokağa çıkar ve bununla
çalım satmak ister. Görenler ise bakarlar levhada "hâzâ rezîl = bu rezildir"
yazılmış, zavallının haberi yok, olmak ihtimali de yok. İşte -Allah korusun-
bu bir ilâhî alay olur. Allah Teâlâ münafıkları taşkınlıklarında böyle maskara
eder. Bu mânâlar dolayısıyladır ki şer'î bakımdan Allah'a "alaycı"
denilmez, fakat "alay eder" denilir.
16-
Bunlar öyle kimselerdir ki doğruluk karşılığında sapıklığı satın almışlardır.
Hidayet tam ellerine değmiş, malları olmuş gibi iken onu vermişler, dalaletle
trampa etmişlerdir de ticaretleri kâr etmemiştir. ve kâr yolunu bulmak ihtimalleri
olmamış, kâr yolunu tutamamışlardır. Bunlar, hidayet ve başarı nasip olanlardan
değillerdir. Çünkü ticarî ilişkilerde başlıca iki maksat vardır. Birisi sermayenin
selameti, diğeri kârdır. Halbuki bunlar sermayelerin sermayesi olan hidayeti
vermiş, yerine onun kayıbı demek olan sapıklığı almışlardır. Bundan dolayı
ne kâr kalmış, ne kâr ihtimali ne kâr yolu. Bu âyet müttakîler hakkındaki
âyetinin karşılığı olarak, ibaresiyle münafıkların son hallerini açıklamaktadır.
Ve bununla beraber âyet, işaretiyle bunların şeytanları olan kâfirlerin sonlarını
da içerir. Cenab-ı Hak bunların hallerini, dünyada her şeyden en önde bildikleri,
başlıca gaye edindikleri ticaret ve tefecilik ruh hâletine göre bir temsîlî
istiare ile açıklamış ve dinî hidayetin şahsında mühim olan dünyaya ait ticaretten
daha önce ve onun selameti için de zorunlu bir şart olduğunu anlatmıştır.
Bu tasvirde ticaretin büyük bir övgüsü vardır. Fakat ticaretten önce onun
gerçek ve lüzumlu bir yolu bulunduğuna ve bu yolun iyi anlama ve doğru yol
olduğuna ve ticarette yalan, hile, entrika yolunun hakiki bir kâr yolu olmadığına
tenbih ve bundan dolayı doğruluk kanununa sarılabilmek için dinî hidayete
ermek en önde gelen şart olduğuna işaret buyurulmuştur.
Durumları
bilinen, diye haklarında iki defa uyarma ve dikkatli olmaya davet vaki olan
ve bu iki âyet ile de sonuçları, ziyanları anlatılan münafıkların, içten içe
İslâm'ın gayesini ve İslâmî hayatın güzel akışını çığırından çıkarmak nokta-i
nazarından zararları açık olduğundan, bir taraftan bunlar hakkında kâfirden
daha çok dikkat nazarını çekmek suretiyle müminleri aydınlatmak, diğer taraftan
bu münafıkların bizzat hasar ve akibetlerini belli bir şekle sokarak, kendilerini
korkuya düşürmek ve herkesi münafıklıktan sakındırmak için bu konuda temsil
olarak dört ayet daha indirilmiştir. Şöyle ki:
17-
"Mesel", aslında "misil" ve "nazîr" yani bir
şeyin benzeri, eşi mânâsınadır ki, "Kâmus" mütercimi "bektaş"
(eş, akran) diye göstermiştir. "Şebeh", "şibih", "şebîh"
denildiği gibi, "mesel", "misil", "mesîl" denilir.
İkinci olarak vaktiyle bir olay ve bir tecrübe münasebetiyle söylenmiş olup,
"atalar sözü" diye dilden dile dolaşan güzel sözlere, "darb-ı
meseller"e ad olmuştur. Çünkü bunların kaynağı denilen ilk hadiseler,
üzerine söylenilen son hadiseye benzer sayılarak temsil edilmiş bulunur. "Sütten
ağzı yanan, yoğurdu üfler de yer." gibi. Üçüncüsü şaşılacak ve garib
bulunacak tuhaf ve ibretli bir hale veya bir sıfata veya bir kazıyye (önerme)ye
ve hikayeye de "mesel" denilir ki, darb-ı mesel gibi, dilden dile
dolaşmaya ve her yerde söylenmeye layık olduğu cihetle ondan istiare edilmiştir.
Bu, sadece nakil ve hikaye olunur. Darb-ı mesel gibi her söylenişinde bir
teşbih ve temsil mânâsı gözetilmez. Fakat ilk söylenişi hakikat de olabilir,
bir temsilî istiare de olabilir, buna "destan" da denir. "Dillere
destan oldu." deriz. Destan şiirleri bundan alınmıştır. Bu mânâdan, delil
ve hüccet mânâsına da gelir. Çünkü bu gibi meseller, gerek bir nadir hakikat
olsun ve gerek bir tahyil (akla getirme) ve temsil, yani sırf bir masal olsun
bir yaygın şöhreti içerdikleri zaman, bazı gerçekler onlara benzetilerek söylenir.
Mesela "Bu iş, kurt ile kuzu masalına benzer." denilir. Biriyle
diğerine temsil edilerek delil getirilir. İşte edebiyatta bir hakikati, diğer
bir hakikate veya bir hayale veya meşhur bir mesele benzeterek örneğe ait
bir şekilde ifade etmeye "temsil" adı verilir ki teşbih veya istiare,
hakikat ve mecaz kısımlarına ayrılır.
Edebiyatta
anlatma ve cazibe nokta-i nazarından temsilin, beyan ile ilgili büyük önemi
vardır. Çünkü çoğunlukla akıllar, kuruntuların müdahale ve saldırılarına maruz
olduklarından, gizli düşünceleri iyice anlamaktan mahrum kalırlar. Temsil
ise, kuruntuları akla bağlar da, hakikati, cahil ve anlayışı kıt kimselere
bile anlatmaya sebep olur. Çünkü temsil, ince ve düzenli gizli düşüncelerin
perdelerini atarak, onları açık hissedilen şeyler kisvesi içinde açıklar,
tanınmadık şeyleri tanınmış, görülmedik şeyleri görülmüş gibi ortaya çıkarır
ve anlatır. İş bunun yerini bilmek ve güzel kullanabilmektir. Zamanlar olmuş
ki, geçmiş dinlerin akla uygun düşüncelerinin ruhu, karinesiz temsiller ile
anlatılmış ve yayılmış; temsili, tersîm (resmetme) ve tecsîm (cisimlendirme)
ile semboller de takip etmiş ve bu şekilde ruhlar unutulup, putlara, sembollere
tapılmıştır. İşte İslâm dini âyetinde olduğu gibi imanı, hissedilen ve görülenden
önce, doğrudan doğruya aklî ve kalbî olan gaybe ve hakikatin başlangıcı ve
sonucu bulunan tek hakka dayayarak, insana ait ruhu meselden hakikate, temsilden
tahkike yükseltmiş ve Kur'ân bu yükselmeyi temin için gerçekleri aklî ve kalbî
değerleriyle sağlam bir şekilde açıkladıktan ve tebliğ ettikten sonra, o akla
uygun düşünceleri temsiller ile de anlayışa yaklaştırmış ve telkin etmiştir.
Ve bunu yaparken tahkik ile temsil arasına açık bir karine koyarak, doğru
ile yanlışı birbirine benzemekten saklı tutmuştur. Bu sebeple Kur'ân'ın açıklama
üslubunda tahkik karşılığında temsiller ve muhkemler karşılığında müteşabihler
dahi bulacağız. İşte üslub-i beyanda tahkik ve temsil üstünlüğüne ilk olarak
bu âyetten başlıyoruz. Bundan önce münafıkların halleri tahkik yoluyla tesbit
edilmiş olduğu halde, şimdi de temsilî yönüne geçiyoruz. Bundan ve bir sayfa
sonraki âyetinden o kadar açık bir şekilde anlarız ki, Kur'ân temsil üslubunu
da içermekle gerçeklerini rümûz ve temsile boğmamış, zahirin hakkını hak,
temsilin temsil olarak karine ile anlaşılmasını tercih ve temin etmiştir.
Şu halde bu konuda sözlü ve duruma ait karine bulunmayan yerlerde çelişki
ile zata ait imkanı seçebilen akıl karinesinin delaletine başvurulur. Ve böyle
bir temsil karinesi bulunmadıkça Kur'ân'ın zâhiri, yalnız vehmî anlayışa ait
uzak görme ile te'vil edilemez. Bakınız bu âyette temsil karinesi lafzan bile
ne kadar açık ve çoktur. şu halde bu esas itibariyle bir teşbihdir. Ve "mesel"i,
"mesel"e teşbihtir. Burada "mesel", şaşılacak hal, garib
olay mânâsınadır. Yani bunların halleri ve özellikle hidayeti verip sapıklığı
satın alma durumları şu ateş yakan ve ateş yakanlar kıssasına benzer ki, birisi
bir ateş yakmak istemiş ateş parlayıp da yakanın etrafındaki şeyleri aydınlatınca
Allah o kimselerin bütün ışıklarını, daha doğrusu göz nurlarını alıvermiş
de onları karanlıkta bırakmış ne aydınlık, ne bir şey, hiçbir şey görmez olmuşlar,
görmez bir durumda kalmışlar. Ateş mi sönüvermiş? Bir hayli tefsirci öyle
açıklamışlar. Fakat ateş sönmeden, aydınlık devam ederken Allah'ın, onların
görecek göz nurlarını alıvermiş olması daha açık ve daha güzeldir. "Keşşâf
tefsiri" sahibi "Yaratılışın kastedilmesi en uygunudur." derken
bunu seçmiş gibidir ki, devamı da bunu gösteriyor.
18-Buyuruluyor
ki bunlar sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler, bu halden dönüp önceki nurlu
hali bulamazlar. Daha açığı: Artık kendilerine gelemezler, tamamen sersem,
şaşkındırlar. Şu halde yolu nerede bulacaklar? Bu şekilde sönen yalnız göz
nurları değil, bütün şuur nuru, idrak nuru olduğu anlaşılıyor ki, bu mânâ
ifadesindeki mühürleme ve basımın daha kuvvetlisidir. Bu şekilde hikayedeki
ateş yakan, nurları gidenlerin dışında kalır. ve zamirlerinin lafız ve mânâ
itibariyle müfred (tekil) olması açıktır. Resulullah'ın davet ve hidayeti
(doğru yolu göstermesi) karşısında münafıkların durumlarının da, tıpkı ateş
yakıcının parlattığı ışık karşısında gözleri Allah tarafından görmez oluverenlerin
durumu gibidir. Araplarda ateş yakmak, ışıklandırmak maksadıyle de yapıldığından,
bu mânâlarda kullanılır. Aynı şekilde yangın çıkarmak gibi suikastla da olabileceğinden
fitne ve fesat çıkarmak mânâsına da gelir. Ve burada ikisine de ihtimali vardır.
Bundan başka davet, hayra da olur, şerre de. Şu halde yangın çıkarmak ve kötülüğe
davet etmek mânâlarına alındığı zaman, nurun alınması, ateşin söndürülmesi
demek olacağı açıktır. Ve bu şekilde ateş yakan karanlıkta kalanlardan olur
ki, bu ateşi yakan münafıkların başıdır. tekildir veya çoğuldur ve çoğul mânâsınadır.
Ve birçokları böyle tefsir etmişlerdir. Fakat ateş yakmak, aydınlatmak ve
hayra davet etmek mânâsına düşünüldüğü zaman, gerek ateş yakıcı ve gerek olan
akıl sahibinin nuru sönmemiş olduğu halde kavramında dahil olan hayvanlar
takımının nurları sönmüş ve o ışıktan ancak bunlar mahrum kalmış olurlar.
Bu takdirde ancak zamiri, "mâhavlehû" daki içinde bulunan hayvan
gibi insanlara döner. Birinci şekilde "mesel" için büyük bir güzellik
ve fevkaladelik yok gibidir. Gerçi yanan bir ateşin birden bire sönüvermesi
garip ise de, şiddetli bir rüzgar gibi bir sebeple az çok yine alışılmış görünür.
Fakat ışık dururken şuurun, görme kabiliyetinin esasından kayboluvermesi ilâhî
bir harikadır. Ve meselin en güzel noktasını teşkil eder. Bundan başka birincide
temsil basittir; bir bütünü, diğer bir bütüne benzetmektir. İkincide ise iki
bütünün düşünülmesinden meydana gelen bir bütünü, diğer böyle bir bütüne benzetmek
suretiyle bir derece daha tamlama vardır: Peygamberin davet ve hidayeti karşısında
münafıkların, "ateş yakıcı" karşısında etrafındakilerin bir kısmı.
Muhammedî davet ve onun irşadı ebedî, fakat münafıkların anlayış nurlarını
Allah almıştır. Ve belki bunların içinde başlangıçta kalbî iman da nasip olduğu
halde, sonra bozgunculuğa sapan, kalben dinden dönerek imanının nurunu kaybedenler
bile bulunmuştur. Kur'ân'ın nazmı işte bu temsili, böyle mânâ tabakaları ile,
çok yönlü olarak açıklamıştır ki, her birinin bir sahih yönü vardır. Muhammedî
davetin ateş yakma ile gösterilmesi ise ikinci temsilde görüleceği üzere şunu
anlatır: Bu davet, bir taraftan müjdeleme, diğer taraftan korkutmayı ihtiva
eder. Bu davet, cennetin karşısında bir de cehennem ateşi gösteriyor. "Bu
ateşten kaçın, şu cennete koşun." diyor. Münafıkların da bu müjdelere
ağızları sulanıyor; korkutmadan da başları dönüyor, ağızdan "âmennâ=inandık"
diyorlar, hidayet buraya kadar geliyor, fakat kalplerine iman girmiyor. Çünkü
anlayışlarının nuru sönmüş, fenalığa ceza veren adil bir Allah'a inanmak istemiyorlar.
Her türlü emellerine kul gibi hizmet edecek adalet etmekten aciz bir ilâh
istiyorlar.
(Kemeseli
sayyibin), yahut (Kemeseli zî sayyibin) takdirindedir ki, birincide münafıklar
kıssası, toptan yağmur kıssasına benzetilmiş ve kıssaların ayrıntılarında
benzerlik gözetilmemiş bulunduğundan, yalnız "mürekkeb teşbih";
ikincide ise kıssaların birimlerinde dahi teşbih gözetilmiş bulunacağından,
buna da "mefrûk" veya "müferrak teşbih" denir. "Sayyib"
kelimesi aslında "isabet" kelimesinin sülasîsi (üç harflisi) olan
masdarından sıfat-ı müşebbehe olup, şiddetle dökülen yağmura, bir de şiddetli
buluta isim olmuştur. "Semâ", özel mânâsıyla "gök" dediğimiz
şu kubbe, başımızın yukarı tarafında direksiz, telsiz açılmış koca şemsiyedir
ki, Peygamberimizin dilinden "yükseltilmiş tavan" ve mevc-i mekfûf
(hapsedilmiş dalga) diye rivayet edilmiştir. Esas mânâsı yüksek demektir ki,
insanın üst tarafına gelen her yüksek şeye söylenir. Ve her ufkun bir seması
olur. Ruhlar ve akıllar âlemi de bir veya daha fazla semalardır. Şu halde
(semâ) kelimesi esasen izâfî (bağıntılı) bir mânâyı içeren bir cins ismi olup,
küllî ve cüz'î belirleme kastedildiği zaman (es-Semâ') denir. Burada yağmur
denildikten sonra, gökten geldiği belli iken denilmesi, bütün bir ufku kaplayan
bilinen semayı açıklayarak, bu yağmurun bir taraftan değil, semanın her tarafından
geldiğini anlatmak ve meselde yağmurla beraber bütün o semanın manzarasını
tasvir ettirmek ve bir de "sayyib"in önce yağmur mânâsını akla getirme
nüktelerini içerir.
19-Mânâya
gelelim: Yahut o münafıkların hali bir yağmur kıssasına, diğer ifadeyle yağmura
tutulanlar kıssasına benzer ki, semanın her tarafından "bardaktan dökülür
gibi" boşanmış kuvvetli bir yağmur, onda türlü türlü karanlıklar var.
Gece karanlığı, kara yağmur bulutu dünyayı kaplamış, yağmurun yoğunluğu da
bunlara eklenmiş, insanın içini sıkıyor mu sıkıyor; göz, gönül kararıyor mu
kararıyor. Şu halde karanlıklar katmerlenmiş, iç dış zifiri karanlık, bundan
başka dehşetli bir gök gürültüsü, titretici bir patlayışı, gürleyişi var ki,
beyinlerde çatlıyor, ufuklarda gürlüyor, bir de şimşek, şimşek çakışı. Çakıp
şakıdıkça, parlayıp yıldıradıkça bir ümit ışığı gibi karanlıkları yarıyor,
yürekleri ağıza getiren bir halecan (yürek çarpıntısı) veriyor. Bunlara tutulanlar
parlayarak geldiği için yıldırım, çarptığını mahvettiği için sâika (ve çoğulunda
savâık) denilen, gözlere şimşek, kulaklara gök gürültüsü halinde gelen, ucu
nereye dokunursa yok eden, insanı ve hayvanı bir anda mahveden, madenleri
eriten, demiri mıknatıslayan, mıknatısların kutuplarını alt üst eden, özetle
(es-Savâık) denilince her türlü felaket ve yok ediciliği ile bilinen o âteşîn
kamçılardan, o dehşetli kıvılcımlardan, yıldırımlardan parmaklarını kulaklarına
tıkıyorlar, bunu da ölüm korkusuyla, ölümden sakınmak için yapıyorlar. Fakat
kulak tıkamak neye yarar, korkunun ecele faydası ne? Allah bütün kâfirleri
her taraflarından, içlerinden, dışlarından, dünyalarından, ahiretlerinden
kuşatmıştır. İlâhî kudretin kuşatmasından dışa çıkmak mümkün mü? Allah'ın
izni olmadıkça bundan kurtulmalarına ihtimal mi var? Yıldırımdan korkulmaz
mı? Ölümden sakınılmaz mı? Evet ama bunlardan daha önce Allah'dan korkmak
ve O'nun azabından sakınmak gerekir. Yıldırımları yapan kim? Bütün bu alâmetleri
belirten kim? Bulutların arasından, o su hazinelerinin içinden bu ateşleri
çıkartan kim? Onları tâ uzaklardan kulaklara işittiren, gözlere gösteren kim?
Sakınmak hissini veren, ona göre tedbir almak kabiliyetini ihsan eden kim?
O yıldırımların çıkış noktalarını, isabet noktalarını tayin eden ve bulutları
ona göre sevk ve idare eden kuvvetler, melekler kimin? Hepsi hepsi Allah'ın,
yıldırımlar da Allah'ın bir belası, azabının bir örneğidir. Bunlardan korkup
sakınmak istiyenlerin daha önce Allah'tan korkmaları ve onun emirlerine, kanunlarına
uyarak felaketten sakınmanın, nimetine ermenin yolunu bilmeleri gerekir. Bir
Allah korkusu, insana bütün korkuları attırır. Allah'ın izniyle her korkudan
kurtulmanın bir çaresi vardır. Fakat Allah'tan kurtulmanın imkanı yoktur.
O da iman ve kulluk etme ister; kanunlarının, emirlerinin tatbikini ister.
Ona bununla yaklaşılır; azablarından bununla korunulur, kurtuluş bulunur.
Yoksa gök gürültüsü ve şimşeği gördükten sonra yıldırımdan korkmanın, kulak
tıkamanın hiçbir faydası yoktur. Şimşek çakınca olan olur, yıldırım yerini
bulur. Gök gürültüsü işitildiği zaman da bunlar beş on saniye önce olmuş bitmiştir.
Ümit ve müjde şimşeğin yaldızlı çakışında değil, gök gürültüsünün gümbürtülü
gelişindedir. Bilmeyenler gök gürültüsünü şimşekten sonra, yıldırımı da bu
gürültü ile beraber gelir zannederler. Halbuki yıldırım şimşekle düşer. Esas
itibariyle gök gürültüsü de onunla beraber patlamıştır. Daha esasında gök
gürültüsü, o yıldırımı çıkaran sarsıntıda, sadmede, vuruştadır. Bulutlara,
havaya bu darbeyi vuran bir kuvvet, onu idare eden bir melek vardır ki, gök
gürültüsü ismi ona kadar dayanır. Bu kuvvet, bu melek buluttan buluta, buluttan
havaya darbeyi indirdiği zaman sarsıntıdan bir gürültü ile bir ateş, bir kıvılcım
çıkar, şimşek bu kıvılcımdır, yıldırım bundadır. Ses ağır gelir, sonra işitilir
ve geldiği zaman, "Size geçmiş olsun, Allah'ın izniyle yıldırımı düşürdüm,
siz kurtuldunuz." der. Şu halde olay dıştan zannedildiği gibi şimşek,
sonra gök gürültüsü ve yıldırım değil, gerçekte ve Allah katında gök gürültüsü,
şimşek ve yıldırım şeklindedir. Size de şimşek, yıldırım ve gök gürültüsü
şeklinde görünür ve işitilir. Bunu bilmeniz, anlamanız gereklidir. Bunun için
Allah Teâlâ (ra'dün ve berk) buyurmuş. Gök gürültüsünü öne almakla beraber,
aralarını "mutlak cem' " için olan "vav" ile bağlamış,
(şimşek sonra gök gürültüsü) buyurmamıştır. Bunu Fen Bilimlerini okumamış
ve ümmî olan Hz. Peygamber, kendi kendine elbette bilemezdi. Allah bildiriyor,
ilim ve fen ehli de bunu tasdik edeceklerdir. Ederken ilâhî vahyin hakikatini
anlamaları gerekir. Hele elektrik olaylarıyle delil getirerek görülmeyen esir
(cevher)i bulmaya çalışanlar, Allah'ı daha önce anlamalı, Peygamberine vahyinin
hak olduğunu da hiç olmazsa bu gibi ince noktalardaki fennî te'yitlerle itiraf
etmelidirler. Gök gürültüsünün bir tesbih olduğunu, bunu işitenlerin hamd
ve şükretmesi gerektiğini de unutmamalıdırlar. Yıldırım hakikaten müthiştir.
Bir ilâhî beladır. Ve şimşek ile beraberdir. Fakat bundan korunmak, önceden,
maddî ve manevî bir yıldırım siperi bulmak gerektir. O da Allah'ı, emirlerini
ve kanunlarını tanımakla olur. Şimşek çaktıktan sonra kulak tıkamanın hiçbir
mânâsı yoktur. O zaman insan kurtulursa sırf Hakk'ın yardımı ile kurtulur
ve gök gürültüsünü işittiği zaman da kurtulmuş olduğunu bilir. O zaman Allah'ın
kudretine hamd ve şükretmesi gerekir. Bunlar ve bunları anlatan Kur'ân hep
hak âyetlerdir. Bu davetlere ve bu irşadlara kulak tıkamak ne bedbahtlıktır!
Gök
gürültüsü ve şimşeğin, yıldırımın maddî ve manevî gerçeğini açıklamak için
lügatta, dine ve felsefeye ait tarifler vardır. Lügata göre ra'd (gök gürültüsü),
buluttan çıkan korkunç sesin ismidir ki başlangıçta ani bir patlayış ve sonra
hayli devam eden bir gürültü olur. Biz buna gök gürlemesi deriz. Bu kelime
aslında titremek veya titretmek, diğer deyimle zangırdamak ve zangırdatmak
mânâlarıyle ilgilidir. Şimşek parıldamak, yıldıramak mânâsıyla ilgili olup,
buluttan ani olarak çıkıp yıldırayarak, şakıyarak sönüveren bir parıltının
ismidir ki, dilimizde şimşek denir. Bunun çakmasına da denir. Yıldırım, gayet
şiddetli, çok çabuk bir sadme, bir çarpıştır ki, bir ateş parçasıyla çarptığını
yok eder, bu münasebetle ölüm, şiddetli azab mânâlarına da kullanılır. Dilimizde
buna yıldırım denir ki, yıldırma ve yıldırama mânâlarıyla ilgisi açıktır.
Râğıb der ki, gök gürültüsü, şimşek ve yıldırım aslında bir şeyin üç çeşit
tesirleridir.
Dinî
izahı: Bulutları Allah Teâlâ'nın iradesine göre yağmur yağacak yerlere sevk
ve idare eden bir melek (yani anlayışlı ve hareket ettirici bir kuvvet) vardır
ki, ismine "gök gürültüsü" denir. Bu melek rüzgar meleklerinden
başka olarak bulutları özel şekilde zorlar ve sevkeder. Bunun sevki, rüzgarın
sevki gibi taş yuvarlarcasına değildir. Bu tıpkı bir çobanın şarkı söyleyerek
deve sürmesine benzer. Diğer deyişle ruhun bedeni idare etmesi, sözün, nağmenin
diğerine tesir yapması gibi içten tesir eden ruhanî ve dinamik bir tesirdir.
Bu melek bulutlarda bir uygunsuzluk gördüğü zaman çarpar, haykırır, bu haykırış
onun Allah'ın kudretini ilan eden bir tesbih ve tekbiridir. İşitilen gürültü,
zahirî gök gürültüsü budur. Haykırırken hiddet ve şiddeti çoğaldıkça ağzından
ateş saçar, diğer bir deyişle nurdan ateş kamçıları çalar. Görülen şimşek
bu kamçılardır. Yıldırım, bunun yani ateşin vuruşudur. O kamçının ucu nereye
dokunursa yok eder. Bunun hepsi o meleğin yani "ra'd"in bir vuruşundan
ibarettir. Bu darbenin havaya ve dolayısıyle insan ruhunun işitme gücüne tesir
ve tezahürü, gök gürültüsünün sesi; daha inceden ve daha çabuk gözüne tesir
ve tezahürü şimşek; dokunduğu şeye dokunma tezahürü yıldırım adını alır. Buluttaki
tesirinin mahsulü de itaattir. Ve bunların hepsi Allah'ın emrini icra etmekten
ibarettir. Bu âyette ra'd, gök gürültüsünün sesi mânâsına olmakla beraber,
aslına da işarettir. "Gök gürültüsü, övgüsüyle O'nu tesbih eder."
(Ra'd, 13/13), Bu meleğe, gök gürültüsü meleği, zorlayıcı melek, ateş tutuşturma
meleği; şimşek fiiline de melek darbesi, meleğin parlaması denilmiştir.
İşte
Ashab devrinden itibaren en eski kıymetli tefsircilerden rivayet edilen açıklamalara
göre gök gürültüsü, şimşek ve yıldırım olaylarının gerçeği böyle kuvvet prensibine
döndürülmüş, fakat kör kuvvet değil, dinamik, ruhanî idareci ve idrak sahibi
bir hareket ettirici olan melek kuvvetine döndürülmüştür. Fennî izahların
hiç biri buna aykırı olmamış ve bu daireden çıkmamıştır. Ancak kör kuvvette
sıkışıp kalanların anlayışı buralara varamaz. Şu halde felsefî tarifine gelelim:
Vaktiyle en meşhuru, bulutların çarpışması, yani sürtme ve dokunma ile çakmak
taşından çıkan ses ve kıvılcım şeklinde açıklanmış idi. Fakat İbnü Sina "Şifa"sında
bunu pek beğenmemiş, bulutların ta denizlerden, göllerden su buharı halinde
çıkarken tamamen saf olmayıp, az çok duman buharı ile ve biraz da ısı ile
çıkmaları ve yükseldikçe su buharının daha önce soğuması hasebiyle öbürlerini
arada sıkıştırmaları ve nihayet bu sıkışmanın şiddetlenmesi ile onların püskürmesi
ve parlaması hususlarını ileri sürerek uzun uzadıya açıklamış ve özetle şöyle
demiş: "Çoğunlukla gök gürültüsünün ve şimşeğin sebebi, rüzgara ait harekettir
ki, ses çıkarır, parlar ve bazan şimşek ve parıltı da gök gürültüsüne sebep
olur. Çünkü... Çünkü..."
İbnü
Sina'dan çok önce olan İbn Cerir et-Taberî tefsirinde diyor ki: "Diğer
birtakım ilim ehli, gök gürültüsü, bulutların altında boğulan rüzgarın fırlamasıdır.
Ses
bundandır. İbn Abbas hazretleri Ebu'l-Huld'e bir mektup ile "Gök gürültüsü
nedir?" diye sormuştu. O da "Gök gürültüsü bir rüzgardır."
diye cevap vermişti. Fakat İbn Abbas hazretleri kendisi "Gök gürültüsü
meleklerden bir melektir." diyordu. Demek İbnü Sina'nın rüzgar teorisi
de eski bir teori olmakla beraber, bunun sebebini ta denizlerden gelen duman
buharı ve ısıya kadar götürmek nokta-i nazarı havanın ve bulutların elektriklenmesi
hakkında kararlaşmayan görüşler yanında şimdiki tabiat ilmi de mevcut bulunuyor.
Bugünkü felsefî açıklamaya gelince, bunları elektrik olaylarına tatbik etmişlerdir.
Öteden
beri Yunanca elektron denilen elektrikte görünen bir cezb (kendine çekme)
özelliği vardı. Sonradan bu özelliğin, az çok her cisimde bulunduğu anlaşıldı.
Ve buna elektriklenme denildi. Fizik bilginleri tabiat olaylarında âdet olarak
etkili olan ısı, ses, ışık, çekicilik gibi bazı etkenler sayarlar ki, elektrik
de bunların beşincisi oldu. Ve bunun çeşitli sürtünmelerden meydana gelen
kimyevî etkileri veya diğer vasıtalarla meydana gelip dinamik elektriklenme
denilen kısımları bulundu. Bugün sanayide birçok tatbikatı yapılan, altın,
gümüş yaldızlama, eritme, kalıba dökme ve kuyumculuk, telgraf, telefon, aydınlatma,
yakma ve tedavi gibi birçok hususlarda istifade edilen elektriğin elde edilmesi
ve kullanımı için çeşitli aletler, cihazlar, makineler yapıldı. Bununla beraber
elektriğin esası ve mahiyeti, ne olduğu tamamen anlaşılamayıp, ateşe ve ışığa
ait madde gibi varsayımlarda kaldı. Nihayet ısı ve ışık gibi cisimlerin atom
denilen en küçük parçalarının özel bir şekilde hareketinden veya bunların
arasını işgal eden bir esir (cevher)in hareketinden meydana geldiği göz önünde
bulundurularak daha çok bu sonuncuya önem verildi. Ve özetle bütün kuvvetlerin
esasında bir hareket enerjisine dönüşmesi fen ilimlerinin en kuvvetli görüşü
oldu. Hakikaten elektrikte de hareket, ısı, ışık değişiklikleri hep görülüyor.
Şu halde elektrik, fennin en önemli bir kuvvetidir. Bu da biri erkek, biri
dişi gibi pozitif (artı) negatif (eksi) iki cinse ayrılıyor. "Ne yücedir
o (Allah) ki, bütün çiftleri yaratmıştır." (Yâsîn, 36/36) Bunların bir
cinsten olanları birbirlerini itiyor, def ediyor; ayrı cinsten olanları da
birbirlerini çekiyor, birleşiyor. Ve cisimlerin yüzeyleri bunlarla doluyor
ve boşalabiliyor. Bunların birleşmeleri gizli ve açık olmak üzere iki türlü
oluyor. Mesela silindir biçiminde uzunca bir şey, bir elektrik yüklüsüne yakın
bulunduğu zaman, bu silindirli şey de etki ile ayrı cins iki akımı taşıyıcı
oluyor ve havanın bunun üzerindeki baskısı bunların birleşmesine engel oluyor.
Fakat bir vasıta ile bu baskının şiddeti azalır veya iki akımın gerilim kuvvetleri
ona üstün geliverirse, bundaki artı, eksi iki cins elektrik birbirleriyle
hemen birleşerek üzerinden yok oluyorlar ki, buna elektrik boşalımı denilmiştir.
Bunlar bu birleşim esnasında bazan çakmak gibi bir vuruş yapıyor ve bir kıvılcım
da çıkarıyorlar ki, böyle gürültü yaparak birleşmelerine gök gürültüsüne ait
birleşme deniliyor. Bu kıvılcımları biz tramvaylar işlerken -çoğunlukla geceleri
görürüz. İşte bu aletlerde görülen bu olay, epeyce bir zaman önce hava ile
ilgili eserlere uydurularak gök gürültüsü, şimşek ve yıldırım bunlarla izah
edilmiştir. Bunun için yıldırım şöyle tarif ediliyor: "Çeşitli cinste
elektrik taşıyan iki bulutun elektriklerinin, yahut bir bulut ile yer küresi
elektriklerinin gerilişleri havanın karşı koymasına üstün geldiği anda iki
çeşit elektriğin birbirleriyle birleşmeleri sonucu vaki olan bir elektrik
boşaltım ve tahliyesidir ki, gök gürültüsü bunun sadmesi ve gürültüsü, şimşek
bunun kıvılcımıdır."
Vaktiyle
İbnü Sina "Şifa"sında diyordu ki, şimşek ile gök gürültüsü aynı
zamanda vaki olurlar. Fakat ses, zamanla ilgili olduğu için geç işitilir.
Işık ise zamanla ilgili olmayıp ani olduğundan daha önce görülür. Bugünkü
fen de diyor ki gök gürültüsü ve şimşek aynı zamanda vaki olur. Gerek ses
ve gerek ışık ikisi de zamanla ilgilidir. Fakat sesin hızı saniyede 337 veya
340 metre; ışığın hızı ise -az çok ihtilaf ile beraber- üçyüz sekizbin kilometre
olduğundan, daha az mesafelerde ani olarak görülür. Yani yıldırım şimşekle
beraber düşmüş, varacağı yere varmıştır. Gürültüsü de sonradan beş ila on
saniye kadar fark ile işitilir. Mesafeyi tahminen bilmek isterseniz, bir şimşek
çakınca saate bakınız ve dinleyiniz, birkaç saniye sonra gök gürültüsünü işitirsiniz.
Aradan kaç saniye geçmiş ise onu 340 ile çarpınız, (mesela 7X340 = 2380).
Bu 2380 metre size o fırtınalı bulutla aranızdaki uzaklığı gösterir ki, ışık
hızına göre bu bir an meselesidir. Çünkü ışık bu mesafeyi bir saniyenin yüzyirmibeşte
bir bölümü kadar bir zamanda katedecektir ki, bunu biz hissedemeyiz. Bu ifadeye
göre, "Yıldırım mutlaka gökten yere düşer." şeklinde olmayıp tersine
de olabilir. Çünkü elektirik akımı her tarafa yayılabilir. Fakat çoğunlukla
elektrik nakledici cisimlere saldırdığından ve yer ise pek çok elektrik nakledici
olduğundan genellikle yıldırım gökten yere düşmektedir. Fakat haricî bir sebeple
yer artı elektrikle ve kendisine yaklaşan bulut eksi elektrikle dolu olduğu
zaman hücum daima artıdan eksiye olduğu için yıldırımın yerden göğe doğru
çıkması da mümkün ve olmuş bir şeydir deniliyor.
Akıcı
elektrik, elektrik nakleden cisimleri çekmek veya onlara hücum etmek özelliğine
sahip olduğundan, nakledici olan ağaçlara, binalara ve özellikle madenden
yapılmış eşya üzerine düştüğü görülmüştür. Bunun için böyle fırtınalı havada
ağaç altlarında ve bu cümleden olarak nakledici olan çınar ve kavak ağaçları
altında saklanmak çok tehlikelidir. Çam ve fıstık ağaçları pek nakledici olmadığından
bunların altında korunmak nisbeten mümkündür. Paratoner (yıldırım kıran) ve
halk arasında yıldırım demiri denilen demirin dairesi en emin yerdir. Bu da
Hakk'ın bir kanunudur. Fakat bunlar da gök gürültüsü ve şimşekten önce ve
ecel gelmediyse mümkün olabilir. Yıldırım ne yapar? Çok şeyler yapar, Allah
korusun insanı ve hayvanı bir anda yok eder. Ve yanması kabil olan cisimleri
yakar. Madenleri eritir. Nakledici olmayan cisimleri kırar. Yer kütlesine
girişi esnasında geldiği yönde ne cins cisim bulunursa hepsini erittiğinden
geldiği yerde cam ebrusu ile karışmış, yaklaşık on metre uzunluğunda dirgen
gibi bir çeşit çatal külçe hasıl olur ki, buna da yıldırım demiri denilmiştir.
Eğer demir değneğe rastgelirse mıknatıslar, eğer mıknatıslı bir şey bulursa
kutuplarını değiştirir.
Gök
gürültüsünden meydana gelen çatlayıştan sonra devam eden gümbürtü hakkında
çok görüşler varsa da henüz kararlaşmış değildir. Bazıları ses dalgasının,
yeryüzü ile bulutlar arasında bir kaç defa yankı yapmış olmasına yöneltmekte,
diğer bazıları da gök gürlemesi denilen olayın çok ve kıvılcımlardan oluşmuş
olup yeryüzüne gelinceye kadar ağırlıkları çeşitli tabakalardan geçmesine
ve her tabakanın sesi ayrı olduğundan hepsinin anılan karma patlamayı teşkil
ettiğine kanaat getirmektedir. Demek ki bugünkü ilme göre, parlamak, gürlemek,
yakmak gibi en az üç görünümü bulunan gök gürlemesi, şimşek ve yıldırım olayları;
vurma, kıvılcım, cereyan alâmetleri gösteren ve esasında elektrik boşaltımına
dönen bir olaydır. Hafif rüzgarlı havada, elektrikli aletlerde meydana gelen
kıvılcım ve çarpmanın, rüzgarlı havada vaki olan bu olaylara benzemesi dolayısıyle
fen bilginlerinin çoğu gökte şimşek, gök gürlemesi ve çatlama ile tatbik etmek
fikirlerinde bulunmuşlar ve son olarak bunu bir hayli tecrübelerle te'yit
etmişler ve bu konuda bazı kanunlar tesbit eylemişlerdir. Ve bu şekilde rüzgarlı
havanın ve bulutların elektrik ile yüklü olduğunu kabul etmişlerdir. Rüzgarlı
havadan ayrı olarak her zaman az, çok akıcı elektrik bulunduğu ve bunun bazan
artı ve bazan eksi çeşidinden olduğu ileriye sürülüyor. Açıkladıklarına göre
bulutsuz güzel zamanlarda hava artı elektrik ile yüklü olup, miktarı günün
saatlerine göre değişir ve bu cümleden olarak yeryüzünden 1,30 metre yüksekten
itibaren çok yükseklere kadar artar. Fakat bu değişmenin sebebi ve hangi kaide
altında arttığı meçhul kalmıştır. Binalı ve ağaçlı olan yerlerde elektrik
alâmetleri hemen hiç yok gibi, ancak şehirlerdeki geniş meydanlarda az miktarda
artı elektrik bulunuyor. Güneşin doğmasında havanın kütlesindeki artı elektrik
gayet az iken, zevale iki saat kalıncaya kadar en yoğun sınırına ulaşır. Zevalden
sonra batmaya bir saat kalıncaya kadar ağır ağır azalır, güneşin batmasından
iki saat sonra yine artmaya başlar. Kış mevsimi elektriğin miktarı yazdan
daha fazla olur. Gökte birçok bulut bulunduğundan havanın elektriğine nisbeten
bazan artı ve bazan eksi olur. Gökte bulunan bulutların hareketi çok olduğu
takdirde havanın kütlesindeki elektriğin cinsi saatten saate değişir. Fakat
fırtınalı ve yağmurlu zamanlarda devamlı olarak artı ve eksi cinse değişir.
Ve bununla beraber elektriğin şiddeti, hemen hemen belli miktarda bulunur.
Özetle rüzgarlı havanın ve bulutların elektrik ile yüklü olduğu tecrübeyle
ispatlanmış sayılıyor ise de sebepleri şimdilik varsayımlarda kalmıştır. Bazıları
diyor ki, damıtık su, buharlaştığı sırada hiçbir elektrik alâmeti görülemediği
halde, alkali bir sıvının buharlaşması esnasında buharı artı ve eksi elektrik
ile yüklü oluyor. Şu halde yeryüzünde bulunan denizlerin ve göllerin sularında
az, çok tuz bulunduğu ve bunların devamlı olarak buhara inkılab ettiği açıkça
ortada olmakla rüzgarlı havanın bu sebeple artı elektrik ile yüklü olduğu
sanılıyor. Diğer bazıları ise yerküresini büyük bir galvanizme cihazı sayarak
kütlesinde meydana gelen kimyevî tesiri kendisini eksi elektrik ile yüklemiştir
ve bu sebeple yüzeyine temas eden rüzgarlı hava da artı elektrik ile yüklü
olur, demişlerdir. Bundan dolayı özel bir tecrübe ile açıklandığına göre su
ile bulut birbirine dokunduğu zaman daima bir elektrik akımı hasıl olur. Bunun
da suda boş bulunan yabancı maddelerin cinsine göre bazan eksi ve bazan artı
olduğu ve bulutlar da denizlerden ve göllerden uçan su buharının sıkışmasından
meydana geldiği için ona göre bazısı artı ve bazısı eksi elektrik ile yüklü
bulunur. Yeryüzü de yukarda geçtiği üzere tabii olarak eksi elektrik ile yüklü
bulunduğundan, yüzeyine dokunan rüzgarlı hava da artı elektrik ile yüklü olur,
demektedir. Özetle hava elektrikleniyor, bulutlar elektrikleniyor. Ve bu elektrikler
gerginleşip geriliyor, havanınki çoğunlukla bulutların tesiriyle gerildiği
halde bazan harici bir vasıta ile de oluyor. İki bulut arasında veya bulutla
hava arasında böyle artı-eksi iki zıt ve gerilmiş iki elektriğin karşılaşmasında
artı eksiye hücum ile eksinin onu çekmesinden sadme ve kıvılcım, gök gürlemesi
ve şimşek meydana geliyor.
Görülüyor
ki ses, ısı, ışık ayrı ayrı birer tabii amil görünürken, hepsi bir harekete
dönüşüyor. Hareket cisimlerin kütlesinde olduğu gibi en ufak parçalarında,
atomlarında da oluyor. Hareketin kaynağına yani hareket ettirene (muharrike)
de kuvvet adı veriliyor. Ve her hareket özelliğine göre bir kuvvetin eseri
sayılıyor. Demek ki "esasında elektrik bir kuvvettir" denildiği
zaman, "bir muharriktir" denilmiş oluyor. Din dilinde ise bu muharrike
daha güzel bir deyim olmak üzere "melek" deniliyor. Şu kadar ki
melek denilirken, ruhanî bir idrak eden muharrik tasavvuru da eklenmiş oluyor.
Zaten kuvvet denildiği zaman, bizzat muharrik ve kendisini anlayan ruha kadar
gitmemek mümkün değildir. İşte bu olaylardaki körlüğü bir ilim kudretiyle
düşündüğümüz zaman gerçeği bulmuş olursunuz. Elektriğe ait birleşme de bir
idrak edicinin esir (cevher) baskısıdır. Buna göre bu açıklamalara bile lüzum
kalmadan pek iyi anlaşılır ki, zorlama meleği, yanma meleği, meleğin çekmesi,
zıtlaşma kayıtlarıyle dinî dilde ilk olarak rivayet edilen esas tabiat ötesi
kuvvet görüşüyle bu, fennî açıklamanın özüne uygundur. Evet artı elektriği,
eksi elektriğe saldırtan o zorlayıcı melektir. Ve bu bir darbe (vuruş)dir.
Bundan çıkan ses (gök gürlemesi) o meleğin kendisidir. Şimşek de bir yanma,
bir kıvılcımdır. Ve bunların bütün sırrı, zıtlaşmayı kaldırmakla birliği,
hak olan emre uymayı temin oluyor. Yıldırıma "yıldırım" denilmesi
de çarpıp yakması, mahvetmesi, yani fiili dolayısıyledir. Açıkta bize göründüğü
gibi gök gürlemesi, şimşekden sonra değildir. Gerçekte ve Allah katında gök
gürlemesi ve şimşek birliktedir. Hatta gök gürültüsünün, olayın aslına göre,
bir öncelik durumu bile vardır. Elektrik, şimşeklikten önce gök gürlemesi
ve titreşimdir. Bulutlar ve hava, daha önce bununla içlerinden titreye titreye
geriliyorlar ve bu olayda birbirlerine saldırırken toplu hareketle değil,
önce içten içe bu titreyişle, bu titreşim ve sarsılma ile saldırıyorlar. Sonra
gök gürlemesinin sesi kulaklara ulaştığı zaman yıldırımı hatırlatan titretici
bir tesir ile beraber onun artık geçtiğini bildiren bir müjdesi de vardır.
Sonra âyette zulümât (karanlıklar) ve savâık (yıldırımlar) çoğul yapıldığı
halde ra'd (gök gürültüsü) ve berk (şimşek)in tekil getirilmeleri de dikkate
değerdir.
20-Bunların
bu sıradaki hallerini hiç sorma şimşek hemen gözlerini çarpıp alıverecek onlara
parlayıverdikçe ışığında yürürler, başlarına karanlığı çökerdiği vakit de
dikilir kalırlar. Allah dilemiş olsaydı kulaklarındaki işitme ve gözlerindeki
görme özelliklerini de alıverirdi. Buna şüphe mi var? Allah Teâlâ her şeye
kâdirdir: Kudreti her şeye ve daima yetişir. Allah'ın güzel isimlerinden biri
de kadîr ism-i şerifidir ki, pek kudretli, hem de daima kudretli demektir.
Kudret,
fiil ve terkin sıhhati demektir. Bu ölçü ile kuvvetten ayrılır. Çünkü kuvvet
bir yöne, kudret ise her yöne bakar. Mesela bir taşın yuvarlanışı kuvvetledir.
O yuvarlandığı yerden dönemez. Kudret ise sağa giderken, tersine de gidebilir.
Yaparken bırakabilir. Özetle kuvvet mecburiyet ve çaresizlik; kudret ise seçme
ifade eder.
"Şey",
mevcut demektir, bunda ma'dum (yok olan)a şey denemez. Bilinmesi ve haber
verilmesi doğru olabilen mânâsına da gelir. Bu mânâ ile mümkün olan "yok"a
da şey denebilir. Fakat bizzat mümteni' (olamaz) olan yok, hiçbir şey değildir.
O, ne bulunabilir, ne bilinebilir, ne haber verilebilir. Lügat bakımından
aslı "meşiyyet"ten "sıfat-ı müşebbehe"dir ki "şâi"
dileyen, "meşiy" dilenmiş mânâlarına gelir. Eşyaya, şey denilmesi,
ilâhî dilemenin ilgisi itibariyle "meşiy" (dilenmiş) olduğu içindir.
Bu mânâca Allah'a "şey" denmez. Fakat "şâi = dileyen"
mânâsına olarak "şey" denir. Buna göre "herşeye kadirdir"
ifadesinde Allah dahil değildir, fakat "herşeyi bilicidir"de dahildir.
Bu açıklamadan sonra, "Allah Teâlâ kendi gibi bir Allah daha yaratabilir
mi?" tarzında bir kuruntuya düşme akla gelemez. Zira o mümteni' (olamaz)dir,
şey değildir. Yaratılan, yaratan olamaz. Hem sonradan yapılsın, hem ezelî
olsun! İşte imtina', muhal (olamaz) buna derler. Allah Teâlâ öyle bir vâcibü'l-vücud
(varlığı lüzumlu)dur ki, O'nun lâşerîke leh (ortağı yok) olan birlik sıfatını
kaldırmak hiçbir şekilde mümkün değildir. Bu, O'nun zatına mahsus kemalidir
ve bütün sıfatları da böyledir. Şu halde böyle her şeye gücü yeten Allah Teâlâyı
yarattığı gözleri, kulakları alıvermekten kim yasaklar? Bunu bilmeli, Allah'a,
Peygambere, iman sahiblerine hile yapmaktan, fesat çıkarmaktan sakınmalı.
Sakınmak için yıldırımı gözetmemeli, gök gürültüsü ve şimşekten önce Allah'tan
korkmalıdır. Bu âyetten sonra gelen "Ey insanlar ibadet ediniz."
genel hitabı ne kadar edebî oluyor!
İşte
Cenab-ı Hak münafıkların durumunu bir de böyle "sayyib = yağmur"
meseliyle tasvir buyurmuştur. Bu teşbih, teşbih-i mürekkeb (temsilî benzetme)
olduğuna göre ayrıntılarında benzerlik aranılmayarak hepsinde münafıkların
hayretini, şaşkınlığını hayal etmek yetecektir. Bununla beraber bunu teşbih-i
mefrûk olarak ayrıntılı bir şekilde düşünmek de mümkün olmuştur. Şöyle ki:
İslâm dini hayat sebebi olmakta kuvvetli bir yağmura, Peygamberimizin gönderildiği
zamanda dünyanın hali ve her zaman İslâm'a karşı olan kâfirlerin şüpheleri
karanlıklara; dinin va'di ve vaîd (korkutmas)i şimşek ve gök gürültüsüne;
kâfirlerin ve münafıkların namzet oldukları musibetler ve ceza, yıldırımlara
benzetilmiştir. Sonrası da İslâm'a münafıkların bakışını ve fırsat buldukça
ondan istifade şekillerini temsil ediyor. Bu iki temsilin nüzûl sebebi hakkında,
yahudilerin de bazı rivayetlerde bahis konusu edildiğini görüyoruz.
Buraya
kadar Cenab-ı Allah, ilk önce ve bizzat Resulüne hitap ederek, hitap ve hidayet
kabiliyeti nokta-i nazarından insanların sınıflarını ve her birinin durumlarını,
ruh hallerini, sonuçlarını açıklayan bir tasnifini; bütün ilimlerin ruhunu
ve Kur'ân'ın hikmet ilminin aslî hatlarını içine alan gayet derin ve gayet
ayrıntılı bir bilgi bahsini ihtiva eden şümûllü aydınlatma ile beraber, küfrü
huy edinen inatçı kafirlerle, şüphe ve bozgunculuğu huy edinen münafıkların
yola gelmiyeceklerini, korunamayacaklarını ve bunun için Kur'ân'ın hidayetinin
Allah'tan gereğince korkanlara tahsis edildiğini ilan ve anlattıktan ve temsillerle
genel davetin gereğine uyardıktan sonra, teklifin genel olduğunu, sorumlulardan
hiçbir sınıfın bunun dışında kalamayacağını, korkutma ve korkutmama onlar
için eşit olsa da, Peygamberin görevi açısından eşit olmadığını anlatarak,
bütün insanlara hitap tevcih ederek aşağıda olduğu gibi ilk emrini vermiştir.
Meâl-i
Şerifi
21-
Ey insanlar! Sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabb'inize kulluk edin ki (Allah'ın)
azabından korunasınız.
22-
O (Rabb) ki yeri sizin için bir döşek, göğü de bir bina yaptı. Gökten su indirdi,
onunla size rızık olarak çeşitli ürünler çıkardı. Öyleyse siz de, bile bile,
Allah'a eşler koşmayın.
23-
Eğer kulumuz (Muhammed)a indirdiğimiz (Kur'ân)den şüphe içinde iseniz, haydi
onun gibi bir sûre getirin, Allah'tan başka güvendiklerinizin hepsini çağırın;
eğer doğru iseniz.
24-
Yok yapamadıysanız, ki hiçbir zaman yapamayacaksınız, o halde yakıtı insanlar
ve taşlar olan, inkârcılar için hazırlanmış ateşten sakının.
25-
İnanıp yararlı işler yapanlara, altlarından ırmaklar akan cennetlerin kendilerine
ait olduğunu müjdele! Onlardaki herhangi bir meyveden rızıklandırıldıklarında:
"Bu daha önce de rızıklandığımız şeydir" derler ve o rızık birbirinin
benzeri olmak üzere, kendilerine sunulacak. Orada çok temiz zevceler de onların.
Hem onlar orada ebedî kalacaklar.
21-Bu
âyetin, Fâtiha sûresindeki "âlemlerin Rabbi" vasfının isbatına,
"ancak sana ibadet ederiz" antlaşmasına, sonra da Bakara sûresinin
başındaki "müttakiler için bir doğru yoldur" fıkrasına ve nihayet
üç kıssanın tümüyle yağmur temsilinin içerdiği gayeye ne kadar uygun olduğunu
hatırlatmaya lüzum yoktur. Kur'ân'ın tertibine göre bu âyet Allah Teâlâ'nın
açık olarak ilk emrini içeriyor ki bu emir, İslâm binasının temel esası olan
kulluk ve rabblık birliğinden başlıyor. Ve ulûhiyetin rububiyyete, rububiyyetin
yaratıcılığa bağlılığını gösteriyor ve yaratıcıyı isbat ediyor. Ve hemen ardından
da nübüvveti ve Hz. Muhammed (s.a.v.)'in doğruluğunu isbat ve müdafaa ediyor.
Ey
insanlar! Akıl ve erginlik ile insanlığın ilk kemal basamağına basmış olanlar!
Bakınız, gerek "ancak sana ibadet ederiz" antlaşmasını vermiş olsun
gerek olmasın hepiniz mümin, kâfir, münafık, hangi sınıfa, dünyadaki kavimlerden
hangi kavme mensup olursanız olunuz, fakir-zengin, âlim-cahil, hangisinden
bulunursanız bulununuz hepiniz her zaman şu emirle sorumlusunuz: sizi ve sizden
öncekileri, babalarınızı, analarınızı, bütün atalarınızı, dedelerinizi ve
diğerlerini baştan sona yaratan Rabbınıza, âlemlerin Rabb'ine ibadet ve kulluk
ediniz, sevgi ve korkunun kemaliyle, en güzel edep ve saygı ile ona boyun
eğiniz ve O'nun emirlerine, hükümlerine uyunuz. sözünü verenler onu ifa etsin;
vermeyenler, vermeye çalışsın; ona ibadet ve itaat ediniz ki gerçekten korunabilesiniz,
gerçek muttakilerden olmanızı ümit edebilesiniz. Yoksa yıldırımlar gibi âlem
hadiselerinden, ölümden korkmakla, kulak tıkamakla asla korunamazsınız. Dikkat
ediniz. buyuruluyor. Bu ise ümit ifade eder. Bu şekilde de korunmanız bir
kuvvetli ümit olarak gösteriliyor da, "korunacağınızdan emin olunuz"
denilmiyor. Çünkü ilâhî iradeyi hiçbir şey şarta koşamaz. Siz ibadetinizle
onu korumaya mecbur edemezsiniz. Ubudiyet (kulluk) kanunu çoğunluğa ait bir
kanundur. Asıl koruyacak olan Allah'ın lütfu ve rahmetidir. İbadet ilk önce
yaratılışınızın, terbiyenizin bir teşekkürüdür. Bunun Allah'ı mecbur edecek,
minnet altında bırakacak bir gerektirici kudreti yoktur ve zaten Allah'ın
layık olduğu şükür ve kulluğu kâmil bir şekilde eda da edemezsiniz. Şu halde
"ibadet ediyoruz" diye her sonuçtan emin olmayınız, ancak ümitvar
olunuz ve ümidinizi Allah'tan başkasına bağlamayınız ve Allah'ı tanımak için
yaratılışınıza ve terbiyenize bakınız. O zaman bilirsiniz ki, bir yaratıcınız
ve Rabb'iniz var. Hem sizi ve hem sizden öncekileri yaratan O'dur.
22-
O, öyle lütufkâr bir yaratıcıdır ki şu altınızdaki yeri size bir döşek yapmış,
sizi orada yaratmış, yetiştirmiş, üzerinde her türlü rahatınızın sebeplerini
temin etmiş yatıp kalkıyor, uyuyup uyanıyor, dayanıp oturuyorsunuz, o altınızdan
alınıvermiş olsa nerede karar ederdiniz? Kâşânelere yığdığınız kaba döşekler
neye yarardı? İşte yeryüzü size böyle bir döşek başınız üstündeki süslenmiş
gök kubbeyi de bu döşeği ihtiva eden büyük, muhteşem bir bina yapmış. İnsan
olup da bu bina içinde o döşeğe kurulmayan var mıdır? Bu binanın yanında fakirlerin
imrendiği, zenginlerin gururlandığı diğer binaların, konakların, sarayların
ne önemi olabilir? Büyük, küçük, zengin, fakir sizin hepiniz aynı hanede oturan
ve bir döşekte yatan bir aile değil misiniz? Kimin binasında, kimin döşeğinde
yattığınızı düşünürseniz, hangi Mevlâ'nın kulu olduğunuzu ve olmanız gerektiğini
bilirsiniz.
İşte
bu bize gösteriyor ki, sema bütün yeryüzünü kaplıyor ve yeryüzü binadaki bir
döşek gibi onun içindedir. Başka bir âyette "Göğü (düşmekten) korunmuş
bir tavan yaptık." (Enbiya, 21/32) buyurulmuş olması, burada binanın
"sakf" (tavan) ile açıklamasını gerektirmez. O da gökyüzünün diğer
bir değeri, diğer bir vasfıdır ki, tavan gibi daima başımız üstünde görülmesi
şerefidir. İş sade bu kadar mı ya?
Burada
zamir ile demek gerekirken, açık olarak buyurulması, bundan maksadın önceki
"semâ" olmadığına işarettir. Zira herhangi bir şeyin üstünde olan
şey, altındakinin semasıdır. Hatta evin tavanına bile semâ denilir. Yani bir
de yukardan, o semâ tarafındaki bulutlardan bir su indirip de bu su sebebiyle
size türlü (türlü) meyvelerden, mahsullerden rızık çıkarmaktadır. Siz, o bina
içinde, o döşekte yuvarlanırken bu sudan içer ve bu sayede yetişen meyvelerden,
tahıllardan ve diğer yemişlerden kısmetlenirsiniz. Bakınız, Rabb'iniz nasıl
bir Rahmân'dır. Siz bu saydıklarımızı hep bilirsiniz, bunları bilmek için
başkaca okumaya veya derin felsefeler yapmaya hiç de lüzum yoktur. o halde
siz bunları ve yaratıcıdan başka Allah olamayacağını bilip dururken, Allah'a,
bir olan o hak mabuda denk aramaya, benzerler uydurmaya, ortaklar koşmaya
ve Fir'avn'ın yaptığı gibi yerde, gökte dürbünlerle Allah aramaya kalkmayınız
da, bu emri veren ve bütün bunları yapan ihsan eden ve ortağı, benzeri bulunmayan
yaratıcınız, Rabb'ınız, Rahmân ve Rahîm bir Allah'a tevhid ile ibadet ve kulluk
ediniz.
"Endâd"
kelimesi "nidd"in çoğuludur. "Misil" ve "emsâl"
gibi ki, mânâları birdir. (ca'l) tabiri gösteriyor ki, Allah'a hangi şeyden
olursa olsun "misil" (denk) tasavvur olunursa uydurma olur; hak
olmaz, batıl olur. Bunu bile bile yaparsanız korunanlardan olamazsınız, inatçı
kâfirlerden olursunuz.
Buna
karşı birtakım insanlar: "Evet Allah belli ama, bize böyle emrettiği
ve peygamber gönderdiği ve Muhammed el-Emîn'in Peygamber ve Kur'ân'ın Allah
kelamı olduğu ne belli? Bu bize şüpheli geliyor, kuşkulanıyoruz, bunu bile
bile değil, bilmediğimizden, şüphe ettiğimizden inkâr ederiz." dediler
ve daha diyebilirler. Bunun için Cenab-ı Hak genel olan bu tevhid ve kulluk
davetinin ardından Resulünün peygamberliğini ve ona bahşettiği Kur'ân'ın ilâhî
delil olan "lâraybe fîh" (kendisinde şüphe olmayan) bir ebedî mu'cize
olduğunu açıkça göstermek için, şüphesi olanlara karşı açıktan bir musabaka,
bir yarış ilan ediyor ki buna "tehaddî (meydan okuma) mu'cizesi"
denir. Şanlı Peygamber Efendimizin mucizeleri gerçi çoktur. Fakat maddî ve
zamanla ilgili olan mucizelerin kuvveti ve faydası genel değildir. Onun kuvveti,
bulunduğu zamanın ve muhitin dışına çıkamaz. Sonradan işitenler, "bu
akla uymuyor" diye inkâr da edebilirler. Nitekim öyle de oluyor. Bir
de beşeriyetin dinden istifadesi asıl harikalara sarılmak değil, Allah'ın
sünnetine, devamlı ve akla uygun kanunlara sarılmaktadır, yani ilimdedir.
Harikalar, kulların zor zamanlarında Allah Teâlâ'nın özel yardımıdır. Hidayetten
gaye ise zorluktan kurtarmadır. Şu halde mucizenin en önemlisi ebedî, aklî
ve ilmî kıymeti içeren mucizedir. Bu mu'cize ise Kur'ân'dır. Cenab-ı Allah
Resulüne bunu o kadar kesin ve yakîn ile bildirmiştir ki, Kur'ân'-ın hiçbir
insan, hatta bütün insanlar benzerini yapamazlar. Bu, bizzat ilâhî vaad ve
taahhüd altındadır. Kur'an herhangi şekilde bir kelam farzedilirse edilsin,
en (büyük) dâhî sayılan edipler, filozoflar ve şairler onun benzerini yapmaya
kalkışırlarsa aciz kalırlar. Kur'ân'da o kadar fevkalâdelik görmek istemeyen
körler veya kinciler ne farzederlerse etsinler, Kur'ân ile boy ölçüşmeye kalkıştıkları
zaman mağlub olagelmişler, hiçbir şey yapamamışlardır. Allah Teâlâ kudretlerini
derhal bağlamış veya esasen hiç vermemiştir. İşte Allah, Peygamberine bu kuvveti
vermiş ve asırlardan beri de bunu isbat etmiştir. Dünya kuruldu kurulalı geçmişle
ilgili bu kadar büyük ve bu kadar eşsiz bir haberi, bu kadar ciddiyetle peygamberlerden
ve bilhassa son Peygamber'den başka hiçbir kimse isbat etmeye değil, ortaya
atmaya bile cesaret edememiştir. Çünkü "yalancıların mumu yatsıya kadar
yanar". Şarlatanlar, geçici bir zaman için parlar, söner. Napolyon Bonapart
Mısır'a geldiği zaman savaşlardaki üstünlüğüne güvenerek ve bunları bir mu'cize
sanarak: "Ben Muhammed'i severim, o da benim gibi büyük bir komutan idi,
fakat ben daha büyüğüm." demişti. Bu gururu, bu boy ölçüşmeye kalkması
sonuçta Akkâ kalesinden başlayarak kırılmaya yüz tuttu, nihayet söndü gitti
ve o zamandan beri Fransızlar onun açtığı yaraları tedavi edemediler. Özetle
(bu durum) Kur'ân'ın meydan okuma sırrı ve Muhammed (s.a.v.)'in peygamberliğinin
ebedî bir kanunu ve delilidir. Cenab-ı Allah bu delili hatırlatıyor ve Muhammedî
nübüvveti, Kur'ân'ın hak olduğunu te'yid ederek ve insanlar içinde bunda şüphe
edenleri kastederek buyuruyor ki:
23-
Ve eğer has kulumuz, mümtaz kulumuz Muhammed Mustafa'ya, doğruluğuna, eminliğine
bu ana kadar herkesin inanmış olduğu sevgili Resulümüze verdiğimiz peygamberlikten
ve bunun fermanı olmak üzere parça parça indirmekte olduğumuz Kur'ân'dan bir
şüphede bulunursanız, bir kuşkuya düşerseniz, mesela "Vahiy inanılır
şey midir? Allah kitap gönderecek olsa böyle mi gönderir? Böyle parça parça,
âyet âyet, sûre sûre kitap inmek nasıl şey? Bunlar bize maddî ilimlerden ne
öğretiyor? Altın madenlerinin nerelerde olduğunu mu gösteriyor? Kimyaları
mı buluveriyor? Bu bir şiir değil midir? Bunu insan kendiliğinden yapamaz
mı? Buna göre Muhammed ya bir şair gibi ara sıra bunları kendi söylüyor da
"Allah gönderdi" diye bizi aldatıyor veya kendi aldanıyor mu? Gerçi
Muhammed'in şimdiye kadar aklı da vardı, doğruluk ve inanılırlığı da vardı.
O, ne aldanır ve ne aldatırdı. Tecrübe böyle ama, ne çıkar? Tecrübe geçmişi
gösterir. Olabilir ya belki bugün bozuldu, aklını kaçırdı veya ahlâkını değiştirdi.
İhtimal, artık kurnazlığa kalkıştı. Hâsılı ne tarafından baksak kestiremiyoruz.
Her halde bunun kendisinden olması ihtimalini yenemiyoruz. Allah'tan geldiğinde
şüphe ediyoruz. Bile bile değil, fakat hakkımız olan böyle bir kuşku ile onu
tanımıyoruz. Çünkü müsbet olmayan bir şeye inanmak da budalalıktır, akıl kârı
değildir." gibi birtakım kuşkular taşıyorsanız, bunun da isbatı kolay.
Bunda da derin derin felsefelere, hayallere dalmaya gerek yok eğer bunu bir
insan yapabilirse, haydi bunun gibisinden bir sûre getiriniz. Yani üslubda,
belağat ve bedaetde Kur'ân sûrelerine benzer ve tam onun eşi bir sûre de siz
bulunuz. Ve ona tam benzemek için söyleyen de o kulumuz gibi ümmî (okuma-yazma
bilmeyen) ve onun gibi ahlâklı olsun. Okuyup yazarlardan, tahsil görenlerden,
şairlikle uğraşanlardan olmasın. Haydi bu son şartı da kaldıralım, size izin
verelim, genel olarak herhangi bir şahıstan olursa olsun böyle bir sûre getiriniz,
Ve hatta Allah'tan başka güvendiğiniz ne kadar yardımcılarınız, tanıdığınız
ne kadar mabutlarınız, iktidarını farzettiğiniz ne kadar putlarınız, şairleriniz,
edipleriniz, bilginleriniz, filozoflarınız, âmirleriniz, hâsılı size baş,
el, ayak olmak isteyecek ne kadar yardakçılarınız, şahitleriniz, önderleriniz
varsa hepsini de çağırınız.
"Şüheda"
kelimesi "şehid" kelimesinin çoğuludur. "Şehid" ise, hazır,
şahit, nâzır, örnek mânâlarına gelir ki, burada herhangi birisi demektir.
eğer davanızda sadık iseniz. Yani bu konuda şüpheye yer olduğu fikrinde haklıysanız
bunu yapmanız ve yapabilmeniz gerekir. Bir insanın kendiliğinden yaptığı bir
şeyi veya daha iyisini diğer insanlardan herhalde bir yapan bulunur. Alışılmış
olan budur. Görmez misiniz filozoflar bile, "tabiat düzenidir" derler.
Siz de zaten böyle demekle şairlerde, filanlarda aynıları var demek istiyorsunuz.
Varsa haydi bulun getirin, bugün değilse yarın getirin, öbür gün getirin.
24-
yok eğer bunu yapamazsanız, aynını getiremezseniz ki hiçbir zaman yapamayacaksınız.
Kıyamete kadar yapamayacaksınız. Yapmanız mümkün değil ya, mümkün olsa da
yapamayacaksınız, Allah yaptırmayacak. O halde çırası insanlar ve taşlar olan
o dehşetli ateşten sakınınız ki bu ateş, bu cehennem ateşi kâfirler için hazırlanmıştır.
Bedâhet
(apaçıklık), şühût (görme), aklî delil getirme, tecrübe, haber; bunlar ilmin,
yakînin en önemli araçları, ölçüleridir. Siz bir olay görüyorsunuz, işte kitap,
bunun nazmındaki yüksekliği de bizzat anlayanlar apaçık görüyor, diğerleri
de bunlardan duyuyor. Şimdi Allah'dan, Peygamber'den Kur'ân ile bu haberi
de işitiyorsunuz. Tecrübe de yapınız ve cereyan eden tecrübelere de bakınız.
Göreceksiniz ve hatta gördünüz ki, bunun aynı yapılmadı ve yapılmıyor ve yapılmaz.
O halde şüphe etmeye ne hakkınız kalır? Az çok ilmî bir sebebe dayanmayan
şüphe, vesveseden veya ahlâksızlıktan başka ne olur? Gerçi siz vahyi bizzat
tecrübe edemezsiniz. Çünkü o, Allah'ın bir özel ve yüksek olayıdır. Peygambere
peygamberlerden başka örnek bulamazsınız. Fakat onun eserlerini tecrübe edebilirsiniz.
Zaten ilmî ve fennî tecrübelerin çoğu da böyledir. Güneşin doğduğunu ışığından
anlarsınız. Böyle bir tecrübe size olay sebebinin genel ve umumî mi, yoksa
tek ve yüksek bir şey mi olduğunu anlatır. İşte Allah Teâlâ bu haber verişiyle,
bu uyarmasıyle size vahiy eserini tecrübe etmek için bir özel ölçü veriyor,
çünkü hepsini tecrübe etmeye kalkarsanız ömrünüz yetmez ve doğru yolu göstermenin
faydası olmaz. Onları da asırların tecrübesi gösterecek ve isbat edecektir.
Şu halde siz bu özel ölçüden istifade edebilirsiniz. Bilhassa emir ve kat'i
ihbarının kapsamına dikkat ediniz. Sizi bir zorbanın zorlayıcı kuvvetiyle
bağlamıyor, ikinizi bir yere getirmekten men etmiyor. Hür, seçme sahibi, serbest
bırakıyor. Haydi şairlerin ve diğerlerin sünûhat (içe doğmalar)ına veya gafillerin,
kendini bilmezlerin, sahtekârların, şarlatanların aldatmalarına benzer gibi
kuruntuya düştüğünüz ve bundan dolayı şüphelendiğiniz Kur'ân'ın ve hatta bir
sûrenin dengini getirmek için elinizden geleni yapınız, diyor. Ve yapamayacağınızı
da, gerçeğin kıyasınız gibi olmadığını da öyle bir kesinlikle haber veriyor
ve bunun yalan olamayacağını öyle bir yakîn ile söylüyor ve sonuçta fiilen
isbat da ediyor ki, bundan büyük yakîn olmaz, bundan büyük ilim olmaz. O halde
vahyi bir kerre diğer şairlerin falanların içe doğmalarına benzetmeye asla
hakkınız yoktur. Nihayet şunu diyebilirsiniz: Muhammed (s.a.v.) gibi bir insan
daha yok ki, bulalım da ona söyletelim. Ona Allah öyle bir akıl, öyle bir
kuvvet vermiş ki, onu kimseye vermemiş, o fevkalâde yüksek ve bütün insanlardan
seçkin bir yaratılışla yaratılmış da, bunları o sayede yapıyor ve fakat yine
kendi yapıyor, diyeceksiniz. Öyle ise diğer şüpheleri bırakıp bir kerre bunu
tasdik ediniz, ettikten sonra bir daha düşününüz. Böyle bir zat size o fevkalâde
seçkin yaratılışın kendi zatıyla ilgili olmadığını söylüyor. Bununla bir gurur
duyup size çalım satmıyor, o kudret ile sizden dünya istifadeleri istemiyor.
"Ben buna karşılık sizden bir ücret istemiyorum. Ancak akrabalık sevgisini
diliyorum." (Şûrâ, 42/23) diyor, zorbalık davasına kalkışmıyor, en olgun
bir tevazu ile: "Ben Allah'ın bir kulu ve Resulüyüm." diyor ve sonra
kesin bir yakîn ile "asla yapamayacaksınız" diyor ve asırları keşfediyor.
O halde onun seçkin aklına ve benzersiz kuvvetine itimat ederek verdiği vahiy
haberini tasdik etmeniz gerekir. Eğer Allah'a inanmıyorsanız, onda şüpheniz
varsa, böyle bir aklın şehadetiyle ona inanmanız ve kulluk etmeniz gerekli
olur. Ve eğer Allah'a inanıyorsanız, bunu doğrudan doğruya Allah'ın yaptığını,
kendini ve emirlerini bildirmek için gönderdiğini öncelikle tasdik etmeniz
lazım gelir. Onu tasdik etmemek için aklî, tecrübî, ilmî, fennî, mantıkî hiçbir
şüpheye imkan bulunmadığını anlamanız gerekir. Bunu bilmez, hala şüphe davasından
vazgeçmez, hala kuşkulanırsanız, buna inadınızdan, şahsî maksatlarınızdan,
ahlâksızlığınızdan başka bir sebep kalmaz ve hiçbir mazereti bulunmayan kâfirlerden
olursunuz. Hakkı kesin olarak reddedenler kâfir olduğu gibi, haksız yere şüphe
edenler de kâfirdir. O halde şunu biliniz ki, kâfirler için hazırlanmış bir
ateş, bir cehennem vardır ki, o korktuğunuz, kulaklar tıkadığınız yıldırımların
hiç birine benzemez. O ateş, çırası insanlar ve taşlar olan bir ateştir, artık
bundan kendinizi sakınabilirseniz sakınınız.
Kur'ân'ın
bu "asla yapamayacaksınız" ile haber verişi o günden bugüne kadar
bin üçyüz kırkdört senelik bir tecrübe ile doğruluğunu gösteren bir ebedî
mucizedir. Bu meydan okumanın i'cazı karşısında yarıştan vazgeçilmiş, silâhlar
çekilmiş, kanlar akıtılmış, dünyalar karıştırılmış, her türlü zahmetler, masraflar
tercih edilmiş ve fakat bu mu'cizeye hiçbir red cevabı verilememiştir. Ancak
aldatmaca ile Kur'ân irşadının önüne geçmeye çalışılmıştır. Bunlara karşı
ilâhî adalet elbette yerini bulacaktır, o ateş sönmemiştir. Bu âyette "ve'l-hıcâre"
kelimesinin fennî bir açıklamayı içerdiğinde şüphe yoktur. Gerçi bu "hıcâre"den
kastedilen heykeller ve putlardır. Ve cehennem ateşini tutuşturmaya sebep
olan "vekûd"ün insanlar ve ibadet edilen heykeller olduğu beyan
ediliyor. Fakat aynı ifadede o, çıra, kömür gibi ateş tutuşturan taşlar bulunduğunu
da bildirmiş oluyor ki, fen adamları bunun "taş kömürleri" olduğunu
söylüyorlar. "Vekûd", ateş yakılan kibrit, ot, çöp, çıra, paçavra,
odun ve diğerleri gibi şeylerin hepsi için söylenir.
Bakınız
Kur'ân'a ait beyanatlar ne kadar canlıdır! Tamamen ilmî ve mantıkî ve felsefî
olan ve bir ilâhî felsefenin temelini teşkil eden bir konu mantıkî, ruhî ve
âfâkî (objektif, nesnel) delillerinin kökleriyle hem vecîz, hem gayet basit
ve güzel bir şekilde nasıl anlatılmıştır! Yüksek bir minberden büyük ve çeşitli
bir cemaate hutbe okuyan, va'zeden, ders okutan, bildirimler yapan, hükümler
koyan fevkalâde belağatlı bir hatibin, gereğine göre kâh sağa, kâh sola ve
kâh merkeze dönerek, sırasında hepsine ve sırasında bir kısmına, kâh muhaliflerine
ve kâh muvafık (kendine uyan)larına ve kâh hepsinin karşısında özel yaverine
hitap etmesindeki açık ültimatomları kulaklarda temsil ettirir. "Ey insanlar!"
çağrısıyle başlıyan genel hitap lahzalarında özel bir şekil aldı. Ve nihayet
acı bir inzar ile tamam oldu derken gülüyor, bir özellik daha alıyor ve hâs
kuluna nazar ederek buyuruyor ki:
25-
Bu atıf vâvı, yukardaki âyetlerin mânâsından anlaşılan lâzimî mânâya işarettir.
Şöyle ki: "Habibim (Resulüm)! Sen de insanlardansın ve genel olan iş
bu ibadet ve kulluk emriyle sen de emre tabisin. Bununla beraber senin bir
özelliğin var. Sen benim özel ve seçkin kulumsun. Peygamberlik gibi bir özel
vazifen var. İşte bu seçkinliğin fermanı olan bu Kur'ân'ı ve bu meydan okuma
mu'cizesini gördün ya, bunu al ve senin için hiçbir korku, hiçbir keder olmadığını
anla. Bütün insanları emrine davet et, mu'cizeni göster. Yola gelmiyenlere
bu korkutmamı tebliğ et! Bundan başka bir de erkek olsun, dişi olsun iman
edip de iyi işler yapanlara, bir Allah'a kulluk imanına yaraşır, akla ve nakle
uygun güzel ameller işleyenlere de şunu müjdele!
"Sâlihât"
kelimesi "sâliha"nın çoğuludur. "Salih" aslında iyi, yaraşıklı,
aklen ve naklen doğru, hayırlı mânâsına sıfat iken nakil tâ'sı ile ("hasene"
kelimesi gibi) "güzel amel= güzel iş" mânâsına isim olmuştur ki,
kalbî, bedenî, malî olmak üzere üç çeşidi vardır. Ve burada iman ile amelin
az çok bir farkı anlaşılır. Fakat müjdeleme sadece imana değil, tümüne yapılmıştır.
Amel imandan bir cüz' (bölüm) değilse de, amelsiz müjdeleme hakkı olmadığı
da anlaşılıyor. Sonra müzekker cemi'lerinde tağlib vardır ki erkekleri ve
kadınları içine alır. Bu kapsamı ilerde (Ahzab, 33/35) gibi âyetlerle anlarız.
Kısaca
iman ile iyi amelleri (amâl-i sâlihayı) birleştirenlere şunu müjdele ki onlar
için cennetler var. Yani içine girilmeden görülmez, gizli, çok değerli bağlar,
bahçeler var. Bunların tümünü kapsayan ahiret vatanına, sevab evine "cennet"
denilir. Cennet aslen lügatte masdar binâ-i merredir ki "bir örtüş",
"bir kerre setr" demektir ve bu maddenin bütün müştakkâtında (türevlerinde)
bir nevi "örtme" mânâsı vardır. Nitekim "cin", herkese
görünmez gizli bir çeşit yaratık. "Cinnet", aklın kaybolması; "cen"
kararmak, görülen eşyanın bakıştan gizlenmesi demektir. İkinci olarak "cennet"
bir örtü mânâsından zemini görünmez, gayet girift ağaçlarla örtülmüş bahçe
ve bostana söylenmiştir. Üçüncü olarak din dilinde, dünya gözüyle görülemeyen
Hak gaybda gizli "dâru's-sevab" (sevab yurdun)ın ismi olmuştur ki,
Kur'ân'da "el-Cennetü" denildiği zaman bu ortaya çıkar. Fakat "elif
lâm = "sız olarak "cennetün" denildiği zaman yerine göre kâh
bu ve kâh ikinci mânâya gelmiştir. "altından ırmaklar akan cennetler"
denildiği zaman da "el-Cennetü"nün cevabı ve mertebeleri kastedilir
ki, burada öyledir.
Bunlar
öyle büyük ve geniş cennetlerdir ki altında mesela dünyadaki Nil, Fırat, Ceyhun,
Seyhun nehirleri gibi büyük büyük ırmaklar akar. Öyle küçük çaylar, su kanalları,
arklar değil, nehirler. Halis temiz su nehri, taze süt nehri, safi bal nehri,
sarhoş etmez, aslı tasavvur olunmaz, içeceği temiz nehir akar, bu cennet bahçelerinin
ayrıntılarını sormak mı istersiniz? Bunlar tarif edilir şeyler değildir. Onlar
da: "Hiçbir göz görmemiş, hiçbir kulak duymamış, hiçbir beşerin kalbine
gelmemiştir." (hadisinde dile getirilen) şeyler vardır. Çünkü insanlar
örneğini görmedikleri şeyleri anlayamazlar. Bunun için şimdilik şu kadarını
anlayınız ki: o güzel amel sahibi müminler bunlardan, bunlardaki meyvelerden
bir rızık ile rızıklandıklarının her defasında ha bu, o rızık o nimet ki,
bize bundan önce -yani dünyada da kısmet olmuştu diyecekler. Ve her alışta
onu başlangıçta dünyada rızıklandıkları nimet türünden görecekler. Çünkü iman
ve amellerinin sevabıdır. Gayıbdaki o bahçeleri, dünyadaki bu iman ve amel
ile yetiştirdiler ve bunların bir çeşit meyvesi dünyada da az çok görülür
ve hatta tadılır. Nitekim "Rabbinin huzurunda hesap vermekten korkan
kimse için iki cennet vardır." (Rahmân, 55/46) buyurulmuştur ki, biri
dünya, biri ahiret cennetidir. Gerçekte insanların hepsi Allah'tan korkmuş
ve ona göre amel etmiş olsalardı, dünyanın da her tarafı bir cennet kesilirdi.
Fakat Allah'ı ve ilâhî makamı tanıyanlar ve ondan korkanlar için bundan başka
bir cennet daha vardır. Onlar fanî dünyada bu ümit ve müjdeyle hiçbir üzüntünün
altında boğulup kalmazlar. Allah korkusu hiçbir korkuya benzemez. Onun yanında
daima ebedî bir neş'enin zevki vardır, rıdvân (Allah'ın rızası) zevki. Acaba
iki âlemdeki bu zevk, bu semere (meyve) hakikaten aynı çeşitten midir? Hayır
aynı çeşitten değil. benzerdirler, birbirine karşılıklı olarak bir benzeyişleri
vardır. Ve önce onlar buna bu benzeyiş halinde sevkolunmuşlardır. Gerçekte
ise aralarında aynı şey olma bakımından büyük farklar vardır. Bu cümleden
olarak biri saf olmayan, diğeri saftır; biri gaybe ait zevk, diğeri mahz-ı
şühût (tamamen görme, görünme)dur. Dünyada bu rızık, bu semere, gölgesiyle
sırf ruhanî ve aklî olarak tadılır. Ahirette ise tam hakikati ile ayn-ı vücut
(aynı varlık) olarak hakka'l-yakîn (gerçekliğinde şüphe olmayan) bir şekilde
tadılır. Bunun için ahiret ruhuma mı, cismime mi diye düşünüp durma, o senin
Allah katında bilinen hakikatinedir. Sanadır sana! Sonuç olarak biri elden
kaçabilir, kesik, sonlu, ebedî olmayan; diğeri kaçmaz, devamlı ve ebedîdir.
Bu âyetin bu iki cümlesi bize gösteriyor ki, dünyada anlayış ne kadar yükselir,
iman ve amel de onunla ne kadar uygun olursa ahirete ait meyveler de o kadar
çok olacak ve o oranda yükselecektir. ve denilmesinde buna büyük bir delâlet
vardır. "Ey Rabbim, ilmimi artır, de." (Tâhâ, 20/114).
Bu
meyvelerden başka onlar için o cennetlerde tertemiz, pampak çiftler, eşler,
yani erkekler için hanımlar, hanımlar için kocalar vardır. Ve bunların hiç
birinde dünyadaki pisliklerden eser yok. Bunlar sadece temiz değil, her yönden
temizlenmiştirler. O zevceler (hanımlar) de ne maddî olan kir, hayız ve nifas
ve diğerleri gibi tabiî, cismanî; ne de ahlâksızlık, geçimsizlik, biçimsizlik,
münasebetsizlik olmadığı gibi kocalar da öyle pampak, tertemizdirler.
Şimdi
diyebilirsiniz ki, aynen böyle değilse de, bunlara hemen hemen benzer bahçeler,
meyveler, kocalar ve hanımlar dünyada olabilir. Vatan denilen şey de böyle
bir cennet gibi olabilir. Evet "Dâr-ı İslâm" (İslâm ülkesi) dediğimiz
müslüman vatanının da böyle olması gerekir. Ve bu âyet sınırlamasıyla buna
da işaret etmiştir. Fakat mesele ve müjde bundan ibaret değil. Dünyadaki bu
İslâm ülkesinden başka asıl bir dâru's-selâm (eminlik evi) vardır ve bunların
birbirinden sizin anlayacağınız en açık farkı şudur: o kâmil iman ve güzel
amel sahipleri bu cennetlerde ebedî ve devamlıdırlar. Bir kere girince artık
bir daha çıkmazlar. Diğer âyetlerde "hulûd", "ebeden"
(ebedî olarak) diye de te'yit edilmiştir. Halbuki dünya vatanı, dünya cenneti
ne olsa elden gidebilir. Kâmil iman ve güzel amel sahipleri İslâm ülkesi olan
vatanlarını Allah Teâlâ'nın izniyle muhafaza ve müdafaa ederler. Ve onu harap
olmaktan mallarıyle, canlarıyle korurlarsa da bunda ilâhî takdir başka türlü
de ortaya çıkabilir ve nihayet bundakilerin hepsi çıkarlar, ölürler, giderler,
bunun böyle büyük küçük kıyameti de vardır. Fakat "eminlik vatanı"
(ahiret cenneti) öyle değil, asıl cennet bahçelerine gidenler orada ebediyyen
kalırlar, ki bütün müjde bundadır. Ve bütün saadet bundadır ve "en büyük
rıdvân" (Allah'ın en büyük rızası) bundadır. "Güzel davrananlara
daha güzel karşılık ve fazlası var." (Yûnus, 10/26).
Birtakım
kimseler, bu gibi müjdelerde, bilhassa rızıktan ve kadından bahsedilmesine
itiraz etmek istiyorlar ve: "Dine ait duygular insanı bunlardan kesip,
yalnız ruhanî lezzetler ile uğraştırmalı." diyorlar. Fakat şurası gariptir
ki, böyle diyenlerin hepsi bu iki cisme ait zevk için can verenlerin yanında
ortaya çıkıyor. Halbuki bu müjdeler, görüldüğü üzere, her yönü tamamen toplayıcı
bulunuyor. Ve ahiret zevklerinde, dünyadaki zevklerden hiç birinin aynısı,
benzeri eksik olmadığını ve bunun karşısında dünyaya ait şehvetlerin adiliğini,
çirkinliğini de gösteriyor.
Kur'ân'a
ait açıklamaları kötü telakki ile karşılamak isteyenleri hem red ve hem doğru
yola getirmek için şimdi de Kur'ân'ın dilinin üslubu hakkında bir hatırlatma
yapılacaktır. Vaktiyle kâfirlerden bazıları: "Allah her şeyi doğrudan
doğruya gerçekliğiyle anlatıvermeli idi. Temsiller, teşbihler Allah kelamında
yakışır mı? Hem bu temsiller, bu meseller, zübâb (sinek), beyt-i ankebût (örümcek
yuvası) gibi sineğe, örümcek yuvasına kadar iniliyor. bunlar Allah için ayıp
değil mi?" gibi mânâsız sözler söylemişlerdi. Şu halde bunları red ve
herkese gerçeği açıklamak için beyan etmede bazan mesel îrad etmenin kıymeti
bulunduğuna, meselin de bir gerçeği kapsadığına ve bu sebeple Kur'ân lisanında
yerine göre tahkik gibi temsilin de varlığına ve bunların hafife alınmaması,
kötü yorumlara uğratılmaması ve bu yüzden sapıklığa düşülmemesi ve hepsinin
Allah yanında hak olduğuna iman edilmesi gereğine tenbih ederek buyuruluyor
ki:
Meâl-i
Şerifi
26-
Muhakkak ki Allah bir sivri sineği, hatta daha üstününü misal getirmekten
çekinmez. İman edenler bilirler ki, o şüphesiz haktır, Rabb'-lerındandır.
Ama küfre saplananlar: "Allah böyle bir misal ile ne demek istedi?"
derler. Allah onunla birçoklarını şaşırtır, yine onunla birçoklarını yola
getirir. Onunla ancak o fasıkları şaşırtır.
27-
Onlar ki, söz verip andlaştıktan sonra Allah'a verdikleri sözü bozarlar. Allah'ın
birleştirmesini emrettiği şeyi (iman ve akrabalık bağlarını) keserler ve yeryüzünde
bozgunculuk yaparlar. İşte zarara uğrayanlar onlardır.
26-Allah'a
mesel yapmak, mesel söylemek yakışmaz mı sanırlar? şu muhakkaktır ki Allah
Teâlâ herhangi bir şeyi mesel olarak söylemekten çekinmez. o şey isterse bir
sivri sinek ve üstündeki kanat ve saire gibi ufak tefek de olsun. Diğer deyişle
küçüklükte üstünü (yani daha aşağısı) olsun. Bununla beraber Kur'ân'ın nazmı
bizim (aşağı yukarı) dediğimiz gibi daha yukarı ve daha aşağı demek de olabilir.
"Darb-ı
mesel" (ata sözü) deyimi, "mesel-i madrûb" yani "söylenegelmiş"
meşhur mesel mânâsına da kullanılır ise de aslında "mesel darbetmek"
yani meseli yerinde kullanmak ve tatbik etmek, yerine göre "iyice yapıştırmak"
demektir ki, yeniden bir mesel koymak ve inşâ etmek değildir. Temsil ise geneldir.
Fakat Kur'ân'daki meseller, genel olarak bağımsız bir şekilde kurulmuş temsiller
olduğu halde, aynı şekilde tatbik de edilmiş olması itibariyle "darb"
tabir olunmuştur. Şu halde burada temsil yerine bu deyimin ve aynı şekilde
"istihya" (utanmak) lafzının kullanılmalarında bile aynı bir tatbikı
vardır. Şunu unutmamak gerekir ki, Cenab-ı Allah mesel ve misali (yani temsil
durumunu) yapmamış olsaydı insanlar hiçbir şey anlayamazlardı. Özellikle hissedilen
şeylerden hiçbir şey bilemezlerdi. Çünkü bütün hissî ve hatta aklî suretler
(biçimler) gerçeğe göre bir mesel, bir temsildir. Bunun içindir ki, insan
kendini kendi nefsinde mücerred (soyut) "ben" demekten başka bir
şekilde bilmez. Zira ne hissî, ne aklî, misalî biçimini kapsamış değildir.
Onu alırsa "İnsan insanın aynasıdır." sözüne göre dışından alır.
Demek ki maneviyatın ve aklî gerçeklerin mesel ile anlatımında büyük hikmetler
saklıdır. Bu sebepledir ki, geçmişte inmiş olan kutsal kitaplarda mesel daha
çoktu. Fakat Kur'ân, histen çok, akla hitap ettiği için tahkîki, açık hükümleri
daha çok tercih etmiş ve bununla beraber hisleri de mahrum bırakmamıştır.
Ve bunların mühim bir kısmında (özellikle geçmiş kitapların tahrife ve kötü
tefsire uğrayan mânâlarını tahkîk, düzeltme ve akla yakınlaştırma gibi)hikmetler
mevcuttur. Böyle ilmin esası ve mühim, terbiye ve hidayetin sırrı ile ilgili
mesel getirmekten Cenab-ı Allah çekinmez ve şu halde iman ehli olanlar her
zaman bilirler ki, Allah'ın yaptığı mesel, Rablerinden gelmiş olması itibariyle
mutlaka haktır. Bunda ilâhî bir sır muhakkak vardır. Ve ilâhî mesel, muhakkak
bir denklik ve benzerlik tarafı içerir. Bu benzeyiş açık ise onu bilirler;
gizli ise "İlim, Allah katındadır." derler ve doğruluğuna iman ederler.
Hak,
aslında sabit ve aklın inkâr edemiyeceği derecede sabitliği kesin olan demektir.
Varlığı kendisinden olup, başkasından olmayan Hak Teâlâ'dır. O'nun yardımıyle,
onun dışında olanlar da zatında mümkün olanlardır. Bu mânâ ile hak ve hakikat
zaten birdir. İtibarî olarak ayrıdır, ikisinin de çoğulu "hakâik"
gelir. "Hukuk"un tekili olan "hak" da, İslâm'da bu mânâdan
alınmıştır ki, lehde olarak sabit ve vacib olan demektir. Aleyhte olursa görev
ve vecîbe olur. Sözün kısası "hak" fikrin, sözün uyduğu olayın ismidir.
Bununla beraber bu ölçü ile uyuşan söz ve inanca da söylenir.
Küfür
ile nitelenmiş olanlara gelince Allah bununla, bu garip belirsiz mesel ile
ne demek istemiş sanki? Bundan kastı nedir? derler. Bir taraftan hafife almak,
diğer taraftan hidayeti kötü yorumlayarak sapıklığa düşmek isterler. Bunlar,
Allah'ın ne kastettiğini öğrenirlerse inanacaklar mı? İşte Allah bu sebeple
birçoğunu sapıklığa düşürür, onları sapkın yapar, istedikleri sapıklığı yaratır.
Birçoğuna da hidayet verir, onlara da hidayet yaratır. Zira hâlık (yaratan)
birdir, o da her şeyin yaratıcısı olan Allah'tır. Hidayetin yaratıcısı Allah
olduğu gibi, sapıklığın yaratıcısı da Allah'tır. Allah yaratmasaydı ve herkesi
hidayete mecbur etseydi, sapıklık denen şey insanların istemesiyle var olamazdı.
Halbuki sapıklık da bir hak etmedir. Ve Allah Teâlâ'nın sapıklığı yaratması,
onu isteyen mahluklarının -sorumluluk kendilerine ait olmak üzere- isteklerini
yerine getirmek gibi bir ilâhlık ve rablık şânıdır. Yoksa başlangıçta hidayet
yaratılışıyla yarattığı kullarından hiç birini Allah zorla sapıtmaz, mutlak
yasaklama ve tam zorlama da Allah'ın merhametli olmasına yakışmaz. Bunun için
sapıtma, sapıklığı yaratma Allah'ın şanına nasıl yaraşır? O'nun güzel isimleri
arasında "mudıl" (saptırıcı) isminin bulunmasını akıl nasıl kabul
eder? diye hatıra gelmesi düşünülen bir mukadder (takdir edilmiş) soruya cevap
olarak derhal şu başlangıç cümlesi ilave buyurulmuştur: fakat Allah bununla
fasıklardan sapıklığı hak etmiş olanlardan başkasını saptırmaz .
27-O
fasıklar ki antlaşmalarını bozarlar, hem de Allah'ın anlaşmasını bozarlar,
bunu da antlaşma ile belgeledikten sonra yaparlar. İlk yaratılışta "ancak
sana ibadet ederiz ve ancak senden yardım dileriz" kavramı üzere akıl
ve yaratılış olarak, Allah ile aralarında yapılmış olan ezeli antlaşmayı,
iman ve kulluk antlaşmasını, bu yaratılışa ait genel kanunu, yukarda görüldüğü
üzere, her iki taraftan antlaşma ile belgelenip te'kit edildikten; bir taraftan
kitaplar indirme ve peygamber gönderme ile takviye, diğer taraftan kalb ve
dil bakımından iman ve ikrar ile kuvvetlendirdikten sonra bu ilâhî antlaşmayı
ve misakı kendi kendilerine bozmaya ve kaldırmaya, çözmeye kalkışırlar. İman
etmemeye veya imandan çıkmaya çalışırlar. Fıkıhda: "Bir kimse kendi tarafından
tamam olan bir şeyin bozulmasına çalışırsa, çalışması reddedilir." kaidesi
bu gibi âyetlerden alınmıştır. ve Allah'ın birleşmesini emrettiği şeyi keserler,
güzel amel yapmazlar, kurtuluşu temin eden emirlerinin ve ilâhî hükümlerin
tersine hareket ederler. İsyanlar ve büyük günahlarla daima yeryüzünde de
fesat çıkarırlar. İşte Allah böyle fasıkları sapıklığa düşürür. Şimdi bunların
durumlarını da anlayınız: bunlar işte bütün zarara uğrayanlar güruhudurlar.
Kazançtan mahrum, işi, gücü zarar ve ziyan olan kimseler diye asıl bunlara
denir.
"Fısk",
asıl lügatta "huruc" (çıkmak) anlamındadır. Nitekim delikten çıkan
farelere "fasıklar" denir. Din dilinde, "büyük günah işlemek
suretiyle Allah'a uymaktan dışarı çıkma" mânâsınadır ki, küçük günahlarda
ısrar etmek de bu cümledendir. Ve şer'î bakımdan fıskın üç derecesi vardır:
Birincisi günahı çirkin saymakla beraber, ara sıra günah işlemek. İkincisi
üzerine düşerek devamlı yapmak.
Üçüncüsü
çirkinliği inkâr ederek yapmaktır. Bu üçüncü tabaka küfür derecesidir. Fasık
bu duruma gelmedikçe Ehl-i sünnet mezhebinde mümin adı kendisinden alınmaz.
Şu halde fasık vasfı içinde kafirler bulunabileceği gibi, imanını kaybetmemiş
olanlar da bulunabilir. Mu'tezile mezhebindekiler, bu kısmı ne mümin, ne kâfir,
ikisi ortası saymışlar; Hâricîler ise üçünü de kâfir saymışlardır. Bununla
beraber bu âyet-i kerimede, ile nitelenen fasıkların küfürlerinde, dinden
çıkışlarında söz yoktur. Çünkü bunda üç vasıf zikredilmiştir. Allah'a verdiği
sözü bozup inancını bozmak, ilâhî emrin aksini yapmak, yasaklananları yapmakla
da yeryüzünü fesada vermek. Bunun üçü birleşince de küfür gerçekleşir. Nitekim
üst tarafında da "Ama küfre saplananlar; Allah böyle bir misal ile ne
demek istedi?" derler." buyurulmuştur. Ve işte Kur'ân'a mahsus temsilleri
kötü yorum ve hafife alma ile ilâhî saptırmayı hak eden zarara uğrayanlar
bunlardır. Bu kıssada en dikkate değer olan noktalardan birisi, yukardaki
âyetlerde yalnız iman ve küfür karşılığı esas iken, burada hem iman ve hem
güzel amel toplamına karşılık olmak üzere ayrıca da fısk ve fasıkların bahis
konusu edilmesi ve Kur'ân'a ait temsillerin kötü bir yorum ile ele alınması
meselesinin bilhassa küfür, sapma ve fısk hasletleriyle ilgili gösterilmesidir.
Demek ki fısk, biri ilmî, diğeri amelî iki yönü içerir. Asıl küfür, ilmî yönündedir.
Bu da bilir bilmez kötü yorum meselesine dönüşür. Buna da en çok temsiller
ve müteşabihler vesile yapılır. Ve bu çoğunlukla amelî küfür ile de beraber
olur. Bu gibileri red ve korkutmak için Cenab-ı Hak ilâhî kelamında hakikatlar
asıl olmakla beraber, yerine göre temsillerin de varlığını ve bunun esası
olan hak nokta-i nazarına muhalif değil, belki gerekli olduğunu ve şu halde
bunları esasen hak bilmek de iman cümlesinden birisi olduğunu bir esas, bir
inanç kaidesi halinde açıklamış ve bu şekilde Kur'ân'ın üslubu hakkında önemli
bir açıklama yapmıştır. "İlle onun te'vilini mi gözetiyorlar? Onun te'vili
geldiği gün, önceden onu unutmuş olanlar derler ki: "Doğrusu Rabbımizin
elçileri gerçeği getirmiş. Şimdi bizim şefaatçilerimiz var mı ki bize şefaat
etsinler. Yahut tekrar geri (dünyaya) döndürülmemiz mümkün mü ki (orada eski)
yaptıklarımızdan başkasını yapalım?" Onlar, kendilerini ziyana soktular
ve uydurdukları şeyler kendilerinden saptı." (A'râf, 7/53). Şu halde
hak olan temsillere inan; istenilen ameli işle; yorumunu geleceğe, olayların
cereyanına bırak, zamanı gelince anlarsın.
Özetle
fısk, ya küfrü veya küfrân (İslâmı inkâr)ı ihtiva eder ve sonucu zarardır.
Bunun
için Cenâb-ı Allah bunu gayb şeklinde ve güya bir nazariye (varsayım) halinde
ve bununla beraber olayı gören bir nazariye halinde çirkin gösterdikten sonra
şimdi irşad makamında bir iltifat ile genel hitabına bir özel parıltı veriyor.
Şöyle ki:
Meâl-i
Şerifi
28-
Allah'ı nasıl inkâr edersiniz ki, ölü idiniz sizleri diriltti. Sonra sizleri
yine öldürecek, sonra yine diriltecek, sonra da döndürülüp ona götürüleceksiniz.
29-
O ki, yeryüzünde ne varsa hepsini sizin için yarattı . Sonra göğe yöneldi,
onları yedi gök olarak düzenledi. O, her şeyi bilir.
28-Bu
iki âyette bütün dünya ve ahiret ilimleri saklıdır. Hayat, hayatın akışı,
hayatın gayesi gösteriliyor. İnsana ait yaratılışın, Allah katındaki kıymeti
anlatılıyor. İnsanın yer ve gökyüzü, hepsinden faydalanma hakkı kaydediliyor.
Yaratılışın ve yaratıcının delilleri özetleniyor. Allah'ın yaratması, acıması,
lütuf ve keremi isbat olunuyor. Özet olarak beşerin ruhu, yeryüzünden gökyüzüne,
hissolunandan düşünülene yükseltiliyor ve bu gerçekler karşısında küfür ve
inkâra nasıl sapılabileceği bir istifhâm-ı inkârî ile soruluyor ki, bu iltifat
(sözü çevirme)daki belağatın, nezahatin, ulviyetin, ilmîliğin, gerçeğin, ahlâkın
parlaklığına ve hoşluğuna hayran olmamak mümkün değildir. Küfür ve küfrânı
kötülemek ve insanları ondan uzak tutmak için bu sorudaki etkinin şiddeti
ne kadar büyüktür!
Ey
insanlar, insan adını taşıyanlar ve özellikle ey kâfirler, ey münafıklar,
ey fâsıklar! Allah'a nasıl nankörlük eder de ilmî ve amelî küfür ve inkâra
sapabilirsiniz? Az çok irfan ve ahlâkı olanlar için bu nasıl düşünülebilir?
halbuki siz hepiniz, gerek her biriniz, gerek tümünüz başlangıçta hep ölü
idiniz, ölüler halindeydiniz, hayatınız yoktu. O zaman şahsî olarak neyiniz
vardı? Şimdilik haydi ilerisi dursun, fakat en az bir toprak ve nihayet babanızın
belinde bir nutfe, bir sümük olduğunuzu hatırlarsınız ya? Gerçekten siz böyle
cansız ölüler halindeydiniz. Ölülerin kabre taşındığı gibi öteye beriye taşınıp
duruyordunuz. Böyle iken Allah size hayat (canlılık) verdi. Nefes alıp verir,
gıdalanır, ürer, duyar, düşünür, ister, istediği yere gider, istediği işi
yapar, çevresindeki dışa ait olaylara fizikî ve ruhî kuvvetleriyle dayanır,
karşı koyar, etli, canlı, akıllı, fikirli birer insan yaptı. Bunları yapan
kim ise, işte Allah odur. İyi düşününüz, bu hayat sizin kendinizin midir?
Kendi şahsî malınız, mülkünüz müdür? Elbette değil, o kadar değil ki, bir
kılınızın rengini değiştiremezsiniz. Malum ya, ne de olsa, siz hayatı seversiniz
ve ona herşeyi feda etmek istersiniz. Hayatınıza faydası dokunacağını sandığınız
kimselerin karşısında takla atarsınız. Onlara kul köle olursunuz. Halbuki
kendinizi, bundan önceki halinizi, geleceğinizi düşünecek olursanız, bu hayatın
sizin kendi malınız olmadığını anlarsınız. O halde bu hayatı size bahşeden
Allah Teâlâ'yı nasıl inkâr eder ve O'na nasıl nankörlük edersiniz? Ediyorsunuz?
Allah size hiçbir şey yapmamış ve yapmıyacak olsa bile hayatınızın sahibi
olduğu için, sizin O'na iman ve kulluk etmeniz, hayat sevdasıyla Allah'ı unutmamanız
gerekir. Hem siz bu hayatı o kadar benimsemeyiniz. Çünkü Allah bundan sonra
sizi yine öldürür, öldürüyor ve öldürecek. Şimdi diyeceksiniz ki: "İşte
biz de buna kızıyor ve bundan yüz buluyoruz ya! İman ve kulluk etsek de, etmesek
de verilen hayatımızın sonra elimizden alındığını görüyoruz. Madem ki öleceğiz
ve madem ki Allah verdiğini alıyor, o halde hayat elimize geçmişken iyi kötü
mümkün olan ne zevki varsa görelim, diyoruz. Ölüm derdi, o evleri yıkan, zevkleri
perişan eden, çocukları yetim, kadınları dul bırakan, hayatlara kıyan, hayatları
pençesinde kıvrandıran o ölüm musibeti madem ki nasıl olsa yakayı bırakmıyor,
artık dünyaya bir daha gelecek değiliz ya! Şu geçici hayata bütün ihtirâs
(aşırı istek) ile sarılalım ve keyfimiz için ne yapabilirsek yapalım"
demekten kendimizi alamıyoruz ya! Fakat bu ne kadar yanlıştır ve ne bedbaht
bir zevktir! Böyle olsaydı bile, hayatın bu zevklerini böyle körü körüne ve
çılgıncasına değil, meşru (dine uygun) yoluyla istifadeye çalışmak ve Allah
Teâlâ'ya ihlâs ve teşekkürü en büyük bir zevk bilmek ve O'na büyük bir sevgi
ve korku beslemek gerekirdi. Ve bunun o zaman hayatta da genel ve kapsamlı
faydaları görülürdü. Halbuki iş bu kadar değil, bunun ilerisi de var. O sizi
öldürdükten sonra yine diriltir ve diriltecektir. Size önce verdiği gibi ve
hatta ondan daha yüksek yine bir hayat verir ve verecektir. Ba'sü ba'de'l-mevt
(öldükten sonra dirilmek) de haktır. Görmez misin olan yine olur. Eğer olmasaydı
sen kâinatta hiçbir kanun göremezdin. Bir yaptığını bir daha yapamazdın. İlimden,
sanattan hiçbir hissen olmazdı. Sen bu sayededir ki hangi şeyi iyi bilirsen
onu bir daha ve bir daha yapabilirsin. Tohumlarını bu sayede eker, çiftlerini
bu sayede sürer, hasılatını bu sayede kaldırırsın. Atlara, arabalara, trenlere,
otomobillere, vapurlara, uçaklara bu sayede biner; onları da bu sayede yapabilirsin.
Sen hayat kanununu tamamen bilseydin, bu konuda hiçbir şüphe taşımazdın. O
zaman sen bile bir hayat sahibi yapabilir ve onu bozduktan sonra tekrar yine
yapabilirdin. Şimdi yapamıyorsan ilim ve fennin, kudret ve sanatın buna yetişmiyorsa,
henüz hayat kanununu bilemediğinden, henüz maddelerin, ruhların ilk sırlarına
nüfuz edemediğinden, daha esasında yaratmak, halketmek kudretine bizzat sahip
olamadığındandır. Zaten sen maddenin aslını, kuvveti göremezsin. Gördüğün
onların sonuçları, görünüşleridir. İlmin, fennin, kudretin de bunlara uygundur.
Bunların içinde düşündüğün ilk maddeyi bulsan, onların sırlarına da nüfuz
etsen acaba bütün kuvvetleri, ruhları, melekleri keşfetmiş olacak mısın? Yaratma
gücüne esasından sahip olacak mısın? Hayır! Maddeyi veya kuvveti aslından
yok edecek veya meydana getirebilecek misin? Kendi kendine hayır. Fakat onları
olduğu kadar alıp, Hak Teâlâ'nın verdiği ruhunla tasarruf edebileceksen ve
bizzat Hak Teâlâ'ya daha hususî bir ilgi kurabilirsen, o zaman Allah'ın izniyle
yaşama ve yaşatma sırrına da vâkıf olabilirsin. Sen bunları henüz bilemiyor,
yapamıyorsan hayat kanununun aslına eremiyorsan, ortada var olan yaşamayı
ve yaşatmayı da inkar edemezsin ya? Gerçekte bir hayatın ve bir hayat kanununun
akışında şüphe edemezsin ya? Ve hele bu kanunun sende, senin kendinde tatbik
edilmiş bulunduğunda şüphe etmenin hiç mânâsı yoktur ya? O halde bu delil
ile şunu zorunlu olarak bilirsin ki, bu hayatı yapan ve bunun kanununu bilen
bir yüksek zat vardır. Hayat ve hayat kanunu hak ve onu yapan ve bilen Hak
Teâlâ'dır. Şu halde olan yine olacak, ölen yine dirilecektir. Ve bunu ancak
Allah yapabilecektir. Nasıl ve nerede yapacağına gelince onu kendi bilir.
Bize bildirdiği yapacağı ve her halde yapacağıdır. Dilerse yerde yapar, dilerse
göğe çıkarır, dilerse kabirde yapar, dilerse kıyamette. Her halde bu bizim
diğer bir halimiz, diğer bir hayatımız olacaktır ki, onun durumlarını açıklamaya
bugünkü akıllarımızın yeteneği yoktur. O, ahiret âlemidir. Onunla aramızda
geçilecek "berzah" vardır. Kabir âlemi, kabir hayatı Cenab-ı Hak
cümlemize yardım etsin, bu geçitleri kolaylıkla, tatlılıkla geçirtsin, kâmil
iman, güzel amel ile hüsn-i hâtime (güzel son) nasip etsin. Buradaki "sonra
sizi diriltir" kabir hayatı ile de tefsir edilmiştir. Kıyametten sonra
dirilme ile de tefsir edilmiştir. Hangisiyle olursa olsun işler bununla da
kalmayacaktır. sonra hepiniz ona döndürüleceksiniz. Bu ilk hayatta ne huy
kazandınızsa, ona göre tartıdan geçecek, mükâfat veya cezasına ereceksiniz.
"Kim zerre ağırlığınca hayır yapmışsa onu görür. Ve kim zerre ağırlığınca
şer yapmışsa onu görür." (Zilzâl, 99/7-8) sırrı ortaya çıkacaktır. Ve
o zaman cennet ve rıdvan ehli: "Âlemlerin Rabbi olan Allah'a hamdolsun."
(Zümer, 39/75) diyecektir.
29-Sonuç
böyle. Bir de Allah Teâlâ'nın dünkü ve bugünkü lütuflarını dinleyiniz: O Allah,
o şan sahibi Yaratıcıdır ki, bakınız size neler ihsan etmiş: önce şu altınızdaki
yeri ve bu yerde bulunan şeylerin hepsini: unsurları, bileşiklerini, denizleri,
karaları, dağları, dereleri, ovaları, çölleri, ormanları, ırmakları, pınarları,
madenleri, otları, ağaçları, çiçekleri, meyveleri, hayvanları, kuşları, hasılı
denilen şeylerin hepsini sizin için, sizin hayatınız ve ölümünüzde faydalanmanız
için yarattı. Hep bunları, insanı yaratmak ve yarattıktan sonra mesut yaşatmak
için yarattı. Hepsini insanlara itaatlı, çekici ve mübah kıldı. Şu halde esas
itibariyle bunların hepsinden insanlar için bir faydalanma hakkı ve bir faydalanma
şekli vardır. Ve bu faydalanma şekli bazısında müsbet ve bazısında menfi bir
durumdadır. Hepsinin faydalı olması, her birinin, her şekilde ve herkes için
faydalı olması demek olmaz. Bir kısmında zararlı olma durumu da vardır. Bu
yönden yine Allah'ın ikinci derecede ayrı tutacağı zararlı bazı haram kılınan
şeyler ve kötülükler gibi hususlardan ve bir de birbirinize göre kazanılmış
hak olmuş mallar ve mülkler gibi şeylerin dışında faydalanma sizin için mübah
kılınmıştır. Buna Fıkıh ilminde "ibâha-i asliyye = aslî mübah etme"
denir. Ve bu serbest kılmanın delili yalnız akıl değil, bu nasstır. "Canlar,
ırz ve namusun dışında eşyada aslolan mübah olmaktır. Özel bir haram olma
delili bulunmadıkça mübah ile amel olunur." şeklindeki fıkıh kaidesi
bu nasdan alınmıştır. Yalnız akıllara kalsaydı, kimi hep mübah der, kimi hep
haram der, kimi de şaşırır kalırdı. Nitekim öyle olmuş ve olmaktadır. Burada
şuna dikkat etmek gerekir ki, bu serbestlik, insanların tümüne eşit olarak
yapılmış; insanlar insan için yaratılmamış ve birbirlerine mübah kılınmamıştır.
Bunun için insanların canları, ırzları, birbirlerine mübah değildir. Hatta
bir insan kendi canını, ırzını bile dilediği gibi kullanmaya izinli değildir.
İnsanlar, kendileri için değil, Allah'a kulluk için yaratılmışlardır.
"Ben
cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım." (Zâriyât,
51/56). Şu halde insanların kendini öldürmeye, kendini veya ırzını başkasına
satmaya hakkı yoktur. Ancak Allah'ın emrine ve hükümlerine uygun meşru nikaha
izinlidir. Tersinde günahkâr olur. İnsanların amelleri, malları, mülkleri
de birbirlerine karşı kendilerine bağlanmıştır. Bunlar da diğerlerine yasaklanmıştır.
Fakat kendileri için mübah olduğundan kendi rızalarıyle diğerlerine de terkedebilir
ve verebilirler. Akidler (anlaşmalar) ve malî işlemler bu esas üzerine yürür.
Hâsılı hayat hakkına, hürriyet hakkına ve namus hakkına hiçbir kimsenin karışma
hakkı yoktur. Bunlar insanın doğrudan doğruya Allah hakkı olan esasa dair
haklarıdır. Ve bunlara saldırma, tecavüz büyük günahlardandır. Akıl ve din
de böyledir.Canlarda, ırz ve namusda, akılda, dinde aslolan, mübah olma değil
haram olmadır.
İşte
Cenab-ı Allah insanları bu kadar yüksek yaratmış ve böyle yaratmak ve böyle
yaşatmak için önce bütün yeryüzünü ve yeryüzündeki bütün şeyleri yaratıp onların
faydalanmasına hazır kılmış, bunları onlar için yaratmış ve hatta bu kadarla
da kalmamış, sonra yukarıya da geçmiş, gök yüzüne doğrulmuş, iradesini göklere
çevirmiş ve bunun üzerine gökyüzünün parçalarını, bunlardan özellikle "yedi
sema"yı düzeltmiş, yeryüzünün yaratılması üzerine bunlarda da değişiklik
yapmış, ortaya çıkan değişim bunalımını nizama koymuş, bunlardan da yeryüzüne
ve insanlara faydalar sağlamıştır. Bu sayededir ki insanlar bu görkemli bina
içinde yaşarlar, yerler, içerler, sulanırlar, nefes alırlar, ışık, ısı alırlar,
Hakk'ın alametlerini görerek, ilimler, fenler edinirler. Bakışlarıyla, ruhlarıyla
ve hatta Allah nasip edince cisimleriyle çıkarlar, mirac yaparlar kısmı zamirinden
bedeldir ve bedel-i bâz olduğu açıktır. Çünkü buyurulmayıp parçalara ve fertlere
veya çeşitlere işaret ederek buyurulması kısımlara ayırma karinesidir.
Burada
insanların hayattan önce ölüler ve hatta insan cinsinin yok olduğu devirlerin
bir özeti, (Bakara, 2/22) âyetinin bir açıklaması ve vasfının bir isbatı ve
beşer hayatının şimdiki ve geçmişteki şartlarının bir tasviri ve insan yaratılışının
kıymet ve yüksekliği, nihayet ilâhî yardım ve rahmetin genişliği ile Allah'ın
zat ve sıfatlarını inkârcılara isbat ve teşekkür ile kulluk görevine davet
vardır ki, Şeyh Sadî merhum "Gülistan"ında bu kavramı şöyle ifade
etmiştir:
"Bulut,
rüzgar, ay, güneş, felek hepsi işlerinde çalışıyorlar. Tâ ki sen eline bir
ekmek geçirebilesin ve gafletle yemeyesin."
Demek
Allah Teâlâ insanı yalnız, yerde yaşayacak ve yerdeki şeylerden faydalanabilecek
bir halde yaratmamış, ona gökyüzünden de bir faydalanma hissesi ayırmış ve
hatta bununla ilgili olarak göklerin yedisinde değişiklik yapmıştır. Şu halde
insan yalnız yeryüzüne has bir yaratık değildir. O, yerlerde daralırsa göklerden
faydalanmaya izinlidir. Fakat bunun için önce ruhu semâvîlik hislerini duymalı
ve Allah'ı tanımalıdır. Yeryüzünün şehvetli ve hayvanî düşüklüklerinde boğulanlar
ise bu yükselişten mahrumdurlar. "Yarın yerdeki nimetler tükenecek biz
aç kalacağız." diye ağlar dururlar.
Şüphe
yok ki önce yerdekilerin yaratılışı, sonra da göklerin düzeltilmesi meselesinde
sonralık (yani nin mânâsı) zaman itibariyle değil, rütbe bakımından (yani
ifade nokta-i nazarından) bir sonralıktır. Zira bu konuda açıklamanın gayesi,
insanların aydınlatılmasıdır. Halbuki beşer idraki bakımından âlemin merkezi
insanın kendisidir. Bütün dış idraki bu merkezde toplanır. İdrakin çekiciliği
"ben"den başlar. Buna birinci derecede yakın olan da ayağının altındaki
yer ve sonra göktür. Çünkü insan yeri önce dokunuculuğu ve kendi ağırlığıyle
tanır. Dokunma ise diğer duyulardan öncedir. Ve idraki en yakındandır ve hatta
bu seviyeden pek yükselememiş olan nice insanlar vardır ki, kendisini sadece
yerle ilgilenen bir yaratık sanır. Ve semadaki menfaatlerinden gafildir. Cenab-ı
Hak da uyarmalarını, beşer idrakinin bu akışına göre açıklamıştır ki, bunun
dış görünüşünden yer, semadan önce yaratılmış gibi anlamamalıdır. Bununla
beraber burada semaların düzeltilmesinin hakiki ve zamanla ilgili bir gecikmesine
işaret yok demek de doğru değildir. Bazı tefsircilerin anladıkları üzere (sonra)
hakikat olarak alınabilir. Gerçi yer mutlaka semadan önce yaratılmış değildir
"Yerle gök bitişik idi." (Enbiya, 21/30). Fakat yerin hilkat fezasında
bir özel cisim olarak yaratıldığı zaman ile ondan önceki semaya ait tesviyenin
aynen kalmaması gerekirdi. Bugün fen bilimleri bakımından düşünebiliriz ki,
yeryüzü oluştuğu andan itibaren özel ağırlığı, çekiciliği, iticiliği bakımından
mensub olduğu gök cisimleri sisteminin durumlarında ve arada hapsedilmiş dalgada,
esire ait dumanda, genel çekim nizamının bir değişimi, bir inkılâbı olmuştur.
Şu halde yer çekimi ile ilgili olan yedi semanın tesviyesi ve nizamı, yerin
yaratılmasından önce değil, sonra olması gerekir. Ve bu şekilde yer çekiminin
ortaya çıkmasından asla müteessir olmayan semanın yönü bu tesviyede dahil
olmaz ve onlar bu yedi semanın arkası kalır.
Bugünkü
fen, astronomi ilmi henüz gök cisimlerinin ikisinden fazlası arasındaki çekim
değişimlerini hesap edebilmekten aciz kaldığı için, Kur'ân'daki bu tesviyenin
sınırlarını tayin edebilmekten uzaktır.
Bu
"yedi sema"nın tefsir ve yorumunda başlıca iki düşünce vardır: Birisi
yerden Venüs'e kadar bir; Venüs'ten Merkür'e kadar iki; Merkür'den Güneş'e
üç; Güneş'ten Merih'e yahut yine yerden Merih'e dört; Merih'ten Jüpiter'e
beş; Jüpiter'den Satürn'e altı; Satürn'den daha ilerisine kadar yedidir ki,
sonradan keşfedilmiş olan Üranüs ve Neptün gezegenleri ve daha keşfedilmesi
mümkün olanlar hep bu yedinci hudud içinde demektir. Çünkü bu takdirde bu
"yedi sema" özellikle yerin yaratılması üzerine tesviyeye dahil
olanlardır. Bugün bu tesviyenin daha ileri gittiği isbat edilemez. Bu düşünce
çoğunlukla, astronomi ilmi görüşünü takip edenlerindir ki, zamanımızın astronomi
görüşüne de aykırı değildir. Zira bunda bahis konusu yerin merkezliği değil,
yere göğe gök kelimesinin tatbikidir. Güneş sisteminde dünya merkez olmamakla
beraber bizim tahtımız, idrak ve düşüncemizin başlangıcı da bizzat kendimiz
ve yerin çekimi olduğundan, bu tertip o itibarladır ve izafîdir. Başka bir
gezegende bulunsak, o zaman bunu o yer tasavvur etmemiz gerekirdi. Mesela
Güneşte bulunduğumuzu farzedersek Merkür bir, Venüs iki, Dünya üç, Merih dört,
Müşteri beş, Satürn altı, ilerisi yedi deriz ve bu misale göre yedi tane de
yer tasavvur etmemiz gerekir. Eski Batlamyus astronomisini takip edenler Ay'ı
birinci gezegen saydıklarından, ondan başlarlardı ve yedincisi Satürn'e dayanırdı
ve Kur'ân'daki sema âyetlerini o astronomiye tatbik etmek için fen derdiyle
zahmetler çekerlerdi. Gerçekte astronomi ilminin matematikle ilgili olan hesap
meseleleri ve çok eski zamanlardan beri ay tutulması ve güneş tutulması hesaplarındaki
isabetlerin inkâr edilmemesi gerekirdi. Fakat bunlarla astronominin ilmî prensiplerini
teşkil eden nazariyat (varsayımlar) ve hatta faraziyeleri ayırmak lazım gelirdi.
Mesela Batlamyus astronomisinin bütün esası şu görüşte toplanıyordu: "Gezegenlerde
iki hareket görülüyor. Bunun biri tabiî ise, diğeri her halde zorla olması
gerekir. Bu da her birinin bir yörüngede saplanmış olmasına ve onun hareketiyle
müteharrik (hareketli) olmasına bağlıdır. Şu halde yedi gezegenin bir yörüngesi,
sabit gök cisimlerinin de bir yörüngesi ve tümünü kapsayan bir de Atlas yörüngesi
vardır. Ve günlük hareket bu Atlas yörüngesinindir." diyorlardı. Buna
karşılık Tefsir âlimleri ve hatta Kelâm bilginleri de bu görüşün kat'î olmadığını,
diğer bir sebebin düşünülebileceğini söylüyorlardı. Ve hatta ilk önce filozoflardan
Sabit b. Kurre bir "çekim nazariyesi"ni bile açıklamıştı. Gerçekten
sonradan "genel çekim nazariyesi" geliştirildi ve onun üzerine çok
eski olan "skut (düşme) nazariyesi"nin te'yidiyle yeni ve mükemmel
bir astronomi ilmi kuruldu. Fakat bu astronomi, eskisi gibi bütün âlemin tümünü
kapsama davasından vazgeçerek ciddi meşguliyet sınırını Güneş sistemi içine
tahsis etti. Şu halde bunda bu sistem dışına çıkılarak yapılan düşünceler
sırf faraziyedir. Genel çekim kanunu bugün adeta herkesçe bilinen bir gerçek
halini almış bir ilmî konu olmuştur. Ve gerçekten semalar (gökler)ın direksiz
durmalarını açıklamak bakımından da Kur'ân'a ait beyanlara çok uygundur. Ve
henüz bu konuda istikrâî (tüme varım) ve tecrübeye ait bir bozma örneği de
görülmemiştir. Ancak "cazibe" kelimesi o kadar mücerred (soyut)
ve o kadar mânevî bir kavram ifade ediyor ki, bunu bir "melek" kelimesiyle
tasavvur etmek ve bizzat ilâhî kudrete bağlamak daha ciddi ve daha hikmetli
olurdu.
"Yedi
semâ"daki diğer düşünceye gelince: Dünyanın üstünde bütün yıldızların
süslediği maddî âlemin hepsi bir semadır. Yedi semanın birincisidir. Ve bunun
ötesinde bundan başka altı sema daha vardır. Bunlar ruhanî ve akla uygun olarak
düşünüldükleri zaman fezanın cisimlere uygunluğu gibi aralarında uyma ve uygunluk
kavramı daha açıktır. "Biz dünya semasını yıldızların zinetiyle süsledik."
(Saffât, 37/6) ifadesi de bunda açıktır. Ve İslâm'da tefsir âlimlerinin en
büyüklerinin kanaatları budur. Sonra mi'rac hadiselerinde de semaların böyle
ruhanî mânâlarına işaret vardır. Cenab-ı Hak her an bunların çeşitli durumlarını
tesviye etmektedir. Ve bu tesviye maddî şeylere bağlı değildir ve hiç şüphesiz
yeri yaratması üzerine de bunlara bir özel tesviye vermiş ve arz üzerinde
yaratacağı insanların yaratılması ve sonra onların faydalanmaları için meleklerine
emirler vermiş, tesirler yaptırmış, âlemin fezasında cereyan eden yeni bir
sünnet açmıştır. Şimdi bazıları burada diyebilir ki, "acaip, olayların
cereyanı böyle ilmî midir? Bunları kör bir kuvvet, gelişi güzel, tesadüfe
bağlı olarak gerektirivermiş değil midir? Bu kadar sonsuz şeyler ilme nasıl
sığar? Ve insan yaratılmadan önce, onun yaratılacağı bilinip, hesap edilerek
yer ve gök ona göre nasıl hazırlanır?" Buna cevap olarak da buyuruluyor
ki, siz bunları uzak görmeyin O Allah her şeyi bilendir, ezelî ve ebedî olarak
bilendir. Onda bütün ilimlerin ilmi vardır. Onun ilmi olmasaydı ilim nereden
çıkardı? Sebepler ve müsebbeb (sonuç)lar birbirine nasıl bağlı olurdu? Fen
ilimleri nasıl kurulurdu? Yer ve gök hayata önceden hazırlanmış olmasaydı
hayat nasıl ortaya çıkardı? İşte Allah böyle bir Allah'tır. Ve insanları böyle
yüksek bir ilim ve kudretle, böyle geniş bir rahmetle yer ve göğün bir ürünü,
bir küçük nüshası ve belki büyük nüshası olarak yaratmıştır. Ve bütün saadetlerinin
sebeplerini de hazırlamıştır. Artık bu düşük, miskin hayattan silkininiz,
bu devirleri, bu nimetleri hatırlayınız. Ruhunuzun ne gibi yüksekliklere aday
kılındığını düşününüz. Bu yerde ve göklerde araştırmalar yapınız, menfaatiniz
için yaratılmış ve hazırlanmış olan şeyleri bulunuz ve Allah yolunda bunlardan
faydalanarak da diğer hayata, ahiret hayatına hazırlanınız. Siz bütün bu mertebelerden
geçirilip Allah'a döndürüleceksiniz. Şu halde yükseliniz ve yükselmeye azmediniz.
Şimdi bunlara karşı Allah'a nasıl küfür veya küfrân (inkâr) edersiniz? Bu
yükseklikleri, bu derinlikleri iyi düşününüz. Bundan başka asıl (kök) ve nesebinizi
bilmek ve bu nimetlerle bir bina, bir döşek içinde yüksek kardeş hayatı yaşamak
ve sizi aldatacak fikirlerden sakınmak için şunu ibret nazariyle dinleyin
ve ilme önem verin. Alîm (her şeyi bilici) olan Allah'a bakınız ne buyuruyor:
Meâl-i
Şerifi
30-
Bir zamanlar Rabb'in meleklere: "Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım"
demişti. (Melekler): "A!.. Orada bozgunculuk yapacak ve kan dökecek birisini
mi yaratacaksın? Oysa biz seni överek tesbih ediyor ve seni takdis ediyoruz"
dediler. (Rabb'in): "Ben sizin bilmediklerinizi bilirim." dedi.
31-
Ve Âdem'e isimlerin hepsini öğretti, sonra onları meleklere gösterip: "Haydi
davanızda sadıksanız bana şunları isimleriyle haber verin." dedi.
32-
Dediler ki: "Yücesin sen (ya Rab!). Bizim, senin bize öğrettiğinden başka
bir bilgimiz yoktur. Şüphesiz sen bilensin, hakîmsin".
33-
(Allah): "Ey Âdem, bunlara onları isimleriyle haber ver." dedi.
Bu emir üzerine Âdem onlara isimleriyle onları haber verince, (Allah): "Ben
size, ben göklerin ve yerin gayblarını bilirim, sizin açıkladığınızı da, içinizde
gizlediğinizi de bilirim" dememiş miydim?" dedi.
34-
Ve o zaman meleklere: "Âdem'e secde edin!" dedik, hemen secde ettiler.
Yalnız İblis dayattı, kibrine yediremedi, inkârcılardan oldu.
35-
Dedik ki: "Ey Âdem, sen ve eşin cennette oturun, ikiniz de ondan dilediğiniz
yerde bol bol yeyin, fakat şu ağaca yaklaşmayın, yoksa zalimlerden olursunuz."
36-
Bunun üzerine şeytan onları(n ayağını) oradan kaydırdı, içinde bulundukları
(cennet yurdu)ndan çıkardı. Biz de: "Birbi
rinize
düşman olarak inin, orada belirli bir vakte kadar sizin için bir karar yeri
ve bir nasib vardır." dedik. 37- Derken Âdem Rabb'ından birtakım kelimeler
aldı, (onlarla tevbe etti. O da) tevbesini kabul etti. Muhakkak O, tevbeyi
çok kabul eden, çok esirgeyendir.
38-
Onlara dedik ki: "Hepiniz oradan inin. Size benim tarafımdan bir hidayet
rehberi geldiğinde, kim o hidayetçimin izinde giderse, onlar için hiçbir korku
yoktur, onlar mahzun da olmayacaklardır.
39-
İnkâr edip âyetlerimizi yalanlayanlara gelince, onlar da cehennem ehlidirler.
Orada ebedî olarak kalacaklardır.
30-Burada
hitap yine önce Resulullah'a yöneltilmiştir. Demek kıssanın içyüzünü hakkıyla
o anlayacak ve izinli olduğu kadar da o anlatacaktır. Bununla beraber buna,
her ferde ait genel hitap neşesi de verilmiştir. Demek ki bunda açık bir genel
istifade de vardır. Ve her ferdin bunu nefsinde anlaması ve tatbik etmesi
istenir. Bunda açık olarak Allah'ın yardımı, kaza ve kader, Allah katında
Âdem'in kıymetinin başlangıcı, beşerî üremenin başlangıcı, din, ilim ve dilin
başlangıcı, vazife ve kardeşliğin başlangıcı, sosyolojinin başlangıcı, hukukun
başlangıcı vardır. Beşerî üremenin; ilk din, ilim ve dil devrinden itibar
edilmesi ve son beşeriyetin bu başlangıca dayanmasının gereği ve insanlığın
mahiyetinin tarifinde bunların zatî bir kıymeti bulunduğu, fakat günah ve
isyanın, hasımlık ve düşmanlığın zatî ve yaratılıştan olmayıp, geçici ve dış
telkinlerin eseri olduğu anlatılıyor. Bu şekilde hıristiyanların "aslî
günah" (peşe orijinal) inançlarının doğru olmadığını; şeytanın mahiyetinin,
insana ait mahiyetten başka bir şey olduğu ve bu ikisi arasında eski bir düşmanlık
bulunduğu; şeytanın bu düşmanlıktan ayrılmayacağı, fakat insanlığın buna karşı
kendine, kendi yaratılışına sahip olarak nefsini ve türünü muhafaza ve müdafaa
edebileceği ve o zaman beşerî saadetin en yüksek sınırını bulacağı ve bu hususta
tevbenin kıymeti anlatılıyor. Beşerî üremenin başlangıcında terbiye kanununun
cereyanı, yeryüzünde insanlık türünün ezelî ve eski olmayıp, sonradan ağır
ağır meydana geldiği, yani bugünkü beşer türünün ezelî olmadığı ve bugünkü
üreme kanununun başlangıçta mevcut olmayıp, yeryüzünün bir olgun devresinden
sonra bizzat olağanüstü bir yaratma olayı ile başladığı ve şu halde tabiatın
ezelî olduğuna dair görüşün doğru olmadığı ve gerçekte yeryüzünün ateş devrinde
Pastör nazariyesinin cereyan etmesine imkan olmayacağından, bugün kanun olan
üremenin başlangıçta olağanüstü bir olayla sonuçlanacağı ve Zooloji ilminde
teselsül (zincirleme gitme)ün batıl olması ve yeryüzünün hâdis (sonradan olma)
olması esasından dolayı, başlangıçta kabulü zorunlu görülen tekevvün bizatihi
(kendi kendine olma) görünüşünün de ifadesini düzeltmesi gerekeceği, çünkü
başlangıçta kanun üstü böyle bir olay zaruri ise de bunun kendi kendine olmayıp
yaratma ve Allah'ın var etmesi eseri olduğu ve gerçekte böyle olmazsa ya ilim
ve fenni kökünden yıkacak olan illet (neden)siz, sebepsiz kendi kendine olan
bir hadise kabul edilmesi veya şimdiki üreme kanununun ve bunun cereyan ettiği
yer küresinin sonradan olma olmayıp, sonsuz şekilde ezelî ve ebedî olmalarının
tercih edilmesi gerekeceği, halbuki ilim ve fen nazarında arzın yaratılmışlığı
ve sonradan oluşu kuvvetli deliller ile zorunlu olarak sabit bulunduğu ve
sonuç olarak yeni felsefelerin ilim ve ahlâk bakımından insan yaratılışındaki
cereyanını isbata çalıştıkları, veraset kanununu (soya çekimi)n az çok bir
esası içerdiği ve fakat bunun da soya çekim şekliyle değil, hilâfet (sonra
gelme) şekliyle düşünülmesi gerektiği, yani her intikal (babadan oğula geçme)
de Allah Teâlâ'nın bizzat bir yaratma ve tesirinin gözetilmesi gerektiği ilim
ehline hatırlatılmış bulunuyor.
Evvela
ilâhî takdir ve Allah'ın yardımı hatırlatılarak buyuruluyor ki, "Vav"
harfi yine geçmiş söze atfedilmiştir. Ey Muhammed, ey Âdem oğlu, anılan nimetleri
unutma ve o zamanı da unutma ki, insanlar yeryüzünde ortaya çıkmadan önce
Rabb'ın ezelî iradesini açıklayarak ve sonsuz kudretini göstererek meleklere:
ben muhakkak yeryüzünde bir halife yapacağım, bir halife tayin edeceğim, demişti
ki, meâli: Kendi irademden, kudret ve sıfatımdan ona bazı selahiyetler vereceğim,
o bana bağlanarak, bana vekil olarak yarattıklarım üzerinde birtakım kullanma
yetkilerine sahip olacak, benim adıma hükümlerimi icra edecek ve yürütecek.
O bu hususta asil olmayacak, kendi zatı ve şahsı adına asil olarak hükümleri
icra edecek değil. Ancak benim bir vekilim, bir kalfam olacak. İradesiyle
benim iradelerimi, benim emirlerimi, benim kanunlarımı tatbik etmekle emredilmiş
olacak, sonra onun arkasından gelenler ve ona halef olarak aynı görevi icra
edecek olanlar bulunacak. "Sizi yeryüzünde halifeler yapan O'dur."
(Fâtır, 35/39) sırrı belli olacak. Bu mânâ, Ashab-ı kiramdan ve Tâbiinden
uzun uzadıya nakledilegelen tefsirlerin özeti ve sonucudur.
Burada
"yapacağım" demek, acaba "yaratacağım" demek midir, değil
midir? Bu tefsir yok değildir. fiili bir mef'ul (tümleç)e müteaddî (geçişli)
olursa "halk = yaratmak" demek olur. Burada da "halk = "
dan daha genel ve daha mutlaktır. Ve ikisine de ihtimali vardır. "Halk
= yaratma" meselesi ilerde "Ben çamurdan bir insan yaratacağım.
Onu(n şeklini) düzeltip, ona ruhumdan üflediğim zaman, derhal ona secdeye
kapanın." (Sa'd, 38/71-72) âyetleriyle belirtilecektir ki, iş bu tebliği,
takdirinden sonra görünüyor. Arada zatın takdiri ile sıfatın takdirinin farkı
vardır. Dilimizde "kalfa" deyiminin doğrusu olan halife kelimesi,
(yani birinin arkasından makamına oturmak mânâsıyla ilgili olarak) mânâsınadır.
Yani aslı "halîf "dir. Ve sonundaki bitişik tâ (tâ-i merbûta) mübalağa
içindir. Şu halde isim olarak kullanılan galip sıfatlardandır ki, Fransızca
"reprezantan" kelimesi de bu mânânın temsilcisidir, çoğulu "halâif"
ve "hulefâ" gelir, masdarı da "hilâfet"dir. "Hılâfet",
"vekalet" gibi, "asalet"in karşıtı olarak, başkasına vekil
olmak, yani az veya çok onun yerini tutarak, onu temsil etmek demektir. Râğıb'ın
"Müfredât"ında açıkladığı üzere bu vekillik de ya aslın kaybolmasından
veya bir yardımdan veya aczinden, yahut da bunların hiçbiri olmadığı halde
sırf asîlin vekiline bir şeref bahşederek lütufta bulunmasından doğar. Ve
işte Cenab-ı Allah'ın yeryüzünde velilerini halife seçmesi bu kabildendir.
Demek ki her vekilin, halifenin kıymet ve şerefi, asilin şerefi ve vekilliğin
derecesine uygundur. Cenab-ı Allah da "yeryüzünde bir halife yapacağım"
deyince, kendilerini bir danışma makamında gören melekler, bir taraftan bundaki
şerefi takdir ettiler, diğer taraftan da yeryüzündeki bir yaratığa Allah tarafından
böyle yüksek bir irade yetkisi verilmesinde bir şer ihtimalinden de korktular.
"Yerde" deyince "Ben, çamurdan bir beşer yaratacağım."
(Sa'd, 38/71) takdiri anlaşılıyordu. Acaba bu selahiyeti alan güzel kullanabilecek
mi? Acaba bunu asalet zannederek kendi çıkarına hükümler icrasına kalkışırsa
yeryüzüne fesat vermeyecek mi? Cenab-ı Hak henüz bu noktaları ve o yetkinin
derecesini ve gizli hikmetlerini bildirmemiş olduğu için melekler: orada (yani
yeryüzünde) onu fesada verecek, onda fesatlar çıkaracak ve kanlar dökecek
bir kimse, bir âmil mi yapacaksın? halbuki biz hep sana hamd ederek daima
tesbih ediyoruz ve sana özel takdisler (kutsamalar)imizi sunarız. Veya senin
için kendimizi daima temizler, temiz tutarız, dediler. Ve bu şekilde maksatları
hâşâ itiraz olmayıp, hikmetini bir istifsar (açıklanmasını istemek) olduğunu
bildirdiler. Bununla beraber hilafete, zımnen (üstü kapalı olarak) bir istek
de ortaya attılar.
Tesbîh,
Allah Teâlâ'yı tenzih etmek, yani en kudsî zatını inanç, söz ve amel bakımından
layık olmayan her türlü kusurdan arı ve uzak tutmaktır. Aslı, suda pek iyi
yüzerek uzaklara gitmek demek olan (sebh) masdarındandır ki "tef'îl"
vezninden gelişi teksîr (çoğaltma) ifade eder. Allah'ı takdis de böyledir.
Bu da esasında pek uzağa gitmek demek olan (kuds)den alınmış olarak temizlemek,
pek temiz tutmak mânâsınadır. Çünkü "tathir", pislikten çok uzaklaştırmaktır.
Bununla beraber demek olduğu gibi "nefislerimizi, senin rızan için, temizliyoruz"
demek de olabilir ki, ikisiyle de rivayet gelmiş ve bunun için yukarda ikisine
de işaret edilmiştir.
MELÂİKE
VE MELEK NEDİR?: Önce dil yönünü inceleyelim: Ebu Hayyân Endelûsî gerek "Bahr-i
Muhît" ismindeki büyük tefsirinde ve gerek "en-Nehru'l-mâdd mine'l-Bahr"
ismindeki özet tefsirinde der ki: "Melek" aslî mim olarak kuvvet
demek olan "melk"den "feal" veznidir. "Feâile"
ve "feâil" vezninde "melâike" ve "melâik" diye
çoğul yapılması şâz (kural dışı) yoluyladır. Ebu Ubeyde bu fikre sahip olmuştur.
Şu halde "melek" lügat bakımından "kuvvetli", "kuvvet
sahibi" demektir. Lâm'ın esresiyle "melik" ve lâm'ın üstünüyle
"meleke" kelimelerinin mânâlarıyle ilgilidir. Fakat bu şekilde "melâike",
kıyasa uygun olmayan çoğul olur. Halbuki arapçada kelimenin aslını bulmak
için çoğul, esaslardan biridir. Bunun için diğer taraftan mim zâid olup aslı
"mel'ek"dir, deniliyor ki, İbnü Cerîr et-Taberî de "Câmiu'l-Beyân"ında
şöyle izah eder: "Melâike", "mel'ek"in çoğuludur. Şu kadar
ki, Arap'ta tekilinin hemzesizi, hemzelisinden daha çok ve daha meşhurdur.
"Melâike"den bir melek" derler. Hemzesini kaldırarak harekesini
kendinden önceki sakin olacak olan lam'a naklederler ve çoğul yaptıkları zaman
hemze ile aslına döndürerek "melâike" derler ki, bunun örnekleri
çoktur. gibi. Bununla beraber tekilin hemze ile geldiği de vardır. Nitekim
şair şöyle demiştir: ki burada kelimesi demektir. Bazan tekilinde "me'lek"
de denilir ki, bu da yerine yerine denilmesi gibi kalb (bir harfin yerine
diğer bir harfi getirmek)tir. Dilimizde bu gibi harf değişiminin misalleri
çoktur. Mesela köprü, toprak, ekşi yerinde, körpü, torpak, eşki gibi. Fakat
tekilinde denildiği zaman çoğulunda da denilmesi gerekirdi. Halbuki böyle
çoğul yapıldığı ezberimde değildir. Bazan "melâik" ve "melâike"
diye çoğul yapılır. "Mesmâ", "mesâmî", "mesâmia"
gibi. İş bu "melek" kelimesinin aslı "mef'al" vezninde
risalet (elçilik) mânâsınadır ki (ona bir risalet gönderdi) diyecek yerde
fiilinden gelir. "Me'lek" de aynı şekilde (ona gönderdim) mânâsına
fiilinden mimli masdardır. Adiyy b. Zeydi'l-Imâdî: demiştir ki, diğer lügat
ile "me'leken = " diye de şiir söylenmiş oluyor. Bu mânâda daha
başka şahit (delil)ler de vardır. İşte "melâike"ye de bu "risalet"
(elçilik) mânâsıyla melâike ismi verilmiştir. Çünkü melekler Allah'ın resulleri,
elçileridir. Peygamberlerine ve gönderdiği kullarına gönderir. Yani "melek"
mekan ismi olmak üzere "risalet yeri" veya mef'ûl mânâsıyle Resul
(elçi), mürsel, risalet âmili, ilâhî vasıtalar demektir. Dilcilerden, tefsircilerden
bu türeyişi tercih edenler çoktur. Râğıb da "melâike" kelimesinde
bunu tercih etmiş ve "melek"te demiştir ki, nahivciler "melek"i
de "melâike"den türemiş ve mîm'ini zâid yaptılar. Halbuki bazı araştırıcılar
bunun "mülk"den olduğunu söylemiş ve şöyle açıklamıştır: Meleklerin
siyasetten bir şeyle görevli ve idareci olanına "lâm"ın üstünü ile
"melek", beşerde olana da "lâm'ın esresiyle "melik"
denilir. Şu halde her melek, melâikedir. Fakat her melâike, melek değildir.
Melek, "Andolsun söküp çıkaranlara." (Naziât, 79/1), "İşleri
taksim edenlere andolsun." (Zariyât, 51/4), "İşi düzenleyenlere
andolsun." (Naziât, 79/5), gibi âyetlerde işaret olunandır ki, "melekü'l-mevt"
(ölüm meleği) bu cümledendir. "Melekler de onun (semanın) etrafındadır."
(Hâkka, 69/17), "Bâbil'deki Hârût ve Mârût isimli iki meleği indirilen
şeyleri öğretiyorlardı." (Bakara, 2/102), "Üzerinize vekil edilen
ölüm meleği." (Secde, 32/11). Bir de der ki: Melâike, teke ve çoğula
söylenir. Şu halde bu açıklamaya göre de melek kelimesi kuvvet ve tedbirden,
melâike de risalet mânâsından alınmış oluyor. Ve aynı zamanda melâike, melekden
daha genel ve onun cinsi oluyor. Şu halde her ikisinde bir kerre risalet mânâsı
vardır.
Acaba
bu risalet sadece emir tebliği midir? Yoksa fiil tebliği midir? Yani yalnız
ilmî ve kelâmî bir ruhî tebliğ mi yapıyorlar, yoksa bilfiil ilâhî kudret ve
yaratmanın da tebliğcisi oluyorlar mı? Kur'ân âyetlerinin delaletlerine göre
her ikisinin de bulunduğunu anlıyoruz. Peygamberlere ve hatta yine meleklere
ilâhî emirleri tebliğ eden melekler bulunduğu gibi cihad ve diğer hususlarda
fiilen kuvvet ve yardım getiren melekler de bulunuyor. Ve bir de " er-Rûh"
özel ismiyle bir özel melek de okuyoruz. Halbuki âlemde hiçbir olay olamaz
ki, ona ilâhî kudretin bir özel ilişkisi bulunmasın. Şu halde melekler topluluğu,
ilâhî kudret ve tekvin (yaratman)in vahdetten kesrete (tekden çoğa) dağılmasını
ve onun özel çeşitlenmelerini ve belli olup ortaya çıkmalarını ifade eden
yapıcı prensipler olarak düşünülmek gerekir. Ve kâinatta hiçbir şey, hiçbir
olay, hiçbir fiil ve hareket düşünülemez ki böyle bir risalet ile vaki olmuş
olmasın. Bundan başka bir çeşit melekler daha vardır ki, bunlar olayları yaratılmadan
önce, emre ve kelâma ait durumları, diğer deyimle ruhî durumları düşünen varlıkların
ruhî cereyanlarına ait ilâhî emirlerin ve irşadların özel görünümlerini ifade
ederler. Bunlar daha önce idrak elçileridirler. Anlayışlı ve muhtar olan yapıcı
prensiplere, fiilden önce hayrın ve ilâhî hoşnutluğun durumunu gösterirler
ve meleklere olduğu gibi beşere de vekil edilmişlerdir. Şeytanın meleklerle
karşı karşıya olmaları da bu yöndendir ve çoğunlukla melekler yalnız bunlar
sanılmıştır. Biz her olayı iki başlangıç ile düşünürüz ki, birisi yapıcı başlangıç,
diğeri de kabul etmenin başlangıcıdır. Gördüklerimiz bu ikisinin müşterek
değeridir. Asıl madde bu kabul etme prensibinden ibarettir. Biz asıl maddeyi
görmeyiz, gördüğümüz hep yapıcılığın eseridir. Görülen her fiil ve hareket,
her iş ve olayda bizzat veya dolaylı bir yapıcı başlangıç tanırız. Şüphe yok
ki, hareket ettiricisiz bir hareket yoktur ve madde kendi kendine etkisizdir.
Bundaki her hareket ve sükun dolaysız veya dolaylı yapıcı bir hareket ettiricinin
kudretinin eseridir ve her olay böyle bir etkin yapıcının görünmesidir. Biz
eseri görür, eseri idrak ederiz. Halbuki aynı eserle gerçekte idrakimize görünen
o etkili yapıcının bir parıltısıdır. Madde onun altında bir akla uygunluktur.
Gördüklerini madde zannedenler, onu kuvvet sayesinde gördüklerini bilmelidirler.
Buradan filozofların kuvvet nazariyesine atlıyacak olursak, bütün kuvvet ve
kudretin Hak Teâlâ'da birleştiğini ve ilâhî kudretin ilk meydana çıkma vasıtası
ve görüntüsü, meleklerin elçiliği demek olduğunu hatırlatmak kolay olur. Fakat
bunların yanında idrak etme kuvvetleri de vardır ki, onlar da olayları olmadan
önce anlatan ilâhî lütfun tebliğcisidirler ve şu halde meleksiz bir olay düşüncesi
mümkün değildir. Meleksiz bir damla yağmur bile düşmez. Şu kadar ki, insana
özgü irade ile ilgili gelecekteki kuvvetler şer ve fesat sebebi gibi aldatmacılık
yapan ruhlar ve şeytanî kuvvetler de -yukarda açıklandığı üzere- bu meleklere
karşıdırlar.
Bu
açıklamayı yaptıktan sonra meleklerin mahiyet ve çeşitleri hakkındaki görüşleri
de kısaca anlatmak faydalı olacaktır. Meselenin konusu şudur: Meleklerin bizzat
var olan zatlar olduklarından, diğer deyişle cevher cinsinden olduklarında,
akıllı olanların ittifakı vardır. Fakat bunlar mütehayyiz (yer tutan) midirler,
mücerred (soyut) midirler? Bunda fikir ayrılığı ediliyor.
1-
Mütehayyiz (belli bir yer tutan)lerdir: Melekler, birtakım esire ait latif
cisimlerdir ki, çeşitli şekiller ile oluşmaya güçleri yeter. Bu görüş kelâmcıların
çoğunluğunun görüşüdür. Çünkü diyorlar peygamberler bunları şekilleriyle görmüştür,
şekiller ise cismanîdirler, boyutları vardır. Bir de maddesiz soyut kuvvet
(kuvvet-i mücerrede) düşüncesi, bizzat ilâhî kudreti düşünme demektir. Allah'tan
başka bizzat mücerred yoktur. Madde tasavvurdan silindiği zaman, tasavvur
olunan halis kuvvet ve kudret, ilâhî kudretin kendinden ibaret kalır. Henüz
hiçbir teşekkülü olmayan atomlar halindeki halis madde ise mümkün ve sırf
hareketsizliktir. Onda hiçbir yapıcılık ve kuvvet yoktur. Bunlara yapıcılık
demek olan kuvvet verildiği zaman belli bir şekli olan bağlantılı esire ait
bir cisim olurlar. Denilebilir ki, özel şekil bunların hakikatleri değil,
maddedeki görünümleridir. Şu halde kendileri madde ötesidir. Buna şu cevap
verilir ki, melekler ve resul deyimi de bu itibarladır. Yoksa madde ötesinde
bunlar aynen ilâhî kudrete dönerler. Bu görüş asrımızda Fizik bilginlerinin,
esirsiz kuvvet düşünmemelerine benzer.
2-
Filozofların ve özellikle İslâm filozoflarının görüşleridir ki, melekler ne
mütehayyiz (belli bir yer tutan)lerdir, ne de cisimlerdir. Bunlar beşere ait
düşünen nefisler, yani insana has ruh gibi soyut cevherlerdir. Fakat mahiyetçe
bunlardan başkadırlar. Kuvvetçe daha mükemmel ve bilgileri daha çoktur. Aralarındaki
ilgi, güneş ile ışığının ilgisi gibidir. Ve bunlar iki kısımdırlar. Bir kısmı
Hakk'ın ilmine garkolmuş ve başkasıyle meşgul olmaktan uzaktırlar. "Gece
gündüz tesbih ederler, hiç ara vermezler." (Enbiya, 21/20). Bir kısmı
da kaza ve kader kaleminin cereyanına göre gökten yeryüzüne kadar işleri idare
ederler ki, bunlar da "İşi düzenleyenlere andolsun." (Nâziat, 79/5)
âyeti ile anılanlardır. Ve bunların göğe ve yere ait olanları vardır. Öncekiler
de bunların ruhları durumundadırlar.
Hıristiyanlardan
bir grubun da, "melekler, bedenlerinden ayrılmış beşere ait faziletli
ruhlar" diye anladıkları tefsirlerimizde ve kelâm kitaplarımızda anılıyor.
Zamanımızda İslâm dışı felsefelerin maddeyi kuvvete, kuvveti ruha döndüren
görüşleri de, esasında filozofların zikri geçen soyut cevherler kavramıdır.
Soyutları,
itibarî işler sayanlar da kelâmcıların mezhebine döndürülebilirler.
Yukarıda
açıklanan seçkin görüş üzere bütün maddî kâinat bir sema olduğuna ve bunlardan
başka gökler bulunduğuna göre, meleklerin hakikati ve bunların makamlarının
ne kadar yüksekliklere ve derinliklere varacağını tasavvur etmelidir. Bunların
çokluğunu anlatmak için Peygamber (s.a.v.) Efendimizin şöyle buyurduğu nakl
olunmaktadır: "Gök gıcırdamaktadır. Ve gıcırdamak hakkıdır. Onda bir
ayak yeri yoktur ki, bunda secde eden veya rükû' yapan bir melek bulunmasın."
Bu konuda temsilî olarak şöyle bir artan oran da rivayet olunmuştur. "Âdemoğlu
cinlerin onda biri; bunlar yeryüzü hayvanlarının onda biri; hepsi kuşların
onda biri; bunların toplamı deniz hayvanlarının onda biri ve bütün bunlar
yeryüzünde görevli olan meleklerin onda biri kadardır. Sonra dünya göğünün
melekleri bütün bunlardan o oranda çok fazla ve bütün bunlardan ikinci gök
melekleri de o oranda çok, yedinci göğe kadar artarak hep böyle, sonra bunların
bütün toplamı Kürsîye ait meleklere göre az bir şey, sonra hepsinin toplam
adedi altıyüz bine ulaşan Arş perdelerinden birinin meleklerine göre onda
bir kalmaz. Ve bunlardan bir perdenin, yani bir büyük perdenin uzunluk ve
yüksekliğine göre gökler, yeryüzü ve içindekiler ve araları bir özel değer
teşkil etmezler ve bunun her karışında bir secde veya rükû eden veya ayakta
duran melek vardır ki, onu tesbih ve takdir eder. Sonra bunların toplamı Arş
etrafında dönen meleklere karşı denizden bir damla kalır. Sonra İsrafil aleyhisselâmın
yardımcıları olan Levh melekleri ve Cibrîl aleyhisselâmın askerleri olan melekler
sayısızdır. Cinslerini, ömürlerinin müddetini, ibadetlerinin nasıl olduğunu
ancak Allah bilir." "Rabbin ordularını ancak kendisi bilir."
(Müddessir, 47/31). Yine Peygamber (s.a.v.) Efendimizden şöyle rivayet olunmuştur
ki: "(Peygamberimiz) göğe yükseldikleri (miraca çıktıkları) zaman kale
burçları gibi bir yerde bir kısım melekler görmüştü. Bunlar birbirlerinin
yüzüne doğru karşılıklı olarak yürüyüp gidiyorlardı. "Bunlar nereye gidiyorlar."
diye Resulullah Cebrail'e sordu. Cebrail: "Bilmiyorum. Ancak yaratıldığımdan
beri ben bunları görürüm ve önce gördüğümün bir tanesini bir daha görmem."
dedi. Onlardan birine, ikisi birden: "Sen ne zaman yaratıldın?"
diye sordular. O da: "Bilmiyorum, ancak Cenab-ı Allah her dörtyüz bin
senede bir yıldız yaratır. Ben yaratıldığımdan beri de dört yüz bin yıldız
yarattı." diye cevap verdi." Meleklerin çokluğunu ve Allah'ın kudretinin
geniş tecellilerini anlamalı..
"Sanatı
karşısında akılların hayrete düştüğü Allah'ı tenzih ve tesbih ederiz. Kudreti
karşısında en güçlü kimselerin aciz kaldığı Allah'ı tesbih ederiz."
Şüphe
yok ki, bu aydınlatmalar asrımızdaki Astronomi ilmi fikrinden de çok yüksektir
ve bunların hepsini esire mensup hafif cisimler ile sınırlamak da pek uygun
olmasa gerektir. Onlar sonuç olarak yeryüzüne ait melekler ve dünya semasının
meleklerini açıklayabilir. Meğer ki dünya göğünün dar mânâsıyle tefsirinde
ısrar edilsin. Bu ise kelâmcıların seçtiği fikir değildir. Bu âyette zikredilen
melekler hakkında da küçük bir ihtilaf vardır. "Bundan maksat yeryüzü
melekleridir." diyenler olmuştur ki, bu da Dahhâk'ın, İbnü Abbas (r.a.)'dan
bir rivayetine dayanmaktadır. Fakat Sahabe ve Tâbiînin çoğu, lafzın genelliğine
ve bunu tahsis eden birşey bulunmadığına dayanarak bütün melekler olduğunu
söylemişlerdir.
İşte
bütün melekler yeryüzünde hilafetle ilgili böyle bir ezelî takdirin kendilerine
tebliği üzerine ilâhî hitab karşısında "orada bozgunculuk yapacak, kan
dökecek birisini mi yaratacaksın? Oysa biz seni överek tesbih ediyor ve seni
takdis ediyoruz" diye maruzat (sunuş)ta bulundular. Cevap olarak Rabbın:
"Şüphesiz ben sizin bilemiyeceklerinizi bilirim." buyurdu. Şüphe
yok ki mutlak bir şekilde düşünüldüğü zaman bunun böyle olduğunu ve ilâhî
ilmin kendilerinden çok fazla ve yüksek olduğunu melekler bilirlerdi. Öyle
iken inkâr makamında te'kit ifade eden ile kuvvetlendirerek Cenab-ı Allah'ın
bunu tekrar hatırlatması gösterir ki ilâhî istek, bu genellik içinde bir özeli,
yani istihlâf (birini yerine geçirme) meselesini, hedef almaktadır ki, meleklere
gizli kalan ve şer ihtimali karşısında şaşma ve uzak görme ve özellik arzetme
ile söz söylemelerine sebep olan da bu idi. Şu halde mânânın sevki, "Hilafetin
hikmet ve sebepleri ve ona layık olma meselesi hakkında bilmediğiniz yönler
var. Ben sizin bilmediğiniz bir çok şeyleri bildiğim gibi, bunu da bilirim."
demek olur. Ve bununla cevabın soruya her yönden uygun olması için, bu bapta
yalnız meleğe has hasletlerin yetersizliğine ve talebin caiz olmadığına da
-dolayısıyle- işaret buyurulmuştur. Burada hikmetine de tenbih vardır.
31-Cenab-ı
Allah onlara bu cevabı verdi bir taraftan da Âdem'e bütün o isimleri öğretti.
Ya o isimleri Allah kendi koyup Âdem'in ruhuna nakş ve ilham etti veya Âdem'e
bunları gerektiğinde koyup kullanacak bir özel yeteneği haiz bir ruh üflemeyi
takdir etti ki, önceki zahir (açık), ikincisi muhtemeldir. Talim ile (yani
öğretmek ile) bildirmek herkesin bildiği şeydir. Bundan Hz. Âdem'in dilin
esası olan isimleri birdenbire bir anlatma ile bilmiş olmayıp, terbiyenin
sırrı hükmünce bir yetenek ile az çok bir tedriç (azar azar ilerleme) içinde
belleyeceği anlaşılır. Ve burada, bu öğretimin geçmişinin takdiri ve bizzat
Âdem'in kendine özgü sıfatı açıklanıyor ki, bu sıfat beşer türünün mahiyet
ve ilk fıtratı demektir. Zira Âdem bu türün ilk ferdidir ve türe ait duyguların
aslı ondan miras kalmıştır.
Bu
isimler nedir? Ve istiğrak (genelleştirme)ın kapsamı ne kadardır? Yani bütün
eşyanın isimleri midir? Yoksa birtakım bilinen isimlerin toplamı mıdır? İlmî
tabiriyle deki "elif lâm" istiğrak için midir? Yoksa "Allah'ın
öğretmesini murat ettiği isimler" mânâsına ahd-i hâricî olup bunun te'kidi
midir? Bu noktada selef tefsircilerinden birkaç görüş vardır:
1-
Bu isimler, insanların tanışmalarına, anlaşmasına sebep olan bütün isimlerdir.
İnsan, hayvan, yer, deniz, dağ, eşek ve diğerleri hepsi (İbn Abbas'dan Dahhâk);
karga, güvercin ve herşeyin ismi (Mücahid); her şeyin ismi, deve, inek, koyuna
varıncaya kadar (Said b. Cübeyr); her şeyin ismi, hatta şu, bu abdestsizlik
bile (İbnü Abbas'dan Said b. Ma'bed); her sınıf halkın ismi ve cinsine çevrilmesi,
şu dağ, bu deniz, şu şöyle, diye her şeyin ismi (Katâde). Bunların özeti,
bütün dillerin aslı olan dilin hepsi oluyor. Ve "elif lâm" genelleştirmeye
hamlediliyor. Bundan kıyamete kadar olmuş, olacak bütün şeylerin isimleri
mânâsını anlayanlar da olmuştur.
2-
Meleklerin isimleri (Rabi' ve daha diğerleri)
3-
Zürriyetinin isimleri (İbnü Zeyd'den, İbn Vehb'den Yunus b. Abdi'l-Alâ ve
diğerleri). Bu iki şekilde de "elif lâm" ahd içindir ve bunun karinesi
gelecek olan deki zamir gösterilmiştir. Çünkü tağlib muhtemel olmakla beraber
zamirinin akıl sahipleri için olduğu açıktır. Ve bu karineye göre bazı tefsirciler
hem meleklerin isimlerini ve hem nesillerin ismini kapsamasını (yani ikinci
ve üçüncü görüşü) toplamışlardır. Bu isimleri, Allah'ın isimleri diye telakkî
etmeye bu zamir engeldir.
4-
Esmâ (isimler)dan murad dil değil, eşyanın duyguları, diğer deyimle o duygulardan
oluşan ilmî suret (biçim)lerdir, diye de tefsir edilmiştir. Fakat bunun ilimden
çok kelâm, hiç olmazsa kelâm-ı nefsî (zata mahsus kelâm) olan zihin olması
gerekir. Her ne olursa olsun burada kat'î (kesin) olan nokta, Hz. Âdem'e -az
veya çok- lisan öğretilmiş ve onun ilim ve kelâm sıfatlarına mazhar kılınmış
olması, kelam ve dil meselesinin hilafet işinde önemli yerinin bulunmasıdır.
Lisan
hususunda bütün Âdem oğullarının zamanımıza kadar vaki olan tenevvü (çeşitlenme)
ve ilerlemelerinin hepsi, esas itibariyle, Hz. Âdem'in yaratılış bakımından
şereflendirildiği bu isimleri öğrenme özelliğine borçludur. İlim ve mantık
özelliği, bu şekilde, insan türünün aslî yaratılışında kendisinde dahil bulunmuş
ve bundan önce insanlığa ait hakikat ve tam mânâsıyle Âdem'e özgü ruh tamam
olmamış olur. Bu şekilde kelâmla ilgili kuvvet, insana mahsus ruhun mahiyetinden
bir kısım teşkil etmiştir. Cenab-ı Hak, bu gücü Âdem'in ruhuna şahsî olarak
bahşetmiş ve nefh (ruha üflemen)in tamamından sonra da, Âdem bilfiil lisan
şerefiyle şereflenmiş olarak, gereğine göre, isimleri konuşmuştur. Şu halde
Âdem'den önceki yaratıklar, her ne türden olursa olsunlar, lisandan mahrumdular
ve bundan dolayı insan değildiler. İnsanlık hilafeti Âdemoğlu ile beraber
bulunur. Günahı, insanın zâtisi (kendisi) sayıp da, ilim sıfatını, kelâm sıfatını
arazî (gelip geçici) saymak isteyenler insanı bilememişlerdir. Bundan da şu
sonuca geliriz ki, bu öğretim, ruha üflenmeden önce yalnız Âdem'in ruhunda
idiyse, ona kelâma ait kuvvetin, isim koyma kabiliyetinin verilmiş olduğunu
ifade eder. Ve bu şekilde isimlerin bizzat koyucusu, Allah'ın verdiği kudretle,
peyderpey Adem olmuş olur. Ve eğer -zahir vechile (görünüşe göre)- ruhun üfürülmesi
ile beraber veya sonra ise isimleri koyan Allah Teâlâ'dır. Ve Âdem'e ilham
veya kesin ilim ile peyderpey öğretmiştir. Öncekinde kıyamete kadar bütün
dillerin isimlerini içeren bir hakikî istiğrak (genelleme) olur. İkincide
ilk konuşulan bütün isimlere tahsis edilen ahd-i hâricî olur. Tefsir bilginlerince
öğretim böyle iki şekilde te'vil edilmiştir. Ve ilm-i usûl (Fıkıh Usûlün)de,
buna bağlı olarak vaz-ı lügat (dil meydana getirme) meselesindeki anlaşmazlık
hasıl olmuştur. Açık olan, her halde bizzat öğretme ve o öğretmenin takdiridir.
Yani lisan, Âdem'in hilafetinin eseri değil, hilafetinin sebebidir.
İşte
Allah Teâlâ Âdem'e böyle isimleri öğretti. Öğretimden bir müddet sonra da
bu isimlerin müsemmalarını (yani delalet ettikleri zatları) meleklere arzetti.
Buradaki zamirinde bir dil inceliği vardır ki, lisanımızda bulunmaz. denilmeyip,
buyurulması, arzolunan şeylerin akıl sahibi olduğunu açıkça göstermektedir.
Ve isimleri şarta bağlatan karine de budur. Bu zamirin meleklere dönmesi ve
o isimlerin meleklerin isimleri olması da, bunların meleklere arzı ile uygun
olmuyor. Şu halde en açık mânâ, ad verilmiş olanların Hz. Âdem'den sonra gelecek
olan nesilleri olmasıdır. Geçmişte anılan isimler de bunların isimleri (yani
insan isimleri) demek olur. Bununla beraber bütün isimlerin öğretilip de,
yalnız bunların arz edilmiş olması da ihtimal dahilindedir. Fakat her iki
halde böyle olmak için nesillerin yaratılmış olması gerekir. Halbuki âyette
henüz Hz. Havva'nın bile yaratıldığına işaret yoktur. Ve kıssanın siyakı (gelişi)
da buna muhalif görülmektedir. Bu müşkil (problem), bilinen bir hadis ile
açıklanıyor ki bunlar meleklere, küçük karıncalar, mikroplar misalinde arzedilmişlerdir.
"nesil veya küçük karıncanın misalleri"(1) ki zürriyyet (nesil)
kelimesi bundan türemiştir. Bu hadis bunların o zaman Âdem'de henüz tohum
halinde (yani gelecekte bütün Âdem oğullarını temsil eden ilk meniye ait tohumcuklar
şeklinde) bulunduklarını anlatır. Eğer burada bu olayların yoğun cisimler
âleminde olmayıp, Hz. Âdem'in ruhunun takdiri veya ruhunun esiri yumuşak bir
cisim kazanması halinde olduğunu tasavvur edebilirsek, o esirle ilgili cismin
parçalarında kıyamete kadar gelecek Âdem oğlunun birbirine bağlı temessülleri
(bir şekil veya surete girmeleri) veya ruhundaki nesillerin manevi suretleri
o isimlerin meleklere arz olunan mânâları olarak düşünülebilir. Ve böyle olmasına
olayın yeryüzüne inmeden önce olması karine demektir. Bu şekilde meleklere
arz, hissî arz değil, ilmî ve hakiki arz olur. Gerçekten isimlerin asıl medlûlleri,
eşyanın ilmî suretleridir. Kelimelerin mevzuu lehi (konusu) asıl bunlardır.
Demek Âdem'e önce eşyaya ve bilhassa nesilleriyle ilgili ilim verilmiş ve
bundan başka bu bilgilere ait isim ve dile ait suretler de öğretilmiştir.
Meleklerde olmayan da budur. Bunlar takdir edilmiş ve yere inişten sonra da
Hz. Âdem bunların yapılışlarını yerde görmüştür. Burada fiilî olarak ilmin
fıtrî (doğuştan) veya sonradan olma meselesi vardır ki, başka yerlerde açıklaması
gelecektir.
Rabbın
meleklere bunları arzetti ve gösterdi de Haydi siz işaretle ifade etmek istediğiniz
hilafet yeteneğinizi göstermekte sadık (yani musîb = isabetli) iseniz işte
bunların isimlerini bana güzelce haber veriniz, buyurdu. Bu zatları, sade
kendileriyle değil, isimleriyle de tanıtabileceklerini sorarak önce melekleri,
aczlerini ortaya çıkarmak ve isbat etmek için, imtihan etti. Ve bununla şunu
da anlatmış oldu ki tasarruf, tedbir, adaletli olma, bunların ilgilendikleri
şeyleri, yeteneklerinin mertebelerini ve hukukun miktar ve derecelerini bilmeye
ve bundan başka bir de bizzat huzura getirmeye muhtaç olmaksızın gıyaplarında
da isimleriyle anlatabilmeye bağlıdır. Ve bu hususta ilim sıfatından daha
fazla bir özellik ve meziyet ifade eden kelâm sıfatının, dile ait kuvvetin,
diğer deyimle hakikate uygun konuşma veya düşünmenin şahsî bir kıymet ve önemi
vardır. Bu olmadan hükümleri yerine getirmek mümkün değildir.
32-Bu
imtihana karşı melekler: "Sübhaneke, en yüksek tesbih ve tenzih sana
ya Rab!... Senin bize bildirdiğinden başka bizim hiçbir ilmimiz yoktur. Her
şeyi bilen ve daima bilen âlim ve her yaptığında hakîm (hikmet sahibi) hakikaten
sensin ve ancak sensin." dediler ve böyle aczlerini ortaya koydular,
tesbih (Allah'ın yüce ve münezzeh olduğunu ifade) ettiler.
SÜBHÂN,
tesbîhin bir özel ismidir. "Sübhâneke" de çoğunlukla tevbe başlangıcı
olur. Şimdi burada şu sorular akla gelir: Melekler hiçbir isim bilmiyorlarsa,
o zaman kelâm sıfatından tamamen mahrum bulunuyorlardı, demek olur. O halde
bu sözleri nasıl söylüyorlar ve ilâhî kelâma nasıl muhatap oluyorlardı? Yok
eğer bunlar tamamen mahrum değiller de henüz gösterilen yeni şeylerin isimlerini
bilmiyorlar idiyse, o zaman naibliğe mutlak yeteneksizlikleri nasıl sabit
olur? Gerçekte esma (isimler)dan maksat birinci rivayet vechile bütün isimler
ise, meleklerin bütün isimlerden mahrum bulunacakları cihetle, bizzat kelâm
sıfatları olmadığı ve ancak ilim sıfatından bir hisseleri bulunduğu anlaşılır.
Ve eğer nesilin isimleri ise, diğer isimleri men' etmeyeceğinden kelam sıfatına
engel olmaz ve bu şekilde meleklerin liyâkatsizliğini isbat etmek istenmeyip,
başka bir hikmetin meydana çıkarılması istenir. Lakin her iki takdirde melekler
ile olan ilâhî hitaplaşma (konuşma) kelâm sıfatına dönmeyip, mânâsı büsbütün
başka olmak ve ilim sıfatı ile te'vil edilmek zahirin (açık metnin) gereğidir.
Önceki umum (genel) takdirinde bu zorunludur. Husus (özel) takdirinde ise
liyakat (yetenek) hikmeti hasebiyle açıktır. Şu halde melekler isimleri, kelâmı
Âdem'in haber vermesiyle öğreneceklerdir. Burada Kelâm ilminin güç bir meselesine
gelmiş oluyoruz. Şu kadar söyleyelim ki, asıl ilim hakikatin bizzat bir görünümü
ve bir özel inkişafıdır. Kelâm da ilmin bir tecellisi, hem de bir dal, bir
alâmet ile naib (vekil) olmak suretiyle tecellisidir. İlmin aslında hakikatin
bizzat bir vechi vardır. İsimde, kelâmda ise o vechin ancak bir vekili vardır.
Çünkü ismin asıl mânâsı bir şeyi zihne yükseltmek için alâmet ve delil olan
şey demektir ve ıstılâhî (terim) mânâsı bundan alınmıştır. Şu halde isim kendisi
de bir şey olmakla beraber, isimliği diğer bir şeye vekil ve alâmet olması
bakımındandır. Ve Allah daha iyi bilir, bu hikmetten dolayıdır ki, hilafete
liyakat, isimlerdeki ve kelâmdaki bu vekalet mânâsı ile uygun olmuştur ve
Allah bunu başlangıçta Âdem'e ihsan etmiştir. Ve işte beşerî ilimler, vekilliği
olan bu kelâma ait şekillerin araya girmesiyle ilgili olduğundan dolayıdır
ki, gölgeli tasavvurlar ile doludur. Ve keşfe ait ilim ile, isme ve fikre
ait ilmin büyük farkları bundandır. Demek ki, Cenab-ı Allah ile meleklerin
önceki konuşmaları hiçbir isim ve vekalete ait suretler karışmayan ve bizzat
hakikat vechi üzerinde vaki olan bir ilmî cereyandır. Ve meleklerin konuşmaları,
tesbihleri, takdis (kutsama)leri, bizzat olan bir ilmî aydınlatma demektir
ki bununla, asıl kelâm sıfatının vekalete ait olan cereyan tarzındaki fark,
açıktır. Şu halde meleklerin bilmedikleri ve bildiklerinde eksikleri bulunabilirse
de hataları ve cehl-i mürekkeb (bilmediğini bilmedik)leri olmaz. Ve bunun
için denilmiştir ki, melekler ancak nass (dinî delil) ile amel ederler. Beşer
ise istinbat ve kıyas kuvvetine, gücüne sahiptir. Yukardaki ifadelerinde de
açıktan yetenek iddiasında bulunmamışlar ve yeni anladıkları meseleyi eksik
olarak görebilmişler ve vekaletin hakikatini bilmemekle beraber, söylediklerinde
de hakikatın bir cihetini söylemişlerdir. Beşeriyetin hata ve bilmediğini
bilmeme kabiliyeti de kendilerindeki kelâm sıfatı ve bundaki vekalet değeri
ile ilgilidir. Şeytan bunları bu yönden aldatabilir. Gerçi kelâm, esas itibariyle
hakkı ve doğruyu bilme konusudur ve onun vekilidir. Ve bu vekilin temsil ve
delaletinde de ciddiyet vardır, fakat kelâmın kendisi olmayan bir tesir ile
yalan söylenir. Sonra kelam, ilmin aynı ve hakkın aynı diye alınır da kelam
ve vekalete ait suretler ile, karışmış olan fikre ve tasavvura ait suretler
bizzat hak ilim yerine konulur. Ve hasılı bilerek söylenilmez, bilerek anlaşılmaz
ve hepsinin ötesinde hak istenmez ve araştırılmaz; vekaletin tabiatı, bir
asalet kabul edilir. Ve o zaman insanlığın bütün şer ve fesadı başlar. Halbuki
Cenab-ı Hak, Adem'in fıtratını, kendi sıfatından hem ilim ve hem kelâm sıfatlarına
mazhar kılmış ve kendine isimleri öğrettikten sonra meleklerin karşısında
yeteneğini isbat için bir de imtihan yapmıştır.
33-Melekler
aczleri (güçsüzlükleri)ni itiraf, ilim ve hikmeti teslim edince Rabbın: "Ey
Âdem, bunlara şunların isimlerini güzelce haber ver." dedi. Ve halifenin
kim olacağına da bu hitap ile işaret etti.
"Âdem"
isminin "üdme"den veya "edîmü'l-ard"dan türemiş (ef'alü)
vezninden Arapça bir kelime olduğu rivayet olunuyorsa da A'cemî (yani Arapça
olmayan) ve (fâalü) vezninde olması tercih edilir. Zemahşerî, Beydavî, Ebu's-Suûd
ve diğerleri gibi muhakkikîn (tahkikciler)in tercihi budur. İmam Şa'bî bunun
"azer" ve "a'zer" gibi İbranî dilinden olduğunu ileri
sürmüş, Süryanice'de de "Adem"in "toprak" demek olduğunu
söylemiştir. Bazıları da bunun aslı "hâtam" vezninde Süryanice olduğuna
ileri sürmüştür ki, bu şekilde dilimizdeki "adam" telaffuzu asla
daha uygun olmuş olur. Arapça ise özel isimlik ve fiil vezninde olduğundan
dolayı; Arapça olmadığına göre de özel isimlik ve ucme (aslı Arapça olmayan)
kelimelerden olduğundan dolayı gayr-i münsarif (cer ve tenvini kabul etmeyen)dir.
Ve her iki takdirde bir cins ismi olmayıp, özel isim olduğu muhakkaktır. Âdem
beşer, insan gibi cins ismi yerinde kullanılacak olursa çoğulu "avadim"
gelir ve o zaman çoğulu gayr-i munsarif olursa da, müfred (tekil)i munsarif
(cer ve tenvini kabul eden) olmak ve "raeytü âdemen" demek gerekir
ki, "âdemiyen" " (ferden min benî âdem = ) demektir. Ve doğrusu
hariçte her cins ismi başlangıçta bir özel ismin genellemesidir. Ve vahid
(tek), çoğa -tabiatiyle- mukaddem (öncelikli)dir. Her halde Arapça'dan başka
İbranî ve Süryanî'de bu ismin çeşitli lehçelerinin bulunduğu anlaşılıyor.
Sâbiede isminin bile Arapça olmayarak, bu isim ile bir ilgisi görünüyor. Bununla
beraber Ebu'l-Beşer (beşerin babasın)in çeşitli dillerde başka başka isimlerle
yad olunduğu da nakl ediliyor. Şehristânî'nin "el-Milel ve'n-Nihal"de
açıklamasına göre Mecûsîlerden Küyumseriye grubu "Keyumers, Âdem'dir"
derler. Ve Keyumers'in Âdem olduğu Hint ve Acem tarihlerinde de görülmüştür.
Fakat diğer tarihçiler buna karşı çıkmışlardır. İbnü Esir de "Kâ-mil"inde
"mecusun Ceyumers dediği Hz. Âdem'dir." diye zikreder. En açığı,
Adem isminin beşerin ilk lisanına ait bir kelime olmak üzere ele alınması
gerekecektir.
İşte
Cenab-ı Allah meleklerden sonra Âdem'i de bu emir ile imtihan etti ve Âdem
onları isimleriyle tafsilatıyla anlattı. bunun üzerine Âdem o arzolunan şeyleri
isimleriyle onlara haber verince: Rabbın meleklere: "Ben size her halde
ben semaların ve arzın gaybını bilirim demedim mi? Ve siz ne açıklıyor ve
ne gizliyor idiyseniz onu da bilirim." buyurdu. Ve bununla önceki "ben
sizin bilmediklerinizi bilirim" yüksek sözünün mânâsını genişletti ve
açıkladı. Bundan anlaşılır ki icmâl (kısaltmak) hakikatte tafsilin aynıdır.
Şu da anlaşılır ki, meleklere olan kelamın hakikati ancak mânâdan ibarettir.
Lafza ve isme ait suretler değildir, yoksa icmali söyleyen tafsîli söylemiş
olmazdı. Yukarda hatırlattığımız üzere bu tafsîlin mâsîka lehi (sevkolunduğu
şey) de genel değil özel, yani bu meyanda bilhassa Âdem aleyhisselâmda tahakkuk
eden hilafetin sebeplerini açıklamak, hikmet ve kudreti ortaya çıkarmaktır
ki; "İşte sizin başlangıçta anlayamadığınız hikmetin sırrı ve liyakatin
sebepleri budur." demek olur. Cenab-ı Allah bütün ilâhî sanatını böyle
sebeplere ve gizli hikmetlere bağlamıştır. Fakat ona karşı hiçbir sebep ile
yetenek ve hak etme davasına kalkmakta da hak yoktur. Çünkü o bir şey murad
ederse böyle yeni sebepler yaratır ve neticesini de o suretle ihsan eder.
Müsebbibü'l-esbâb (sebepleri yaratan)a sebeb ile hak iddiasına kalkışmak mânâsız
olur. Aslî ve hakiki sebep ancak onun iradesidir, hikmet de onun gereğidir.
Görülüyor ki Cenab-ı Allah Âdem'i halife olmak üzere yaratmış ve durumu meleklerine
istişare eder gibi kısaca tebliğ etmiş ve malum cevap üzerine onu isimleri
öğretmekle terbiye etmiş ve sonra melekler ile beraber imtihandan geçirip,
meleklere güçsüzlüklerini açıklatmış ve ona bilfiil ehliyetini isbat ettirmiş
ve meleklerin devamlı tesbih ve takdis göreviyle meşgul olması, bu yeni makama
liyakatleri için yeterli sebep olmadığını da göstermiş ve nihayet onları Adem'e
boyun eğdirmek için hazırlamıştır.
Hasılı
bu kıssada ilâhî rububiyetin tecelli tarzı büyük bir açıklık ve pek ince bir
üslub ile anlatılarak insanın aslî fıtratında dürülmüş olan enfüsî (subjektif)
ilâhî nimetler hatırlatılmış ve bununla ilâhî rububiyete bilgi temin edildikten
sonra gıyabtan mütekellim (konuşan)e iltifat (dönme) yoluyla sonrası da ayrıca
bir hatırlatmaya tabi tutulmuştur. Şöyle ki:
34-
dördüncü nimet olarak o vakit de hatırla ki biz meleklere: "Âdem'e secde
ediniz." diye emrettik de İblis'den başkası derhal secde ettiler. O dayattı
ve kibirlendi yahut
Aslen
lügatta "secde", son derece tevazu ile alçalıp baş eğmektir ki,
"kibr"in tam zıddıdır. Dînen de alnını yere koymaktır ki, ta'zîm
(büyükleme) ve itaat etmenin en yüksek şeklidir. Ve ondan daha özeldir. Zira
önceki, ayaklar altına yatıp yuvarlanmakla dahi olabilir. Şer'î mânâsında
ibadet kastını ilave etmeye lüzum yoktur. Çünkü secdenin ibadet olması için
niyet şart ise de, secde olması için şart değildir. Bununla beraber dile ve
şeriate ait her secdede bir alçalma, ta'zim ve itaat vardır. Bunun için Allah'dan
başkasına secde etmek dinî bakımdan küfürdür. Ve secde fiilî bir ta'zim ve
itaat etme olduğu cihetle, yalnız kalbî olan itaat hakkında mecaz olur. Acaba
meleklerin secdesi hangisidir? Kur'ân'a mahsus kelimeleri şer'î mânâsına yormak
gerekir ve melekler cismanî şekilde de görülebileceklerinden "alın koyma"
(vaz-ı cephe) mânâsı mümkündür. Bununla beraber meleklerin secdesini kendi
hakikatleri ile uygun olarak düşünmek ve hilafet gereği Âdem'e ilâhî emirle
bir fiilî tasdik halinde kabul etmek daha uygundur. Bu ise Âdem'e bir saygı
gösterme olmakla beraber bizzat Allah Teâlâ'ya bir ibadettir. Bununla melekler
ilâhî hükümlerin yerine getirilmesi bakımından Âdem'e hilafet mertebesine
uygun bir şekilde hizmet ve yardıma memur edilmiş ve bir ahde (söz verme)
bağlanmış demek olur. O halde melekler, Adem'e bizzat boyun eğmiş değil, fakat
hilafete hizmetçi olacaktır. Ve herhalde asıl mabud, yüce yaratıcıdır. Hasılı
bu secde Âdem'e bir ibadet değildir.
İşte
insanlar böyle bir babanın evladıdır ve kendileri onun halefi, onun halifesidirler.
Bu nimeti bilmeli, bu kardeşliği takdir etmeli ve hiç biri âlemde asalet iddiasıyle
kendi hesabına yaşamaya çalışmamalı, büyük bir kardeş topluluğu halinde yaşamalı
ve yaşamak için kendi hükümlerini değil, Allah'ın hükümlerini, Allah'ın emirlerini,
kanunlarını tatbik etmeli ve o zaman meleklerin de kendilerine hizmet edeceğinden
ümitli olmalıdır. Bunda emre karşı gelen ve kibirlenen İblis'in tâbilerinden
olmamalı, yaratılışını değiştirmemelidir. Cenab-ı Allah burada İblis'in dayatma
ve kibirlenmesini haber verirken, bilhassa onun benzerleri olan ve ilâhî emre
boyun eğme ve itaat hususunda kibirlenerek aralarındaki kesin hukuku teslimden
çekinen yaratıkları azarlamıştır. Ve bu nassın kendisi için sevk edildiği
şey budur. Ve bunların bir kısmı Hz. Resulullah'ın hicret yeri (Medine) etrafında
bulunan yahudi ve yahudi bilginleriydi ki, Hz. Peygamberi ve sıfatını biliyorlardı
ve peygamber olarak gönderileceğini yayıyorlardı. Böyleyken hased sebebiyle
ikrar ve itaattan çekinir ve büyüklük taslarlardı. İbnü Cerîr burada der ki:
"Cenab-ı Allah yahudi kâfirlerin bu hallerine işaret etmek suretiyle
İblis'i kâfirler zümresine nisbet etti. Cins ve nesebde başka olduğu halde,
din ve millette onların kolundan saydı". Şu halde İblis ile kâfirler
arasında başka yönden benzeyiş aramak lüzumsuzdur."
İblis
ismini ilk tefsircilerden bazıları (iblâs) masdarından Arapça bir isim olarak
göstermişlerdir. İblâs ise hayırdan ümidini kesmek, pişmanlık duyma ve kederli
olma mânâlarına gelir. İblisi de Cenab-ı Allah isyanına karşılık, bütün hayırlardan
ümidini kesmiş, taşlanmış, bir şeytan kılmıştır. O halde İblis, hayırdan son
derece ümitsiz demektir ve i'rab (harekeleme) da Arapça olmayan isimlerin
hükümlerine tabi tutulmuş ve gayr-i münsarif (cer ve tenvin olmayan) olmuştur.
Fakat böyle olması daha çok gösterir ki, bu da "Âdem" kelimesi gibi
A'cemî (Arapça olmaya
n)dır.
Arapça'ya diğer bir lisandan geçmiştir. Muhakkıkîn (kıritikçiler) bunu böyle
söylemişlerdir. Bu secde kıssası burada geçen kıssaya atfedilerek ayrıca zikrolunmuştur.
Bundan da bu secdenin "Onu düzenle(yip insan şekline koydu)ğum ve ona
ruhumdan üflediğim zaman, hemen ona secdeye kapanın." (Hicr, 15/29) âyetindeki
şarta bağlı emirle ilgisi bahis konusu olmuştur. Biri şarta bağlı olarak yaratılmadan
önce, diğeri de sonuçlandırma ile ilgili olarak yaratılışından sonra iki emir
var. Acaba secde de bir mi, iki mi? Öğretim ve imtihandan önce mi, sonra mı?
Buradaki "secde ediniz" sonuçlama ile ilgili emrin sonra olduğunu,
diğeri de tesviye ve ruh üflemeyi takib ettiğini ifade ediyor. Ebu's-Suûd
"ceza fâ"sının takip ifade ettiğine ilişerek secdenin öğretimden
sonra ve sonuçlama emri ile ilgili yapıldığında ısrar ediyor. Râzî de önce
ve şarta bağlı emir ile yapıldığını ifade ediyor ve secdenin birkaç defa olduğunu
kabul eder görünmüyor. Bu arada açık olan bu emrin, yaratılıştan sonra, şartın
tahakkuku üzerine, geçen şarta bağlı emrin sona erdirilmesi ve yerine getirilmesi
olduğudur. Bunun gerek takdiri ve gerekse tekvini (yaratması), isimlerin öğretiminden,
imtihandan sonradır. Bununla beraber tesviye ve ruh üflemesinin toplamından
geri kalmış da değildir. Çünkü bu öğretme ve imtihan ruh üflemesinin tamamı
cümlesindendir. Yani bundan anlaşılıyor ki, ruh üflemekten maksat, diri olması
değil, düşünen hayat sahibi olmasıdır.
Başlaması
değil, kemalidir. Şu halde yerindedir. "secde ediniz", onun sonuçlandırarak
teveccühüdür. Âdem'in gerçeği ruh (nefs-i nâtıka) tur. Ve ruh üflemenin mânâsı,
ruhun üflenmesidir. Adem'e ait hayat, asıl bundadır.
35-Burada
İblis'in özellikle azarlanma macerası bırakılmıştır. Çünkü kıssanın sevkedilişi,
bilhassa Âdem'e ve Âdem oğullarına olan fıtrî (yaratılıştan olan) nimetleri
hatırlatmaktır. Bu şekilde melekler ile Âdem arasındaki macera açıklandıktan
sonra, şimdi de takdirdeki o imtihan ve teveccühün meyvesi ve İblis ile olan
macerası açıklanmak ve Âdem'in yaratılışındaki günah ve itaatsizliğin geçici
olduğu hatırlatılmak için daki ya atfedilerek buyuruluyor ki: bir de demiştik
ki, "ey Âdem!. Sen ve eşin (zevcen) şu cennette oturunuz." "Çift"
demek olan zevc, asıl Arapça'da çiftin her tekine, hem erkeğe ve hem dişiye
de söylenir. Demek ki, bu sırada Hz. Âdem'in bir de zevcesi (eşi) yaratılmış
bulunuyordu ki, bu da ayrıca ilâhî bir harika (olağanüstü bir olay)dır. İnşaallah
bunun açıklamasını da ilerde, bu cümleden olarak Nisâ sûresinin baş âyetinde
göreceğiz.
Acaba
bu cennet yeryüzündeki cennetlerden biri mi idi? Böyle zannedenler olmuştur.
"Filistin'de yahut Fâris ile Kirmân arasında bir cennet idi. İnişi de
oradan Hindistan'a nakliydi." denilmiştir. Fakat bunlar şöyle bir istidlâl
ile söylenmiştir: Çünkü Âdem'in yaratılışı yeryüzünde olduğunda ittifak vardır
ve bu kıssada semaya yükselmesi zikredilmemiştir. Olsa idi öncelikle hatırlatılırdı.
Bir de cennet-i huld (ebedi cennet) olsaydı, çıkılmaz ve şeytan oraya giremezdi.
Fakat bu tahmin, göründüğü kadar makul ve tabii değildir. Âdem'in yeryüzüne
inişi, yeryüzünde ortaya çıkması, akıl ve nakle daha uygundur. Huld cennetine
devamlı oturmak için girmekle, misafir olarak girmek arasında da fark vardır.
Şu halde "Cennet", ahirette müminlerin varacağı sevap evidir ki,
şimdi mevcut, fakat dünyada görüşten gizlenmiştir. Ve "Cennet" denilince
Kur'ân dilinde bilinen budur. Âdem'in cennette oturması hali, ahiret âleminin
meydana gelişine benzer bir ilk oluştur. Ve bu durum bize göre bir makul âlemdir.
Yeryüzü ile onun arasında mekanla ilgili bir uzaklık tasavvuruna da lüzum
yoktur. O da aynı feza içindedir. Bunda akla yaklaştırmak için söylenebilecek
olan söz: Âdem'in ruhunun bütün kemal kuvvetlerini haiz olarak, maddeye, önceki
unsurlara ilk ilgisi, diğer deyişle beşerin aslı olan ilk Âdem'le ilgili hücreciğin
esîrî bir şekilde oluşumu ve ondan eşinin ayrılmasıdır. Muhyiddin-i Arabî'nin
bir deyişine göre, ruhun tabiata ilk verilişidir.
Cenab-ı
Allah, Âdem'e buyurmuş ki, eşinle beraber bu cennette otur. ve bundan bol
bol yiyiniz nerede isterseniz orada yiyiniz fakat şu ağaca yaklaşmayınız,
bundan yemeye kalkışmayınız ki zalimlerden olursunuz.
Zulüm,
haddini aşıp bir hakkı, yerinden başkasına koymaktır. Demek ki Cenab-ı Hak
Âdem'e cennette büyük bir hürriyet vermekle beraber, ona yine bir sınır tayin
etmiş ve ona yaklaştıkları takdirde zalimler zümresine gireceklerini de bildirmiştir.
Bu, şunu ortaya çıkarır ki, insanlıkla ilgili hilafet mutlak değildir. Ve
bunun özel bir sınırı vardır ki, tecavüzü zulümdür. O sınırı tayin eden bu
şecere (ağaç) ne idi? Doğrusu bunu Allah Teâlâ Kur'ân'da bize ismiyle bildirmemiştir
ve ancak bunun cennette belli ağaç olduğunu, Âdem'in kurtuluş ve saadetinin
bozulmasına sebep olmak özelliği bulunduğunu anlatmıştır. Demek, fazlasını
bilmemizde Allah katında bir fayda yoktur. Ve şimdilik mümkün değildir ve
tahkikçi (kritikçi) tefsircilerin seçeneği budur. Bununla beraber buğday veya
üzüm veya incir olduğu hakkında bazı rivayetler de vardır. Tevrat ehli, "bür"
yani buğday demişler; Vehb b. Yemâmî'den de: "Fakat öyle bir cennet buğdayı
ki, tanesi sığır yüreği gibi, kaymaktan lezzetli, baldan tatlı" diye
bir tabir nakledilmiştir. İbnü Abbas ve daha bazılarından "sünbüle"
(başak) diye rivayet edilmiştir. "Dünyada evladına rızık kılınan başaktır."
tabiri dahi naklediliyor. İbnü Mesut'dan asma, üzüm ağacı ve bazılarından
incir tabiri vârid olmuştur. Bu meyanda şu tabir de vardır: "Bu öyle
bir ağaçtır ki, melekler hulûd (ölümsüzlüğe ermek) için bununla kaşınırlar."
Bunların bir temsilî mânâyı ifade ettikleri de açıktır. Nitekim cennet meyvelerinin
birbirine benzemesi meselesi geçmişti. Hıristiyanlardan rivayet edilen telakkiye
göre, bunun kadınla erkek arasındaki cinsî yaklaşmadan kinaye olduğudur. Hıristiyanlıktaki
ruhbaniyet (yani evlenmemek), evlenmemeyi ibadet ve sevap itikat etmek önermesinin
bu telakkî ile ilgili bulunduğu da sanılır. Fakat Kur'ân'ın metni buna müsait
(uygun) görünmüyor. O zaman mânâsız kalır. "birbirinize yaklaşmayınız"
demek, hem yeterli ve hem açık olurdu. Bu şekilde Âdem'in ilk evlenmesi gayr-i
meşru (dine uymayan) olması gerekiyor. Şüphesiz bizce daha uygun olan bu konuda
tevakkuf (durmak)dur. Biz o ağacı tayin edemeyiz. Ancak şu kadar düşünebiliriz
ki, ondan yemek, vekilliği unutmak ve asalet davasına kalkışmak duygusunu
verir. Bu da insanın aslî yaratılışından değil, şeytanın telkininden başlar.
Bu buğday ise, delice buğdaydır. Bir üzüm ise, şarap üzümüdür. Bir incir ise,
kurtlu incirdir. Ve her halde bir hamri (sarhoş ediciliği) vardır. Ve o hamr
aklı alır ve Allah'ı unutturur. Cennete bu, yenilmek için değil, tahdit (sınırlama)
ve kulluk için konulmuştur. Bununla beraber biz: "Dünya sevgisi, her
hatanın başıdır" hadis-i şerifinde bu yasak ağacı tayin eden bir delalet
buluyoruz. Demek Âdem o zaman dünya sınırına yaklaşmamak emri almış ve Âdem
bundan, yaratılışının gereği olarak yememiştir. Fakat Hamze kırâetinde 'dır
ki, önceki = zelle'nin if'âl bâbı olan = izlâl'den, ikincisi = izâle'dendir.
36-Bu
iskân (oturma) üzerine o şeytan, o İblis ikisinin de o ağaç yüzünden ayaklarını
kaydırdı, yahut ikisini de cennetten kaydırdı. Zira o zaman şeytan kovulmuş
bulunuyorsa da Âdem'i ve Âdem'in çocuklarını azdırma imkanı kaldırılmamış
idi. Çünkü Âdem'e özgü şeref asıl bununla ortaya çıkacaktı, hilafet tasarrufu
bizzat bununla tahakkuk edecekti. Bu imkandan dolayı şeytan ne yaptı yaptı,
cennete bile girebildi de bunları bulundukları yerden veya nimet halinden
çıkardı, cennetteki kendilerine ait fıtratlarına bir değişme ârız oldu, biz
de dedik ki haydi ininiz ve o halde ininiz ki bir kısmınız, bir kısmınıza
zulüm ve tecavüz edecek düşman ve sizin için yeryüzünde bir zamana (yani ölünceye)
kadar geçici bir oturulacak yer tutmaya çalışmak ve faydalanıp yaşamak da
bir hak olsun. Çünkü yerler ve yerdekiler insanlar için yaratılmıştı. Ve cennette
oturma bunun bir başlangıcı idi. Fıtratınızdan hariç olan şeytanın kandırmasına
bakılmasaydı, bu yeryüzüne daha başka sağlam bir şekilde gelmek de mümkündü.
Bu hata üzerine yeryüzüne gelip, hiç faydalanma hakkına sahip olmamak da mümkün
idi. Halbuki ilâhî yardım bu emri verirken, bu lütfu da esirgememiştir. Ve
insanlık dünyaya böyle bir hak lütuf ile birlikte bir felaket içinde doğmuştur.
Takdir, bu felaketin imkanını kaldırmamış, fakat bunu şahısla ilgili de kılmamıştır.
Felaket sebebi geçicidir.
37-Nitekim
bu emir verildi ve verilir verilmez, Âdem de Rabbinden derhal birkaç kelime
aldı. Burada "bizden" buyurulmuyor da "Rabb'inden" buyuruluyor.
Çünkü inme emriyle beraber Âdem hitap mevkiinden (ikinci şahıslıktan), gıyaba
(üçüncü şahıslığa) inmiş bulunuyordu. Fakat halife olmak üzere takdir buyurulan
Âdem'in fıtratından, ilim ve isim güçleri yok edilmemiş idi. Vuku bulan hata,
henüz tabiat (huy) olmamış idi. Bu felaket üzerine derhal Âdem bu yaratılışıyle
Rabbine döndü ve ondan kendisine bazı kelimelerin telkin edilmekte olduğunu
anladı ve o kelimeleri karşılayıp aldı, kabul etti ve onlarla amel etti. Çünkü
"telakkî" kelimesi, "lika"dan alınmış olarak, karşılayıp
almak ve aldığına sarılmaktır. Âdem'e bunlar, "tasavvur" dediğimiz
lisana ait suret ile karışmış, vekalete özgü bir ilim altında keşfî bir ilim,
bir hakiki şuur anlatıyorlardı. Bu kelimeler nelerdi? A'râf sûresinde gelecek
olan "(Âdem ve eşi) dediler: "Rabbimiz, biz kendimize zulmettik,
eğer bizi bağışlamaz ve bize acımazsan, muhakkak ziyana uğrayanlardan oluruz."
(A'râf, 7/23) kelimeleri idi. Bundan başka şunlar da nakledilmiştir:
1-
"Allah'ım sana hamdinle tesbih ediyorum. Senin ismin mukaddestir. Senin
şanın yücedir. Senden başka ilâh yoktur. Ben nefsime zulmettim, beni bağışla.
Senden başka günahları affeden yoktur."
2-
İbnü Abbas hazretlerinden rivayet olunduğuna göre şu münacât (dua) cereyan
etmiştir: "Ey Rabbim, sen beni kendi elinle yaratmadın mı? -Evet. Ey
Rabbim, senin rahmetin öfkeni geçmiş değil midir? -Evet geçmiştir. Ey Rabbim,
ben tevbe eder ve halimi ıslah edersem sen beni yine cennetine döndürür müsün?
- Evet döndürürüm." Ve bu meâlde bazı âyetler daha vardır.
Düşünülecek
olursa bunların hepsi, âyette aynı mânânın ifadesine dayanmaktadır ki, bu
da ilk yaratılış gereği bütün varlığıyle Allah Teâlâ'ya yönelmek ve O'nun
ârızalar ile kesintiye uğrayan rahmet ve lütfunu, öfke ve dalaletten uzak
olarak tekrar celbetmek için iman akdini yenilemek suretiyle, kalb ile, söz
ile ve fiille tevbe etmeye ve kurtuluşa dönmektir. Ve bunda dinin aslı yer
almıştır. Bizim dünyada din ve imanımız, ilk yaratılışta takdir edilmiş olan
rahmete ve iman akdine nazaran bir tevbe ve bir rücu' (dönüş) mânâsındadır.
Ve insana mahsus saadet, günahları kendisine huy edinmemek için daima tevbe
ve istiğfar üzere bulunmaktadır. İnsanı ümitsizlendirecek şey, farzedelim
vaki olan bir günah değil, günahta ısrar etmek ve tevbeyi unutarak şeytana
uymayı huy edinmektir. İnsan Allah'ına, fıtratına iftira etmemeli, şeytana
ve şeytanlığa karşı mücadele etmelidir. Nitekim Hz. Âdem, hatanın neticesi
olarak yeryüzüne çıkınca, Allah'ın lütfuyla kendini topladı ve yaratılışı
gereği aldığı kelimelerle amel etti, kusurunu itiraf ile imanını arz etti
ve: "Ya Rab, beni kendime bırakma!..." diye yine hilafetini yalvararak
istedi de Rabbi de ona tekrar rahmetiyle iltifat etti, tevbesini kabul etti.
Zira senin Rabbin olan Allah, tevbeleri kabul eden, merhamet edendir ve hem
tevbeleri kabul eden ve merhametli olan O'dur. O, o kadar merhametli bir Allah'dır
ki, kulunu bir kere terkedivermekle ilel'ebed terkedivermez. Kulu dönüp tevbe
ettikçe, İblis gibi ısrar etmedikçe yine bakar, yine bakar, sonsuz olarak
bakar, bir oldu, iki oldu, nihayet üç oldu, "yetişir artık" demez,
sayısız olarak döner bakar, çünkü Rahim (çok merhametli)'dir. Tevbe, esasen
rücu' etmek, geçmiş asla dönmek demektir. Şu halde kula nisbet edildiği zaman
geçici olan günah halini bırakıp, aslî olan düzgün haline dönmek demek olur.
Allah'a nisbet edildiği zaman da geçici olan öfke nazarından, aslî olan rahmet
nazarına dönmek mânâsını ifade eder. Bunun için tevbenin şer'î mânâsı, kulun
günahını itiraf ve ondan pişmanlık duyup, bir daha yapmamağa azmetmesi, Allah'ın
da bu tevbeyi kabul ile günahı mağfiret etmesi diye açıklanır.
38-Acaba
Allah Teâlâ Âdem'in tevbesini kabul etti de, "ininiz" emrini geri
mi aldı? Bu cevap olarak buyuruluyor ki: Hayır Âdem ve eşi ve bunların içinde
bütün Âdem oğulları ve şeytan hepiniz oradan ininiz, dedik. Bir kere o emri
yaratmakla yerine getirdik, hepsini yere indirdik, verilmiş olan ilâhî bir
emrin geri kalmayacağını böyle gösterdikten sonra da tevbenin kabulünün gereği
olarak bu emre şunu da ekledik: Şimdi benim tarafımdan size her ne zaman resûl
veya kitap gibi herhangi bir delil, bir hidayet sebebi gelir de benim o hidayetime,
o delilime her kim tabi olursa artık onlara gerçekten hiçbir korku, azap yoktur
ve onlar ilerde hiçbir şekilde mahzun (üzüntülü) olmazlar. Yani onlar için
korku ve hüzün devam etmez, sonuçları katıksız sevinç ve neş'e olur. Allah
sevgisi, Allah aşkı ve hakka uyma; onlara hiçbir korku, hiçbir hüzün tattırmaz.
Gerçi Allah'ı bilen, Allah'ı seven, Allah'tan korkar, fakat Allah korkusu
her saadetin zamanı ve bütün korkuların siperidir.
39-Buna
karşılık küfre sapıp bizim hidayetimizi getiren âyetlerimizi, alâmetlerimizi,
delillerimizi, hüccetlerimizi, gerek enfüsî (subjektif) ve gerek âfâkî (objektif)
vahdaniyyet (birlik) ve ilâhî şahitlerimizi, gerek âlemde ve Âdem'in yaratılışında
yerleştirilmiş olan fıtrî ve aklî delillerimizi ve gerek peygamberler ve kitaplarla
tebliğ olunan kelâmî ve naklî delillerimizi yalanlayanlar bunlar da yukarda
diye açıklanan ateşin, o dehşetli ateşin çırası ve kömürü olacak ve ondan
ayrılmayacak olan arkadaşlarıdır, bunlar o ateşte daima, sürekli kalıcıdırlar.
İşte yeryüzünde insanlığa ait hilafetin oluş şekli bu iniş ve bu vaad ve vaîd
ile beraber olmuştur. Ve bu sıfat Âdem'den evladına intikal edecek, bunu bilenler
birinci kısımdan, tanıyanlar ikinci zümreden olacaklardır. Biri, ilk fıtratın
gereğine halef olacak, biri de geçici olan hatayı huy edinerek görünüşte Âdem'e,
gerçekte şeytana halef ve arkadaş olacaklardır. Şu halde insanlar Kur'ân'ın
bu kıssalarını iyi düşünmeli ve daima hatırında tutmalıdır. Görülüyor ki,
kıssanın sonunda beyanın ifade şekli bütün Âdem oğullarını hedef almakta ve
Âdem ile Havva burada âdeta nesilleriyle beraber bir cinsi temsil etmektedirler.
Sanki iniş, yani yeryüzünde beşer cinsinin ortaya çıkışı bir çokluk ile vaki
olmuştur. Ve geçmişte açıklanan birlik, cinse ve akla ait birliktir denebilecek.
Fakat iyi düşünülürse anlaşılır ki, bu hitabın geleceğe derin bir şümûlü (kapsamı)
vardır. Ve bunun içinde bugünkü ve yarınki, kıyamete kadar gelen insanların
hepsi dahildir. Halbuki biz yeryüzünde ilk yayılan insanlar değiliz. Bununla
beraber o inişte ve hitabında dahil bulunuyoruz. Ne şekilde? Çünkü babamız
Âdem'in sulbünde fikir ve tasavvur olarak bulunuyorduk. Demek ki bu düşünce
halinde çokluk, bilfiil ilk inen insanın Âdem ve Havva'dan ibaret tek bir
çift olmasına aykırı değildir. Ve beşere özgü üremenin başlangıcı olan ilk
harika (olağanüstü yaratılış) -ki yer sonradan olma olduğu için zaruridir-
yeryüzünün her tarafında birden ortaya çıkmış, çeşitli, çok harikalar değil,
esaslı iki harikaya ve bir aslî tohuma dayanır. Ve burada hitabın geneli hedef
alması, Kur'ân'a muhatap olan sonradan gelen insanların bizzat aydınlanmaları
ve insanlığa mahsus hilafetin genelleştirilmesi ve insanî kardeşliğin hatırlatılması
hikmetine dayanmaktadır. Gerçekte bunu te'yit eden diğer bir âyet vardır ki
orada Dedi ki: "Birlikte, ikiniz, oradan inin." (Tâhâ, 20/123) diye
Âdem ve eşi tesniye (ikili) olarak tahsis edilmiştir. Demek ki cennetten yeryüzüne
bilfiil ilk çıkanlar bunlardır. Ve bu çıkış da birdenbire olmamıştır. Hem
de nesilleri olan bütün beşer cinsi de bunlarda zihinde mevcut olarak beraber
çıkmıştır. Ve insanlar aslında hakikaten kardeştirler. Tabiat ilimleri ve
yeryüzünde bilfiil insanın oluşumu açısından düşünecek olursak, bunun başlangıcını
bu inişte arayacağız. Burada Kur'an bize fazla açıklama yapmıyor. Asıl olayın
başlangıcı olan harika (olağanüstü) olayı en küçüğüne döndürerek bildiriyor.
Çünkü ilâhî âyet olacak olan budur. Sonrası bildiğimiz üreme kanunudur. Şüphe
yok ki, tabiat ilimleri bu kanundan çıkamaz, çıkınca tabiatın mânâsı kalmaz.
Bununla beraber, mantıkî bir zorunluluk ile yerin sonradan olduğuna ve sonradan
teşekkülüne hükmeden şimdiki Fizik ilmi, beşerin oluşumunda da bugünkü bilinen
üreme ve çoğalma kanununun ezelî olmadığı ve başlangıçta bir tohumun, bir
aslın sonradan olduğunu da zorunlu olarak kabul etmektedir. Bu konuda bundan
başka müşahedeye dayanan bir bilgi yoktur ki Kur'ân'ın bu âyetini, onun gözüyle
de bir mülahaza edelim.
Eskiden
bazı tabiatbilimciler, beşeriyetin yeryüzünde ezelî olduğunu iddia ederlermiş.
Fakat bugünkü tabiat bilimlerinde bunların yeri yoktur. Fakat bazı tahminciler
görüyoruz ki bunlar, yeryüzü kıt'alarındaki beşer ırklarının ta esasında başka
başka asıllardan gelmiş olmasını ve buna göre insanlar arasında genel bir
kardeşliğin tabiî (doğal) olamayacağını zannetmek istiyorlar. "Zencîler,
Avrupalılar, Amerikalılar nasıl kardeş olur?" demek istiyorlar. Bunlar
şunu düşünmüyorlar ki, ilim daima "asıl birlik" nokta-i nazarını
(görüşünü) takip eder. Ve mümkün olduğu kadar olağanüstü olmanın azalmasını
ister. Ve bu konuda verilecek hüküm, şimdiki halin müşahedesine dayanan bizzat
bir mantık işidir. Bütün bunlar ise üremenin, tek başlangıçtan başladığına
hükmeder. Bunlara karşılık Zooloji'de istihâle (başkalaşma) ve tekamül nazariyesi
(varsayımı)ni takip edenler vardır. Ve bu görüş felsefî bakımdan esas itibariyle
uygun, vahdet (birlik) kanununa ve terbiyeye de mutabıktır. Fakat hayvanlara
tatbikinde müşahede ve fiilî tecrübeyi aşan şahsî bir hüküm hatasını içermektedir.
Hakikatte bütün hayvanların cesetleri mükemmel bir tasnif ile tertip edildiği
zaman görülüyor ki, aralarında eksikten tama (nâkıstan kâmile) doğru giden
bir dereceler zinciri (silsile-i meratip) arzetmektedirler. Aralarındaki büyük
farklara rağmen bu tekamül (evrim) ortaya çıkıyor. Bununla beraber hiçbir
türün, diğer türden ürediğine dair bir tecrübeye, bir şahide (delile) de rastlanmıyor.
İnsan, insandan doğuyor; arslan arslandan; at attan; maymun maymundan, köpek
köpekten... Böyle olmakla beraber, bu tecrübeye rağmen, asıl birlik esasına
dayanarak burada bir mantık yapılıyor. Hayvanların iş bu türlerinin dereceleri,
tam olanı eksik olandan istihale ederek (başkalaşarak) veya tekamül etme suretiyle
doğarak gelmiş, bu şekilde bir gün gelmiş ki hayvanın biri (ve mesela bir
görüşe göre maymunun biri) veya birkaçı insan doğuruvermiş ve insanlar bunlardan
türemiş. Şu halde insanlar arasında insanlık kardeşliği şüpheli ise de, maymunluk
veya hayvanlık kardeşliği şüphesiz olmuş oluyor. Biz daima göğsümüzü gere
gere ve ilmî görüşten hiç ayrılmayarak deriz ki, "asıl birlik davası"
doğrudur. Evvela bütün hayvanlar için bu "tek asıl" maddedir. Basit
unsurlardır. Daha açık olmak için topraktır ve bu maddeden hayatın ortaya
çıkışı bir yapıcı nedene bağlıdır ki, o eksiğe kemal versin ve mÂdemki tabiatın
çeşitlenmelerini görüyoruz, demek ki tabiat, ilk yapıcı değil, nihayet ikinci
derecede bir faildir. Eksikden tabiatıyle bir tam çıkamaz. Mesela bir okkalık
ağırlık, iki okkalık ağırlığı sürükleyemez; çıktığı, sürüklediği farzedilirse
bir şeyin yok iken sebepsiz, illetsiz geldiğini kabul etmek gerekir ve o zaman
akıl, ilim ve fen yoktur. Zira illet (sebep, neden) ve tezâyüf-i illet (hükmün
illete izafesi) kanunu inkâr edilirse hiçbir şey bilinemez. Şu halde bir kurttan
bir kelebek bile çıkarsa tabiatı ile değil, ilk fâilin (yapıcının) tesiriyle,
onun seçmesiyle çıkar. Yumurtadan civcivin çıkması bile haricî bir ısının
tesirine bağlı değil midir? Aşılarda da durum böyledir. İlmin hiç ayrılmaması
gereken bu prensiplerden dolayı, aralarında yakınlık derecesi bulunan aynı
cins hayvanları, tecrübenin tersine olarak, muhakkak birbirinden başkalaşım
yaptırmak veya doğurtmak ne doğaldır, ne de zorunludur. Bir olayla ilgili
önerme olsun söyleyebilmek üzere, "kurbağalar balıktan doğmuş, dönmüş"
demek için, tecrübe ile ilgili bir örnek görmeğe ihtiyaç vardır. Tecrübenin
delaleti ve mantıkî gereklik yokken böyle bir hüküm vermek, fen ve felsefeye
uygun bir hüküm değildir. Sözün doğrusu, hayvanların derecelerinin bütün tekamül
sınırlarında başlı başına ilk yapıcıdan gelen ve örnekleri geçmediğinden dolayı
olağanüstü olan fazladan bir hadise vardır ve insanda, hepsinden başka olarak
bir küllî (tümel) ruh vardır. İnsan bir hayvandan doğsaydı, yine tabiî olmayan
bir harika olurdu. Şu halde aradaki gelişme silsilesi, tümüyle beraber tabiî
değil, gayr-i tabiî (doğal olmayan)dir ve Allah'ın eseridir.
Bunun
hangisinin hangisinden doğduğunu sade mantık bilimi bildiremez. Bunu ya müşahede
(gözlem) veya tecrübe (deney) veya vahiy bildirir. Tabiat düzenli olduğu halde,
şimdiye kadar, balıktan kurbağa, maymundan insan doğduğu asla görülmemiştir.
Ve tecrübe mahsulü (ürünü) olan Pastör nazariye (teori)sine de tamamen aykırıdır.
Tek cins içindeki aşılar şahit olamaz. Vahiy ise bize insanların maymunluğa
inişi hakkında bazı hatırlatmalarda bulunuyorsa da, aksini haber vermiyor.
Ve bize: "Siz insansınız, insan olunuz, kardeş olunuz, hep bir babanın
evladısınız." diyor. Şu halde esasında ilmî bir hakikati içeren, tekamül
ve başkalaşım teorisinin yanlış bir uygulamasını kabul etmek için bugün hiçbir
akla uygun sebep yoktur. Bütün bunlardan yakından bildiğimiz bir şey varsa,
o da ilk insanın yeryüzünün sinesinde doğmuş olmasıdır. Ve bunda bir seçim
vardır. Fakat bu seçme, tabiî değil, Allah'a aittir. Âdem Allah'ın yaratmasıdır.
(Mü'minûn) sûresine bak. "Andolsun biz insanı çamurdan bir süzmeden yarattık."
(Mü'minûn, 23/12). Ancak şunu da hatırlatmak gerekir ki, yeryüzüne Âdem'in
inişinden zamanımıza kadar geçen tarih, zannedildiği gibi, beş on bin senelik
bir müddetten ibaret olmaması gerekir. Bu kadar zamanda insanlığın yeryüzüne
tam yayılması, tecrübeye göre, akla uygun değildir. Endülüs'lü İbnü Hazm "Fisâl"inde
dokuz asır önce bunun dinimizce kat'i (kesin) belli bir miktarı olmadığını
ve yüzbinlerle seneye ulaşabileceğini ve bununla beraber ne ezelî, ne anî
de olmadığını çok güzel anlatmıştır. Ve şüphesiz Amerika yerlileri bile Âdem
sülalesidir. Bütün insanlarda aslî fıtrat bir fakat huy çeşitlidir. Tînet
(yaratılış) ayrıdır. Bu bakımdan insan fertleri arasındaki derece farkı, hayvanlardaki
tür farkından çok mühimdir. Bunların en geniş sınıfları da, mümin-kâfir tasnifidir.
Cenâb-ı
Hak bütün bu akla uygun ve normal incelemeleri bize bırakarak Kur'ân'ında
bunların esası olan takdirin, Allah'ın hükümlerinin tek şekil (yeknesak) üzere
cereyanını ve bundan özellikle insanlara tahsis edilen ilâhî rahmet ve nimetleri
hatırlatmış ve kendimizi, kendi derecemizi, vekalet yetkimizi, kardeşliğimizi,
Rabbimizi tanıyarak; geleceğe, ahirete, ona göre hazırlanmamızı ve insanlar
arasındaki bütün düşmanlıkların kalkmasının, ilk fıtrata dikkat etmek şartıyla
mümkün olduğunu bu kıssada genel olarak açıklamış ve Resulüne hatırlatmış
ve sonucunu manen "ey insanlar" hitabına bağlamıştır. Bundan sonra
da bilhassa bu kıssayı kitaplarında okuyup bilen Benî İsrail'e (İsrail oğullarına),
yani asr-ı saadetteki, Resulullah zamanındaki yahudilere özel hitabını aşağıda
geleceği şekilde yöneltmiştir ki, genel hitabıyle Âdem kıssasından sonra bu
hitap çeşidi ne kadar beliğdir.
Meâl-i
Şerifi
40-
Ey İsrailoğulları, size verdiğim nimetimi hatırlayın, bana verdiğiniz sözü
tutun ki, ben de size verdiğim sözü tutayım ve sadece benden korkun!
41-
Yanınızdakini (Tevrat'ı) tasdik edici olarak indirdiğim (Kur'ân)a iman edin,
O'nu, inkar edenlerin ilki siz olmayın, benim âyetlerimi birkaç paraya değişmeyin.
Ancak benden korkun.
42-
Hakk'ı batıla karıştırıp da, bile bile hakkı gizlemeyin.
43-
Hem namazı dosdoğru kılın, zekatı verin, rükû edenlerle birlikte siz de rükû
edin.
44-
İnsanlara iyiliği emreder de kendinizi unutur musunuz? Halbuki kitab (Tevrat)ı
okuyorsunuz. Hâlâ aklınızı başınıza almayacak mısınız?
45-
Bir de sabırla, namazla yardım isteyin. Şüphesiz bu, (Allah'a) saygılı olanlardan
başkasına ağır gelir.
46-
Onlar ki, Rablerine kavuşacaklarını ve gerçekten O'na döneceklerini bilirler.
40-
Ey İsrail oğulları! İsrail, Hz. Yakub'un lakabıdır ki, "yâ"sız ;
"yâ"sız ve "hemze"siz ; "hemze"nin "yâ"ya
kalb (çevrilmes)iyle ; meftûh (üstünlü) "hemze" ile ; ve meksûr
(esreli) "hemze" ile de okunur. İbranî dilinde bunun mânâsı safvetullah
(Allah'ın seçkini) veya Abdullah (Allah'ın kulu) demek olduğu beyan ediliyor.
Şu halde bu lakabda yahudileri iman etmeye bir harekete geçirme vardır ki,
meâli şu olur: Ey Allah'ın güzide bir kuluna evlatlıkla bağlanmış olan Tevrat
ehli! o size vermiş olduğum büyük nimeti düşünün, hatırlayın, yâd edin. Çünkü
zikir kalb ile de olur, dil ile de. Bu hitap gösterir ki onlar, her şeyden
önce nimete talipdirler. Bununla beraber şükür şöyle dursun, nimetin aslını
bile unutmuşlardır. Bunları Cenab-ı Allah onlara hatırlatacaktır ve bunlardan
başlıcası "benden size bir hidayet gelirse" (Bakara, 2/38) ifadesince
kitap ve peygamberliğe işarettir ki, sonunda Muhammed (s.a.v.)'in gönderileceğini
idrakleri ve Medine'ye nebevî hicretle gelen ilâhî hidayet vardır. Vaktiyle
olduğu gibi bilhassa şimdi üzerinize gelen büyük nimeti takdir ediniz, ve
benim ahdimi (bana verdiğiniz sözü) yerine getiriniz. Ta Âdem'in yeryüzüne
inmesinden bağlandığınız ve Tevrat ile söz verip anlaşma yaptığınız bir ahdin
gereğince, siz herhangi bir zamanda göndereceğim hidayet sebebine uyacak,
iman ve itaat edecektiniz ve Musa'nın haber verdiği peygamberlerin sonuncusuna
iman edecektiniz. Benim bu ahdimi Resulüm Muhammed'e uymakla yerine getiriniz
ki ahdinizi (size verdiğim sözü) yerine getireyim. Sizi cümlesine sokayım.
artık benden ve ancak benden korkup sakınınız.
41-Anlaşmayı
bozmak ve diğerleri gibi fesatlar, ahlâksızlıklar yapmayınız, ve özellikle,
imanın esası itibariyle yanınızdaki Tevrat'ı tasdik edici olarak indirdiğim
Kur'ân'a iman ediniz ve bütün amellerinizi buna uydurunuz. Baksanıza Tevrat'taki
Âdem kıssası bunda ne güzel hatırlatılmıştır. ve bunu ilk inkâr eden siz olmayınız.
Vahiy nimetini, nübüvvet (peygamberlik) nimetini ilk anlayıp tasdik edecek
olan siz olmanız gerekir. Siz buna iman etmezseniz, bazı dünyaya ait faydalar
düşüncesiyle etmezsiniz. Fakat benim âyetlerimi, mucizelerimi az paraya satmayınız.
Birkaç para gibi kıymetsiz dünya menfaatlerine değişmeyiniz. Bu âyetlere iman
ederseniz, elinizden kaçacağını sandığınız paraların, dünya ile ilgili düşüncelerin
kat kat üstünde nimetlere erişeceğinizi bilmeniz gerekir. artık benden ve
ancak benden layıkıyle korkunuz, yalnız benim korumama giriniz, takva ehli
olunuz. Önceki âyette "rehbet", (korkmak) burada "ittikâ"
(sakınmak) ile emredilmesi, onun avam (halk) tabakasına ve seçkin zatlara
genel (umumi) ve bunun havass (seçkinler)a özel bir hitabı hedef alması dolayısıyledir.
42-
Hakkı batıl ile karıştırıp aldatmayın; doğruyu yalanla, yanlışlarla bulayıp
da bile bile hakkı gizlemeyiniz. Bu âyetin anlamı çok kapsamlıdır. İlme ve
amele dair hususları kapsar. Bilgiçlerin hilelerine, yalan dolanlarına ve
bozgunculuklarına, hatta ticaret ehlinin karışık işlerinden ve hakimlerin
haksız hükümlerine varıncaya kadar hepsine şümûlü vardır. "İnsanları
aldatmayınız, sahtekârlık yapmayınız." meâlinde bir genellemeyi ifade
eder. Bununla beraber (kelâmın) sevki bilhassa ilmî değeri hedef alıyor. Nice
kimseler vardır ki, ilmî gerçekleri bozarlar, kötüye kullanırlar, onları kendi
gönüllerine göre evirerek çevirerek aslından çıkarırlar, bakırı yaldızlarlar,
altın diye satarlar. Bu durum İsrailoğulları haberlerinde çok vardı. Bunlar,
kendi yazdıkları fikirleri, te'villeri, tercemeleri, Tevrat'ın aslı ile karıştırıyorlar,
seçilmez bir hale getiriyorlar ve bazan da Muhammed (s.a.v.)'e ait vasıflar
hakkında yaptıkları gibi geçmiş kitaplardaki âyetleri saklıyorlardı ki, bu
konuda "Yazıklar olsun o kimselere ki, kitabı elleriyle yazıp, sonra
'Bu Allah katındandır.' derler." (Bakara, 2/79), "Kelimeleri yerlerinden
değiştiriyorlar." (Nisa, 4/46, Maide, 5/13) ve diğerleri gibi başka âyetler
de vardır. Bunlar, Tevrat'ın aslını korumuyorlar, kendi yazdıkları tercemeleri:
"İşte Allah'ın kitabı" diye Tevrat yerine koyuyorlardı. Ve ilmî
meselelerde gerçeği takip etmeyerek kendi gönüllerine göre açıklamalarda bulunuyorlar,
arzu ve şehvetlerine sapıyorlar, safsatalar yapıyorlar, arzularına tabi oluyorlardı.
Bu şekilde hak fikri, hak inancı kalmıyor, aldatma, karıştırma, aldatıcılık
hükümran oluyordu. İşte bütün bunlara karşı İsrailoğullarının bilginlerine
genel olarak bu yasaklama hitabı söylenmiştir ki, Kur'ân'da bu konuda başka
bir âyet olmayıp da yalnız bu âyet olsaydı, Kur'ân'ın terceme ve tefsiri meselesinde
ve diğer ilmî vaziyette İslâm'ın tutumunu, ilmî vazifenin şeklini tayin etmek
için bu âyet yeterli olurdu. Kur'ân'ın tecrid (soyutlama) meselesinin ne büyük
önemi haiz olduğu, Kur'ân'ı Kur'ân, tercemesini terceme, tefsir ve te'vili
de tefsir ve te'vil olarak bellemek ve belletmek bir hak görev olduğu unutulmamalı.
"Farsça Kur'ân", "Türkçe Kur'ân" gibi sözlerden çekinmelidir.
Çünkü milyonla terceme ve te'vil yazılır, onlar yine Kur'ân'ın hakikati olmaz,
Cenab-ı Hak buyurmuştur.
43-Bundan
başka bir de namazı dosdoğru kılınız ve zekatı veriniz. hem rükû' edenlerle,
yani müslüman cemaat ile beraber rüku' ediniz, eğiliniz, rüku'lu namaz kılınız.
Bunda, hem o namazın başka değil, İslâm'ın namazı olduğuna tenbih hem de cemaatin
varlığına işaret vardır. Çünkü rüku' ile namaz İslâm dinine mahsustur ve bunun
için namazın bölümleri buna bağlı olarak rek'at diye isimlendirilmiştir ve
burada "rüku' ediniz", "namaz kılınız" mânâsını ifade
etmiştir. Şu halde yalnız rüku' (eğilmek) ibadet olmaz. Yahudi ve hıristiyanlar
namazlarında kıyamdan doğrudan doğruya secdeye giderler, rüku' etmezler. Rüku',
sırtıyle beraber boynunu öne eğmektir. Lügat bakımından secdeye kadar varabilirse
de şer'an (dinen) normali belinden bir dik açı vaziyetinde bükülmektir. Kıyamdan
secdeye kapanmakta bir itidalsizlik vardır ki, bunu rüku' tamamlar. Ve bu
şekilde müslümanın namazı, kalbin düzelme ve temizlenmesiyle beraber bir mi'racı
olduğu gibi, bedene ait hareketlerin de ta'zimi, ağırbaşlılık ve sükuneti
ifade eden her kısmını içerir. Beşer ömrünün geçişini ne güzel tasvir eder.
Ciddî olarak namaz kılmak, zekat vermek, cemaate devam etmek; hakkı gizlemekten
ve hakkı batıl ile bulamaktan men eder.
Bütün
bu emirler, bu yasaklar, İsrailoğulları'na hitab etmekle beraber, hükmü onlara
mahsus değildir. İslâm şeriatinde bunlar vardır. "Siz de bunlara iman
ve itaat ediniz." demek olduğu açıktır. Şu halde "sebebin hususu
(özel oluşu), hükmün umumu (genel oluşu)na engel olamayacağı açıktır.
44-Bundan
sonra hakkı karıştırmamakla beraber, başkalarına hakkı tebliğ edip de kendini
unutmak da caiz olmayacağını anlatmak için bir özel hitap da vârid oluyor.
Rivayet olunduğuna göre saadet asrı (Peygamberimizin asrı)nda Medine'deki
yahudi bilginlerinden bazıları, kendilerine gizlice gelip: "Muhammed
hakkında ne dersin?" diye soranlara: "Doğrudur, haktır." derler,
Resulullah'a uymalarını emrederlermiş ve fakat kendileri, emirleri altında
bulunanlardan ellerine geçmekte olan hediye ve vergilerden mahrum kalmak endişesiyle
ona uyma arzularını açıklamazlarmış. Bazıları da : "Sadaka veriniz."
diye emreder, fakat kendileri vermezlermiş. Diğer bazıları da: "Allah'a
itaat ediniz, âsî olmayınız." derler, fakat kendileri sözleriyle amel
etmezlermiş. Nihayet bu âyet münasebetiyle: "Namaz kılınız, zekat veriniz"
diyenler olurmuş fakat kendileri hiç birini yapmazlarmış. İşte bunların biri
veya her biri dolayısıyle şu âyet de nazil olmuş (inmiş)tur. acaip, siz insanlara
birr (yani bol bol iyilik) emreder de kendinizi unutur musunuz? Halbuki daima
kitabı (yani Tevrat'ı) da okuyorsunuz. o halde akıl etmez misiniz? Yahut daha
akıllanmayacak mısınız? Fenalık emretmektense, iyilik emretmek elbette iyidir.
Fakat aklı olan başkasının iyiliğini isterken kendini unutur mu?
Birinci
olarak, emir bilmâruf (iyiliği emretmek) ve nehiy anil'münker (kötülüğü yasaklamak)den
maksat, başkalarına doğruyu göstermek suretiyle istifade ettirmektir. Halbuki
başkasını irşad edip de kendisini unutmak ve kendisini iyilikten, irşaddan
mahrum etmek, eli selamete çıkarıp, kendini ateşe atmak demektir ki, amelî
akıl açısından bir çelişki teşkil eder.
İkincisi,
insanlara va'z ve ders vererek ilmini ortaya koyup da kendisi, kendi emrini,
kendi öğüdünü dinlememek, kendini ve ilmini fiilen yalanlamaktır. Bu, şahsında
bir çelişki olduğu gibi, halkı bir taraftan aydınlatmak isterken, diğer taraftan
saptırmaktır ki, bu da bir çelişkidir, bunda da bir çeşit karıştırmak vardır.
Aklı olan ise çelişkiye düşmez.
Üçüncüsü,
söylediği sözün, verdiği nasihatin bir kıymeti ve kalplerde bir tesirinin
olması arzu edilir. Boşuna emir, boşuna gevezelik akıl kârı değildir. Halbuki
verdiği emir ve öğüdün tersini kendisinin yapması, onun kıymetini kırmak ve
herkesi ondan nefret ettirmektir. Daha açıkçası, bindiği dalı kesmek, oturduğu
evi yıkmaktır ki, bundan büyük budalalık olmaz.
Hasılı,
iyilik iyiliktir, elbette insanlara iyiliği emretmek de hadd-i zatında iyidir
ve bir görevdir. Fakat bunu yaparken kendini unutmak, işte budalalık oradadır.
Bu âyette yasaklanan da budur. Bundan dolayı bu âyet fâsıkın (sapık) doğru
söylemek, sözünde ciddi olarak iyiyi söylemek şartıyle va'z etmesini (öğüt
vermesini), iyiliği emretmesini men etmemekle beraber bu gibiler hakkında
gayet büyük ve büyük olmakla beraber zarif (ince) bir inzar (korkutmay)ı içeriyor
ve aptallıklarını anlatıyor. Vâizin, âmirin kendi hakkında ciddi olmasını
ve öğüt verirken herkesten önce kendini düşünmesinin gereğini anlatıyor. Ve
bunun özellikle akıl nokta-i nazarından çok şaşılacak şey olduğunu gösteriyor.
Buharî ve Müslim'de bu konuda şu hadis-i şerif rivayet edilmiştir: Kıyamet
gününde bir adam getirilir, ateşe atılır, ateş içinde değirmen taşı gibi dönmeye
başlar. Cehennem ehli onun etrafını çevirirler: "Ey falan! Sen bize iyilikleri
emreder, fenalıkları yasaklar değil miydin?" derler. "Evet ama,
ben size emreder, kendim yapmazdım; sizi yasaklar, kendim yapardım."
der. Şu halde insan, başkasına öğüt verirken, kendini unutmamalı, ele telkin
verip de, kendi zakkum salkımı yutmamalıdır. İrşad (halkı aydınlatmak) için
doğru söyleyenler böyle olursa, sapıtmak için eğri söyleyenlerin hali kıyas
edilsin!.. el-Birr, "geniş hayır" mânâsına isim; "hayırda genişleme"
mânâsına masdar olur ki, esası "geniş alan" demek olan " el-Berr"
kelimesindendir. Bundan dolayı geniş iyilik, bol bol iyilik etmek demek olan
"birr" her türlü iyiliği, her türlü hayrı kapsar ve şöyle sınıflandırılmıştır:
Birr üçtür: Allah'a ibadette birr, akraba (hakkına) riayette birr, dostlarına
muamelede birr.
Görülüyor
ki, halk ve seçkinleriyle İsrailoğullarına hitap ederek verilen emirleri,
yasakları izleyerek taaccup (şaşma) ve takrir ifade eden bir soru ile başlayan
ve özellikle âlimleri, âmirleri ve hakimleri hedef alan bu hitab, bütün bu
emirleri ve yasakları bildirme ve bildirimi almada İslâm dininin istediği
ahlâk ve irfanın yükseklik ve ciddiliğini gösteren bir cümlei tevsîk (kuvvetlendirme
cümlesi) olmuş ve bilhassa namaz, zekat, cemaat emirlerini takip etmesi de
bunların ahlâkı güzelleştirmekteki tesirlerine bir işareti içermiş ve bilhassa
bildiğiyle amil (amel edici) olmamanın İsrailoğullarının bilginlerinin şiarı
olduğunu anlatmıştır.
45-Şimdi
bu güzel hitaplara, baştan başa hak ve doğru olan bu beliğ emirlere, yasaklara,
ahlâkî davetlere, irşadlara karşı söyleyecek söz yok, hepsi güzel. Fakat bu
kadar zaruretler içinde bunları yapmak kolay mı? Bu kadar ciddiyete, bu kadar
doğruluğa dayanılabilir mi? derseniz daraldığınız zaman da ihtiyaçlarınıza
sabır ve salât (namaz) ile yardım isteyiniz.
Bunlarla
Allah'dan yardım isteyiniz.
Sabır,
acıya katlanmak, onu geçirmek için dayanmak ve karşı koymaktır ki, her ferahın,
her başarının anahtarıdır. Baştaki darlığın, sıkıntının geçmesi için Allah'ın
yardımını celbedecek sebeplerin birincisidir. Sabırsız ruhlar her zaman darlık
içindedir. Onların, dünyaya ait olaylara hiç dayanıklılıkları yoktur. Her
şey ister, her şeyden rahatsız olurlar. Genişlik zamanında eldeki nimetin
kıymetini bilmezler, gözleri daima başkasındadır. Az bir yokluk görünce tahammül
edemez, hemen mahvolurlar. Halbuki dünyada değişmeyen, tahavvül etmeyen hiçbir
şey yoktur. Bundan dolayı bir darlığa düşmüş olanlar, Allah'a kalbini bağlayarak,
bunun da Allah'ın izniyle geçeceğine iman eder ve Allah'ın yardımını, mutluluk
ve ferah gününü temiz kalp ve olgun iman içinde beklerse sonuç kurtuluş olur.
Ve hiçbir fenalığa düşmeden kurtuluş olur. Bunun için nefisleri sabra alıştırmalı,
insan sabrı alışkanlık edinebilmelidir. Bu alışkanlık, acıyı bırakmak için
değil, def etmek içindir. Ve bunun (yani sabra alışmakla nefsi süsleyebilmenin)
en iyi çaresi oruçtur. Oruç insanı, her halde, sabra alıştırır, tiryakilikleri
tedavi eder. Bundan dolayıdır ki, buradaki sabır, doğrudan doğruya, oruç ile
de tefsir olunabilir ve olunmuştur. Fakat her iki halde de burada aslî kastedilen
şey, bizzat sabır mânâsıdır, oruç bunun bir vasıtasıdır. Bununla beraber namazın
bu konuda da büyük önemi ve faydası vardır. İnsan yıkanır, temizlenir, ayıplarını,
ayıp yerlerini kapatır. Bunları yapmak için emek ve mal da sarfeder. Yüzünü
kıbleye çevirerek istikametini (yönünü) tayin eder. Kalbini iyi niyetle doldurur.
Gönül buhranlarını, şeytan vesveselerini atarak, ruhunun birlik duruluğunu
incelemeye çalışır, bütün uzuvlarıyle ve büyük bir saygı ile tekbirini alır
ve ibadete koyulur. Dünyanın acılarını, tatlılarını şöyle bir tarafa atar,
Hak Teâlâ'ya dua eder, onunla konuşur. Kur'ân'ını okur, dinler, onun huzurunda
hayatın akışını, başlangıcını, sonucunu arz eder, Kitap okur; dikilip beklemek,
eğilmek, defalarca kapanmak, yine kalkıp doğrulmak, nihayet oturup dinlenmek
ve sonunda selam ve esenliğe ermek ve o anda gaybtan şehadet (görünürlüğ)e
geçerek, şehadet getirmek gibi ruhî, bedenî büyük bir nizam ve intizam ile
bir mirac yapar. Ve hiç şüphesiz bu ulvî manzaralar içinde nefisler, zahir
(dış) ve batın (iç)larında kaybetmek üzere bulundukları intizamı yeniden temin
ederler. Sabırdaki acılıkları da unutur veya hafifletirler ve bütün bunlar
ilâhî yardımın celbine aracı olur. Darlıktan patlayacak dereceye gelen o fena
nefisler kuvvetlerini, itimatlarını arttırırlar, sıkıntı zamanlarının kolaylıkla
geçmesi için imkan bulurlar ve fazla olarak ayrıca bir saadet zevki, bir bahtiyarlık
duyarlar, bir ruh kazanırlar ve bu sayede yalan dolan, karıştırma, hakkı gizleme,
aldatma, aldanmak, düşmanlık, tecavüz gibi zilletlerden, düşüklüklerden kendilerini
kurtarırlar ve o yüzden gelecek çirkin menfaatlere tenezzül etmeksizin sonunda
ilâhî yardımın büyük tecellilerine ererler. Çünkü bütün dünyadaki beşerî ızdırabın
esası, genel ahlâkın düşmesinde ve hak yerine batılın itibar kazanmasındadır.
Allah'ın öfkesini celbeden de budur. Yoksa Allah'ın rahmeti âleme şamildir.
Evet ama, bu sabır, bu namaz, böyle yardım dileme kolay mı? şüphesiz bu da
kolay değil, ağır ve büyük bir iştir ama ancak hâşiîn (layıkıyle korkanlar)e
değil, başını öne alıp düşünen saygılı kimselere ağır gelmez, hatta zevk verir,
meleke (alışkanlık) olur.
46-
o saygılı kimseler ki şunları, şu demleri gözetirler, her halde kendilerinin
bir gün olup Rabb'lerine kavuşacaklarını, Rabb'lerinin lika (karşılama)sına
ereceklerini, ve her halde dönüp ona varacaklarını, amellerinin mükafatını
alacaklarını sayarlar. İşte bunların her halde olacağını bir galip ve kuvvetli
zan ile olsun bilenlere, sabır ve namaz ile yardım dilemek ağır gelmez. Bunlara
ağır gelmezse, hiç şüphesiz yakîn sahibi olan iman ehline hiç ağır gelmez.
"Zann"ın bazan ilm-i yakîn (kat'i ilim) mânâ-sına geldiği vardır.
Burada bir hayli tefsir âlimleri bu mânâ ile te'vil etmişler ve bunda zan
ile iman olamayacağı esasını ve "hâşiîn"in, mü'minînden ehas (daha
hususi, özel) olması düşüncesini gözetmişlerdir. Halbuki zannı, yakîn ile
te'vil etmektense, hâşiîni lügat mânâsından almak âyetin siyakı (gelişi)na
daha uygundur. Huşû "boyun eğmek", iman ve îkân (sağlam bilgi) ile
ilgili olabileceği gibi, galip zanla da olabilir. Zira galib zan, amelin vacip
olduğunu ifade eder. Yarın gelmesi galib zan ile zannolunan bir hayır veya
şerre karşı akıllı insan kayıtsız davranamaz. Şu halde sabır ve namaz, galib
zan ile hareket edildiği takdirde bile, insana ağır gelemiyeceği açıklanınca,
bunun yakîn ve iman ile hareket edildiği takdirde hiç ağır gelmiyeceği ve
hatta katıksız zevk olacağı öncelikle anlaşılır bu da âyetin sevkinin İsrailoğulları'na
hitap olması itibariyle daha özgün ve daha faydalı olur. Burada diğer bir
mânâ daha muhtemeldir ki onu da meâlde gösterdik.
Şimdi
bir taraftan İsrailoğulları'nı nimeti yadetmekle İslâm'a davet eden bu hitabı
kuvvetlendirmek ve te'yit etmek, diğer taraftan da geçmişte nail oldukları
nimetleri hatırlatmak ve onlardan mahrum oluşlarının sebeplerini anarak İslâm
dinini kabul ettikleri takdirde o geçmişten daha şanlı bir geleceğe nail olabileceklerini
ve aksi halde dehşetli bir korkutmaya maruz bulunduklarını ve bunların karşısında,
düşük menfaatler arkasında dolaşmanın çok vahim (korkunç) olduğunu anlatmak
için şöyle bir nida (çağrı), bir hitap daha yöneltiliyor ki, bu, bir taraftan
kısaca bir özet, diğer taraftan bir tafsîl (etraflıca anlatma) başlangıcıdır:
Meâl-i
Şerifi
47-
Ey İsrailoğulları! Size verdiğim nimeti ve vaktiyle sizi âlemlere üstün kıldığımı
hatırlayın.
48-
Ve öyle bir günden korunun ki, kimse kimsenin yerine bir şey ödeyemez, kimseden
şefaat da kabul edilmez, kimseden fidye de alınmaz ve onlara hiçbir yardım
da yapılmaz.
47-
Ey İsrailoğulları, benim size verdiğim nimetlerimi hatırlayın ve özellikle
şunu hatırlayın ki, ben sizi geçmişte (yani Musâ ve onun değişmeyen evlatları
zamanında) bütün âlemlere üstün kılmıştım. Hepsinin üstüne çıkarmıştım, siz
o zaman âlemin en yüksek milleti olmuştunuz. Hani onları ne yaptınız? Onları
nasıl ele geçirmiştiniz ve niçin elden çıkardınız biliyor musunuz? Haydi düşünün,
ne idiniz, ne oldunuz düşünün!..
48-
Hem ilerde öyle bir günün hesap ve azabından sakının, korunun ki, o gün kimse,
kimsenin adına bir şey ödeyemez, kimseden şefaat da kabul olunmaz, kimseden
fidye de alınmaz, bunlara hiçbir taraftan bir meded de yapılmaz. Hasılı kimse
kimsenin başına gelecek azabı hiçbir şekilde defedemez. Ne zorla def edebilir,
ne kolaylıkla. Zorla def edemez, çünkü yardım yok. Kolaylıkla da def edemez,
çünkü ya bedava olacak, ya karşılıklı. Bedava olacak olan bir şefaattir, o
kabul edilmez. Karşılığı da ya verileceği ayniyle vermektir, halbuki ödemek
yok veya başkasıyla vermektir, halbuki fidye yok. İşte böyle bir kıyamet günü
vardır. O gelmeden bundan sakınmalı, bundan korunmalıdır. Demek ki bundan
korunmak mümkündür. Fakat geldikten sonra ahirette değil, o gelmeden önce
dünyadayken korunmak mümkündür. Çünkü: "Melekleri gördükleri gün, işte
o gün suçlulara müjde yoktur." (Furkan, 25/22) melekler görünüp olaylar
başlayınca, o gün günahkârlar için bir müjdeye imkan kalmaz. Mu'tezile (mezhebinde
olanlar) bu âyete dayanarak, ahirette buyük günah işlemiş olanlara şefaat
edilmeyi reddetmişlerdir. Fakat burada şefaatin kabul olunmaması özellikle
kâfirler hakkındadır. Ve hitap küfürde ısrar edenlere mahsustur. Zira İsrailoğulları
kendilerinin babaları ve dedeleri olan peygamberlerin her halde kendilerine
şefaat edeceklerine inanıyorlardı. Bu âyet, bunu reddediyor. Yoksa diğer âyetler
gelecektir ve hadisler de vardır ki, Allah'ın izniyle yine şefaat olur. Yasaklanmış
olan şefaat herkesin kendiliğinden ve Allah'ın iznine bağlanmadan yapılacağı
düşünülen şefaatlerdir. Şu halde kendiliklerinden şefaat edebilirler zanniyle
peygamberlere ve velilere tapılmamalı, ancak Allah'a ibadet etmelidir ki,
o istediğine her istediği zaman şefaat ettirir. Ve bununla beraber kıyametin
başlangıcı öyle korkunçtur ki, o sırada şefaat da bahis konusu değildir. Herkes
kazancıyla kalabilecektir ve bu âyet o zamanı anlatmaktadır.
Bu
özetleme ve korkutma (veya sakındırma)dan sonra, o nimetler ve bunlara karşı
İsrailoğulları'nın durumları gelecek şekilde açıklanıyor.
Birincisi:
Meâl-i
Şerifi
49-
(Hem hatırlayın ki bir zaman) sizi Firavun ailesinden de kurtardık, (onlar)
size azabın en kötüsünü reva görüyor, oğullarınızı boğazlıyor, kadınlarınızı
sağ bırakıyorlardı. Ve bunda size Rabbiniz tarafından büyük bir imtihan vardı.
49-(Âyetin
başındaki vav ), "nimeti hatırlayın" ifadesine mâtûf (bağlı)dur.
Şu halde (ibarenin takdiri): "hatırlayın ki, sizi kurtarmıştık"
demek olur. Burada "nimetimi hatırlayın ki, sizi kurtarmıştık" takdirini
tercih edenler varsa da gelecekteki hatırlatmalar nimete ve ona karşı vaki
olan durumları da kapsadığından, hatırlatmayı ıtlakı (genelliği) üzere bırakmak
daha belağatlı olacaktır. Bu gibi hatırlatma ve ihtar yerlerinde biz "hani"
deriz. "Hani" kelimesi gerçi esasen "nerede" mânâsına
yerini sormak içindir. Bununla beraber, "hani o günler" gibi hasret
çekme ve "hani hatırlarsın ya!" gibi mücerred (soyut) hatırlatma
için de kullanılır ki, öncekinin gereğidir. Ve bu makamda kullanma meâl olarak
uygun olabilir.
Ve
hem o zamanı hatırlayın ki, hani sizi Firavun ailesinden tamamen kurtarmıştık.
Çünkü o zaman kurtarılan yalnız dedeleriniz değil, onların dolayısıyle sizdiniz,
bütün İsrailoğulları idi. Siz İsrailoğulları onların elinde ne halde idiniz?
O Firavun ailesi size azabın kötüsünü peyliyor, canınıza kıyıyorlardı.
"Sevm
= , mal peylemek, zulüm yüklemek, derde sokmak salmak, bir sîmâ vermek (yani
dağlamak) mânâlarına gelir ki, her biriyle tefsir edilmiştir. Her halde bir
suikast mânâsını ifade eder. Hikaye ediliyor ki, bunlar sınıf sınıf esir,
amele gibi ayrılmış ağır yapı yapmakta, yıkmakta, dağlardan kayalar yontup
taşlar taşımakta, kerpiç, kiremit pişirmekte, marangozluk, demircilik ve daha
bunlar gibi ağır hizmetlerde çalıştırılır, zayıflarına da vergiler konulurmuş.
Fakat bir çok tefsir âlimine göre buradaki kötü azab kendisinden sonra atf
bulunmadığından şu cümlelerle açıklanmış olandır: oğullarınızı boğazlıyorlardı
da kızlarınızı ve kadınlarınızı güya sağ bırakıyorlardı. Elbette bu bırakış
da hayır için olmuyordu. O kızlar bu elemler (acılar) içinde büyüseler bile,
oğlanlar kalmayınca, hepsi başkalarının elinde kalacak, neticede bütün nesil
yok olacaktı. Diğer bir mânâ ile: Kadınların rahimler (döl yataklar)ini yokluyorlar,
çocuk alıyorlardı. Üçüncü bir mânâ ile: Kadınlarınıza haya edilecek (utanılacak)
şeyler yapıyorlardı. Birincisinde "istihya", "hayat" kelimesinden;
ikinci ile üçüncüde "haya"dan gelmiştir. ve bu sırada Rabbiniz tarafından
size büyük bir imtihan vardı. Azab ile imtihan, kurtuluş sebeplerini hazırlamak
için imtihan; necat (kurtuluş) ile deneme de kendi başına bir devlet ve millet
oluşturarak, yeryüzündeki diğer devletlere üstün bir şekilde güzel amel ve
ahlâk ile yaşama imtihanıdır.
"Belâ
= aslında tecrübe ve imtihan demektir. Fakat bu deneme, bazan hayır ve bazan
şer ile olur. Ve çoğunlukla başlangıç şer ve sıkıntı mânâsını içine alır.
Burada iki yön de vardır. Azab, bir bela ile imtihan; kurtuluş da bir hayır
ile imtihandır.
Malumdur
ki Fir'avn, Mısır'da Amalika hükümdarının lakabıdır. Çoğuluna "ferâine"
denilir. Nasıl ki Rum krallarının bazısına Kayser, bazısına Herakl (kral);
Habeş krallarına Necaşî; Yemen meliklerine Tübba; İran hükümdarlarına Kisrâ;
Türkler'inkine Hâkân deniliyordu. Buradaki Firavun'ın ismi hakkında da çeşitli
rivayetler vardır:
1-
Velid b. Mus'ab (İbn İshak ve diğerleri)
2-
Fantus (Mukâtil).
3-
Mus'ab b. Reyyân.
4-
Mugîs (bazı tefsir bilginleri).
5-
Kabus (Ebu Hayyân), "Tarih-i Kâmil" de Kabus b. Mus'ab b. Muaviye
diye göstermiş ve yerine kardeşi Velid'in geçtiğini de nakletmiştir. Bu isimler
hep Arapça olduklarına göre, o zaman Mısır halen Araplar'ın elindeymiş demek
olur. Ancak Fantus ismi diğerlerine benzemiyor ve böyle olması bazı genel
tarih kitaplarına uygun düşüyor.
"Âl
= " kelimesi "Ehl = "den alınmış ise de aralarında fark vardır.
"Âl", başlıca şan ve şöhret sahiplerine söylenir. Âl-i Firavun,
Firavun'un dininin ehli, kavmi ve bilhassa tâbileri ve köleleri. "Firavun'dan
kurtarmıştık" denilmeyip de "Firavun ailesinden" buyurulmasında
önemli bir nükte anlaşılıyor ki, bununla yapılan zulümlerin temsilcisi Firavun'sa
da, bunda asıl sorumluluğun ondan daha çok ona uyanlara ait olduğu ifade edilmiştir.
Çünkü Firavun yaptıklarını bunların eli ve bunların hizmeti ile yapmıştır.
Deniliyor
ki bu şekilde İsrailoğulları'ndan öldürülen çocukların toplamı dokuzyüz doksan
bine ulaşmıştı. Buna sebep de bunlardan doğacak bir çocuğun Firavun'un hükümetini
yok edeceği hakkında kâhinlerin verdiği bir haber veya Firavun'un gördüğü
bir rüya olduğu öteden beri nakledilir. Ne ibrettir ki, bu zulümler bir fayda
vermemiş ve sonunda o çocuk doğmuş, Firavun'un kendisine beslettirilmiş, Hz.
Musa olmuş ve yine Allah'ın takdiri yerini bulmuştur. Acaba buna gücü yeten
Cenab-ı Allah'ın o kadar masum (günahsız)un kesilmesine izin vermekte hikmeti
ne idi? Buna Ebu's-Suûd, tefsirinde işaret ediyor. Fakat daha önce Muhyiddîn
Arabî hazretleri "Füsûs"unda meâlen şöyle izah etmiştir: "Bu
çocuklar hep Hz. Musa'ya hayatında imdat olmak ve onun ruhaniyetini takviye
(kuvvetlendirmek) için öldürülmüşlerdir. Çünkü bunların her biri Musa diye,
Musa hesabına, hasılı Musa için öldürülüyorlardı. Çünkü Firavun ve Firavun
ailesi Musa'yı henüz bilmiyorlarsa da Hak Teâlâ biliyordu. Elbette bunların
her birinin alınan hayatı Musa'ya ait olacaktı, zira gaye o idi. Bu çocukların
hayatı ise hep fıtrat üzere bulunan temiz birer hayat idi. Nefse ait maksatlarla
kirlenmemiş. -Âdem kıssasında açıklandığı üzere meleklerin secdesi devrindeki-
fıtrat ve aslî yaratılış üzere bulunuyorlardı. Hz. Musa, Musa diye öldürülen
bütün bu çocukların hayatları toplamı olacak ve Musa'nın hayatı bunların toplamına
denk olacaktı. Her birinin ruhundaki yetenek ve kuvvet Musa'nın olacak, Musa'da
tecelli edecekti. Demek ki bütün bunlar sağ olsalar ve öyle tertemiz büyüseler,
toplamlarından nasıl ve ne kadar bir ruhî kuvvet hasıl olacaksa Musa'nın ruhunun
kuvveti ona denk olacaktı. Firavun'un başındaki orduya karşı, Musa, başlı
başına böyle bir ordu idi. Bütün o kesilen çocukların ruhları, Musa'nın ruhunun
emri altında idi. İşte Allah Teâlâ onlardaki güçleri ve kuvveti toplamış,
Hz. Musa'ya vermişti ve vermek için bunu yapmıştı. Bu da Hz. Musa'ya verilmiş
bir ilâhî özelliktir ki, ondan önce peygamberlerden hiç birine nasip olmamıştı..."
İmam
Râzî hazretleri der ki: "İnsanın başka bir el altında ve üzerinde istediği
şekilde kullanılabilecek bir halde bulunması, özellikle bu hal içinde bir
de ağır, zor, pis işlerde kullanılması azab şekillerinin en şiddetlilerinden
olduğunda şüphe yoktur. Hatta buna maruz kalanlar çoğunlukla ölümü temenni
ederler. İşte Cenab-ı Allah'ın burada açıkladığı birinci nimet bu kötü azabtan
kurtulma nimetidir."
Demek
oluyor ki, bu âyette önce hürriyet ve istiklal nimeti anılmış ve esirlik mahkumluğunun
feciliği hatırlatılmıştır.
İkincisi:
Meâl-i
Şerifi
50-
Hani bir zamanlar sizin için denizi yarıp, sizi kurtardık da Firavun'un adamlarını
suda boğduk, siz de bakıp duruyordunuz.
50-
ve hani sizinle -bölük bölük- denizi yarmıştık da sizi toptan kurtarmıştık.
ve başınıza bela kesilmiş olan Firavun ile adamlarını suda boğmuştuk. siz
de bakıp duruyordunuz. Gözlerinizin önünde olan bu olay, sizin için ne büyük
nimet idi. Bu deniz Mısır'ın civarındaki denizlerden birisi ki, adına "İsaf"
denilirmiş ve bugün ona "Bahr-i Kulzüm" adı veriliyor. Bizim "Şap
Denizi" dediğimizin aslı "İsaf" denizi imiş. Bugün 'Kızıldeniz"
adıyla anılmaktadır. "Kulzüm" şimdiki Süveyş'in yerinde kurulu bir
şehir imiş. Kulzüm esasen yutmak anlamına gelmektedir. Ona "Kulzüm Denizi"
denilmesi, bu şehirden ve Firavun'un adamlarıyla birlikte orada suda yutulmuş
olmasından dolayıdır. Kâmus Şerhi'nde böyle naklediliyor. Bu âyette Firavun'un
boğulması açıkça beyan edilmemiş ve yukarıda geçtiği şekilde asıl Firavun
ehlinin cezası gösterilmiş ve Firavun da bunların içine dahil edilmiş. İleride
bu boğulmayı daha ziyade açıklayan âyetler gelecektir. "Sizinle yarmıştık"
demek, yaran bizdik, siz de buna bir sebep, bir vasıta olmuştunuz demektir.
"Sizin için" diye de tefsir edilmiştir. Şuna dikkat edilmek gerekir
ki, Kur'ân-ı Azîmüşşan, bu gibi olayların olduğu tarihleri değil, asıl taşıdıkları
fevkalâde ibret noktalarını ve yüce yaratıcının kudretiyle ilgili yanlarını
anlatmak ve hatırlatmak istiyor.
Üçüncüsü:
Meâl-i
Şerifi
51-
Hani bir zamanlar Musa'ya kırk gecelik vaad verdik de sonra siz onun arkasından
buzağıyı put edindiniz ve o halinizle zalimler idiniz.
52-
Sonra yine de sizi affettik, artık şükretmeniz gerekiyordu.
51-
Ve hani biz Musa ile kırk geceye vaadleşmiştik. Ona kırk gece Tur'da kalıp
münâcât ve vahiy için bir vakit tayin etmiştik. O da buna icabet edip Rabbinin
mîkatına (tayin ettiği yere) çıkmıştı. Ebu Amr, Ca'fer ve Yakub () kırâetlerinde
elifsiz olarak okunur. Bu takdirde, "Hani biz Musa'ya tam kırk geceyi
va'detmiştik de sonra siz onun arkasından buzağıya tapmaya başlamıştınız:
Samirî'nin yaptığı altın buzağı heykeline tapmıştınız. Halbuki, siz o halinizle
zulmediyordunuz.
52-
Sonra bütün bunların arkasından sizi affettik, o günahları sizden sildik.
"Afiv" kelimesi esasen mahvetmek, silip yoketmek anlamına gelir.
Bu anlamdan edatı ile kullanıldığında günahı mahvetmek mâ-nâsına gelir. Birinci
anlamda , ikincide deniliyor. ki bu sebeple olsun şükretmelisiniz: O zulmünüzle
beraber affın ne büyük nimet olduğunu anlayıp düşünmeniz ve bunun şükrünü
eda etmeniz gerekir. Hz.
Musa'nın
nesebi; Musa b. İmrân b. Yashir b. Kahis b. Levi b. Yakub b. İshak b. İbrahim
diye nakledilmektedir. Levi soyundan olduğu meşhur olmakla beraber İmrân ile
Levi arasında daha fazla kişi bulunması ve silsilede zikrolunan isimlerin
bu soyun meşhurları olması kuvvetle muhtemeldir. Zira Hz. Yusuf'un Mısır'a
girmesi ile Hz. Musa'nın Mısır'dan çıkışı arasında dörtyüz sene geçmiş olduğu
naklediliyor. Doğrusunu Allah bilir.
KIRK
GECE: Hz. Musa'nın denizi geçtikten sonra Allah tarafından vaad olunan kitap
için bir mîkat olmak üzere tayin edilen ve Zilkâ'de ayının başından Zilhicce'nin
onuna kadar gündüzüyle birlikte devam eden bir ay on günlük müddettir ki,
Hz. Musa bu süreyi Tur'da oruçlu olarak geçirmiş ve nihayet münâcât ile bizzat
ilâhî kelama mazhar olmuş ve Tevrat levhaları kendisine inzal buyurulmuştu.
Bununla ilgili olarak diğer sûrelerde daha birçok âyetler gelecektir. Aylar
geceden başladığı için gün ile sayılmayıp gece ile sayılmış ve "kırk
gece" denilmiştir. Bunda bir incelik daha vardır; ilâhî tecelliler fecir
gibi daima geceleri takip eder. Kara günler de geceden sayılır. İsmail Hakkı
(Bursevî) Hazretleri der ki; tarikat ehli kırk günlük sülûkü bu âyetlerden
almıştır. Dilimizdeki "çile" tabirinin de aslı yine budur. Farsça
kırk mânâsına "çil, çihil" kelimesinden gelir ve "kırk"
demektir. İşte Hz. Musa İsrailoğulları'nı denizden geçirdikten sonra Tur'da
ilâhî emre uygun olarak çile çıkarırken onlar buzağıya tapmaya başlamışlardı
ki, ne kadar haksız ve nankörce bir tutumdur. Bununla beraber yine ilâhî affa
uğradılar ki, burada işte özellikle bu af nimeti onlara hatırlatılıyor. Bu
affın nasıl gerçekleştiği hemen aşağıda ayrı bir nimet olarak beyan edilecektir.
Dördüncüsü:
Meâl-i
Şerifi
53-
Ve hani bir zamanlar Musa'ya o kitabı ve furkanı verdik, gerekirdi ki, doğru
yolda gidesiniz.
53-Musa'ya
verilen kitabın Tevrat olduğunda ihtilaf yoktur. Fakat bu furkanın, Kur'ân'ın
olduğu gibi, Tevrat'ın da bir sıfatı olması veya Tevrat'taki şer'î hükümler
veya Tevrat'tan ayrıca "yed-i beyza" ve "asâ" gibi mucizeler
yahut bir zafer ve ferah olması da ihtimal dahilindedir. Zira "furkan"
aslında iki şey arasını kesin olarak ayırmak demektir. Hak ile batılı, küfür
ile imanı, helal ile haramı birbirinden kesip ayıran her şeye furkan denilir.
İşte bu mânâ iledir ki, Kur'ân'ın özel lakabı olmuştur. Tevrat dahi esasen
hak ile batılı ayıran ilâhî bir furkandır. Burada atıf dolayısıyla furkanın
Hz. Musa'ya kitap ile birlikte verilmiş olan başka kudret ve hakimiyet olması
bizce daha münasip görünüyor. Tur'dan kitap ile dönüp gelmesinde de bunun,
hususî bir tecellisi olmuştur ki, gelecek âyet kısmen bunun açıklaması demektir.
Şu halde dördüncü nimet Hz. Musa'nın Tur'dan kitap ile gelmesidir.
Beşincisi:
Meâl-i
Şerifi
54-
Hani bir zamanlar Musa kavmine dedi ki; Ey kavmim cidden siz o buzağıyı put
edinmekle kendi kendinize zulmettiniz, bari gelin Rabbinize tevbe ile dönün
de nefislerinizi öldürün. Böyle yapmanız Bârî Teâlânız katında sizin için
hayırlıdır, böylece tevbenizi kabul buyurdu. Gerçekten de o Tevvab ve Rahîm'dir.
54-Burada
bir taraftan yukarıdaki af nimeti açıklanmış olmakla beraber, bir taraftan
da bu açıklama içinde furkanın tatbikiyle buzağı fesadının gideriliş şekli,
tevbe ile tevbeye vesile olan ibretli ve incelikli nimetler hatırlatılmıştır.
Ve
hani Musa kavmine, ey kavmim demişti, siz buzağıya tapmanızla kesinlikle kendinize
yazık ettiniz, öyleyse Bârî Teâlâ'nıza, yüce hâlikınız (yaratıcınız), pâk
yaratıcınıza tevbe ediniz de hemen kendinizi katlediniz, nefislerinizi öldürünüz.
Böyle yapmanız yani tevbe ile öldürme işini yerine getirmeniz, Bârî Teâlâ'nız
katında sizin için hayırlıdır. Böyle demiş ve bunun üzerine Bârî Teâlâ tevbenizi
kabul etmiş idi. Şüphesiz o, öyle Tevvâb (tevbeleri kabul edici), öyle Rahim
(merhametli) dir.
Burada
"Musa size demişti" denilmeyip de "kavmine demişti" buyurulması,
yine bunun gibi yukarıdan beri nimetlerde hep "Biz, Biz" diye bizzat
ilahî tasarruflar şeklinde tek tek sayılıp gelirken, görüldüğü gibi Hz. Musa'nın
tebliğ ve tasarrufuna geçilmesi, Tevrat'ın nüzûlünden sonra onun Allah tarafından
başkaca bir kuvvet iktisap etmiş olduğuna ve artık İsrailoğulları üzerinde
hükümleri icraya başlamış bulunduğuna işaret etmektedir ki, bunda önce hükümet
nimeti olarak furkanın tatbikatı hatırlatılıyor. Fakat bu nimet doğrudan doğruya
değil, Hz. Musa dolayısıyla vekaleten açıklanmış ve ancak neticesi ve semeresi
olan tevbe ve hallerinin ıslahı, daha yukarıda geçen nimetler gibi fakat üçüncü
şahıs (gaib) sîgasıyla yine bizzat Bârî Teâlâ'ya bağlı olarak beyan olunmuştur.
Bu beyanın üslubundaki inceliklerin tek tek açıklanması başlıbaşına bir kitap
olur. Fakat görülüyor ki, bu beyanın esas hedefi, hükümet nimetinin başta
değil, ancak neticedeki düzelme dolayısıyla bir ilâhî nimet olduğunu hatırlatmaktır.
Tevbe ve öldürme emrinin sorumluluğu Hz. Musa'ya ait bir vekillik tasarrufu,
neticede meydana gelen düzelme de bizzat ilâhî bir ihsan olmuş oluyor. Ve
furkan o zaman meydana gelmiş oluyor. Kavim ünvanı altında "Siz nefislerinize
zulmettiniz." deniliyor.. Bu da gösteriyor ki, nefse zulmetmek, ferdî
nefisten ve kavmî nefisten daha umumî bir ifadedir. Şirkin zararı millete,
milletin zararı da fertlere racîdir. Ve buzağıya tapma meselesi, Musa'nın
kavmi içinde büyük bir bozulmaya ve karışıklığa sebep olmuş ve bu belanın
temizlenmesi birtakım nefislerin ölmesini ve can kaybını gerektirmiştir. "nefislerinizi
öldürün" ifadesi mefhum olarak üç mânâya gelebilir. Birincisi hakikat
anlamı ki, herkesin kendi kendini öldürmesidir, yani intihar etmesidir. Lakin
böyle olsa idi muhatap olarak kavim kalmaz veya ancak asîler kalırdı. Şu halde
kastedilen mânâ bu değildir. İkincisi, işin geleneksel gerçeğidir ki, esasen
kardeş olan bir kavmin fertleri, haydi bakalım şimdi birbirinizi öldürünüz,
demektir. Çoğunlukla tefsirciler bu mânâyı gözetmişlerdir. Tur'a giden Hz.
Musa'nın arkasından Sâmirî, altından bir buzağı heykeli yapmış, onu bağırtmış
ve Apis öküzüne tapan Mısırlılar ve diğer puta tapıcılar gibi, İsrailoğulları'nın
bir kısmını, "İşte Musa bunu aramaya gitti." diyerek ona taptırmış
ve çok yakın bir zamanda bizzat şahit oldukları nimetlere karşı nankörlük
yapıp bir bozgun ve karışıklık çıkarmış, kavmin diğer bir kısmı Hz. Harun
ile beraber bu gidişi önleyememiş ve Hz. Musa'nın dönmesini beklemişlerdir.
O zamana kadar da bu karışıklık gittikçe yayılmış, Hz. Musa Tur'dan dönünce
Furkan'ın hükmü ile hepsine birden "kendinize yazık ettiniz" diye
hitap etmiş, hem buzağıya tapanlara, hem de ses çıkarmayıp bekleyenlere, bu
günahlarından dolayı hemen tevbe etmelerini ve tevbe edenlerin, etmeyenleri
derhal öldürmelerini emretmiş ve bu iç savaş Allah'ın izniyle zaferle sonuçlanmış.
Bunun üzerine İsrailoğulları da hallerini ıslah edip uslanmışlar. İşte burada
bu olay hatırlatılmıştır. Hikaye olunduğuna göre bu olayda ölenlerin sayısı
yetmiş bine ulaşmıştır. Buna buyurulmayıp da buyurulması, hadisenin dahilî
ve acıklı olduğuna ve nefse zulmetmenin mânâsına işarettir. Üçüncüsü ise sırf
mecazî olmasıdır ki, nefsinizi öldürünüz, yani günahınıza nedâmetle gam ve
kederden canınızı çıkarın yahut şehvetlerden nefsinizi men etmekle riyazet
(perhiz) ediniz. Size bu kötülükleri yaptıran, sizi şirke saptıran hep nefsanî
isteklerdir. Tevbe de bunların kırılması ile faydalı olur ve ancak o zaman
kabul edilir demektir. Bu te'vil de gözetilmiştir. Bu da güzeldir, fakat bir
işarî mânâdır.
Bârî,
yaratırken ayıpsız ve noksansız yaratan demektir, ki, "hâlîk"dan
daha özeldir ve bunda ilk yaratılışı hatırlatma vardır.
Altıncısı:
Meâl-i
Şerifi
55-
Hani bir zamanlar "Ey Musa biz Allah'ı açıkça görmedikçe senin sözünle
asla inanmayacağız." demiştiniz de bunun üzerine sizi yıldırım çarpmıştı
ve siz de bakakalmıştınız.
56-
Sonra şükredesiniz diye sizi ölümünüzün ardından yeniden diriltmiştik.
55-
Ve hani hatırlarsınız ya, siz "Ey Musa, biz Allah'ı aşikâre, açıktan
açığa görmedikçe sana asla inanmayacağız." demiştiniz de bunun üzerine
sizi yıldırım çarpmış, bir başka deyişle dehşetli bir darbeye tutulmuş, yıkılmıştınız.
Ve kımıldanmaya dermanınız kalmamış, sadece bakıp duruyordunuz. Demek ki,
ölmemişlerdi, fakat ölüm haline gelmişlerdi. Tefsircilerden birçoğu bunu,
bakıp dururken yıldırım çarpmıştı, ölmüş idiniz, mânâsına anlamışlardır. Halbuki
"siz de bakıp duruyordunuz" cümlesi atıf veya hâl cümlesi olarak
bilhassa böyle bir zanna meydan vermemek içindir. "Ahz", bakmaya
ârız olan bir hal değil, "nazar" (bakmak) ahze mukarin (yakın) olan
bir hâl olarak gösteriliyor veya atfediliyor. Nitekim bu yıldırım çarpmasının
ayrıntılı olarak açıklandığı "Musa, kavminden yetmiş kişi seçti."
(A'râf, 7/155) âyetinde "onları titreme yakalayınca" buyurulmuştur.
Tahkik ehlinin dirayet yoluyla yaptıkları araştırmanın gerçek sonucu bu olduğu
gibi, Vehb hazretlerinden rivayet edildiğine göre de bunlar ölmemişler, belki
o korkunç hali gördükleri zaman kendilerini öyle bir titreme, bir zangırtı
almış ki, hemen hemen mafsalları kopuyor, belleri kırılıyormuş. Mahvolmak
durumuna gelmişler. O zaman Hz. Musa ağlamış, Rabbine dua edip yalvarmış,
Cenab-ı Allah da bir açıklık ihsan eylemiş, ondan sonra kendilerine gelebilmişler,
akılları da başlarına gelmiştir.
56-
Nitekim şöyle buyuruluyor: bir müddet sonra sizi ölümünüzün ardından yeniden
dirilttik, adeta b'asü ba'del mevt (öldükten sonra dirilmey)e mazhar ettik.
Önceki yıldırım çarpması bir ölüm ise, bu da hakikaten yeniden dirilmek demek
olacaktır. belki buna şükredersiniz.
Bu
olayın, zikr olunan öldürme olayından sonra mı veya ondan önce ve hemen öldürme
emrini müteakip mi meydana geldiği hakkında iki görüş zikr ediliyor. Her ne
olursa olsun, âyetten şu anlaşılıyor ki, bu yıldırım çarpması, bir kavmin
yok olması mesabesinde bir musibet ve ondan kurtuluş da o kavmin tekrar hayatı,
öldükten sonra yeniden dirilmesi anlamında büyük bir nimet imiş, bu belanın
sebebi de açıktan açığa görmeyince Allah'a iman etmemek ve Hz. Musa'ya inanmamak
iddiası olmuştur. Onları o durumdan kurtarmak ise sırf Allah'ın yardımı olarak
ayrıca zikredilmiştir. Bunu yapanlar, elbette İsrailoğulları'nın hepsi değildi.
Bu iddia üzerine mîkatta yıldırıma yakalananlar seçilen yetmiş kişi idi. Böyle
olduğu halde âyette gerek iddia, gerek musibet, gerekse kurtuluş nimeti hatta
Kur'ân'a muhatap olanlar dahi buna dahil olarak bütün bir kavme nisbet olunuyor.
Şüphe yok ki bunun hikmeti, bütün bir millet arasında müşterek sorumluluk
meselesi, hatta Âdemoğulları arasındaki hilafetin gereğidir. Kimse kimsenin
günahından sorumlu değil iken bunun böyle olması gösteriyor ki, ilahî hukuk
olan umumî vazifeler konusunda, farz-ı kifaye maddelerinde fert bahis konusu
değil, yalnızca cemaat, bizzat ümmet bahis konusudur. Bunun iyisinde, kötüsünde
herkes müşterektir. Sonrakiler öncekilerin ve herkes birbirinin vekilidir.
Bu
kadar gerçekleşmiş nimetlerden sonra "Allah'ı görmeden sana inanmayız."
diye Hz. Musa'ya isyan etmek ne büyük bir küfür ve nankörlüktür. Bu âyet marifetullah
(Allah'ı bilme) meselelerinin en mühimlerinden birini ve sonra insanların
alçalış ve yükselişleri ile ilgili ruh hallerinden en dikkat çekici olanını
bir cümlede hatırlatıvermiştir. Gerçekten de insanlar terakki edecekleri zaman
görüşleri ve kalpleri yükselir, idrakleri yalnızca gözleri önünde duran görüntülere
bağlanıp kalmaz akıllarıyla görünebilenin ötesine geçerler, gaybın hakikatına
iman ederler, görülmedik ve işitilmedik saadetlere ererler. Bunun aksine alçalacakları
ve çöküntüye uğrayacakları zaman da akılları kalmaz, kalbleri körlenir, gözleri
görülebilene saplanıp kalır, gözlerine batmayan şeye inanmazlar, inanmak için
mutlaka görmek isterler, fenalıktan sakınmazlar, gelecek felakete de bilfiil
başlarına gelmedikçe inanmazlar. Halbuki felaket gelince hükmünü icra eder.
Derecesine göre ya ezer, ya imha eder. Böyle, maddeden başka bir şey tanımayan,
gözlerine batmayan şeye inanmayanlar, inanmak istemeyenler sopasız yürüyemeyen
körlere benzerler, tapacakları mabutlarını da elleriyle tutmak, yoklamak isterler.
Bunların gözünde maneviyat, mâkulat, mücerredat yani maddî olmayan her türlü
soyut değerler, evham cinsinden sayılır. Tapmak için, cisim cinsinden şeylerden
putlar ararlar bulamazlarsa yaparlar ve ona taparlar, ondan imdat umarlar;
çünkü insanlarda ibadet ihtiyacı doğuştan, yaratılıştan gelen bir ihtiyaçtır.
Bundan kurtulamazlar. Fakat hakiki mabudu göremeyince, kalplerinden, akıllarından
kuvvet alamayınca, gözlerinin tuttuğu, ellerinin eriştiği bir şeyden kuvvet
dilenirler, hiç olmazsa bir öküz veya öküzün altında bir buzağı ararlar. İsrailoğulları'nın
bir kısmı da gerek Mısır ve civarındaki görgüleri, gerek henüz yükselememeleri
veya herhangi bir sebeple tekrar çöküntüye uğramış olmaları dolayısıyla Hz.
Musa'ya "Allah'ı açıktan açığa görmeyince sana inanmayız." diye
diretmişler, akılsızlıklarından kendilerini Musa ile bir tutup, "Sen
konuştum, kitap getirdim, diyorsun ya! Haydi bize de göster!" diye isyana
cür'et etmişler ve bununla Allah'ı bir cisim gibi, karşılarında bütünüyle
görmek istemişler ki, bu imkansız ve muhal idi. Bütün gördükleri nimetler
ve o harikalar, akıl yürütmelerine kafi gelmemiş, böyle nankörce bir tutumla,
olmayacak hayallere saplanıp kalmışlar. Bundan dolayı başlarına yıldırım musibeti
bir harika olarak gelmiş ve bu musibetten de yine bir harika olarak ve Allah'ın
rahmeti sayesinde kurtulmuşlardır. Bizzat Allah'ı göremedilerse de başka mabutların
yapamıyacağı cezayı yakından görerek akılları başlarına gelmiş, görmeden inanmanın
büyük önemini o zaman biraz takdir etmişler de bütün kavim bu sayede yeniden
dirilmiş ve kurtuluşa ermiştir. Bu büyük ve derin nimet ve ders de bu çağırışta
böyle iki veciz âyetle dile gelmiş ve hatırlatılmıştır ki, bundan kitaplar
yazılır. Gerçekten de Cenab-ı Allah görülmez ve görülemez değildir; O, kendisini
görebilecek gözler yaratmaya da kadirdir. Lakin ona bu gözler dayanmaz ve
görülürse ihata olunamaz. Bizim dünyada yararımız O'na gıyabında iman etmek,
aklî ve kalbî şehadetle inanmaktır.
Bu
hatırlatmaya şu nimet de eklenmiştir:
Meâl-i
Şerifi
57-
Ve üstünüze o bulutu gölge yaptık, ve size ihsan ettiğimiz hoş rızıklardan
yiyin, diye üzerinize kudret helvası ve bıldırcın indirdik. Onlar, bize zulmetmediler,
lakin kendi nefislerine zulmediyorlardı.
57-
Bir de Tîh sahrasında üzerinize o ince bulutu gölgelik yaptık. ve üstünüze
hem kar gibi kudret helvası, hem de yelve kuşu, bıldırcın indirdik. Size kısmet
ettiğimiz bu temiz nimetlerden haydi yiyin, dedik. Bundan sonra Cenab-ı Allah,
onlardan yüz çeviriyor, kendilerini doğrudan doğruya muhatap almaktan uzak
tutup gıyaba atıyor ve zulümlerini güzel bir özetle kendilerine anlatmak üzere
buyuruyor ki, onlar bu nimetlere karşı yaptıkları nankörlükle aslında zulmü
bize yapmadılar, lakin kendilerine yapıyorlar, kendi kendilerine yazık ediyorlardı.
Çünkü dinin, iman ve amelin faydası da zararı da Allah'a değil, kullaradır.
Bu hususta yaptıkları zulüm ve nankörlük, birkaç âyet sonra ayrıca hatırlatılacaktır.
Şu da rivayet olunuyor ki, bunlar; "Temiz temiz, taze taze yiyiniz."
denildiği halde dinlememişler, biriktirmeye, toplayıp yığmaya başlamışlar
ve bunun üzerine nimet kesilmiş, zaruret ve sıkıntı içinde kalmışlar. Dikkat
edilince görülüyor ki, nimetler tek tek sayılıp gelirken, gitgide bunlara
nankörlükler ekleniyor ve hatırlatmanın hedefi bunlar ve bunlara karşı yapılan
haksızlıklar ve zulümler olmaya başlıyor.
Yedincisi:
Meâl-i
Şerifi
58-
Hani bir zamanlar "Şu şehre girin de onun nimetlerinden dilediğiniz şekilde
bol bol yiyin ve kapıdan secde ederek girin ve "hıtta" (bizi bağışla!)
deyin ki, size, hatalarınızı mağfiret ediverelim, iyilik yapanlara nimetlerimizi
daha da arttıracağız" dedik.
59-
Bunun üzerine o zulme devam edenler sözü değiştirdiler, onu kendilerine söylenildiğinden
başka bir şekle soktular. Biz de kötülük yaptıkları için o zalimlere murdar
bir azap indirdik.
58-
Ve hani demiştik ki, şu beldeye, Beyt-i Makdis mevkiine yahut Eriha beldesine
giriniz de onun neresinde isterseniz, yahut nasıl isterseniz dilediğiniz şekilde
bol bol yiyiniz. Ve girerken kapısından giriniz, hem de başlarınızı eğerek,
şükür secdesine kapanarak giriniz, kibir ile, çalımla, azgınlık ve serkeşlik
yaparak girmeyiniz, ve orada "hıtta" deyiniz ki, size bu şartlar
altında hatalarınızı mağfiret ediverelim, yani veballerinizi rahmetimizle
örtelim. Ve şunu da haber verelim ki, muhsinlere, iyilik ve güzellik yapanlara,
güzel hareket edenlere daha fazlasını da ihsan edeceğiz.
Asam
tefsirinde "hıtta" Arapça olmayıp aynen söylenmesi gereken bir kelimedir
denilmiş, diğer müfessirler ise bunun Arapça "hatt" masdarının binâ-i
nev'î (çeşit bildiren masdar) olduğunu söylemişlerdir.
Hatt,
bir şeyi aşağıya almak ve sırttan yük indirmek demek olduğundan, "hıtta"
da bir nevi indiriş demek olur ki, özel bir şekilde yükü yıkmak veya boyunlardaki
vebali indirmek karar veya duasını ifade eder ve umuma ait mecaz suretiyle
birleştirilmesi de mümkündür. Yani oraya yerleşmek için kararınızı veriniz
ve günahlarınıza istiğfar ediniz demek olur. Aşere kırâetlerinin hepsinde
"hıtta" kelimesi merfû okunur. Şu halde kelime tekil anlamına değil,
mahzuf (hazfedilmiş) bir mübtedanın haberi olarak "işimiz hıttadır"
takdirinde bir cümledir. Mesela, kendi lisanımızda da bir ilan veya topluluğa
kumanda halinde "uyku!", "yemek!", "hareket!"
v.b. emir ve kumandalar, veya bir istirham ve istek sırasında "lütuf!",
"inayet!", "merhamet!" ve "insaf!" gibi müfret
(tekil) kelimeler de böyle birer cümle takdirindedir. İncil'de ve eski din
kitaplarında "hıtta" kelimesinin Ramazan ayının ismi olarak zikredildiğini
Kamus mütercimi Asım Efendi zikretmiştir. Fakat bu âyette bu suretle bir tefsir
veya bir te'vil vâki olmamıştır.
59-Tenbihemri,
Âdem ile zevcesinin cennette iskân edildikleri (yerleştirildikleri) zaman
aldıkları emri (Bakara, 2/35) andırmaktadır. Nitekim diğer bir âyette (A'raf,
7/161) buyurulmuştur. Zaten cennet ehli için (Bakara, 2/25) buyurulmamış mıydı?
Derken
o zalimler güruhu, sözü değiştirdiler, kendilerine söylenenin başka türlüsünü
yaptılar. Denilmiş ki, "hıtta" emriyle alay ederek, bunun yerine
demeye başlamışlardı ki, Nebt lehçesinde Yani kırmızı buğday demekmiş. Belli
ki, bu rivayette, cennetteki yasak ağacın meyvesi kabul edilen "hınta"
anlamına çok açık bir değinme vardır. O zalimler kapıdan girer girmez, dünya
derdine düşerek Allah'ın emrini değiştirmeye ve bozmaya kalkıştılar. Bunun
üzerine biz de sözü değiştiren zâlimlerin başlarına yukarıdan korkunç ve iğrenç
bir azap indiriverdik, çünkü fısk içinde yüzüp gidiyorlardı, günah işliyor
ve çığırdan çıkıyorlardı. Bunu yapanlar ve bu azaba uğratılanların, Musa kavminden
bir güruh olduğu anlaşılıyor. Çünkü bütünü için "değiştirdiler"
buyurulmayıp, "O zulmedenler değiştirdiler" buyurulmuştur ki, içlerinden
bir kısmı demek oluyor. Nitekim A'râf sûresinde (A'râf, 7/162) "minhum"
kaydı vardır ki, onlardan bir kısmı demektir. Burada âyet siyak icabı olarak
bundan müstağni olmuştur.
Rics,
esasen "rics" gibi tiksinilen pis ve murdar şey demek olup, bundan
azap ve ukûbet mânâsına da kullanılmıştır. Tenvin tehvil (korkutmak) içindir.
Fısku fücur işlemenin akıbeti işte böyle murdar azaplarla mahvolup gitmektedir.
Sekizincisi:
Meâl-i
Şerifi
60-
Hani bir zamanlar Musa, kavmi için su istemişti, biz de "asanla taşa
vur!" demiştik, bunun üzerine o taştan on iki pınar fışkırmıştı. Her
kısım insan kendi su alacağı yeri bildi. Allah'ın rızkından yiyin ve için
de bozgunculuk ve saldırganlık yaparak yeryüzünü fesada vermeyin.
60-
Ve hani Musa, kavmi için istiskâ etmişti. İstiskâ; sakiy talebinde bulunmak,
sakiy de suvarmaktır. Yani Musa, susuz ve kuraklıkta kalan kavminin suvarılması
için bir su veya yağmur istemiş, su aramaya veya yağmur duasına çıkmış idi
de Biz de ona elindeki asâ ile taşa vur demiştik. Bunun üzerine taştan on
iki pınar fışkırdı. Her kısım halk, içeceği pınarı tanıdı. Haydi Allah'ın
rızkından yiyin, için de yeryüzünde fesat çıkararak şuna buna saldırmayın
dedik.
Tefsircilerin
çoğu bu istiskânın da menn ve selva ile beraber olduğunu beyan etmişler, ancak
Ebu Müslim İsfehanî bu sözün müstakil oluşunu nazar-ı dikkate alarak, bunun
ayrıca bir mucize olduğunu söylemiştir. Âyet bunlardan birini tayin etmiyor.
Hz.
Musa'nın asâsı ne idi ve ne kadardı? Sonra bu taş belli ve bilinen bir taş
mı idi? Fahruddîn Razî, tefsirinde der ki: Asâ'nın herhangi bir ağaçtan veya
cennetin mersin ağacından olduğu ve boyu on arşın ve başı iki çatallı bulunduğu;
söz konusu taşın Tur'dan getirilmiş veya asâ ile beraber Hz. Şuayb'den alınmış,
şöyle veya böyle özellikli veya kutsal bir taş olduğu hakkında muhtelif rivayetler
var ise de bu konuda mütevatir ve kesin bir nass olmadığından, bunun detaylarına
girmekten sakınmak ve susmak, "hakikatını Allah bilir" deyip işi
Allah'a havale etmek gerekir. Çünkü amelle ilgili bir konuda ahad haber ve
zann ile amel etmek vacip olursa da, amelî olmayan ve sırf ilmî ve itikadî
özellik taşıyan bir hususta kesin nass lazımdır. Halbuki söz konusu asâ ile
taşın tafsilatını bilmek de bizim için amelî bir vazife olmadığı gibi, bu
konuda kesin bir nass da yoktur. Şu halde tafsilatına girmektense sükût etmek
herhalde en doğru olandır. ilh...
Asânın
ve taşın hakikatlerini tayin ile meşgul olmaksızın âyetten şunu anlarız ki;
Cenab-ı Hak, burada hayatın mayası büyük bir dünya nimetiyle, hidayet sermayesi
olan büyük bir rahmanî mucizeyi anmış ve hatırlatmıştır. Hz. Musa, susuzluktan
ve kuraklıktan yanıp kavrulan kavmi için Cenab-ı Hak'tan su diliyor, yağmur
duasına çıkıyor. Cenab-ı Allah da bu duayı kabul ile istenilenden daha büyük
harikulâde bir nimet ihsan ediyor. Gelip geçici bir yağmur yerine, İsrailoğulları'nın
on iki boyundan her birine mahsus ayrı ayrı on iki pınar fışkırtıyor ve bununla
yüce varlığına ve ilahî inayetine açık bir belge bahşediyor. Öylesine bahşediyor
ki, duanın arkasından fiilî bir teşebbüsün lüzumunu emrediyor, "asân
ile taşa vur!" diyor. Demek ki, o sırada Hz. Musa, farzedelim bu ilahî
emre derhal uymayıp da "asâyı taşa vurmanın suyla ne ilgisi var?"
gibi aklî ve indî bir kıyas yapmaya ve kendi kendine fikir yürütmeye kalkışsaydı,
bu nimet tecellî etmeyecekti, dualar ve yapılan araştırmalar belki de boşa
çıkacaktı. O halde harikanın en büyük sırrı, bu sebebin ilhamında ve bu büyük
nimetin o sebebe bağlanmış olmasındadır: Kuru taşları yarıp pınarlar fışkırtmaya
kadir olan Allah Teâlâ, istenen suları doğrudan doğruya ihsan etmiyor da bir
manevî sebeple bir maddî sebebe teşebbüs üzerine ihsan ediyor. Esasen manevi
sebep olan dua, maddî sebebin ilhamına da vesile oluyor. İlham olunan maddi
sebebin teşebbüse dönüşmesi, yani asânın taşa vurulması ile de sular fışkırıyor.
Böylece hidayet bürhanı tamamiyle tecellî ediyor. Bunu da "yiyin, için,
fesat çıkarmayın" irşad ve ikazı takip ediyor.
Hakikaten
Allah, bir şeyi murad edince sebeplerini kolaylaştırır ve sebepler o kadar
çeşitli ve sonsuz boyuttadır ki, beşer aklı ne kadar yükselse bunları ayrıntılarıyle
kavrayamaz. Bunun için açıklamanın esas faydası, asâ ile taşın özelliklerini
anlatmakta değil, olayın akışındaki incelikleri idrak etmektedir. Hazreti
Musa gibi bir şanlı peygamberin asâsında, bu çeşit fışkırmalara sebep olabilecek
her türlü mekanik kuvveti tasavvur ve tahmin etmek mümkündür. Ayrıca Hak Teâlâ'nın
nimetlerinin tecellisi her zaman böyle manevi sebeplerle maddî sebeplerin
birleşmesinde gizlidir. Ne kaçan fırsatlar karşısında ümitsizliğe düşmeli,
ne de fırsatları ve sebepleri ihmal etmelidir. Allah Teâlâ'ya yürekten ve
ihlas ile dua etmeyi hiçbir zaman elden bırakmamalı, aynı zamanda duanın en
büyük semeresinin ruhî inkişaflar olduğunu bilmeli ve rahmanî ilhamlardan
istifade ederek, en umulmaz sebeplere dahi başvurup, onu uygulamalıdır. İyi
düşünülürse fen alanında bile en büyük keşifler, insan kalbine şimşek gibi
çarpan bir ilahî telkînin eseridir. Bunu hayırda kullanan hayra, kötülükte
kullanan kötülüğe ulaşır.
Dokuzuncusu:
Meâl-i
Şerifi
61-
Hani bir zamanlar, "Ey Musa, biz tek çeşit yemeğe asla katlanamayacağız,
yeter artık bizim için Rabbine dua et de bize yerin yetiştirdiği şeylerden;
sebzesinden, kabağından, sarmısağından, mercimeğinden ve soğanından çıkarsın."
dediniz. O da size "O üstün olanı daha aşağı olanla değiştirmek mi istiyorsunuz?
Bir kasabaya konaklayın o vakit istediğiniz elbette olacaktır." dedi.
Üzerlerine zillet ve meskenet damgası vuruldu ve nihayet Allah'dan bir gazaba
uğradılar. Evet öyle oldu, çünkü Allah'ın âyetlerini inkâr ediyorlar ve haksız
yere peygamberleri öldürüyorlardı. Evet öyle oldu, çünkü isyana dalıyorlar
ve aşırı gidiyorlardı.
61-
Ve hani siz, verilen nimetlerin kadrini bilmeyerek, şükrü ve itaatı bir yana
bırakarak, terbiyesizlik edip de demiştiniz ki; ey Musa! biz tek çeşit yemeğe
artık katiyyen katlanamayacağız. Yeter artık, her gün bıldırcın eti ve kudret
helvası yemekten bıktık, usandık, binaenaleyh Rabbine dua et de bize toprağın
bitirdiği şeylerden; yetiştirdiği sebzelerden, kabak, hıyar, sarmısak, mercimek
ve soğanından çıkarıversin. Gerçi tekdüzeliğin, insan istekleri üzerinde az
çok sıkıcı bir tesiri vardır. Ve buna karşı çeşitlilik isteğinde bulunmakta
esasen bir günah da yoktur. Fakat bunu yaparken, bir taraftan eldeki nimetin
yokluğu zamanında çekilen acıları unutmamak, diğer taraftan da yüce bir ruh
haliyle ve temiz bir kalble hareket edip şükrü artırmak ve daha önemlisi,
bedenin istek ve ihtiyaçlarına kapılıp edep ve terbiye dışına çıkmadan hareket
etmek icap eder. Onların da "Rabbimize dua et" diyecek yerde, edepsizce
"Rabbine dua et" diye imansızlık eseri göstermemeleri gerekirdi.
İsrailoğulları'nın bu isteğinde, şüphesiz göçebelikten kurtulup, yerleşik
hayata, şehir hayatına geçmek arzusu vardı. Fakat bu arzu, eğitim, ilim ve
ibadet gibi yüksek bir maksat ve hedefe değil, bıldırcın ve kudret helvası
yerine soğan ve sarmısak yiyebilmek için bayağı bir maksada dayanıyordu. Bunda
da vaktiyle Mısır'da yaşadıkları sefil hayata istek ve adeta hasret gibi bir
maksat yatıyordu ki, bu da hürriyetin kadrini takdir edemeyip, köleliğe talip
olmak demekti. Bundan dolayı Hz. Musa cevaben şöyle dedi: siz üstün ve hayırlı
bir nimeti daha aşağı bir şeyle değiştirmek mi istiyorsunuz? Öyle ise haydi
bir şehre veya bir kasabaya ininiz, oraya konunuz, o vakit size istediğiniz
vardır. Bu cevap, bir taraftan isteklerinin çabuklaşmasına sebep olacak şeyi
göstermekte, ve nimete gidecek yolu bildirmekte, diğer taraftan da yaptıkları
kötü tercihin akıbetinde uğrayacakları fenalığı ifade etmektedir.
Mısır:
Hem özel isim, hem de cins ismi olarak kullanılır. Özel isim olduğu zaman
gayrı munsarif olur; cerr ve tenvin kabul etmez. Fakat üç harfli olduğu ve
ortası da sakin olduğu için Nûh, Lût, gibi munsarif olması da caizdir. Cins
ismi olduğu zaman genel olarak kasaba anlamına gelir. Nitekim cuma namazının
şartlarından birisi de mısırdır, deriz. Bu âyetde her iki anlamiyle de tefsir
edilmiştir. Lakin İsrailoğulları'nın, Mısır'dan çıkışından sonra bir daha
geri dönmeleri vaki olmadığı için tefsirciler bunu cins ismi olarak, Arz-ı
Mukaddes'teki kasabalardan herhangi birine hamletmişlerdir. Gerçek anlamda
Mısır diye anlaşıldığı takdirde bu emir sırf bir kınama ve azarlama emri olur.
Yani "Mısır'a geri döner de oraya yerleşirseniz, orada bol bol soğan
ve sarmısak yersiniz, belanızı da bulursunuz!" anlamına bir azarlama
sözü olur. Bununla beraber ikinci takdirde, yani herhangi bir kasabaya yerleşme
anlamına alındığında dahi azarlamaya yönelik bir îmâ söz konusudur. Bunun
için karye veya belde (köy veya şehir) denilmeyip "mısır" denilmiştir.
Demek oluyor ki, İsrailoğulları, böyle sırf soğan ve sarmısak yemek için Mısır'daki
esareti andırır bir zillet haline taraftar olmuş oldular. Acaba akibetleri
ne oldu? Bu noktaya gelince, Cenab-ı Hak, onları yine muhatap tutma şerefinden
mahrum ederek, bir istinaf cümlesi ile buyuruyor ki üzerlerine zillet ve meskenet
damgası vuruldu. aşağılandılar, hakarete uğradılar, ağır vergilere, fakirliğe
ve ezikliğe mahkum oldular. ve nihayet Allah'tan bir gazaba uğradılar, müstehak
oldular da devletleri yıkıldı, cemiyetleri dağılıp perişan oldular. Fâtiha
sûresinde zikrolunan "kendilerine gazab edilenler"den oldular. Bu
baskı, bu gazap, yani bu kötü akibet işte şunun için idi ki: onlar, Allah'ın
bu kadar açık seçik âyet ve delillerini inkâr ediyor, kâfirlikte direnip,
haksız yere peygamberleri öldürüyorlardı. Hz. Şa'yâ, Hz. Zekeriya ve Hz. Yahya
gibi nebileri şehit etmişlerdi. Yine şundan dolayı idi ki; onlar isyanı alışkanlık
haline getirmişler, durmadan hadlerini aşıyorlardı. Halbuki, küçük günahlarda
ısrar büyük günaha, büyük günahlarda ısrar da küfre götürür. Küfür ise her
türlü kötülüğü yaptırır.
Nebiy:
Nebe'den türeyen bu kelimenin aslı nebi'dir ki; Allah Teâlâ'dan vahiy ile
haber getiren demektir. Ve tam olarak peygamber karşılığıdır. Çoğulu "enbiya"
ve "nebiyyîn" olarak gelir. Nâfi' kırâetinde aslı üzere (hemze ile)
nebîîn okunur. Nebiy, resulden daha genel anlam taşır: Her resul nebîdir,
fakat her nebî resul değildir. Bununla beraber Kur'ân'-ı Kerîm'de birbirinin
yerine kullanıldığı da olmuştur. Enbiyanın öldürülmesi, haksız yere yani Allah'ın
koyduğu hükmün aksine katledilmeleri, bunun zaten Allah'ın hükmüne aykırılığı
âşikâr olduğu halde, ayrıca açıkça ifade edilmesi, bilerek yaptıkları bu kötülükleri
nass ile hükme bağlamak ve ne kadar ileri gittiklerine işaret etmek içindir.
Burada, bunların Peygamber Efendimiz'e karşı giriştikleri sûikastlara da işaret
buyurulmuş oluyor.
Bu
gazaptan sonra acaba bunlar için hiçbir kurtuluş imkanı yok mudur? Buna cevap
olarak buyuruluyor ki:
Meâl-i
Şerifi
62-
Şüphe yok ki, iman edenler, yahudiler, hıristiyanlar ve sabiîler, bunlardan
her kim Allah'a ve ahiret gününe gerçekten iman eder ve salih amel işlerse
elbette Rabbleri katında bunların ecirleri vardır, bunlara bir korku yoktur,
bunlar mahzun da olacak değillerdir.
62-
İslâmiyet'e zahirde iman etmiş olanlar, yani, Muhammed dinini dilleriyle ikrar
ettiklerinden dolayı insanlar arasında müslüman sayılanlar, Musa dinine mensup
olan yahudiler, İsa dinine mensup hıristiyanlar, bu üç dinin dışındaki dinlerden
olanlar yani onlardan her kim, Allah'a ve ahiret gününe, bu sûrenin başında
beyan buyurulduğu üzere, gerçekten dış görünüşleriyle ve içyüzleriyle iman
eder ve bu imana yaraşır şekilde iyi bir iş yaparsa şüphesiz bunların Rableri
katında ecir ve mükafatları vardır. bunlara korku yoktur ve bunlar mahzun
da olacak değillerdir, yani, yapılan inzarlar, uyarı ve tehditler bunlar hakkında
değildir.
İnsanlar
Âdem'in sülbünden yeryüzüne indikleri zaman Cenab-ı Allah kendilerine "Eğer
Ben'den size bir hidayet gelir de kim benim hidayetime uyarsa, işte onlara
herhangi bir korku yoktur ve onlar üzüntü de çekmeyecekler." (Bakara,
2/38) diye herhangi bir zamanda gelen hidayetine uymaları şartıyla bunu vaad
etmemiş miydi? İşte Âdem'in tevbesinin semeresi olan o ilahî va'd, ebediyete
kadar sürüp gidecek bir genel kanundur. Ve bu âyet ilahî kanunun bir inkişafıdır.
Şu halde yahudiler gibi zillet ve meskenete düşenler ve Allah'ın gazabına
uğramış olanlar bile her ne zaman tevbe eder, Allah'a ve ahiret gününe cidden
iman ederek, Allah'ın son zamanda gönderdiği hidayete uyar ve ona göre salih
amel işlerlerse o gazaptan kurtulurlar. Ve Allah katında ecir ve mükafat bulurlar.
Sonuçta sırrına mazhar olarak, korku ve hüzünden kurtulurlar. Lakin bundan
yararlanmak için görünüşte, yani insanlar arasında mü'min ve müslüman sayılmak
yetmez, hatta belli bir süre salih kişi olarak yaşamış olmak da kâfi gelmez.
O imanda sebat edip, güzel bir sonla gitmek, yani son nefeste iman ve güzel
amel ile Allah'a kavuşmak lazımdır.
Bu
sûrenin baş tarafında "İşte onlar Rabblerinden gelen bir hidayet üzeredirler
ve gerçekten kurtuluşa erenler de ancak onlardır." (Bakara, 2/5) müjdesinin
kimlere mahsus olduğu bilinmektedir ve bunda "Sana indirilene ve senden
önce indirilene inananlar." (Bakara, 2/4) şartı da bulunmaktadır. Bunun
için ahirete iman ve gerçek anlamda yakîn de bütün peygamberlerle birlikte
Hz. Muhammed'e (s.a.v.) ve ona indirilen kitaba iman etmiş olanlara mahsus
bulunduğu tebliğ edilmişti. Şu halde cümlesiyle beyan buyurulan gerçek imanın
Hz. Muhammed'in peygamber olarak gönderilmesinden sonrakiler diye tefsir edilmesi
lazım geldiğinde hiç şüphe yoktur. Zaten bu âyetin bilhassa bu noktadan İsrailoğulları'na
hitap şeklinde bir icmal olup, bütün bu açıklamaların İslâm dinine davet sadedinde
ve "Sizin yanınızda bulunan kitabı doğrulayan bu kitaba (Kur'ân'a) iman
edin ve onu ilk inkâr eden olmayın!" (Bakara, 2/41) ilâhî emrini desteklemek
için gelmiş olduğunda şüpheye yer yoktur. Hz. Muhammed'in peygamberliğinden
önce Allah'a ve ahiret gününe iman eden ve iyi amel işleyenler bile Tevrat
ve İncil hükmünce geleceğin büyük peygamberine iman ile mükellef idiler, buna
işaret olmak üzere "Ahdimi yerine getirin." (Bakara, 2/40) buyurulmuştu.
Böyle iken Hz. Muhammed'in peygamberliğinden sonra onu inkâr edenler arasında
gerçek iman ehli bulunduğu varsayımına imkan kalır mı? Allah'a ve hesap gününe
imanı bulunan ve bu iman ile mütenasip salih amel işleyecek olan kimselerin
Hz. Muhammed'in peygamberliğini inkâr etmelerine imkan tasavvur olunabilir
mi? Tarih sayfalarının şahitliğinde Hz. Muhammed'in peygamberliğinden daha
açık, daha belirgin hangi peygamberlik vardır? Şu halde gökyüzündeki yıldızlardan
bazılarını kabul edip de güneşi inkâr edenlerin Allah'a karşı imanlarında
ciddiyet ve samimiyet tasavvur etmek gerçekle bağdaşmayan bir çelişki teşkil
eder. Dikkat çekici olan şey şu ki, bu âyette iman, biri insanlara nazaran
zahirî, diğeri Allah katında geçerli, hakikî iman olmak üzere iki defa zikredilmiş
ve her şeyden önce "iman edenler" sözü, yahudilere, hıristiyanlara
ve sâbiilere mukabil tutulmuştur. Demek ki, bu üçü, Kur'ân'ın sözkonusu ettiği
imanın mutlak olarak dışındadırlar. Bununla beraber zahirî iman sahipleri
bunlarla eşit tutulmuş ve hepsinin kurtuluşu kâmil iman ve salih amel şartına
bağlı gösterilmiştir. Demek ki, gerek zahirî mü'min olan müslümanlar, gerek
müslümanların dışında kalan yahudi, hıristiyan, sâbiî vs. Kur'ân'da yer aldığı
şekilde Allah'a ve ahiret gününe dış görünüşte ve içyüzüyle cidden iman eder
ve salih ameller yaparlar ve bunda sebat gösterirlerse o zaman "Onlara
korku yoktur ve onlar mahzun da olmayacaklar." ifadesinin sırrına mazhar
olacaklardır ki, bunda da İslâm dininin davetiyle ve hidayetiyle bütün insanlara
açık ve cihanşümûl bir din olduğu aşikar olur. Bu âyetten nihayet şu sonuca
geliriz ki, İslâm dininin hakim olduğu müslüman toplumun teşekkülü için İman-ı
Hakikî (gerçek iman) şart değildir. Onun zahirî bir ikrar ile dahi gerçekleşmesi
sözkonusu olduğu gibi, bunun içinde dünyaya ait nokta-i nazarlarla bir siyasî
anlaşma ile öbür dinlere mensup insanlar dahi din hürriyeti ile hayat haklarına
mazhar olurlar. Fakat bütün bunlar arasında ferdî veya ictimaî (sosyal) anlamda
gerçek selamet (kurtuluş) ancak kâmil iman ve salih amel sahiplerine vaad
olunmuştur. Çünkü toplumun temel direği ve nizamın esas dayanağı bunlardır.
İşte İslâmiyet'in gerek dünya, gerek ahiret için vaad ettiği selamet ve saadetin
sırrı da bu gerçeğin içinde gizlidir. Şu halde kâmil iman ve salih amel erbabının
bilgi ve amel feyizlerinden mahrum olan, sadece dış görünüşüyle müslüman bulunan
bir İslâm toplumunun "Onlara korku yoktur, onlar mahzun da olmayacaklar."
ilâhî va'dine mazhar olması sözkonusu değildir. Allah'a imanı olmayanlar,
hakkı yerine getiremezler, ahirete imanı olmayanlar da ebediyete hizmet edemezler.
Herkesin yalnızca kendi nefsi için çalıştığı bir toplumun manzarası "Kimsenin
kimseye faydası dokunmayacağı günden korkun!"(Bakara, 2/48) âyeti ile
tasvir edilen kıyamet gününün bir benzeridir.
Yahudi:
Arapça'da (hâde-yahûdü-hevden) esasen tevbe etmek mânâsına olduğu gibi, Yahudi
olmak mânâsına da gelir. Deniliyor ki, Araplar arasında bunlara Yahudi denilmesi,
ya daha önce geçtiği gibi, buzağıya tapmaktan vazgeçip tevbe etmeleri dolayısıyladır,
yahut da "Yahûza" isminin Arapça söylenişi sebebi iledir. Yahûza
ise Hz. Ya'kub'un on iki evladının en büyüğünün ismidir. Buna göre; Yahudî,
İsrailoğulları'nın on iki boyundan birincisinin adı olması gerekirken, öneminden
dolayı zamanla bütününe birden isim olmuştur. Bu demektir ki, "Yahûd"
cins ismi olarak kavmin veya boyun adıdır. Tekil olarak kullanıldığında "Yahudî"
denilir ki, o kavme mensup olan kişi demektir.
Nasârâ:
"Nasrânî" kelimesinin cem'îdir (çoğuludur). Keşşâf'ın beyanına göre;
tekil (müfred)i "nasran"dır ve sonuna mensubiyet "ya"sı
geldiği zaman Ahmedî gibi mübalağa anlamı ifade eder. Hıristiyanlar kendilerine
bu ismi vermişlerdir ki, bu da üç ayrı sebebe bağlı olarak beyan ediliyor:
1-
Hz. İsa'nın nâzil olduğu (indiği), "Nasıra" köyüne nisbettir. İbnü
Abbas, Katade, İbnü Cüreyc bu görüştedirler.
2-
Aralarında tenâsur (yardımlaşma) bulunması, yani birbirlerine yardımcı olmaları
yüzünden bu adı almışlardır.
3-
Hz. İsa, havarîlerine "Allah'a giden yolda bana yardım edecek kimdir?"
(Âl-i İmrân, 3/52) buyurmuş, onlar da "Allah'ın yardımcıları biziz."
(Âl-i İmrân, 3/52) diye cevap verdikleri için bu isimle anılmışlardır.
"Nasrânî"
Grekçe'ye "hıristiyan" diye tercüme edilmiştir ki, "Hristos"a
nisbettir. Frenkler "Kırist" diye telaffuz ediyorlar. Hıristos,
halaskâr, fidye-i necat (can kurtarma akçesi) ödeyerek kurtaran "müncî"
diye açıklandığına göre "Nasrânî" bunun Arapça'sıdır. Şu halde "nasranî"
hıristiyan, "nasârâ" da hıristiyanlar demek olur.
Sâbiîn:
Yahut "sâbîe" hakkında da çeşitli görüşler vardır. Evvelâ lügat
bakımından denilir ki, "filan adam dininden çıktı, filan dine girdi."
demektir. Bu anlamdan dolayı Mekke müşrikleri Hz. Peygamber'e diyorlardı.
Çünkü eski dinlerine aykırı yeni bir din ortaya koyuyordu. Ayrıca yıldızlar
doğuş yerlerinden çıkıp yükseldikleri zaman denilir. Binaenaleyh gerçek lügat
anlamı itibariyle ve karşılık karinesiyle "Sâbiîn" izafî bir anlam
taşıdığından, İslâm, Yahudi ve Hıristiyanların dışında kalan diğer dinlerin
mensuplarına şâmil olur. Bununla beraber geleneksel bir deyim olarak daha
özel ve dar anlamlarda da kullanılmıştır.
1-
Katade'nin açıkladığı şekilde bunlar, meleklere tapan bir taifedir.
2-
Yıldızlara tapan bir taife oldukları da tefsirlere geçmiştir. Fahruddîn Râzî,
akla yakın olan budur, der. Ve bunların başlıca iki görüşleri vardır: Birincisi;
derler ki, "Âlemin yaratıcısı Allah Teâlâ'dır. Lakin Allah, yıldızlara
saygıyı ve bunların ibadet için kıble yapılmasını emretmiştir." İkinci
iddiaları ise şudur: "Allah Teâlâ, burçları ve yıldızları yaratmıştır.
Fakat bu âlemdeki hayır ve şerri, sağlığı ve hastalığı meydana getiren, canlıları
yöneten ve yönlendiren yıldızlardır. Şu halde bu dünyanın, bir anlamda Rabbi
onlardır ve insanların onlara saygı ve ta'zim göstermeleri vaciptir. Çünkü
onlar da Allah Teâlâ'ya ibadet ederler ve insanlara aracı olurlar." derler.
Bu mezhep, Gildânîlere mensup olanların görüşüdür ki, Hz. İbrahim bunları
red ve iptal için peygamber olarak gönderilmiştir . Bunların Hz. Nuh'a ve
bazı rivayetlerde Hz. İdris'e nisbet iddiasında bulundukları da söylenir.
Günümüzde yıldız falına inanma ve yıldızların gücüne sığınma bunlardan kalmadır.
Maide sûresinde bununla ilgili açıklama gelecektir. (Bkz: Maide, 5/69).
Onuncusu:
Meâl-i
Şerifi
63-
Hani bir zamanlar sizden mîsak (sağlam bir söz) almıştık, Tur'u üstünüze kaldırıp
demiştik ki; size verdiğimiz kitaba kuvvetle tutunun ve içindekilerden gafil
olmayın, gerek ki, korunursunuz.
64-
Sonra verdiğiniz sözün arkasından yüz çevirdiniz, eğer üzerinizde Allah'ın
lütfu ve rahmeti olmasa idi herhalde zarara uğrayanlardan olurdunuz.
65-
İçinizden cumartesi günü yasağını çiğneyenleri elbette bilirsiniz. İşte bundan
dolayı onlara "sefil maymunlar olun!" dedik.
66-
Bu ibret dolu cezayı öncekilere ve sonrakilere bir ders, korunacaklara da
bir nasihat, bir öğüt yaptık.
63-Burada
İsrailoğulları'nın Hz. Musa devrinde millî varlıklarının ilk teşekkülüne ve
dinî geleneklerinin tarihî akışına ait bazı ihtarlar vardır.
Tûr:
Arapça'da genel olarak "dağ" mânâsına gelir. Süryanî dilinde dahi
böyle olduğu zikrolunuyor. Bazıları da bitki örtüsüyle kaplı olan dağ demek
olduğunu söylemişler. Tûr-i Sîna da Hz. Musa'nın vahye mazhar olduğu dağın
özel ismidir. Buradaki Tûr her üç mânâ ile tefsir edilmiş ise de burada açık
olan ahit ve misaktır ki, o da Tûr-i Sina'dır. İsrailoğulları'ndan söz konusu
mîsak alındığı zaman, onların, o dağın dibinde bulundukları söyleniyor. Bununla
ilgili olarak başka rivayetlere de yer veriliyor. Bununla beraber bu mîsak
ile ta başlangıçta Mısır'da İsrailoğulları'nın Hz. Musa'ya biatlarını anlamak
da mümkündür. Bu takdirde Tûr'un manevî yüceliği ile kıymetine işaret edilmiş
ve onlar Kızıldeniz'i geçip esaretten kurtulduktan sonra devam eden vahiylerle
onun yüceliği tekrar belirtilmiş olur. Bu suretle 'daki vav harfi, Abdullah
İbnü Abbas'dan rivayet edildiği üzere atf için olarak, her ikisini de beyan
etmiş olur. Vav-ı hâliye olması rivayetine göre ise yalnızca sonraki mîsakı
ifade eder.
Ve
hani sizin mîsakınızı almış, yani Hz. Musa'ya sağlam bir ahd ile bağlı kalacağınıza,
verdiğimiz kitabın emirlerine uyup, yasaklarından kaçınacağınıza dair olan
mîsakı size teklif etmiş, ve Tûr'u, o mübarek dağı başınıza iniverecek gibi
bir vaziyette üstünüze kaldırıp size verdiğimizi kuvvetle, kemâl-i ciddiyet
ve samimiyetle tutunuz, içindeki mânâ ve kapsamı belleyip düşününüz bu sayede
belki sakınır korunursunuz, her iki dünya hayatında korunmuşlardan olursunuz,
demiştik. Ve bu sûretle sizden sağlam bir söz almıştık.
64-
Sonra siz bunun arkasından yine yüz çevirdiniz, verdiğiniz sözde durmadınız,
onu kuvvetle tutmadınız, kitabın içindeki emir ve yasaklara uymayı ihmal ettiniz.
O derecede ki, üzerinizde Allah'ın lütuf ve rahmeti sizi koruyor olmasa idi
ve size tekrar tekrar peygamberler göndermeseydi büsbütün zarar içinde kalırdınız,
kendinize ve nesillerinize çok zarar vermiş olurdunuz. "Biz ne yaptık
ki?" diyeceksiniz. Yaptıklarınızın bazıları size yukarıda hatırlatılmıştı,
burada şimdi şu kadarını söyleyelim ki: Sebt, yani Cumartesi günü mânâsına
isim olduğu gibi, bu güne saygı gösterme, onda dünya işi yapmayıp, yalnızca
ibadet etme mânâsına masdar da olur.
65-İşte
burada böyledir; siz herhalde içinizden Cumartesi gününe saygı gösterme hususundaki
dinî yasakları çiğneyenleri bilirsiniz. A'râf sûresinde "Onlara deniz
kıyısında bulunan o kasaba halkının durumunu sor. Hani onlar Cumartesi günü
yasağına saygısızlık gösterip haddi aşıyorlardı, balıklar da onlara o gün
akın akın geliyorlardı..." (A'râf, 7/163) âyetinde açıklandığı üzere,
deniz kıyısında bulunan bir kasabada Cumartesi günü yasağına saygı göstermeyip,
dinin koyduğu kuralı hiçe saymışlardı da Biz de onlara "Maymun olun,
sürünün!" dedik
66-
ve bu hadiseyi hem o zaman hazır olanlara, hem de arkadan geleceklere bir
ibret-i müessire (tesirli ibret), etkili bir gözdağı yaptık, korunacaklara
da unutulmayacak bir öğüt, bir mev'iza kıldık. Onlar verdikleri sözde durmadılar.
Ahde vefa etmek, insanlık borcu ve gereği iken ona yanaşmadılar. İşte bu sebeple
insanlığın gereklerinden olan ilim ve idrak, marifet ve iz'andan mahrum edilerek
maymun kılıklı, sefil, boynu bükük ve sürünen kimseler oldular, ki, buna "mesh"
tabir olunur. Bunlar dış görünüşüyle kuyruklu maymunlara mı döndüler? Yoksa
dış görünüşüyle insan şeklinde oldukları halde iç dünyaları ve huyları itibariyle
manen maymun gibi mi oldular? Bunun tefsirinde iki görüş vardır. Tefsircilerden
pek çoğu, âyetin lafzına ve dış yüzüne nazaran tam ve gerçek mesih (suret
değişikliği) olduğunu söylemişlerdir. Fakat Mücahid ve onun izinden giden
diğer tefsirciler, bu hükmün temsilî olduğunu, şu halde meshin manevî olması
gerektiğini savunmuşlardır. Ki, zamanımızın anlayışına bu daha uygun görünmektedir.
Gerçi hakikate nazaran, suretçe değişiklik manevi değişmeden daha müşkil ve
daha mühim değildir. İnsanlık şiarlarının söndüğü bir bedenin dış yüzüyle
dahi maymun suretini alıvermesi, iyi düşünülürse, hemen hemen normal bile
görülebilir. Allah korusun çeşitli kötü hastalıklar ile kılığını değiştirmiş
nice bedenlere tesadüf edilegelmiştir. Fakat hayvan şekilleri içinden bilhassa
maymun suretinin zikredilmesi herhalde manevi meshin ehemmiyetine bir karine
gibidir. Aslında insan ile maymun arasındaki gerçek fark, yalnızca bir kıl,
bir kuyruk farkı değildir. Akıl, mantık, huy ve ahlâk farkıdır. Maymunun bütün
hüneri taklit hissinin gelişmişliğindedir. İnsanın yaptığı hareketleri gören
maymun onu derhal taklit eder. Bu taklit özelliği, birçoklarının nazarında
maymunu insana adeta yaklaştırır. Halbuki maymunun önünde günlerce ateş yakınız,
soğuk günlerde karşısında ısınmayı gösteriniz, sonra onu alıp bir kıra götürünüz,
yanına kibrit, çıra, odun, kömür koyunuz, o yine de üşüdüğü zaman bunları
bir araya getirip bir ateş yakamaz ve ısınmayı başaramaz. Bu kadarcık bile
mantık ilişkisi gösteremez. Artık bunun üzerine terettüp edecek diğer aklî
işlemlerin derecesini tasavvur ediniz. İşte manevi dünyası meshe uğramış olan
insanlar da böyledir: Onlar kör bir taklitten başka birşey yapamaz ve hayvanî
duygularından öteye geçemezler. Bir bakıma insan gibi görünürler, hakikatte
ise maymundan başka birşey değildirler. Fındığı kırar yerler de bir fındık
ağacı dikmeyi akıl edemezler, (Onlar hayvanlar gibidirler. Hatta daha da aşağıdırlar."
(A'râf, 7/179).
Onbirinci
hatırlatmada, bu sûrenin bu ismi almasına sebep olan "Bakara" kıssasına
geliyoruz. Fakat bu hatırlatma sadece İsrailoğulları'na mahsus bir hitap şeklinde
değil, genel anlamda bir hatırlatma olarak ifade buyurulmuştur. Şöyle ki:
Meâl-i
Şerifi
67-
Hani bir zamanlar Musa kavmine demişti ki Allah, size bir bakara (sığır) boğazlamanızı
emrediyor. Onlar da "ayol sen bizimle eğleniyor, alay mı ediyorsun?"
dediler. Musa da: "Böyle cahillerden biri olmaktan Allah'a sığınırım."
dedi.
68-
Onlar, "Bizim için Rabbine dua et, her ne ise onu bize açıklasın."
dediler. Musa, "Rabbim buyuruyor ki, o ne pek yaşlı, ne de pek taze,
ikisi arası dinç bir sığırdır, haydi emrolunduğunuz işi yapınız." dedi.
69-
Onlar, "Bizim için Rabbine dua et, rengi ne ise onu bize açıklasın."
dediler. Musa, "Rabbim buyuruyor ki, o, bakanlara sürur veren, sapsarı
bir sığırdır." dedi.
70-
Onlar, "Bizim için Rabbine dua et, o nedir bize iyice açıklasın, çünkü
o bize biraz karışık geldi, bununla beraber Allah dilerse onu elbette buluruz."
dediler.
71-
Musa, "Rabbim buyuruyor ki o, ne çifte koşulup tarla süren, ne de ekin
sulayan, ne de salma gezen ve hiç alacası olmayan bir sığırdır". Onlar
da: "İşte tam şimdi gerçeği ortaya koydun." dediler. Nihayet onu
bulup boğazladılar. Az kaldı yapmayacaklardı.
67-BAKARA,
"bakar"ın müennesi veya müfredidir. "Bakar" manda cinsine
de şâmil olmak üzere sığır cinsinin genel ismidir. Buna göre, "bakare"
erkek veya dişi sığır, yani bir inek veya bir öküz, bir düve veya bir tosun
veyahut bir manda olabilir. Bunun erkeğine bâkır, bakîr, beykur, bâkur dahi
denilir. "Bakr" yarmak anlamına geldiğinden, bu hayvan da çift sürüp
toprağı yarmak için kullanıldığından bu ismi almıştır.
Ve
hani Musa, kavmine hitaben "Allah size bir bakara kurban etmenizi emrediyor."
demişti de buna karşı kavmi, ona, Çok tuhaf, sen bizimle alay mı ediyorsun?
demişlerdi. Acaba neden böyle demişlerdi? Deniliyor ki, Allah'ın bakara kesmeyi
emretmesini akılları almadı. Buna bir sebep bulamadılar, bir ilişki kuramadılar,
bunu acayip buldular. Biz bundan şunu anlıyoruz ki, Samirî'nin icat ettiği
buzağı olayı da bunun açıkça ipuçlarını verdiği gibi, Musa kavmi, o zamana
kadar bakarayı mukaddes bir hayvan görüyor ve öyle kabul ediyorlardı. Bundan
dolayı bakaranın kurban edilmesini, edilebilmesini tasavvur bile edemiyorlar,
bunu akılları almıyordu. Böyle olması ise bu emrin onlara henüz Mısır'da iken
ve Hz. Musa'nın peygamberliğinin ilk zamanlarında verilmiş olmasına işaret
eder. Firavun kavmi olan putperest Mısırlıların Apis öküzüne taptıkları ve
boğanın, bunların en yüksek mabutlarını temsil ettiği, tarihî rivayetlerden
olduğuna göre, sığır kurban etmek, o zaman İsrailoğulları üzerinde şiddetle
hakim olan Firavun kavminin taptığı tanrıları boğazlamak demek olacağı için,
İsrailoğulları açısından Mısır'da iken, bir ihtilal anlamı taşıyan böyle müthiş
bir emir, elbette kolayca yerine getirilebilecek bir emir ve tasavvuru mümkün
bir iş değildi. Mısır'dan çıktıktan sonra bile yine bu buzağı meselesinin
dinden sapma ve dalalete alet edilmesinden anlaşılıyor ki, Musa kavmi henüz
sığır kesilmesini içine sindiremeyecek bundan memnun olmayacak, bunun Allah
tarafından bir hayır vesilesi olduğunu kolaylıkla anlayamayacak bir durumda
bulunuyordu. Şu halde bu zihniyeti ıslah etmeye yönelik ve netice itibariyle
ölünün yeniden dirilmesine bir misal vererek fitneyi def edecek olan bu sığır
kurban edilmesi emrini duydukları zaman Hz. Musa'ya karşı, "Böyle şey
mi olur, sen bizimle eğleniyor musun?" diye durumu tuhaf karşıladılar,
ona inanamadılar. Hz. Musa da bunlara "Ben, böyle insanlarla alay eden
cahillerden biri olmaktan Allah'a sığınırım." dedi. Kendisinin yalnızca
ilahî emirleri tebliğ ettiğini ve bu tebliğin cahilane bir tebliğ olmadığını
anlatmak istedi.
68-Görüldüğü
gibi bu emirde genel olarak herhangi bir sığır kesilmesi teklif edilmişti.
Aslında derhal o emre uyup rastgele bir sığır kesiverselerdi emir yerine gelmiş
ve maksat hasıl olmuş olacaktı. Fakat onlar önceki hayretlerine karşılık tebliğin
ciddiyetini farkedince aralarında işi büyüttüler, birbirleriyle müşavere ederek,
kendi gönüllerinden nadir bulunur çok özel bir bakare tasavvur ettiler. Bunun
üzerine akılları sıra kurnazca davranıp Hz. Musa'yı imtihan etmek istediler
de dediler ki; Rabbine bizim için dua et, bize onun ne olduğunu, mahiyetini
beyan etsin. mahiyetten, yani cinsin hakikatinden sorudur. Demek ki, bunlar
herşeyden önce o bakarenin hakikat mi, yoksa mecaz mı olduğunu anlamak istiyorlardı.
Buna karşılık gerçek bir bakara olduğu anlaşıldığından onun özellikleri şu
suretle beyan buyuruldu: Musa dedi ki; Cenab-ı Allah şöyle buyuruyor: o bir
bakaradır ki; ne pek yaşlı, farımış, ne de pek taze, bâkir ikisi ortası, tam
güçlü, kuvvetli bir dinç, şimdi emrolunduğunuz şeyi hemen yapınız.
69-Bunun
üzerine yine emri yerine getirmeye yanaşmadılar, bizim için Rabbine dua et,
o bakaranın rengi nedir, bize onu beyan ediversin dediler. Musa dedi ki; Allah
şöyle buyuruyor: o, öyle sarı bir bakaradır ki, rengi artık sarının en parlağı,
en halisi, bakanlara sürur ve neşe verecek, gözünü ve gönlünü açacak derecede
güzel ve sevimlisi.
70-Bu
açıklamaya dahi kanaat getirmediler de dediler ki; bizim için Rabbine dua
et, bize onun ne olduğunu açıklasın, zira bu bakara bize müteşabih (üstü kapalı),
karışık geldi, onun hangi bakare olduğunu kestiremedik. Biz onun kendine mahsus
özelliklerini istedikçe bize onun genel vasıfları açıklanıyor, ve inşaallah
biz her halde yola geleceğiz, yahut kesmenin yolunu bulacağız.
71-
Musa buna da dedi ki; Allah şöyle buyuruyor: o öyle bir bakaredir ki; boyunduruk
altında ezgin değil, ne toprak sürer, ne de ekin sular, belki başıboş, her
ayıptan sâlim, hiçbir lekesi, alacası yoktur.
Bu
cevabı alınca, bunda gönüllerinden geçirdikleri şekil ve sureti bulmuş oldular
ve nihayet gerçeği itiraf ederek, işte şimdi tam doğruyu söyledin, dediler.
Hikâye
olunduğuna göre; dindar ve salih bir ihtiyarın tam bu vasıfları taşıyan bir
buzağısı ve bir de çocuğu varmış. İhtiyar bu buzağıyı bir ormana götürmüş
ve Allah'a emanet ederek bırakmış. "Ey Rabb'im, bunu çocuğum büyüyünceye
kadar sana emanet ediyorum..." demiş. Sonra ihtiyar vefat etmiş. İşte
o buzağı da böylece ilâhî himayede büyümüş, bu sırada çocuk da yetişmiş ve
bu olay meydana gelmiş. Araya araya o bakareyi bulmuşlar ve derisi dolusunca
altın vererek onu satın almışlar. Nihayet onu bulup kestiler, ve halbuki kesmeye
yanaşmıyorlardı, nerdeyse kesmeyeceklerdi. Bu işi gözlerinde o kadar büyütmüşlerdi
ki, bunun için Hz. Musa'yı, durmadan sordukları sorularla rahatsız ediyorlardı.
Hatta bazıları, onların bu işi kırk sene sürüklediklerini rivayet etmişlerdir.
Nihayet ilâhî vahyin zoru ile emri yerine getirdiler. İşin başlangıcında alelade
bir bakara kesmekle işin içinden çıkabilecek durumda idiler, fakat pek ziyade
gözde büyütmeleri ve olmayacak bir iş sanmaları yüzünden bu iş kendilerine
çok pahalıya mal oldu. Düşünebilenler için bu bakara kıssasının incelikleri
ve acaiplikleri pek çok ibretlerle doludur. Bundan dolayı genel anlamda hatırlatıldıktan
sonra yine İsrailoğulları'na hitaben bu emrin en mucizeli bir sonucu şu şekilde
hatırlatılıyor:
Onikincisi:
Meâl-i
Şerifi
72-
Hani bir zamanlar siz bir adam öldürmüştünüz de onun hakkında birbirinizle
atışmış ve onu üstünüzden atmıştınız, halbuki Allah, saklamış olduğunuzu açığa
çıkaracaktı.
73-
İşte bundan dolayı, o sığırın bir parçası ile o ölüye vurun, dedik. Allah
ölüleri işte böyle diriltir ve size âyetlerini gösterir, belki aklınızı başınıza
toplarsınız.
74-
Sonra bunun arkasından yine kalbleriniz katılaştı, şimdi de taş gibi, ya da
taştan da beter hale geldi. Çünkü taşlardan öylesi var ki; içinden nehirler
kaynıyor, yine öylesi var ki, çatlıyor da bağrından sular fışkırıyor, öylesi
de var ki, Allah korkusundan yerlerde yuvarlanıyor... Ve sizin neler yaptığınızdan
Allah gafil değildir.
72-
aslında "tedâra'tüm" demektir ki, defetmek mânâsına " "den
tefâül babından bir fiil olup "def etmek istediniz" anlamınadır.
ve hani siz bir kişi, yani bir insan öldürmüştünüz ve bundan dolayı aranızda
büyük bir fitne çıkmıştı. öldürülen bu kimse hususunda suçu birbirinizin üstüne
atarak, başınızdan belayı def etmek istiyordunuz. Bu sûretle karşılıklı düşmanlık
ve didişmeniz çoğalıp duruyordu. Rivayet olunuyor ki, içlerinde yaşlı ve gayet
zengin bir adam varmış, bunun bir oğlu ve birçok da yeğenleri, yani kardeş
çocukları bulunuyormuş. Yeğenler bu zengin amcanın mirasına konmak için onun
tek oğlunu gizlice öldürmüşler, sonra da cenazesini kapıya koyarak bağırıp
çağırmaya, güya katilini aramaya, cinayeti şunun bunun üzerine atmaya kalkışmışlar.
Katilin bulunamaması üzerine büyük bir fitne çıkmıştı. İşte Ey İsrailoğulları,
siz Hz. Musa gibi büyük bir Peygamberin zamanında böyle bir cinayet işlemiş,
birbirinizle düşmanlığa başlamıştınız, Allah Teâlâ ise sizin böyle gizlemiş
olduğunuz cinayetleri açığa çıkaracaktı.
73-Bunun
için siz düşmanlığa devam ederken Biz dedik ki, kurban edilmiş olan bakaranın
bir parçasıyla o ölüye vurun, İşte Allah ölüleri böyle diriltir, akla hayale
sığmaz sebeplerle onları yeniden canlandırır. Bundan anlaşılıyor ki, o bakaranın
bir parçasıyla ölüye vurdukları zaman, ölü bir hayat eseri gösterip cinayeti
işleyenleri haber vermiş ve bu suretle o gizli cinayet meydana çıkarak münakaşa
ve fitne de bastırılmıştır.
Demek
ki, bakara kurban etme emrinin neticesinde ölülerin dirilmesine misal verecek
ve şahit olunacak büyük bir mucize zuhur etmiştir. Artık ölüler de dirilir
miymiş diyerek, ölümden sonra dirilmeyi inkâr etmemelidir. Allah Teâlâ, böylece
akılların almayacağı yollarla da ölüleri diriltir. Akıllarınız kemale ersin,
düşünüp anlayasınız diye size âyetlerini, mucize ve delillerini de açıkça
gösterir. Siz ölenlerin dirilmesini akla aykırı gibi zannedersiniz, halbuki
bu zan, akıldan değil, aklın noksanlığından ileri gelmektedir. Zirâ hayat
denilen olayı ilk başta hiçbir örnek olmadan meydana getiren yüce kudretin
ikinci hayatı yeniden ortaya koyamaması için hiçbir sebep yoktur. Mevcut hayatı
kabul eden aklın, ikinci hayatı kolaylıkla kabul etmesi lazım gelir. Akıl,
gerçi kıyas için daima bir misal arar, lakin ilk hayat da misal olmak üzere
pekâlâ yeterlidir. Bununla beraber ölümden sonra dirilmeyi idrak edemiyenlere
canlı delil olmak üzere peygamberler gönderilmiş ve onlara böyle bakara kıssası
gibi mucizeler verilmiştir. Yukarıda yıldırım kıssası da geçti ki, o da kendine
mahsus yönleriyle özel bir misaldir. İşte bütün bunlardan dolayı Bakara kıssasının
İsrailoğulları'na gösterilen bir ba'sü ba'delmevt (ölümden sonra dirilme)
misali olarak düşünülmesi gerekir.
Genellikle
tefsir kitaplarında bakara kurban edilmesi emrinin sebebinin bu öldürme hadisesi
olduğu gösterilmiş ve bunun için katil fıkrasının gecikme sebebi hakkında
münakaşalar yapılmıştır. Lakin âyette bunlar , diye ayrı ayrı hatırlatmaya
tabi tutulmuş olduğundan, öldürmenin emirden evvel vukuuna ve emrin yalnızca
ondan dolayı olduğuna delalet edecek hiçbir ipucu gösterilmemiştir. Aradaki
rivayetler de Kur'ân'ın zahirî anlamını o yönde te'vil ettirecek kuvvetten
yoksundur. Şu halde Ebu Hayyan'ın beyanı veçhile öldürme olayının, kurban
emrinden önce meydana gelmiş olduğuna hükmetmek, Kur'ân'ın zahir mânâsına
aykırı düşer . O halde kurban emri daha başka hikmetleri de içinde taşıyarak
verilmiş, o cinayet işinin çözümü de bunun en önemli faydalarından birini
teşkil etmiştir. Bu sûrenin iş bu bakara kıssasına izafe edilerek (Bakara)
diye adlandırılmış olması da bunun altında diğer kıssalardan daha ziyade bir
şümûl ve derinlik bulunduğuna işaret eder. Dikkat edilirse görülür ki, Kur'ân
bütün kıssaları "Şu da size gönderilenin doğruluğunu tasdik etmektedir."
mazmununu açıklama yolunda ve geçmiş kitaplarda yer alan ve İsrailoğulları
gözünde yegâne din üslubu kabul edilen üsluba benzer bir tarzda ve yüksek
bir belağatla tasvir ederek hatırlatmış ve bütün bunların öncesi ve sonrasında
muhkem âyetlerle gerçek maksatları bütün parıltılarıyla gözler önüne sermiştir.
Şu halde bunlarda inanmayanların yaptığı gibi "Acaba Allah bu misalle
neyi murad ediyor?" diye çirkin tevillere ve yanlış telakkilere düşmeksizin
"İman edenler bunun kesinkes Allah tarafından gelen hakikatler olduğunu
bilirler." (Bakara, 2/26) gerçeğine uymak gerektiğini ve bütün bu harikulâde
oluşların Allah'ın sonsuz ilmine ve kudretine havale edilerek kabul edilmesi
lazım geldiğini, kitabın başındaki "Bunda şüphe ve tereddüde yer yoktur!"
âyetiyle herşeyin bir başlangıcı bulunduğunu unutmamalıdır.
74-Bakınız
bu esrar dolu oluşlarla, o inatçı ve batıla tapan mizaçları ıslah edilmiş
ve öldükten sonra dirilme konusunda kalpleri yumuşatılmış olan İsrailoğulları
hakkında hangi faydalı sonuçların meydana geldiğine şöylece dikkat çekilmiştir:
Ey İsrailoğulları, bütün bu olup bitenlerden sonra kalbleriniz katılaştı.
Size peygamberler ve onlar eliyle gönderilmiş olan apaçık âyetler ve mucizeler
hiç kâr etmez oldu, artık o kalbler taş gibi veya ondan daha katıdırlar. Çünkü
bazı taşlar vardır ki; ondan kevnî veya sınaî tesirlerle gürül gürül ırmaklar
fışkırır, fışkırabilir. Sizin kalbleriniz ise hiçbir şeyden etkilenmez ki,
o sayede kendilerinden marifet fışkırabilsin. Onlardan bazıları da vardır
ki; herhalde bir etkilenme ile çatlar, ondan su çıkar, fışkırmazsa da sızar,
nihayet onlardan bazıları da vardır ki, yağmur, kasırga, zelzele gibi ilahî
kudretin eseri olan olaylardan etkilenerek, Allah korkusundan düşer, yuvarlanır,
yerinden oynar. Halbuki sizin kalbleriniz bu kadar ayan beyan olan vahiy âyetleri
ve kesin açıklamalar karşısında bile zerre kadar tesir altında kalmaz, teşvikten
ve engellemeden etkilenmez. Ve fakat Allah sizin yaptıklarınızdan asla gafil
değildir.
Şimdi
bu tasvir ve uyarmalardan sonra bir de hallerini açığa vurmak için, bunların
imana gelmelerini temenni eden mü'minlere hitap ederek buyuruluyor ki:
Meâl-i
Şerifi
75-
Şimdi bunların, size hemen inanacaklarını ümit mi ediyorsunuz? Halbuki bunlardan
bir grup vardı ki, Allah'ın kelâmını işitirlerdi de sonra ona akılları yattığı
halde bile bile onu tahrif ederlerdi.
76-
Üstelik iman edenlere rastladıklarında inandık derler, birbirleriyle başbaşa
kaldıkları zaman, "Rabbinizin huzurunda aleyhinize delil olarak kullansınlar
diye mi tutup Allah'ın size açıkladığı gerçekleri onlara da söylüyorsunuz?
Hiç aklınız yok mu be?" derlerdi.
77-
Peki bilmezler mi ki, onlar neyi sır olarak saklar ve neyi açıkça söylerlerse
Allah hepsini bilir.
78-
Bunların bir de ümmî (okuma yazması olmayan) kısmı vardır, kitabı bilmezler,
ancak birtakım kuruntu yığınına, boş saplantılara kapılır ve zan içinde dolaşır
dururlar.
79-
Artık o kimselerin vay haline ki, kendi elleriyle kitap yazarlar da sonra
biraz para almak için "Bu Allah katındandır." derler. Artık vay
o elleriyle yazdıkları yüzünden onlara, vay o kazandıkları vebal yüzünden
onlara!..
80-
Bir de dediler ki: "Bize sayılı birkaç günden başka asla ateş azabı dokunmaz".
De ki; "Siz Allah'dan bir ahit mi aldınız? Böyle ise Allah sözünden dönmez.
Yoksa siz Allah'a karşı bilemeyeceğiniz şeyleri mi söylüyorsunuz?"
81-
Evet kim bir günah işlemiş de kendi günahı kendisini her yandan kuşatmış ise,
işte öyleleri ateş ehlidirler ve orada ebedî kalıcıdırlar.
82-
İman edip salih ameller işleyenler, işte öyleleri de cennet ehlidirler ve
orada ebedî kalıcıdırlar.
75-Bu
tarzdaki belağat üslubuna "telvin-i hıtap" adı verilir.
Ey
iman ehli! Artık bu katı kalblilerin sizin iyilik dolu temennilerinizden dolayı
toptan imana geleceklerini ve ahir zaman Peygamberini ve onun getirdiği kitabı
tasdik eyliyeceklerini ümit mi ediyorsunuz? Halbuki bunlardan bir grup vardı
ki; Allah'ın kelâmını, yani Tevrat'ı işitirler, bellerlerdi de sonra yine
onu tahrif ederlerdi, mânâsını değiştirecek bir surette kelimelerin ve harflerin
yerlerini, mânâlarını değiştirirlerdi. Hem bunu anlayamadıklarından, akıl
ve idrak noksanlığından dolayı değil, akılları erdikten, ne mânâsında, ne
de Allah kelâmı olduğunda asla şüpheleri kalmadıktan sonra bile bile ve kasden
yaparlardı. Artık böylelerinden iman ve hayır umulur mu?
76-Üstelik
bunlar, bir de münafıktırlar iman edenlere rastladıkları zaman diğer münafıkların
yaptığı gibi biz iman ettik derler, birbirleriyle yani bu münafıklar, kendileri
gibi münafık olan benzerleriyle tenha bir yerde başbaşa kaldıkları zaman her
biri, bir diğerine şu suretle sitem eder derler ki: Yahu, siz onlara, yani
Muhammed ve Ashabına Rabbinizin huzurunda sizinle münakaşa ve mübahase ederek
size üstünlük sağlasınlar diye mi Allah'ın size açıkladığı sırları ve hakikatleri
haber veriyorsunuz? Yani gerek ahir zaman Peygamberinin vasıf ve özellikleri,
gerek İsrailoğulları'nın geçmiş maceraları hakkında Allah'ın Tevrat'ta siz
yahudilere haber verdiği bilgileri onlara bildiriyor ve sizi mağlup etmeleri
için ellerine delil mi veriyorsunuz? Siz söylemeseniz, onlar bu sırları bu
gerçekleri nereden bilecekler? Sizin hiç aklınız yok mu? Hiç mi düşünmüyorsunuz?
Bu sırların açıklanmasının sonu nereye varacak, diye birbirlerine sitem ve
serzenişte bulunurlardı.
77-Lakin
bunlar şunu bilmiyorlar mı ki, Her halükârda Allah onların gizlediklerini
de açıkladıklarını da bilir. Ve bildiği için Peygamberine de bildirir. Şu
halde Kur'ân'ın asıl Tevrat'ı tasdik eden beyanları ve İsrailoğulları hakkında
gizli bilgilerden müslümanların haberdar olmaları ve Hz. Peygamber'in vasıf
ve özelliklerinin Tevrat'ta da yer almış olduğunu bilmeleri, bazı yahudilerin
bu sırları müslümanlara açıklamış olmalarından dolayı değildir; doğrudan doğruya
Allah'ın, kendi Peygamberine bunları vahiy yolu ile bildirmesinden, Hz. Peygamber'in
hak peygamber olmasındandır. İşte o yahudi bilginler bunları bilmezler mi?
Bilmesine bilirler, ama bildiklerini söylememek ve yeri geldikçe onları tahrif
etmek onların şiarıdır.
78-
Bir de bunların ümmîleri vardır ki, okuma yazma bilmezler, kitabı anlamazlar,
sadece birtakım ümniyyeler (kuruntular) beslerler. Bütün bildikleri hayal
meyal mefkurelerden, duydukları taklidî temennilerden ibarettir.
"Emâniy",
ümniyyenin çoğuludur. Kelimenin aslı "üf'ûle" vezninde "umnûye"
olup temenninin sülâsisi olan takdir veya tilavet mânâsına "mena"dan
alınmış bir isimdir ki, insanın kendi içinde ve hayalinde tasarlayıp varlığını
kabul ettiği ve olmasını temenni edip durduğu veyahut diline dolayıp durduğu
şeylerdir ki, Frenkler buna "ideal" derler ve genç mütercimlerimizden
birçoğu bunu mefkûre diye terceme ediyorlar. Çünkü emaniy insanın kendi gönlünden
geçirdiği, saplanıp kaldığı ve durmadan arkasından koştuğu bir düşünce, bir
hayal, bir kuruntu demektir. Bunun bazılarının gerçekleşmesi mümkün ve şu
halde geçerli olanları bulunabilirse de çoğunlukla hiçbir delile dayanmayan
kuru ve şahsi temennilerden ibarettir. Bundan dolayı emaniy, batıl idealler,
evham ve boş hayaller mânâsına da kullanılır. Frenkler ahlâkiyat konusunda
bunu esas alan felsefî görüşe "idealizm" derler. İşte yahudilerin
okuma yazma bilmeyen avam (cahil halk) takımı da ilimden, kitaptan nasibi
olmayıp sadece kuruntu arkasında koşar dururlar, ve onlar yalnızca zan içinde
yaşarlar, zan peşinde koşarlar, kuru bir zan ve taklitten başka bir şeye malik
değiller. Hak ile batılı tayin edip seçemezler. Bu yüzden bunların vebali
de kendilerini aldatan okur yazar takımınadır.
79-İşte
bundan dolayı şimdi vay o yazıcılara ki, kendi elleriyle kitaplar yazarlar
da, sonra: "bu Allah katından" derler, Allah'a iftira ederler, ki
onunla beş on para kazanmak için böyle yaparlar. Haddi zatında geçici olduğundan
dolayı az demek olan bir dünya menfaati gibi hasis bir fayda uğruna yalan
söyler, gerçeği tahrif eder, değiştirirler. Bu suretle eski kitapları büyük
tahriflere uğratmışlardır. Evet vay onlara, o ellerinin yazdığı yalanlar yüzünden
ve vay onlara o kazandıkları çirkin kazanç yüzünden.
80-Böyle
hakikati tahrif eden, gerçeği saptıran, yalan yanlış yazılarla, propagandalarla
halkı iğfal ederek haktan uzaklaştırmanın akıbeti ne kadar fecidir. İnsanları
ebedi azaba sürükleyen bu dolandırıcılığın vebali karşısında dünyanın o süflî
kazançları, ahiretteki azabı ne kadar şiddetlendirecektir. Onlar kendi gönüllerince
güya buna da bir çare bulmuşlar ve cahil halka, avama şu ümniyyeyi de telkin
ederek demişlerdir ki, sayılı birkaç günden başka bize cehennem ateşi hiç
temas etmiyecek (dokunmayacak)tir.
Tefsirciler,
bu sayılı günlerin adedi hakkında onlardan çeşitli sözler de rivayet etmişlerdir
ki, bunların en belli başlısı kırk gün. Nahcevanî Tefsiri'nde beyan olunduğuna
göre, Tevrat'ta Allah'ı bırakıp da buzağıya tapanların ateşe atılacakları
hakkında âyetin zuhur (ortaya çıkışı) ve iştiharı (meşhur oluşu) üzerine yahudi
halkının ümniyyeleri kırılmış ve İslâm dinine girmek temayülünü göstermeye
başlamışlardı. Bunu gören yahudi bilginler, telaşa düşerek ilan etmişlerdi
ki, "Buzağıya ibadet, Hz. Musa'nın yokluğunda ancak kırk gün sürmüştü.
Şu halde biz yahudiler cehennemde nihayet kırk günden fazla kalmayacağız."
şeklinde teselli ve müjde vermişlerdi . Yahudilerin bir takımından da Asmaî,
şu iddiayı hikaye etmiştir ki: Buzağıya tapmalarının müddeti yedi günden ibaret
imiş. İbnü Abbas ve Mücahid'den dahi rivayet olunduğuna göre; yahudiler "Dünyanın
ömrü yedi bin senedir, biz de her bin sene için bir gün azap göreceğiz."
demişler. Diğer bir rivayette de yahudiler, "Cehennemin bir tarafından
bir tarafı zakkum ağacına kadar kırk senelik yoldur ve onlar bir senelik yolu
bir günde alarak kırk günde tamam edeceklerdir." diye Tevrat'ta zikredilmiş
bulunduğu iddiasını ileri sürmüşlerdir.
81-Ey
Muhammed, sen onlara şöyle söyle ve de ki; Siz, bu konuda Allah'dan bir ahd,
bir söz mü aldınız? Eğer öyle ise, Allah ahdini bozmaz, verdiği sözden dönmez.
Yoksa bilemiyeceğiniz bir şeyi Allah'a iftira ederek söyleyiveriyor musunuz?
Hayır, mesele onların dediği gibi değil, her kim bir seyyie kazanır, bir fenalık
yapar ve yaptığı fenalık kendisini her tarafından kuşatırsa; içini ve dışını,
kalbini, dilini ve diğer azalarını tamamen kaplarsa, kötülüğü alışkanlık haline
getirir ve bir de helal görmeye başlarsa İşte bunlar ateş ehli, ateş ashabıdırlar,
onlar o ateşte süresiz kalıcıdırlar. Öyle onların umduğu ve iddia ettiği gibi,
yedi günde, kırk günde değil, hiçbir zaman o ateşten çıkıp kurtulamazlar,
hep orada kalırlar, orası ebedilik âlemidir. Ve bunlar o âleme günaha batmış
olarak, kötülüğe bulanmış olarak ve temiz hiçbir yanları kalmamış olarak gitmişler
ve artık fenalık onların ebedî hasleti ve genel özelliği olmuştur. İnsanı
kuşatan bir tek kötülük böyle sonuç verirse birçok kötülüğe bulaşmış olanların
halleri artık kıyas edilsin. Demek olur ki, günah her tarafını kaplamamış
olanlar, cehennem ateşinde ebedî kalacaklardan değiller. Kalbinde zerre kadar
imanı kalabilenler, günahı günah bilenler ve ona helal demeyenler hakkında
hulûd (ebedî azap) yoktur. Sayılı günler aslında bunlar için tasavvur olunabilir.
82-83-Diğer
taraftan iman edip, iyi ameller işleyen kimseler ise işte bunlar cennet ehli,
cennet ashabıdırlar ve o cennette ebedî kalacaklar.
Cennet
ve cehennem hakkında ve kimlerin cennet ehli ve kimlerin cehennem ehli oldukları
hakkında Allah'ın ahdi, va'di ve tehdidi ve Peygamberine bildirdiği işte bunlardır.
Artık
bu bilgiler ışığında Allah'ın rahmetinin, gazabına üstün olduğu görüşüne istinat
ederek, seyyiat (kötülükler) ile kaplanmış ve kalblerinde zerre kadar bile
iman kalmamış olanların dahi ateşte ebedî kalmayacaklarını sanmak ve vehm
etmek; yahudilerin "sayılı günler" kuruntusuna düşmek ve ilâhî adaleti
inkâr etmek demektir. İlâhî rahmetin üstünlüğü ve onun ahirette rahîmiyet
olarak zuhura geleceği, kötülüklerin ebedî ceza ile cezalandırılacağı sırf
günah kesilmiş olan kimselerin, "Mâliki yevmiddîn" huzurunda ebedî
mağlubiyetlerini gerektireceği unutulmamalıdır. Kur'ân'ın ortaya koyduğu bilgi
ve hikmete göre; ahiret âlemi bir ikinci oluştur ve şüphe yok ki, o ikinci
oluşun tohumu da bu birinci oluştan, yani dünya hayatından gidecektir. Şu
halde dünyadan gidişinde günaha batmış ve bulanmış olan nefsin, ikinci oluşunda
günahın karşılığından başka birşey tasavvur etmek, o ikinci oluşu da bu birinci
oluş saymış gibi bir çelişki olur. Fakat kötülük tamamen nefsi sarıp istila
etmemiş ve o nefiste zerre kadar bir hayır, bir tutar taraf kalmışsa, işte
o zaman ilahî rahmetin üstünlüğü, o kimsenin ateşte ebediyyen kalmıyarak akıbet
kurtuluşa ermesini gerektirir. diyen İsrailoğulları soyunun, bu ilâhî ahid
karşısındaki durumları nedir? Gerçi daha yukarılarda geçen açıklamalar, bunların
kötülüklerini tek tek ifade etmiştir. Bununla beraber, ey Muhammed, onlara
ve bütün insanlara şunu bir defa daha hatırlat:
Meâl-i
Şerifi
83-
Hani bir vakitler İsrailoğulları'ndan şöylece mîsak (kesin bir söz) almıştık:
Allah'dan başkasına tapmayacaksınız, ana-babaya iyilik, yakınlığı olanlara,
öksüzlere, çaresizlere de iyilik yapacaksınız, insanlara güzellikle söz söyleyecek,
namazı kılacak, zekatı vereceksiniz. Sonra çok azınız müstesna olmak üzere
sözünüzden döndünüz, hâlâ da dönüyorsunuz.
84-
Biz azûmüşşan, daha önceleri bu İsrailoğulları'ndan şöylece mîsaklarını almış
idik:
1-
Allah'dan başka ma'bud tanımıyacak ve ondan başkasına ibadet ve kulluk etmiyeceksiniz.
2-
Ebeveyne, yani babaya ve anaya ihsan eyliyecek, her yönüyle iyilik ve güzellik
gösterecek, hoşça davranacaksınız.
3-
Aynı şekilde kim olursa olsun kendilerine yakınlık sahibi olduğunuz akrabalara,
4-
Babaları ölmüş, yetim kalmış çocuklara,
5-
Maişetlerini kazanamayan, ellerinde avuçlarında bir geçim vasıtası bulunmayan
yoksullara dahi ihsan edeceksiniz.
6-
Diğer insanlara da güzel söz söyleyiniz.
7-
ve namazı ikame ediniz, iyice kılınız.
8-
Zekatı da veriniz.
Ey
İsrailoğulları! Siz Allah'a böyle mîsak vermiştiniz, sonra verdiğiniz bu sözden,
bu mîsaktan yüz çevirdiniz, vazgeçtiniz. Bir kısmı dünyadaki huzur ve güvenliğe,
bir kısmı da ahirette sevap kazanmaya ait olan bu esaslı emirleri ağır bulup,
ahdinizi bozdunuz, ancak içinizden pek azı müstesna. Kaldı ki, bu müstesna
azınlık, Hz. Muhammed'in peygamberliğinden önce bu mîsak (anlaşma) uyarınca
amel ederler, dinlerinin emirlerini yerine getirirlerdi. Hz. Muhammed'in peygamberliğinden
sonra da ona iman ederek yine aynı mîsakı en mükemmel şekilde yerine getirdiler.
İşte bu müstesna azınlık Abdullah b. Selam ve benzeri zevattır. Bu pek az
kişiler istisna edilince siz hâlâ o yüz çevirmede devam edip durmaktasınız.
Bu hususlarda böyle olduğunuz gibi, doğrudan doğruya hayat hakkınızla ilgili
olan mîsaklarda da siz böylesiniz. Bakınız;
Meâl-i
Şerifi
84-
Yine bir zamanlar mîsakınızı almıştık; birbirinizin kanlarını dökmeyeceksiniz,
nüfusunuzu diyarınızdan çıkarmıyacaksınız. Sonra siz buna ikrar da verdiniz
ve ikrarınıza şahit de oldunuz.
85-
Sonra sizler öyle kimselersiniz ki, kendilerinizi öldürüyorsunuz ve sizden
olan bir grubu diyarlarından çıkarıyorsunuz, onlar aleyhinde kötülük ve düşmanlık
güdüyor ve bu konuda birleşip birbirinize arka çıkıyorsunuz, şayet size esir
olarak gelirlerse fidyeleşmeye kalkıyorsunuz. Halbuki yurtlarından çıkarılmaları
size haram kılınmış idi. Yoksa siz kitabın bir kısmına inanıp bir kısmını
inkâr mı ediyorsunuz? Şu halde içinizden böyle yapanlar, netice olarak dünya
hayatında perişanlıktan başka ne kazanırlar, kıyamet gününde de en şiddetli
azaba uğratılırlar. Allah, yaptıklarınızdan gafil değildir.
Ve
hani sizden mîsak almıştık;
9-
Birbirinizin kanlarını dökmeyeceksiniz,
10-
kendi nüfusunuzu diyarınızdan çıkarmayacaksınız, yani birbirinizi vatanınızdan
sürüp çıkarmayacak, göçe zorlamayacaksınız diye sizden mîsak almıştık. sonra
siz buna ikrar da verdiniz, iltizam da ettiniz, o halde ki, hepiniz birbirinize
şahit bulunuyordunuz, yahut bunun böyle olduğuna bugün dahi şahitlik edersiniz.
Bu
suretle tamamı ona ulaşan emir ve yasakları içine alan ve genel olarak "on
emir" adı verilen Tevrat ilkelerine benzeyen bu on adet mîsakın, Tevrat
hükümleri mi, yoksa Hatemü'l-Enbiya (Peygamberlerin sonuncusu) Efendimiz'e
verdikleri ahit suretleri mi olduğu hakkında iki rivayet vardır ki, biz bu
iki rivayetin, ikisinin de sıhhatine kail olmak istiyoruz.
85-Bilindiği
gibi İsrailoğulları, esas itibariyle Tevrat ilkelerine de uygun olan bu hükümler
dairesinde Hicret'in akabinde, Peygamber Efendimiz ile antlaşma yaptıktan
sonra da yine antlaşmayı bozmuşlardı. Bunun için buyuruluyor ki, sonra sizler,
yani şimdiki sizler, işte öyle insanlarsınız ki, kendilerinizi, kendinizden
olan nüfusunuzu öldürüyorsunuz, ferdî ve ictimaî mânâda intihar ediyorsunuz,
içinizden bir kısmını yurtlarından, vatanlarından çıkarıyorsunuz. İşte bunu
tek başınıza yapamazsınız, fakat onların aleyhinde düşmanlık ve kötülük üzerine
birleşiyor, sırt sırta veriyorsunuz, yani vicdanların kabul etmeyeceği fenalık
ve saldırganlıklarda birbirinize arka oluyor, o kötülükleri topluca yapıyorsunuz.
Ve şayet onlar düşman elinde esir olarak size gelirlerse, fidyelerini ödeyip
onları kurtarmaya da kalkıyorsunuz. Aslında bu cümleyi, "Onlar size esir
düşerlerse üstelik onlardan fidye almaya da kalkıyorsunuz." diye anlamak
daha doğru gibi görülüyor. Nitekim Ebu Müslim Isfahanî öyle anlamıştır.
Lakin
İbni Kesir, Ebu Amr, İbnü Âmir, Hamza ve Halefi Âşir kırâetlerinde sülâsî
olarak "tâ"nın fethi, "fâ"nın sükûnu ile kırâeti buna
müsait değildir. Bunun için tefsircilerin çoğunluğu önceki mânâyı tercih etmişlerdir.
Gerçi böyle fidyelerini ödeyip, onları esaretten kurtarmak kötü bir şey değildir,
fakat böyle yapmaları, bunların yine kendilerinden olduğunu ikrar ve bunları
çıkarırken kendilerinden olduğunu bilerek, kasden ve sözkonusu mîsaka aykırı
düşmekle zulmen çıkarmış bulunduklarını itiraf demek olduğundan, âyetin siyakı
itibariyle aleyhlerinde bir belge teşkil etmiştir. Bu noktayı nassa bağlamak
için yukardaki fiiline ait olan şu hâl cümlesi buraya tehir olunmuştur: Halbuki
esasen onları kovup çıkarmak size yasak kılınmıştı, onları çıkarmanız zaten
caiz değildi. Allah'la olan mîsakınızın hükümlerine göre bundan yasaklanmıştınız.
Böyle iken yine de onları çıkarıyorsunuz. Onlar ya sizdendir, ya değildir.
Sizden iseler ne hakla çıkarıyorsunuz, değilseler ne diye fidyelerini ödemeye
kalkışıyorsunuz da muahitlerinize (ahitleştiklerinize) karşı onlara açıkça
yardım ediyorsunuz?
Süddî'den
gelen bir rivayete göre, Medine yakınındaki yahudilerden Beni Kureyza, Araptan
Evs kabilesinin halifi yani antlaşmalısı imişler, Beni Nadir de Hazreç kabilesinin
muahidi, yani antlaşmalısı imişler. Bunlar birbirleriyle savaş yaptıkları,
her fırka öldürme, memleketi harap etme ve ahaliyi sürüp çıkarma gibi hususlarda
kendi müttefiklerine yardım eder, fakat her iki taraf yahudilerinden bir kimse
esir olursa birleşir fidye toplayarak onu kurtarırlarmış. Araplar bu nasıl
şey? Hem onlarla savaşıyorsunuz, hem de esirlerini kurtarmak için fidye veriyorsunuz
diye kendilerine serzenişte bulununca, onlar da biz kitabımızın hükmü gereğince
bunları fidye ile kurtarmaya mecburuz. Esasen bunlarla savaşmamız da yasaktır,
ama ne çare, söz verdiğimiz müttefiklerimizin aşağılanmasından da utanıyoruz,
derlermiş.
Buna
karşı buyuruluyor ki, acaip, siz kitabın bir kısmına iman eder de diğer kısmını
inkâr mı edersiniz? Bunun
sonucunun ne olduğunu bilir misiniz? Sizden bunu yapanların cezası başka değil,
mutlaka dünya hayatında büyük perişanlık, kıyamet gününde de böyleleri azabın
en şiddetlisine uğratılacaktır. Nitekim dünyada Beni Kurayza öldürülmek ile,
Beni Nadir de yurtlarından kovulup sürgüne gönderilmekle bu felaketi gözleriyle
görmüş ve bizzat yaşamışlardı. Kıyamet günündeki o şiddetli azabı da elbette
göreceklerdir. Ey İsrailoğulları! Siz o gizli gizli çevirdiğiniz fesatlar
açığa çıkmaz, onların cezası verilmez mi zannedersiniz? Allah yaptıklarınızdan
gafil değildir.
Meâl-i
Şerifi
86-
Bunlar ahireti, dünya hayatına satmış kimselerdir. Onun için bunlardan azap
hafifletilmez ve kendilerine bir yerden yardım da gelmez.
86-Ey
Muhammed! İşte bunlar, çirkin özellikler ile vasıflanmış olan İsrailoğulları
ve bunlara benzeyenler, öyle güruhtur ki bunlar, ahireti verip dünya denilen
aşağılık hayatı satın almışlardır. Bunların ahirete imanları olmadığından,
ileriye dönük herhangi bir hakları da kalmamıştır. Gerçi önce yok değildi,
fakat o saadeti beş on paraya sattılar. Bundan dolayı bunların ileride çekecekleri
azab asla hafifletilmez, kendilerine hiçbir taraftan yardım da olunmaz. Bu
alış-veriş ustalarının bütün kazançları, bu korkunç ziyandan, bu ebedî perişanlıktan
ibarettir. Onlar istedikleri kadar "sayılı günler" kuruntusuyla
gönül eğlendirip dursunlar, ruhları kötülük ile dopdolu olan bu bezirganların
azapları kesilmek şöyle dursun, hafiflemez bile. Zira ebediyyen satılmış bir
malın mahrumiyetini çekmek de ebedîdir.
Dünya,
veya 'den ismi tafdilinin müennesi olup "en yakın" yahut "pek
alçak" mânâsına bir sıfattır. gibi isimlere sıfat olarak kullanılmıştır.
Bundan başka ahiret kelimesi gibi ve onun karşıtı bir isim olarak da kullanılır
ki, o zaman yahut terkiplerinden birinin yerine geçer. Bununla beraber Kur'ân'da
bu mânâ hep sıfat tamlaması olarak yer almıştır. Şu halde "hayat-ı dünya"
"dünyanın hayatı" değil, dünya denilen hayat, yani aşağılık ve alçak
hayat anlamınadır. Veyahut bugün fiilen içinde bulunulmak itibariyle "en
yakın bulunan hayat" demek olur. İleride bu dünya hayatının nelerden
ibaret bulunduğunu açıklayacak âyetler gelecektir.
İşte
onların Allah'la olan antlaşmalarının hiç birinde durmamaları, verdikleri
her ahdi bozmaları ve tek tek sayılan bütün günahları işlemiş olmaları ahireti
bu dünya hayatına satmış olmalarından ve ahirete imanları kalmamış olmasındandır.
Böyle olanlar, şüphesiz ki ölümlerinden sonrası için hiçbir şey düşünemez
ve onun için hiçbir hazırlık yapamazlar. Beş-on günlük geçici bir hayat için
her fenalığı göze alır, beş-on para için Allah'ın kitaplarını bozarlar. Allah'ın
kullarına karşı her fenalığı yapar ve yaptıklarından da pişmanlık duymazlar.
"Sayılı günler" kuruntusunu uydurmaları da bu imansızlıklarındandır.
Ruhları böylesine günah ile kaplanmış bulunanlar elbette ateşte ebedî kalacaklar
ve en şiddetli azabı göreceklerdir.
Bu
uyarı hükmü bu suretle sona erdirildikten sonra şimdi de bunların Hz. Peygamber'e
karşı giriştikleri sûikaste işaretle bu bakış açısından dahi cinayet işlemeye
ne kadar istekli oldukları açıklanarak, ebedî azaba ne kadar hak kazandıkları
iyice açıklanmış olacaktır:
Meâl-i
Şerifi
87-
Celâlim hakkı için Musa'ya o kitabı verdik, arkasından birtakım peygamberler
de gönderdik, hele Meryem oğlu İsa'ya apaçık mucizeler verdik, onu Rûhu'l-Kudüs
ile de destekledik. Size nefislerinizin hoşlanmayacağı bir emirle gelen her
peygambere kafa mı tutacaksınız? Kibrinize dokunduğu için onların bir kısmına
yalan diyecek, bir kısmını da öldürecek misiniz?
87-
"vav" harfi, kasem içindir, "lâm" onun cevabı, "kad"
ise tahkik harfidir ki, demektir. Yani nâm ve şan-ı uluhiyetime yemin olsun
ki, muhakkak surette biz azîmüşşan Musa'ya o kitabı, yani İsrailoğulları'nın
öteden beri hükümlerini çiğneyegeldikleri Tevrat'ı verdik, ve arkasından onun
izinde ve aynı şeriatle memur nice peygamberler daha gönderdik. Ki bunlar
Yûşa, İşmuil, Şem'ûn, Davut, Süleyman, Şa'ya, Armiya, Uzeyr, Hazkil, İlyas,
Elyesa, Yunus, Zekeriyya, Yahya ve daha başkalarıdır. Hepsine selam olsun.
Ayrıca Meryem oğlu İsa'ya beyyineler verdik.
Beyyine:
Gün gibi gayet açık, vazıh ve celî mânâsına sıfattan isim yapılmış bir kelimedir
ki, kendisi gayet açık ve aşikar olan bir davayı açık bir şekilde isbat etmeye
yarayan delil demektir. Yani kendisi açık seçik, artık bir başka şeyin açıklamasına
ihtiyacı kalmamış olan belge demektir. Peygamberlerin
mucizeleri bu çeşit belgelerdir. Şu halde Hz. İsa'nın beyyineleri, onun peygamberliğini
açıkça ortaya koyan mucizeleri demek olur ki, bunların neler olduğu ileride
genişçe anlatılacaktır.
İsa:
Süryanice "İşû"dur. Nitekim bazı hıristiyanlar "Yesû",
Frenkler "Jesu" derler. Bunun ism-i mensubu olan "Jezvit"
İsevî, diğer bir tabirle Yesûî demek ise de Katolik papazların özel olarak
kurdukları cemiyete mahsus bir isim olmuştur ki, bir anlamda tarikat demek
olan bu cemiyete ve mensuplarına "Cizvit" adı verilir.
Meryem:
Süryanî dilinde "hizmetkâr" mânâsınadır. Arapça kadınlar için meryem,
erkeklerdeki "zir" gibi bir mânâya kullanılır. "Zir" kadınlara
karışması ve ziyareti çok olan erkek demektir. Nitekim Arap şairi Ru'be'nin:
"Hizmetçisi, kendisine ulaşmayan ve kadınlar arasına karışan kimseye
dedim ki: Gençlik hevesleri sapıttığını pişman eder." beytindeki zir
ve meryem bu mânâya gelmektedir. Biz Türkler genellikle "Meryem Dudu"
deriz.
Hz.
Musa'dan sonraki peygamberler arasında Hz. İsa'nın bilhassa ismiyle zikredilmesi
İsa dininin, Tevrat'taki bazı dinî hükümleri nesheden (kaldıran) bir özelliğe
sahip olması bakımındandır. Bundan dolayı İseviyet, yani Hıristiyanlık, Musevîlik'ten
ayrı bir din olmuştur.
Hz.
İsa'ya bu beyyinatı (belgeleri) verdikten başka bir de onu Rûhu'l-Kudüs ile
destekleyip takviye ettik. Râğıb'ın tarifine göre; ruh, esasen canlının öyle
bir cüz'üdür ki, canlıda hayat bununla meydana gelir. Ruh
ile nefis bir midir, değil midir? Bunda
da uzun uzadıya ihtilaflar olmuştur. Nefis aslında "ben" dediğimiz
şeydir. Fakat ruh da bu mudur? Yoksa
bunun bir aleti midir? Bu konuda özel tasnifler yapılmıştır ki, âyetinin tefsirinde
inşaallah mümkün olan izahatı sunmaya çalışacağız. (Bkz: İsrâ, 17/85). Şimdilik
şu kadarını söyliyelim ki; öteden beri ruhun mahiyeti hakkında söz söyleyenler
bunu başlıca üç ayrı bakış açısından düşünmüşlerdir. Bu
da hareket, hayat ve idraktir. Herşeyden önce ruh bir hareketin başlangıcı
olarak tasavvur edilmiştir. Bizzat harekete geçiren her hareket ettirici kuvvet
bir ruh, her hareket eden şey de onun eseri kabul edilmiştir. Buna göre, hiçbir
hareket yoktur ki, bir ruh ile ilgili olmasın. Şu kadar var ki, bizzat hareket
ettirenler doğrudan doğruya, dolaylı olarak hareket edenler de yine dolaylı
yollardan bir ruha bağlı sayılırlar. Bu anlamda ruh, kayıtsız şartsız kuvvet
karşılığı bir mânâya gelir. İster yalın halde olsun, ister çok yönlü olsun,
ister şuurlu, ister şuursuz olsun, ister iradeli, ister iradesiz olsun hadd-i
zatında harekete geçirme özelliği bulunan her kuvvet bir ruhtur. Frenkler
dinler tarihiyle ilgili araştırmalarda bu görüşe "Animizm" adını
vermişlerdir. Lakin ruhun bu mânâsı genel değildir. Bu hareketi, iradeli hareketlere
tahsis edecek olursak, o zaman ikinci ve üçüncü mânâlara benzer veya eşdeğer
veyahut daha özel bir amelî ve ahlâkî ruh mânâsı ifade etmiş oluruz. Çünkü
iradeli hareket, hayat ve idrak ile eş anlamlı, hatta onlardan daha fazla
özelliğe sahiptir.
İkinci
olarak ruh, bir hayat kaynağı olarak tasavvur olunmuştur ki, bu birinciden
daha özel bir anlayıştır. Zira hareket, hayatın belli başlı şartlarından sadece
biridir. Her
hayatta bir hareket vardır. Fakat burada hayattan maksat genel anlamda canlıların
sahip olduğu hayattır. Çünkü bitkilere ait hayata hayat denmesi bu mânâya
uygun olduğundan değildir. Zira bitkilerin hayatında bir yerden bir yere kitle
halinde hareket yoktur. En meşhur mânâsıyle ruh denilince işte bu hayat kaynağı
anlaşılır ve ruh bizatihi mevcut ve lizatihi canlı bir kaynak olmak üzere
tarif olunur ki, Râğıp da bunu ifade etmiş demektir.
Üçüncü
olarak ruh, gerek cüz'î, gerek küllî bir idrak mebdei (noktası) olarak kabul
olunmuştur ki, bu da ikinci görüşten daha özeldir. Zira hayat idrakin şartlarından
biridir. Daha doğrusu idrak dediğimiz şey, algılama derecelerine göre hayatın
bir eseridir. Demek ki, idrak sahibi her ruh canlıdır ve her canlı kendi kendine
hareket etme güç ve kabiliyetine sahiptir. Bununla beraber her hareket edenin
veya hareket ettirenin bu anlamda canlı olması lazım gelmeyeceği gibi, her
canlının da idrak sahibi olması göz önünde bulundurulacak bir noktadır. Bu
suretle ruh veya canlı denildiği zaman şuurun ilk mertebesinden akla ve kudsî
kuvvete varıncaya kadar derece derece farklı mertebeleri yüklenebilen ve vücudun
aslî ve gölgesel ikiliğini içine alan şuur ve idrak kaynağı kastedilir ki,
bazılarına göre irade ve kendi kendine hareket etmek gibi hususlar bunun teferruatından
sayılır. Bununla beraber duygu ve şuur, ruhun en genel belirleyici özelliğidir.
İrade ve hareketin yalnızca şuura bağlı özellikler olduğu da göz önünde bulundurulmalıdır.
Bu takdirde akıl, ruhun en ileri ve en mükemmel görünümü olmuş olacaktır.
Halbuki iradenin şuur veya akıl beraberliği kabul edilse bile, bedende olan
öteki belirtilerden daha üstün bir değere sahip bulunduğunda şüphe yoktur.
Akla mahkum iradeler bulunduğu gibi, şehvet ve heveslere mahkum akıllar da
vardır. Şu halde ruh denildiği zaman his ve şuur, akıl ve idrak güçlerinden
başka irade gücü gibi özellikleri de içine alan daha geniş ve etraflı bir
hayat cevheri anlaşılmak lazım gelir. Gerçekte de ruh ilminden bahsedenler,
ruhun hem nazarî, hem amelî kabiliyetlerini göz önünde bulundurmaya mecbur
kalmışlardır. Asrımızın ruh ilmi (psikoloji) kitaplarında şuur, ruhun en umumî
hadisesi kabul olunmaktadır. Bununla birlikte ruhî kuvvetler: Acı duyma, tad
alma, hoşlanma ve nefret gibi duyusal kuvvetler; idrak, düşünce, tasarı ve
tasavvurlar gibi zihinsel ve aklî kuvvetler; istek ve irade gibi harekete
geçirici kuvvetler olmak üzere başlıca üç ana kuvvenin kaynağı olarak düşünülmektedir.
O halde kendine mahsus anlamıyla ruh denilirken kendiliğinden hareket edebilme,
daha doğrusu kendi kendini hareket ettirebilme, canlılık ve idrak gibi özelliklerin
üçü birden göz önünde bulundurulmalıdır. Yani ruh, hayatın da, hareketin de,
idrakin de esas sahibi olan bir varlıktır. Eğer hayat kelimesi, sadece bir
yönü ile alınmayıp bu üçünün de temsilcisi olarak alınacak olursa, o zaman
bizatihi mevcut ve lizatihi canlı şeklinde tarif aynı mânâyı ifade ederek,
en özel anlamıyla ruhun en aşağı mertebesini göstermiş olur. Aslında biz,
duyu organları gelişmiş yüksek canlılarda ve bilhassa insanda bu üçünün birleştiğini
görüyoruz. Şu halde herkesin bildiği ve anladığı meşhur şekliyle ruhun en
alt seviyedeki mânâsı canlılık olarak kabul edilir ve her kuvvete de ruh denilmez.
Hayatın anlamı ne kadar yükselirse, ruhun mânâsı da o ölçüde yükselmiş olur.
Daha doğrusu ruh ne ölçüde yükselirse hayatın mânâsı da o ölçüde yükselir
ve özellik kazanır.
Genel
anlamıyla ruhun, katı ve hareketsiz olan maddeye zıt bir varlık olduğu açıktır.
En ilkel şekliyle madde ruhsuz bulunabilir, fakat bu mânâda ruhsuz bir cisim
var mıdır? Bu husus münakaşa edilebilirse de ilkel maddeden meydana gelmiş
olan her cisim terkibi ve teşekkülü bakımından bizzat bir kuvvete ve bir ilk
harekete sahip olmak durumunda bulunduğundan her cisimde, genel anlamda bir
ruh zaten var demektir. Fakat özel anlamda ele alındığı zaman, ruhsuz cisimlerin
varlığından şüphe etmeyiz. Zira nice canlıların, ruhtan ayrıldığı zaman öldüklerini
görmekteyiz. Demek ki ruhun cisimden ayrılmasıyla ayrıcalık kazanacağı şüphe
edilecek bir şey değildir. Fakat esas itibariyle ruhun öz cevheri ile maddenin
öz cevheri birbirinden apayrı varlıklar olarak âlemde iki ayrı cins cevher
var mıdır? Yoksa maddenin cevheri ruhun cevherine veyahut ruhun cevheri maddenin
cevherine râci olmak üzere yalnızca bir tek çeşit cevher mi vardır? Yani kâinat
âleminden cisimlerin cevheri büsbütün kaldırıldığı farzolunsa, ruhlar da ortadan
kalkar mı? Yahut aksine ruhun cevheri ortadan kalksa, maddî cisimler de büsbütün
yok olur, ortadan kalkar mı? Yoksa birisi diğerinden ayrı olarak varlığını
sürdürebilir mi? Felsefe dalında her birinin taraftarı ve savunucuları bulunan
çeşitli nazariyelerden şimdilik vazgeçerek şu kadarını söyleyelim ki ruhun,
cevheri ve öz varlığı ne olursa olsun, nev'inin hakikatı, hatta bir tek nevi
içinde çeşitli mertebeleri bulunduğu şüphe götürmez bir gerçektir: İnsanların
diğer canlılardan farkı, ruhlarının kendi nev'ine mahsus özelliğinden dolayı
olduğu gibi, beşerin çeşitli sınıf ve fertleri arasındaki fark da en azından
ruh mertebelerinin çokluğunu göstermektedir. Genellikle Peygamberler ise derece
farklarıyla birlikte, Âdem kıssasından anlaşıldığı üzere, ilk fıtrata nazaran,
beşer nev'i içinde Allah'ın halifeliğine mazhar olmuş yüksek bir ruh derecesine
sahip kimselerdir. Bu yüzdendir ki, âdeta kendi nevilerinin üstünde sayılabilecek
bir ayrıcalıkları vardır. Bu yüksek ruh asaletine sahip bulunmalarının yanında
ilâhî te'yide de mazhar olmaları onları, hem bilgi ve idrak yönünden, hem
de tasarruf gücü demek olan iradeyi harekete geçirme yönünden ve bazan ikisiyle
birden ruh mertebelerinin en yücelerine eriştiren tecellilere mazhar kılar.
Bu tecellilerden her biri, beşerin alışılmış ruhî davranışlarından çok farklı
ve üstün özellikler taşır. İşte bu özellikler o peygamberlerin, çeşitli kademelerde
mucizelerini meydana getirirler. Bundan dolayıdır ki, peygamberlere mahsus
bilgiler, beşer aklının tekrara ve tecrübeye dayalı olarak elde ettiği alışılmış
bilgi ve idraklerin üstünde bir ilim, tasarruflarında da yine normal insanların
sahib olabildikleri tasarrufun üstünde bir kudret ve irade zuhur edegelmiştir.
Bunun için ruhların bizzat Allah'a izafetle sonuçlanan alışılmış ve alışılmamış
bütün güçlerini, çeşit ve mertebelerini bir bütün olarak dikkate almayanlar
veya alamayanlar, ruhun en yüksek mertebesini aklın en aşağı mertebesi açısından
ele alarak, harika denilen garip ve nadir olayları, daima alışılmışa şartlanmış
aklın en aşağı ölçüsüyle çözmeye çalışanlar, peygamberlerin mucizeleri karşısında
hep inkâr ve te'vil yoluna sapmışlardır. Diğer bir kısım insanlar da mucizeler
nazariyesine sarılarak, genellikle aklın ve ilmin konusuna giren kesin gerçekleri
inkâr etmeye ve görmezlikten gelmeye çalışmışlardır. Bunların birincisi ifrat,
ikincisi ise tefrittir. Yaratılışın bütün sır ve inceliklerini, ne tekdüze
tekrarlara dayanan prensiplere bağlı olarak deneysel ilmin ve fennin belli
sınırları içine hapsetmeğe hakkımız var, ne de aklın ve ilmin kural ve ilkelerini
bir kenara iterek, herşeyi yalnızca harikalarla açıklamağa hakkımız vardır.
İlmî araştırmalarla ortaya konan yeni yeni buluşlar, ilmin ve fennin sonu
olmayan bir genişliğe sahip bulunduğunu gösteriyor. Bu husus inkâr kabul etmez
bir gerçektir. Ayrıca normal aklın, ilim ve fennin hiçbir zaman inkâr edilemiyecek
değişmez ve kesin hakikatleri içerdiği de bilinmelidir. Şunu da belirtelim
ki, sebeplilik (nedensellik) ve çelişmezlik kanunları işte bu çeşit hakikatlerdendir.
Bilgi denilen şey, daha ziyade tekdüze tekrarlara bağlı olarak, deneme yanılma
sonucunda teşekkül eder. Ancak kâinatta değişim ve gelişim denilen bir ilke
daha vardır. Halbuki her değişim, ilk meydana çıkışında, normal dediğimiz
tekdüze tekrara dayanan oluşlara karşı bir hamle ve bir isyan sayılır. Bu
yüzden de bir harikuladelik ifade eder. Bunun için, ilmî sonuçlara dayanan
imanın yanında mucizeye dayanan imanın, irade olayı açısından çok önemli bir
yeri vardır. Çok zamanlar görülmüştür ki, ilim adamlarının kendi konuları
dışındaki iş ve çabalarda iradeleri oldukça zayıftır, hatta büsbütün yok denilecek
kadar azdır. Kendi tecrübemize dayalı olarak elde ettiğimiz bilgiler, bizde
irade olayının teşekkülüne ve güçlenmesine katkıda bulunmuyorlar. Buna karşılık
hiçbir ilmî ölçüden haberi olmayan bazı cahiller, ilim adamlarının göze alamayacağı
işleri yapabilecek güçlü iradeler gösteriyorlar. Bu husus nazarî olarak herkesçe
kabul edilse bile tatbikatta iradenin, hiçbir bilgiye ihtiyaç göstermeyen
imandan kaynaklandığı ve oradan kuvvet aldığı gözleniyor. Bu da normal ilmin
sonuçlarına inanmaktan değil, mucizeye inanmaktan doğuyor. İslâm dini, bu
hakikati tesbit ve ahlâkı yüceltmek için, ilmin ve aklın kurallarına önem
vermekle beraber, imanı gerektiren mucizelere de yer vermiştir. Bu sebeple
hakikî din adamlarının bilgileri, kendi iradelerini zayıflatmaz. Onlar ilmin
ve aklın alanına giren konularda normali kabul ederler, olağanüstü hallerde
mucizeye de inanırlar. Normal insanların sevindikleri konularda onların korktuğu
ve endişeye kapıldığı, halkın üzülüp ağladıkları noktalarda ise onların ümide
ve iyimserliğe kapıldıkları yönler bulunur. Hasılı insan ruhunda ümitsizlik
ve korkuyu kısmen de olsa yok etmek için mucizelerin pek büyük etkisi vardır.
Sırf aklî ve mantıkî düşünenlerin karamsarlıktan başka birşey göremedikleri
kapkaranlık zamanlarda mucizeye iman, böyle ayrılık günlerinde parlayan sevgi
güneşi gibi, azim ve iradeye musallat olmuş karamsarlığın paslarını silip
süpürmeye yeter de artar bile. Fakat şurası unutulmamalıdır ki, mucize ve
harikalara iman, bir genel ilke gibi ele alınamaz. Zaten isminden de anlaşılacağı
gibi, bunun yalnızca özel ve olağanüstü hallere mahsus bir ilke olduğu kesindir.
Normal haller için aslolan aklın ve ilmin kurallarıdır. Ne dine, ne ilme önem
vermeden, her an harika peşinde koşanlar ve daima yeni görüş ve fikirlerle
yaşamak isteyenler, hiçbir zaman ilkellikten kurtulamazlar ve insanlar arasında
bağlantı sağlayan sosyal kurallar ve ahlâkî kaideler bırakmayacak kadar cahil,
sapık, başıbozuk ve baştan çıkarıcı bir hayat tarzına mahkum olurlar. Bundan
dolayıdır ki, Kur'ân mucizesiyle ortaya konmuş bulunan cihanşumûl hükümler
ve doğrular, kevnî mucize denilen öteki harikulâde (olağanüstü) olayların
üstünde bir anlam ve değer taşırlar. İşte peygamberlerin ruhları, mertebelerine
göre bu iki cihetle özel olarak ilâhî desteklere mazhar kılınmışlardır. Bu
ilâhî desteğin dış görüntülerinden birisi de onların ahlâklarıdır. Onların
ruh mertebeleri, ahlâk bakımından ismet (günahsızlık) derecesine sahiptir.
Bundan dolayıdır ki, İslâm inancı açısından peygamberlerin hepsi, çirkin ve
alçaltıcı huy ve hareketlerden uzak ve yüce şahsiyetlerdir. Gerçi onlar için
de beşeriyet gereği bazan zelle (ayak sürçmesi) ve hata mümkündür. Fakat onda
ısrar ve istikrar (devamlılık) söz konusu değildir. Bu gibi şeyler Allah'ın
yardımıyla hemen düzeltilir. Biz, eldeki Tevrat ve İncil nüshalarında geçmiş
peygamberlere isnat edilen birtakım günah ve kabahatların, tahrifler sonucu
olduğundan şüphe etmeyiz. Cenab-ı Hak, peygamberlerin ruhlarına çeşitli mertebelerde
gönderdiği bu ilahî destekleri, özellikle Hz. İsa hakkında "Biz onu Rûhu'l-Kudüs
ile de destekledik". (Bakara, 2/87) âyetiyle dile getirmiştir. Meryem
oğlu İsa, ruhî bakımdan bilhassa Rûhu'l-Kudüs ile teyid olunmuştur. Bu gösterir
ki, Rûhu'l-Kudüs, Hz. İsa'nın şahsiyetinin bir parçası değil, sadece onun
destekleyicisidir. Şu halde hıristiyanların, Rûhu'l-Kudüs'ü İsa'nın şahsiyetine
dahil edip, öz şahsiyetinin bir bölümü gibi tasavvur etmeleri bir batıl inanç
örneğidir ve geçersizdir.
Acaba
Rûhu'l-Kudüs'ten murad nedir? "Rûhu'l-Kudüs" kelime itibariyle fevkalade
temizlik, taharet ve nezahet yahut bereket ruhu, yahut mukaddes ruh demek
ise de bunun gerçek anlamı hakkında tefsirciler birkaç rivayet nakletmişlerdir.
1-
Mücahid ve Rebî'in beyanına göre; "el-Kudüs" el-Kuddûs gibi ilâhî
isimlerdendir. Şu halde Rûhu'l-kudüs, yani Allah'ın ruhu demek olabilir. Nitekim
bu te'yid dolayısıyla Hz. İsa'ya "rûhullah" dahi denilir.
2-
İbnü Abbas'dan bir rivayete göre, burada "Rûhu'l-Kudüs" Allah'ın
ism-i azamı (en büyük ismi)dır ki, Hz. İsa bununla ölüleri diriltirdi.
3-
İncil'dir, nitekim "İşte böylece sana da emrimizden bir ruh vahyettik."
(Şûrâ, 42/52) âyet-i kerimesinde Kur'ân vahyine dahi "ruh" denilmiştir.
4-
Katâde, Süddî, Dahhâk ve Rebî'in beyanına ve İbnü Abbas'dan diğer bir rivayete
göre, Rûhu'l-Kudüs Cebrail'dir. Ve buna asahh-i akval, yani rivayetlerin en
sıhhatlisi demişlerdir. Çünkü Peygamber Efendimiz, Hassân İbni Sabit (r.a.)
bir kerre "Kureyş'i hicvet, Rûhu'l-Kudüs seninledir." buyurduğu
gibi, bir başka zamanda da "Ve Cebrail seninledir." diye buyurmuşlardır.
Demek ki, Rûhu'l-kudüs Cebrail aleyhisselâmın "Rûhu'l-Emîn" gibi
diğer bir ismidir. Nitekim Hassân (r.a.) dahi beytinde "Allah'ın elçisi
olan Cibrîl de bizdedir. O Rûhu'l-Kudüs'ün ise eşi, benzeri yoktur."
diyerek Rûhu'l-Küdüs'ün Cebrail olduğunu göstermiştir. Cebrail'e "rûhullah"
dahi denilmesi, diğer bir ilahî isim olan Rûhu'l-Kudüs'ün aynı mânâya geldiğini
doğrular.
Kur'ân
diline ait bu kelimelerin göz önünde bulundurulması ile Rûhu'l-Kudüs'ün Cebrail
demek olduğu anlaşılır. Lakin bu takdirde şu soru akla gelebilir: Cebrail
Hz. İsa'dan başka peygamberlere de indiği halde burada "onu Rûhu'l-Kudüs
ile destekledik." ilâhî ifadesinde söz konusu zamire Hz. Musa bile dahil
edilmiyerek doğrudan doğruya zamirin Hz. İsa'ya tahsis edilmesinin mânâsı
nedir? Bu ifadeden Rûhu'l-Kudüs'ün Cebrail'den başka bir özel ruh olduğu anlaşılmaz
mı?
Tefsircilerin
açıklamasına göre, cevap hayır. Bu tahsisin anlamı şudur: Ceb rail'in Hz.
İsa'ya başka türlü bir ihtisası vardır ki, diğer peygamberlerde bunun örneği
yoktur. Çünkü Hz. Meryem'e onun doğumunu müjdeleyen Cebrail'dir. Hz. İsa onun
nefhi (üflemesi) ile doğmuş, onun terbiye ve desteğiyle büyümüş, her nereye
gittiyse beraberinde gitmiştir. Nitekim Meryem Sûresi'nde "Ona ruhumuzu
gönderdik, o ruh ona beşer şeklinde temessül edip göründü." (Meryem,
19/17) buyurulmuştur. Âyette geçen "rûhanâ", rûhullah, Rûhu'l-Kudüs,
Cebrail'dir.
Bundan
başka bilindiği gibi, İsrailoğulları'nın, Hz. İsa ve annesi Meryem hakkında
iffet ve ismete, onların kudsiyetlerine aykırı sözler söylemiş olmaları ve
âyette esas muhatap olan da yahudiler olduğundan, Hz. İsa hakkındaki bu âyet,
tahsis için değil, fakat bilhassa yahudilerin isnat ve iftiralarına karşı
Hz. İsa'yı tenzih için bu teyid özellikle söz konusu edilmiştir. İşte bundan
dolayıdır ki, taharet ve temizlik anlamına gelen "Rûhu'l-Kudüs"
ismi tercih buyurulmuştur. Şunu
da burada hatırlatmak lazım gelir ki, Hz. İsa "Rûhu'l-Kudüs" ile
teyid edilmiştir, fakat Rûhu'l-Kudüs ile teyid edilen yalnızca Hz. İsa değildir.
"De ki, Rûhu'l-Kudüs, onu Rabbinden hak olarak indirmiştir." (Nahl,
16/102) buyurulduğu şekilde Peygamber Efendimiz'e Kur'ân-ı Kerîm'i indiren
de Rûhu'l-Kudüs'tür. Oysa Kur'ân'ı ona indirenin Cebrail olduğu bilinen bir
gerçektir. Demek ki, Rûhu'l-Kudüs Cebrail'dir. Güç ve kuvvet açısından Cibril
veya Cebrail, ismet ve nezahet açısından da Rûhu'l-Kudüs'tür.
İşte
ey İsrailoğulları! Görüyorsunuz ki, Allah Teâlâ'nın peygamber ve kitap göndermesi,
emsalsiz ve görülmemiş bir şey değildir, öteden beri devam edip gelen bir
ilâhî gelenek, bir sünnetullahtır. Zikrolunduğu üzere bilhassa size Hz. Musa'dan
Hz. İsa'ya kadar bunca peygamber göndermiş artık size nefsinizin heva ve heveslerine
uymayan ilahî emirlerle yeni bir peygamber geldikçe ona uymayı kibrinize yediremeyip,
kafa mı tutacaksınız? o peygamberlerin bir kısmını inkâr edecek, diğer bir
kısmını da inkârla yetinmeyip -Zekeriya, Yahya vesaire gibi- öldürecek misiniz?
Yok artık, o meydanı boş bulamıyacaksınız. Bu âyetin anlamında Peygamber Efendimiz'i
öldürmeye azmettiklerine açık bir işaret vardır. Soru, bu teşebbüslerini yüzlerine
çarpmak üzere ayıplamak ve kınamak (istifham-ı tevbîhî) içindir.
Bunlar,
haklarında nazil olan bütün o güzel nasihatlere, davetlere, acı tatlı hatırlatmalara,
müjdelere ve uyarılara, azarlama ve iltifatlara karşı bakınız ne dediler:
Meâl-i
Şerifi
88-
(Yahudiler, peygamberimize karşı alaylı bir ifade ile): "Bizim kalblerimiz
kılıflıdır." dediler. Bilakis Allah, onları kâfirlikleri yüzünden lanetledi.
Bundan dolayı çok az imana gelirler.
89-
Yanlarındakini tasdik etmek üzere onlara Allah katından bir kitap gelince,
daha önceleri inanmayanlara karşı onunla yardım isteyip durdukları halde,
o tanıdıkları kendilerine gelince, bu sefer kendileri onu inkâr ettiler. İşte
bundan dolayı Allah'ın laneti kâfirleredir.
90-
Ne kadar çirkindir o uğruna kendilerini sattıkları şey ki; Allah'ın kullarından
dilediğine kendi lütuf ve kereminden vahiy indirmesine kafa tutarak, Allah
ne indirdiyse hepsini inkâr ettiler. İşte bu yüzden de gazap üstüne gazaba
uğradılar. Can yakıcı azap asıl kâfirler içindir.
88-Ğulf,
"ağlef"in çoğuludur. Ağlef, ğulfe veya ğılafdan kabuklu yani sünnetsiz
ya da kılıflı demektir ki, burada kelime "kaşerli, kaşerlenmiş"
meâlindedir. Yosun tutmuş, duyarlığını yitirmiş anlamınadır.
Hasılı
bunlar bizim kalblerimiz kılıflı, yani kaşerlidir, kabukludur dediler. Bununla
Hz. Muhammed'in davetine ve Kur'ân'ın irşadlarına karşı kalplerinin kapalı
olduğunu ve bunları dinlemeğe, anlamağa yanaşmak niyetinde olmadıklarını alay
ve küçümseme ile söylemek ve ilâhî hidayete ihtiyaçları olmadığını iddia etmek
suretiyle akıllarınca iftihar etmek istediler. Hayır, işin aslı öyle değil,
belki küfürleri sebebiyle Allah onları lanetledi, rahmetinden uzaklaştırdı,
"Allah onların kalplerini ve işitmelerini mühürlemiştir, gözlerine de
perde çekilmiştir. Onlar için büyük bir azap vardır." (Bakara, 2/7) âyetinin
hükmü tecelli eyledi. Onun
için bunlar az, pek az iman ederler. Yukarıda "Ey İsrailoğulları! Size
ihsan etmiş olduğum nimetimi hatırlayın, iyi düşünün ve benim ahdimi yerine
getirin ki, ben de size verdiğim sözü yerine getireyim." (Bakara, 2/40)
âyet-i celîlesiyle yapılan o büyük ve latif davetler ve onu takip eden yüksek
uyarılar karşısında bunların en nihayet "Kalplerimiz kılıflıdır."
diye inat etmeleri ve büyüklük taslayıp iftihar edecek bir sebepten değil,
sırf mel'unluklarından ileri gelmektedir.
89-Nasıl
lanetlenmesinler ki, Ne zaman ki, onlara Allah tarafından yeni ve büyük bir
kitap, yanlarında bulunan ve "sizi ahir zaman nebîsi kurtaracaktır"
diye müjde veren Tevrat'ı inkâr etmeyip "O da Allah kitabıdır, verdiği
haberler gerçektir." deyip doğrulayan bir kitap, yani Kur'ân geldi. Daha
önceleri ise onlar küfür ehline, yani müşrik Araplar'a karşı bunun geleceğinden
söz açıyorlar ve bu sayede onlara üstünlük sağlayacaklarına inanıyorlardı.
"Allah'ımız Tevrat'ta özelliklerini yazılı bulduğumuz ahir zaman nebîsi
hürmetine bize yardım et!" diye dua ve istimdat ediyorlar ve müşriklere
"Bizim söylediğimizi tasdik ederek ortaya çıkacak olan bir peygamberin
gelme zamanı yaklaştı, gölgesi üstümüzde dolaşıyor. Biz onunla bir olup sizi
Âd ve İrem gibi katledeceğiz." diyorlardı.
İbnü
Abbas, Katade, Süddî demişlerdir ki, Peygamber Efendimiz'in gelmesinden önce
Beni Kurayza ve Beni Nadir yahudileri, Evs ve Hazreç kabilelerine karşı onunla
fetih isterlerdi. Bu âyet bunlar hakkında nazil olmuştur.
Ne
zaman ki, Kur'ân-ı Azîmüşşan onlara böyle bir halde geldi; o tanıdıkları kendilerine
gelince bunlar onu inkâr ettiler, tanımaz oldular. Allah'ın
laneti kâfirleredir. Bunun
için bunlar mel'ûn oldular.
90-
Bunların kendilerini uğruna sattıkları şey ne kadar fena, ne kadar çirkindir!
ki Allah'ın indirdiği mübarek kitaba ve Hz. Muhammed'in risaletine küfretmeleri,
hem de pek alçak, pek rezilane bir sebeple küfretmeleridir. Bilir misiniz
onlar buna niçin küfrettiler? Allah'ın kullarından dilediği bir kuluna, sırf
lütuf ve kereminden ihsan olarak, peyderpey nimet indirmesine, onu ahir zaman
nebisi yapmasına karşı bağyen, yani o peygamberliğin doğrudan doğruya kendilerine
indirilmesini istediklerinden, bu peygamber bizden, bizim ırkımızdan değil
diye bencillik ve kıskançlık sebebiyle inkâr ettiler. Daha önceleri
"O
peygamber gelecektir, gelmek üzeredir... Biz onunla fetihler yapacağız."
deyip dururken, o gelince her şeyi unutup insanlıktan çıktılar. "O söylediklerimiz
yalanmış." dediler, kendilerini böyle bir küfre sattılar, sattılar da
daha önce mahkum oldukları gazaptan kurtulup halas olacakları bir sırada,
döndüler, dolaştılar yeni bir gazaba müstahak oldular. Vaktiyle kendilerini
Firavun'un kötü baskılarından kurtaran ve bu suretle büyük bir imtihana çeken
Cenab-ı Allah, kendilerini âlemlere üstün kılmışken onlar bu faziletleri kendilerine
kazandıran peygamberleri, önce inkâr edip, sonra da öldüre öldüre en nihayet
imtihanın sonucunda Allah'ın gazabına uğramışlar, nimetleri gitmiş, vatanları
ve devletleri mahvolmuş, kendileri şu veya bu milletin hükmü altında yaşamak
zorunda kalmış, zillet ve meskenete düşmüş, nihayet ellerindeki kitabın hükmünce
son bir ümitleri kalmış idi. O da Hz. Musa'ya benzeyen ve onları daha önce
olduğu gibi gazaptan, bu zillet ve meskenetten kurtaracak olan ahir zaman
nebisine iman edip, uymaları idi. Bu ümitle yaşarken ve müşriklere karşı onunla
iftihar edip, o sayede üstün geleceklerine inanırlarken, tam o peygamberin
gelip, aradıklarını buldukları ve yanlarındaki kitabın (Tevrat'ın) hükmü olan
bu ümitlerini gerçekleştirmek için Kur'ân-ı Azîmüşşan, kendilerini "Siz
verdiğiniz ahdinizi yerine getirin, Ben de size olan ahdimi yerine getireyim."
(Bakara, 2/40) ve "Yanınızdaki kitabı doğrulayan bir kitap olarak indirdiğim
Kur'ân'a iman edin." (Bakara, 2/41) diye ilâhî emrine davet ettiği sırada
sırf kıskançlık yüzünden sözlerinden döndüler. "Vakti geldi." dedikleri
peygamberi, "Hayır beklediğimiz bu değilmiş, daha onun vakti gelmemiş,
bu bizden değil, Araptandır." diyerek inkâr ettiler. Tıpkı İblis'in Hz.
Âdem'e karşı yaptığı gibi, kibirlenip baş kaldırdılar. Allah'ın emirlerine
ve davetlerine "kalblerimiz kabuk bağlamış" dediler ve bu inkârı
yaparken kendi sözlerini ve ellerindeki kitabın o yegâne ümidi veren hükmünü
de geçersiz kılıp yalan saymak suretiyle kendi kendilerini rezil ve rüsvay
eylediler. Hasılı bu bezirgânlar kendilerini bu kadar fena bir küfre sattılar
ve bundan dolayı eski gazap üzerine tekrar bir gazaba daha layık ve müstahak
oldular. Gerçek şu ki, kâfirlerin hakkı da mühîn, yani ihanet edici, hakarete
uğratıcı, zelîl edici bir azaptır. Bunlar öyle kâfirlerdir ki, Allah'a, peygambere,
hatta kendilerine bile sözle veya fiil ve davranışla küfrederler de bununla
beraber üstelik yalan yere imandan dem vururlar. Şöyle
ki:
Meâl-i
Şerifi
91-
Onlara, "Allah ne indirdiyse ona iman edin." denildiği zaman, onlar
"Biz kendimize indirilene iman ederiz." derler ve ondan başkasını
inkâr ederler. Oysa yanlarındaki Tevrat'ı tasdik eden gerçek vahiy odur. Onlara
de ki; "Peki madem gerçek mümin sizsiniz de ne diye daha önce Allah'ın
peygamberlerini öldürüyordunuz?
92-
Celâlim hakkı için Musa size belgelerle gelmişti de onun arkasından tuttunuz
o buzağıya taptınız. Siz işte o zâlimlersiniz.
93-
Bir zamanlar size, "verdiğimiz kitaba kuvvetle sarılın ve onu dinleyin."
diye Tûr'u tepenize kaldırıp mîsakınızı aldık. (O yahudiler): "Duyduk,
dinledik, isyan ettik." dediler, kâfirlikleri yüzünden o danayı yüreklerinde
besleyip büyüttüler. De ki, "Eğer siz mümin kimseler iseniz, bu imanınız
size ne çirkin şeyler emrediyor!
91-
Yukarıda beyan olunduğu üzere, Allah'ın her indirdiği vahye iman ediniz, denildiği
zaman, bunlar biz, bize indirilene iman ederiz, derler de ondan başkasına
küfrederler, halbuki hak odur, üstelik yanlarındaki Tevrat'ı doğrulamak üzere
hak ve gerçek olan odur. O yanlarındakindedir. Böyle iken yine de onu inkâr
ederler. Gerçek imanın hedefi haktır ve hak nerede bulunsa, her nereye inse
yine hak iken, üstelik kendi yanlarındaki kitabın hak ve gerçek oluşu, ancak
vahyin tasdikiyle açıklık kazanacak iken, bunlar kendi yanlarındakinden başka
hiçbir şeye, hak da olsa, imana yanaşmazlar. Âlemde hak sevgisi bulunmayanların
hepsi böyledir. Onlar için iman sözü bir nefsaniyet işidir. İnanacakları şeyde
mutlaka kendilerini görmek isterler. Mesela kendilerinden olmayan âlime, âlim
demezler, kendilerinden olmayan peygambere peygamber demezler. Deseler
bile "Bizim peygamberimiz değil ki, ondan bize ne?" derler. Sırf
bu yüzden ahir zaman peygamberine ve ona indirilen kitaba, "Bizim halkımızdan
değildir, bizim lisanımızdan değildir, o Arab'ın peygamberidir, Arab'ın kitabıdır"
diye düşmanlık ederler. Beşeriyeti tefrikaya düşüren, insanlığı şirke ve kavgaya
sürükleyen, hak ve hakikate karşı kaba kuvvet kullanmaya, üstünlük yarışına,
safsatalara iten, türlü türlü mel'anetler ve şeytanca planlar kullanarak saldıran
ve saldırtan işte hep bu nefsaniyet, kibir ve bencilliktir. Hz. Âdem kıssasındaki
İblis olayı, tamamen bunu temsil eder. Bunların en başında kendilerini kitap
ehli, din ehli ve iman ehli gibi göstermek isteyen yahudiler vardır. Bunlar
nihayet izafî bir iman iddia ederler. "Biz ancak bize indirilen kendi
kitabımıza iman ederiz." derler, ondan başkasını inkâr ederler. Fakat
Cenab-ı Allah gösteriyor ki, bunların bu izafî iman davaları da yalandır.
Çünkü bunlar, kendi yanlarında bulunan, kendi imanlarını esas kabul ettikleri
kesin bir gerçeği tasdik eden, doğrulayıp onaylayan bir hakikati dahi, doğrudan
doğruya "Bize nazil olmadı." diyerek red ve inkâr ederler. Mesela;
yukarıdan beri neler olduğu açıklanan Tevrat hükümleri, haberleri ve ilkeleri
vardır. Bunlardan biri de ahir zamanda Hz. Musa'ya benzer bir peygamberin
geleceği haberidir. İsrailoğulları'nın "Tarafımdan size hidayet getirecek
bir peygamber geldiği zaman, kim hemen ona uyarsa, artık uyanlara korku yoktur."
(Bakara, 2/38) ilâhî ahdi uyarınca ve o peygambere itaat etmek şartıyla kurtulacakları
haber verilmiş ve bu konuda daha önce kendilerinden ahd ve mîsak da alınmış
ve yine zamanı gelince Allah'a verdikleri bu sözü tutacaklarını ve gereğince
amel edeceklerini kabul etmiş, üstelik yine bunu kendileri büyük iftiharla
herkese yaymış ve duyurmuş iken; Kur'ân gelip de Tevrat haktır, bu haberler,
bu kıssalar, bu vaadler doğrudur diye onu tasdik ve buna uygun olarak Allah
tarafından "Ey İsrailoğulları! Vaktiyle size verdiğim nimetleri haydi
hatırlayın, anın ve bana verdiğiniz ahdi yerine getirin de ben de size verdiğim
kurtuluş sözünü yerine getireyim"; "Haydi bakalım, benim indirdiğim
vahye, yanınızdaki kitabı tasdik eden vahye iman edin!" emirlerini kendilerine
tebliğ edince; Tevrat'ı tasdik eden, onu onaylayıp destekleyen bu ilâhî emirleri
red ve inkâra kalkıştılar, "kalblerimiz kabuk bağlamış" dediler
de bütün bunlarla beraber, "biz, bize indirilene inanırız" diye
bir de izafî (bağımlı) bir iman davası güdüyorlar. Şimdi siz böyle mi diyorsunuz?
Öyleyse size inmiş olan Tevrat'a ve ona haktır diyen Kur'ân'a inanınız, derseniz
yine dönerler, onu da red ve inkâr ederler. Demek ki, bunların "biz bize
indirilene inanırız" iddiaları da yalan ve asılsızdır. Bunlar başkasına
inen hakkı inkâr etmek için daha önce kendilerine nazil olmuş ve yine kendilerince
her tarafa yayılmış bulunan gerçeği de inkâr ediyorlar, çelişkiden kurtulamıyorlar.
Artık bu safsatacılarda -isterse izafî olsun- bir iman tasavvur olunabilir
mi? Bundan başka durumun iyice ortaya çıkması için bunlara de ki, iddia ettiğiniz
gibi, gerçekten kendinize indirilene inanıyorsanız, bundan evvel Allah'ın
peygamberlerini öldürür müydünüz? İmanınızda samimi iseniz onları niçin öldürdünüz?
Peygamber öldürmek yeterince küfür ve inkâr değil midir? İnandığınız Tevrat
bunu yasak kılmamış mıydı? Özellikle Zekeriya, Yahya ve diğerleri gibi öldürdüğünüz
peygamberler hep sizin peygamberleriniz değil miydi?
92-Daha
gerilere bakalım Allah biliyor ki, Musa size apaçık belgelerle, aşikar mucizelerle
geldi, sonra da siz onun hemen arkasından tuttunuz buzağıya taptınız, ve siz
işte böyle zalimlersiniz! Ey zalimler, siz o zaman mı kendinize inmiş olana
iman etmiş oldunuz?
93-Musa'ya
verilen mucizelerden birini daha hatırlatalım: Hani size verdiğimiz kitabı
ve onun hükümlerini kuvvetle, ciddiyet ve özenle tutunuz ve dinleyiniz diye
Tur dağını tepenize kaldırarak sizden zorla mîsakınızı almıştık. Koca bir
dağın şemsiye gibi başınız üzerine dikilip sizi tehdit etmesi ne büyük mucize
idi. Fakat dinlediler mi? Buna karşı içlerinden işittik ve isyan ettik, dediler.
Kâfirlikleri sebebiyle buzağı sevdası iliklerine kadar işlemişti, kalbleri
onun sevgisi ile dopdoluydu. Demek ki, o zaman bile kendilerine indirilen
vahye iman etmiş değillerdi.
Sen
bunlara şöyle söyle ve de ki: eğer siz mümin iseniz imanınız size ne çirkin
emirler veriyor ki; işittik, isyan ettik dersiniz, peygamberleri öldürür,
kitabınızı inkâr edersiniz ve o buzağı sevgisini bir türlü kalbinizden çıkarıp
atmazsınız. Böyle bir iman olsa olsa Şeytan'a iman olur. Bütün bu halleriyle
bunlar ahiret nimetlerini de kimseye vermek istemezler. Lakin bunların Allah'a,
kitaplarına, peygamberlerine iman sözleri asılsız olduğu gibi, ahirete imanları
da asılsızdır. Ahirete imanlarının da böyle olduğunu bildirmek üzere buyuruluyor
ki:
Meâl-i
Şerifi
94-
De ki; Allah yanında ahiret yurdu (cennet) başkalarının değil de yalnızca
sizin ise, eğer iddianızda da sadık iseniz haydi hemen ölümü temenni ediniz,
ölmeyi cana minnet biliniz.
95-
Fakat elleriyle işledikleri yüzünden onu hiçbir zaman temenni edemiyecekler.
Allah o zâlimleri bilir.
96-
Elbette onları insanların hayata en hırslı, en düşkün olanları olarak bulacak,
hatta müşriklerden biledaha düşkün bulacaksın. Onların her biri bin sene ömür
sürmeyi arzular, oysa uzun yaşamak kendisini azaptan kurtarıp uzaklaştıracak
değildir. Allah, onların neler yaptığını görüp duruyor.
94-Ey
Muhammed! Sen onlara de ki; eğer ahiret yurdu, ahiret saadeti, başka insanların
hiçbir hissesi olmayarak yalnızca sizin ise hiç durmayın ölümü temenni edin,
eğer bu iddianızda samimi iseniz, sözünüzün doğruluğuna inanıyorsanız hemen
ölmeyi istemeniz gerekir. "Dâr", lügatta dâiren mâdar, dörtbir yanına
çepeçevre hudut çevrilmiş, mükemmel bir surette korumaya alınmış, yerleşmeye
ve içinde yaşamaya elverişli olan yer demektir. Dilimizdeki büyük konak, saray,
mâlikane, şehir, memleket, yurt ve vatan kelimelerinin mânâlarına gelir. Yerine
göre bunların ifade ettiği mânâların hepsini içine alır. Nitekim "Dâr-ı
İslâm" müslümanların yaşadığı, barış , selamet ve huzur içinde yaşadığı
yerler için kullanılır. "Dâr-ı Harb" ise harb halinde, özellikle
müslümanlarla harb halinde olan yerler için kullanılır. Bunun gibi içinde
bulunduğumuz bütün şu âleme de "Dâr-ı Dünya" denilir. Aynı şekilde
"Dâr-ı Ahiret" de ölümden sonra ebedi olarak kalınacak dârü'l-karar
demektir. Şu halde "Dâr-ı ahiret sırf bizimdir." demek, öldükten
sonra herkes ya mahvolup yok olacak, sadece biz kalacağız, ya da herkes cehenneme
gidecek, yalnızca biz cennete gideceğiz ve orada biz mutlu olacağız demek
olur. Ölümden sonra böyle ebedi bir mutluluğun yalnız kendilerine ait olduğuna
cidden inanmış olanların zahmetler, elemler ve kederlerle dolu olan şu üç-beş
günlük dünya hayatına sımsıkı sarılmalarının hiçbir anlamı yoktur. Hele dünyada
vatandan, istiklalden mahrum, zillet ve meskenete mahkum bir halde yaşayanlar
için böyle bir temenninin kaçınılmaz olması gerekir.
95-
Halbuki onu hiçbir zaman isteyemezler, temenni edemezler, sebebi de herşeyden
önce elleriyle yaptıkları, ahiret için hazırladıkları şeyler, cürümler, cinayetler,
zulümlerdir. Yani bunlar zaten sabıkalı kimselerdir. O kirli ellerin neler
yaptığını, ahirete ne yüzle varacaklarını vicdanları duyar da dünya cennetinden
vazgeçemezler, ölümü isteyemezler. Allah o zalimleri bilmez mi sanıyorlar
ki, ahiret yurdu bizimdir, diyorlar, Oysa Allah bütün zalimleri bilir.
96-Esasen
bunların ahirete ne imanları vardır, ne ümitleri. Çünkü iyice araştırırsan,
insanlar arasında dünya hayatına en düşkün, en hırslı olarak bunları bulursun.
Bunların, diğer bir hayata ümitleri veya zerre kadar imanları olsaydı, bu
dünya hayatına böyle herkesten, hatta müşriklerden bile daha fazla hırsla
sarılabilirler miydi? Müşriklerden bile daha hırslılar, her biri arzu eder
ki, bin sene ömür sürsün. Bazı tefsirciler bu müşriklerden maksadın mecûsîler
(ateşe tapanlar) olduğunu rivayet etmişlerdir ki, o zamanın İranlıları demek
olur. Halbuki o şekilde bin sene ömür sürmesi, kendisini azaptan kurtaracak,
uzaklaştıracak değildi. Allah, onların, gizli veya açık olarak ne yaptıklarını,
ne yapacaklarını görüp duruyor. Yakub kırâetinde hitap şekli ile diye okunur,
yani Allah sizin hepinizin yaptığını, yapacağını görüyor, biliyor demek olur.
"Basîr", lügatte âmânın, yani körün zıddıdır. Bununla beraber
kelime hem "basar"dan, hem "basîret"ten sıfatı müşebbehe
olduğu için "habîr = haberdar" anlamına da gelir. Her yönüyle gören,
her şeyin içine, dışına, bütün yönleriyle vâkıf olan, işlerin sırlarına âşina
mânâsına kullanılır. İşte Allah böyle Basîr'dir. Bundan dolayı hayra hayır
ile mükafat verecek, şerre de şer ile ceza verecek, herkesin ahiret hayatı,
dünyadaki ömrünün uzunluğuna, kısalığına göre değil, ameline göre olacaktır.
Halbuki amel de iman ile yakından alâkalıdır. Ahireti tanımadıkları için müşriklerin
hayata bu kadar düşkün olanları vardır. Ancak yahudileri onlardan daha fazla,
daha beter düşkün ve hırslı bulursun. Şu halde bunların ahirete müşrikler
kadar bile yüzleri yoktur.
Bu
ruh hali, kaçınılmaz olarak iki sebebin birinden ayrı değildir. Ya bunlar
"Ahiret saadeti sırf bizimdir, olsa olsa ateş bize sayılı birkaç gün
dokunup geçecektir." derken, bunun yalan olduğunu bilerek söylüyorlar.
Böylece ahirete asla inanmıyorlar demektir. Ahirete iman davasında kendi kendilerini
yalanlıyor, tekzib ediyorlar. Ya da bunların "ahiret yurdu" sözünden
maksatları, öldükten sonraki hayat anlamına gelen gerçek ahiret değil de,
dünya hayatının sonunda tasavvur ettikleri bir istikbaldir, mutlu bir gelecektir.
Deniliyor ki, bunlar son devirlerde "ahiret" kavramını te'vil ve
tahrif ederek şu ideale sahip olmuşlardır: Dünyada en nihayet Kudüs'ün de
içinde bulunduğu "Arz-ı Mukaddes" (kutsal topraklar) kendilerinin
olacak ve orada devlet kuracaklar ve ondan sonra bütün dünyayı istila edecekler,
dünyanın yegâne devleti olacaklarmış. O zaman başkaları mahvolup yok olacak,
dünya da bütünüyle bunların olacakmış, "dâr-ı ahiret" dedikleri
bu imiş. İşte bundan dolayı "diğer insanların hissesi olmayarak dâr-ı
ahiret sırf bizimdir" demeleri buna işaretmiş. "Sayılı günler"
anlamına gelen "eyyâm-ı mâdûde" sözü de o zamana kadar geçecek olan
müddet içinde her ferdin ömründen kinaye olmuş olur.
Bugün bütün dünyadaki yahudilerin bu ideal üzerinde birleşmek istedikleri
de anlaşılıyor. Onlar buna inanmış olabilirler, lakin Allah Teâlâ, ahiret
imanının bundan ibaret olmadığını, ahiretin böyle telakki edilmesinin caiz
olmayacağını, ahiret inancının bu olmayınca böyle bir fikrin tahakkukunun
da mümkün olmayacağını ince ve hakîmane bir üslup ile beyan buyuruyor ve ahiret
inancının bütün yönlerini ve gereklerini ortaya koyuyor.
Diyelim
ki, Yahudi milleti ve toplumu açısından ahiret kavramı, bir anlamda yeniden
diriliş demek olsun. Lakin millî ruhun diri kalması, millet varlığının devam
etmesi neye bağlıdır? Tek
tek fertlerin hayatına değil mi? O halde bunu kazanmak o fertlerin çalışmasına
ve fedakarlığına dayanmaktadır. Bu ideal gerçekleşinceye kadar nice kişiler
geçmeli ve bu uğurda hayatını feda etmeli ki, ölmüş bir millet, yeniden diriliş
sırrına mazhar olsun. Halbuki konuya fert açısından bakınca durum daha başkadır.
Çünkü o öldükten sonra milletinin mutlu geleceğini gözleriyle görmüyor, onun
safasını sürmüyor. Aslında fert için dünyada iken yaptığı fedakarlığın mükafatını
güvence altına alan diğer bir hayata, yani hakiki mânâsıyla ahiret hayatına
inanmaya ihtiyaç vardır. İnsanın ahirete imanı bulunmadıkça öyle bir idealin
gerçekleşmesine imkan yoktur. Öldükten sonra kendi ruhunun baki kalacağına
inanmayan, daha doğrusu şahsın öldükten sonra dirilmeye, diğer bir doğuş ve
oluş ile ebedi bir hayata inanmayan, sayılı günlerden ibaret bulunan bu dünya
hayatının sonunda ölünce büsbütün yok olup gideceğine ve hiçlikten tekrar
kurtulmasının imkansız olduğuna inanan fertler, böyle bir fedakarlığa ve nice
nice hayatların harcanmasına bağlı bulunan öyle yüksek bir ideal uğruna nasıl
can verebilirler? Sonra ne diye fedakarlık yapsınlar ki? Eğer öldükten sonra
hakiki ahiret mükafatı yoksa, asırlarca sonra gelecek insanların sahip olacağı
bir saadet için bugünkü insanlar nasıl ve neden dolayı fedakarlık yapsınlar
ve emek harcasınlar? Bütün bunlar sırf hayır ve iyilik olduğundan dolayı,
sırf Allah rızası için yapılacaksa, öldükten sonra, tamamen yok olup gideceklerini
sanan kimse için hayrın ve Allah rızasının mânâsı nedir? Âlemde böyle fertlerden
meydana gelen bir toplumun öyle yüksek bir ideali gerçekleştirmesine asla
imkan yoktur. Bunu yapabilecek bir milletin fertleri dünyada yüksek idealler
için can vermeyi göze alabilecek bir inanca sahip olmalıdır. Bunun için de
ölümden sonra büyük bir mükafatın gerçekleşeceğine iman etmelidir. Yahudiler
ise böyle bir ahirete inanmadıkları için müşriklerden daha fazla dünyaya düşkündürler,
ölümden de korkarlar. Ahiret yurdu adını verdikleri "Arz-ı Mukaddes"
ve "Dünya Devleti" idealleri bu şartlar altında gerçekleşmesi kabil
olmayan çelişkili bir idealden ibarettir. Eğer onlar, gerçek ahirete inanmadan
buna inanıyorlarsa yalan ve yanlış şeylere inanmaktan ibaret olan şeytanî
bir iman olur. Buna da "Eğer siz mümin iseniz imanınız size ne kötü,
ne çirkin şeyler emrediyor!" âyeti okunur.
Diğer
taraftan yahudilere göre, ahiret imanı yalnızca bu demekse, yani sayılı günlerde
azap demek, söz konusu ideal gerçekleşmeden önce dünyadaki ömürlerinden kinaye
olarak şimdiki hayat demekse, bu ideal gerçekleşinceye kadar onun uğrunda
çalışıp can verenlerin hepsinin canı cehenneme gidecek, ondan başka bir yer
görmeyecekler demektir. Bu
ise bir haksızlıktır, zulümdür. Böyle bir telakkiyi veren din de zâlimane
bir din olur. Çünkü böyle bir inanç altında dünya sevgisi, cehennem muhabbetinden
ibaret bir delilik demek olur. O halde bunlar için saadetin bir mânâsı varsa,
o da yok olmak için bir an önce ölüp kurtulmaktır. Şu halde hepsi birden ölümü
temenni etmelidir ki, bir gün evvel "eyyâm-ı mâdûde" denilen sayılı
günleri bitirmiş olsunlar. Oysa bunlar kadar ölümden kaçan, bunlar kadar dünya
hayatına hırsla sarılan hiçbir kavim yoktur. Demek ki, bu imanları da yalandır.
Diyelim ki, bu hırs "Arz-ı Mukaddes" idealinin ancak dünya hayatında
görüleceğiyle ilgili olsun, o zaman dünyada uğruna can feda etmeye bağlı,
uzun mücadeleler, büyük muharebeler yapılmaksızın elde edilmesi mümkün olmayan
dünyevî bir gayeye, böyle bir hayat sevgisi ile erişmek sevdası çelişkilerle
dolu muhal bir hayalden başka ne olur? Bu gayenin gerçekleşmesini isteyenler,
bu uğurda şehid olmak için ölümü göze alabilmeli ve temenni edebilmelidirler.
Bunu yapabilmek ise hakiki mânâsiyle ahirete inanmayı gerektirir. Bu da ancak
"O müttakiler ki, sana indirilene ve senden önce indirilmiş olana iman
ederler ve ahiret gününe de kesinlikle iman sahibidirler." (Bakara, 2/4)
hükmüne uygun olarak, peygamberlerin sonuncusu Hz. Muhammed'i ve ona nazil
olan kitabı tasdik ile mümkün olur. Ve ancak o zamandır ki, "Siz benim
ahdimi yerine getirin, ben de size verdiğim sözü yerine getireyim." (Bakara,
2/40) ilahî va'di gerçekleşir.
Görülüyor
ki, burada sadece yahudiler için değil, bu münasebetle bütün beşeriyet için
pek büyük bir ders vardır.
Ayrıca
bu yahudiler vahiy ve nübüvvet aleyhinde söz söylemiş olmak için vahyin vasıtası
olan Cibrîl-i Emîn hakkında "O bizim düşmanımızdır." diye düşmanlıklarını
açığa vurmuşlardır ki, buna karşı şu iki âyet nazil olmuştur:
Meâl-i
Şerifi
97-
Söyle; her kim Cebrail'e düşman ise iyi bilsin ki, Kur'ân'ı senin kalbine
Allah'ın izniyle kendinden önceki vahiyleri onaylayıcı, müminlere hidayet
ve müjde kaynağı olmak üzere o indirdi.
98-
Her kim Allah'a, Allah'ın meleklerine, peygamberlerine, Cebrail ile Mîkâil'e
düşman olursa, iyi bilsin ki, Allah da o kâfirlerin düşmanıdır.
97-Bu
âyetlerin nüzul sebebi olan bu düşmanlığın nasıl meydana geldiği hakkında
birkaç rivayet vardır:
Birincisi:
Çeşitli yollarla gelen rivayetlerin bütününden çıkan sonuca göre; Peygamber
Efendimiz, Medine'ye hicret buyurdukları zaman, Fedek yahudilerinin din büyüklerinden
biri olan Abdullah İbnü Suriya, münazara etmek için birkaç kişiyle birlikte
Peygamber Efendimiz'e gelmiş. Evvela; "Ey Muhammed! Uykun nasıldır?"
demiş, "Zira ahir zamanda gelecek o peygamberin uykusu bize haber verilmiştir."
Aleyhissalatü Vesselâm Efendimiz "Gözlerim uyur, kalbim uyumaz."
buyurunca, "Doğru." demiş. Sonra
"Nutfe babadan iken çocuk anasına neden benzer? Bunu da açıklar mısın?"
demiş. Peygamber Efendimiz "Kadının da suyu vardır, hangisi üstün gelirse
benzerlik o tarafa çeker." buyurmuş. O yine "Doğru" demiş.
Sonra "İsrail'in kendi nefsine haram kıldığı yiyecek ne idi, haber ver
bakalım. Çünkü Tevrat'a göre, bunu ümmî peygamber haber verecektir."
demiş. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz buyurmuş ki; "Musa'ya Tevrat'ı
indiren Allah adına söylerim. Bilir misiniz ki, İsrail (Yakub) şiddetli bir
hastalığa tutulmuştu, hastalığı uzadı, o zaman Allah kendisine bu hastalıktan
afiyet ihsan ederse en sevdiği yiyeceği ve içeceği kendi kendisine haram olsun
diye adakta bulundu ve onu kendi nefsine haram kıldı: "Deve eti yemiyeceğim,
deve sütü içmiyeceğim diye adakta bulundu". Abdullah, buna da "evet"
dedikten sonra "Dördüncü ve son olarak bir şey kaldı, onu da söylersen
sana iman ettim gitti." demiş. "Sana hangi melek geliyor da Allah
tarafından bu senin söylediklerini sana getiriyor?" diye sorunca Resulullah
"Cebrail" buyurmuş. Bunun üzerine "O bizim düşmanımızdır, o
savaş ve şiddet getirir, bizim elçi meleğimiz Mikail'dir ki o, müjde, ucuzluk,
bolluk ve bereket getirir. Eğer sana gelen melek o olsaydı iman ederdik."
demiş. Hz. Ömer hemen sormuş "Bu düşmanlık ne zaman başladı?" demiş.
Abdullah İbn Suriya "Bunun başlangıcı çok eskilere dayanır." demiş,
"Buhtu nassar denilen bir adam tarafından Beytülmakdis'in tahrip edileceğini
Allah Teâlâ bizim peygamberimize vahyetmiş bildirmiş ve onu tarif etmişti.
Biz de aradık bulduk, onu öldürmek için adamlar gönderdik. O zaman Babil'de
henüz miskin bir çocuktu, fakat Cebrail 'Eğer Allah sizi bunu öldürmeye muvaffak
kılarsa, haber verdiği adam bu değilmiş demek olur. Binaenaleyh bunu öldürmek
fayda sağlamaz.' diyerek onu müdafaa etti, sonra da o çocuk büyüdü, kuvvetlendi,
hükümdar oldu, bize harp açtı, Beytülmakdis'i tahrip etti ve orada katliam
yaptı. Bunun için biz Cebrail'i düşman olarak tanırız." Bunun üzerine
işte bu âyetler nazil olmuştur.
İkincisi:
İnme sebebi, doğrudan doğruya Hz. Ömer ile olan bir söyleşi üzerine olmuştur,
şöyle ki: Medine'nin yukarı tarafında Hz. Ömer'in bir tarlası vardı, ona gelir
giderken yolu yahudilerin dershanelerinin önünden geçerdi, o da ara sıra durur
onları dinlerdi. Bir gün "Ey Ömer!" dediler, "Muhammed'in ashabı
içinde senin gibi sevdiğimiz yok, diğerleri gelir geçer, hiç iltifat etmezler,
canımızı sıkarlar. Sen öyle yapmazsın, bunun için sana çok ümit besliyoruz".
Bunun üzerine Hz. Ömer,
onlara sordu: "Sizce en büyük yemin nedir?" dedi. Onlar "Tûr-i
Sinâ'da Musa'ya Tevrat'ı indiren Rahmân adına edilen yemindir." dediler.
Sonra Hz. Ömer, onlara bu suretle yemin vererek: "Doğru söyleyin Muhammed'i
kitabınızda buluyor musunuz?" diye sordu. Onlar sustular, sükut ettiler,
Ömer: "Ne oluyorsunuz, çekinmeyin söyleyin, vallahi ben kendi dinimde
şüphem bulunduğu için size soru sormuyorum." dedi. Birbirlerinin yüzlerine
baktılar, içlerinden biri kalktı, onlara: "Söyleyin, yoksa ben söyliyeceğim."
dedi. Bunun üzerine dediler ki; "Evet, biz onu kitabımızda buluyoruz,
lakin ona vahiy getiren melek Cibril'dir, Cibril ise bizim düşmanımızdır,
o hep azap, savaş, zelzele gibi şiddetlerin sahibidir, eğer ona gelen melek
Mikail olsa idi, herhalde iman ederdik, çünkü o hep rahmete, merhamete, ucuzluğa,
huzur ve selamete vekil edilmiştir." Hz. Ömer yine sordu: "Tûr-i
Sina'da Musa'ya Tevrat'ı indiren Rahmân hakkı için söyleyin Allah katında
Cebrail'in yeri nedir?" Onlar
dediler ki, "Cebrail sağında, Mikail solundadır." Bu cevap üzerine
Hz. Ömer: "Öyleyse şahid olun ki, Allah'ın sağındakine düşman olanlar,
solundakine de düşman olmuş olurlar ve bu ikisine düşman olanlar Allah'a da
düşmandırlar!" dedi ve olup bitenleri haber vermek üzere Hz. Peygamber'in
huzuruna geldi. Peygamber'in huzuruna vardığı zaman gördü ki, Cibril ondan
evvel vahiy getirmiş, Resulullah kendisine bu âyetleri okuyuvermişti.
Üçüncüsü:
Yahudilerin "Allah Teâlâ, Cebrail'e, peygamberliği bize getirmesini emrettiği
halde, o başkasına götürdü, bundan dolayı ona düşmanız." dedikleri de
rivayet edilir. Gerçekten de âyetin mazmununa göre, düşmanlığın esas sebebi,
Kur'ân'ın Hz. Muhammed'in kalbine indirilmesinden başka birşey değildir. Bunun
da Allah'ın izniyle yapıldığı ve aynı zamanda getirdiği Kur'ân'ın yalnızca
şiddet ve azap değil, daha önceki semavi kitapları tasdik edip desteklediği,
ayrıca müminlere hidayet ve müjdelerle dolu olduğu beyan buyurularak, onlar
tarafından öne sürülen sebeplerin gerçek sebepler değil, yalan olarak söylendiği
ortaya konmuştur.
Fayda:
"Cibrîl" kelimesi esasen "cibr" ve "il" kelimelerinden
oluşmuş İbrânîce bir kelimedir ve Fahr-ı kâinat (âlemlerin öğüncü) Efendimiz'e
vahiy getiren meleğin ismidir. İbrânîce'de tıpkı Abdullah gibi ve rivayete
göre aynı mânâda bir izafet terkibi ise de Arapça Ba'lebek gibi mezcî (karışık)
terkiplere benzer bir tarzda kullanılmıştır. Âlemiyet (isimlik) ve ucme (Arapça
olmayan) gibi iki sebepten dolayı gayri munsariftir. Araplar bunu sekiz ayrı
telaffuz şeklinde söylemişlerdir ki, bunlardan en meşhuru dörttür ve bu dört
vecih Aşere kırâetinde vârid olmuştur:
1-Selsebîl
vezninde "cebraîl", Hamze ve Kisaî kırâetleri,
2-
"Cebreîl" Ebubekr Şu'be rivayetiyle Âsım kırâeti,
3-
"Cebrîl" İbnü Kesir kırâeti,
4-
"Cibrîl" cîmin kesriyle, geri kalan altı imam, bir de Hafs rivayetiyle
Âsım kırâeti ki, bizim kırâetimiz de budur ve Hicaz lügatıdır. Diğer dört
kırâet de "Cebraiyl, Cebrail, Cebral ve Cebrîn" şeklindedir. Arapça'nın
dışındaki bazı dillerde "Gabriyel, Gabraiyl, Gabril" gibi isimler
de aslında "cîm" harfinin Mısır lehçesiyle okunmasından ibarettir.
Bu
terkibin özel isim olma gerçeğini, bir an için bir yana bırakır da kelimenin
ne anlama geldiğini öğrenmek istersek, bu konuda da çeşitli görüşler öne sürüldüğünü
görürüz. İbrânîce'de "cebr" abd, yani kul ve köle anlamına, "îl"
de ilâh ve Allah anlamına geldiğinden "Cebraîl" de "Abdullah"
(Allah'ın kulu) demek olur. Bununla beraber bazı tefsirciler bunun yani, "Allah'ın
ceberûtu" mânâsına geldiğini söylemişlerdir. Gerçekten de kelimenin Arapça
"cebr" maddesiyle açıkça ilişkisi vardır. Buna göre; Cibrîl, karşısında
hiçbir kuvvetin engellemesine imkan olmayan ve eserlerinde gerek ilmî, gerek
amelî bakımından, her yönüyle kat'iyyet, zaruret, kesinlik ve kaçınılmazlık
sabit olan, hâsılı her meleğin, her ruhun, her kuvvetin ve her gücün üstünde
bulunan bir melek anlamına gelmektedir. Aslında vahiy olayı da bu suretle
ilmî kesinlik ifade etmektedir; şüphe ve tereddütlere, beşerin çaba ve iradesiyle
elde edilen bilgilerde olduğu gibi zan ve ihtimallere imkan bırakmayan bir
bilgi olduğundan, vahiy vasıtası olan meleğin bu isimle anılması, aynı zamanda
onun görevini de bir anlamda tarif etmek demek olur. Buna ruh, ruhullah, emin
ruh ve Rûhu'l-Kudüs denilmesi "Yüce arşın sahibi katında itibarlı, güçlü,
kendisine itaat edilen ve her yerde güven duyulan" (Tekvîr, 81/20,21)
özellikleri ile tanıtılması dahi bu mânâyı teyid etmekte ve desteklemektedir.
Bundan vahiy bilgisinin ve peygamberlere verilen mucizelerin ne kadar büyük
bir kesinlik ifade ettiğini anlamak da kolay olacaktır. Bundan dolayı yahudilere
karşı hitap edilirken, kendi dillerinde bulunan bu ismin seçilmiş olması,
buna karşı düşmanlık gütmenin ne kadar anlamsız, ne kadar delilik ve ne kadar
kâfirlik olduğunu anlatmak için ne büyük bir belağat olmuştur. Artık âyetlerin
mânâsını izaha geçebiliriz:
Ey
Muhammed! Sen şöyle de ve benim tarafımdan şunu ilan et ki her kim Cibrîl'e
düşman ise karşıma çıksın. Aslında tefsirciler bunun şart cümlesi olduğunda
ittifak ediyorlar, fakat tefsircilerin çoğu, ceza cümlesinin hazf edilmiş
olduğunu, onun da "sebepsizdir, mânâsızdır", yahut "kahrından
ölsün, çatlasın gibi" bir takdire bağlı olduğunu, daha sonraki kelimesinin
yukardaki şart cümlesinin cezası değil, takdir ile mahzuf olan ceza cümlesinin
illeti olduğunu söylüyorlar. Keşşaf sahibi ise bundan başka cezanın mahzuf
olmayıp, bu cümlenin devamı olan cümlesi olabileceğini de söylemiş ve buna
göre meâlin "Bunun sebebi Allah'ın izniyle Kur'ân'ı sana indirmesinden
ibarettir." olacağını göstermiş ve nihayet bunun bir tehdit anlamı taşıdığını
da anlatmıştır. Lakin buna cümlesinde şartına ait bir zamir bulunmadığından
Arap dilinin kurallarına uygun düşmediği gerekçesiyle itiraz edilmiştir. Ancak
Zemahşerî, burada "bunun adavetinin sebebi" diye bir müpteda ile
bu zamirin mukadder olduğunu gösterdiğinden, Ebu Hayyan'ın bu itirazına verilen
cevabı da anlatmıştır. Demek oluyor ki, önceki şekilde ceza hazf edilmiş,
cezanın illeti, aynı zamanda ceza yerine kaim; ikinci şekilde ise ceza mevcut,
fakat arada bağlantı sağlayan bir müpteda hazfedilmiştir. Her iki takdir şekline
göre de bu sözün bir tehdit anlamı taşıdığını ve ikinci âyetin bunu izah ettiğini
unutmamak gerekir. Sebebin beyanı vesiledir, âyetin siyakı ise asıl kınama
ve azarlamadır. Bunun için biz siyakı gözönünde tutarak şu takdiri daha uygun
görüyoruz: "Söyle ve de ki; her kim Cibrîl'e düşman ise Allah'a düşmandır".
Çünkü o Cibrîl, Kur'ân'ı senin kalbine Allah'ın izniyle indirmektedir. Önündeki
eski kitapları tasdik edip doğrulayıcı, müminlere hidayet ve müjde olmak üzere.
"Kalbin
üzerine" buyurulması iki bakımdan dikkate şayandır:
Birincisi:
"kalbine doğru" buyurulmayıp ile irad edilmiştir; isti'lâ ifade
ettiğinden, vahiy yoluyla indirilen ilâhî bilgilerin, kalbde kendiliğinden
doğan ilham ve sunûhatın, birtakım basit duyguların meydana gelmesinde olduğu
gibi, kalbe yalnızca bir noktadan ilişivermekle kalmayıp, bütün kalbi, üzerinden
çepeçevre kaplayıp istila etmek suretiyle diğer duygu ve idraklerin cümlesini
geçersiz kılarak, gelip yerleşen ve her türlü kesinliğin üstünde, karşı konulamaz
zorunlu bir ilmî gerçeklik ifade eden ilahî hüküm, ilâhî mecburiyet demek
olduğunu iyice anlatmaktadır. Nitekim Cibrîl, vahiy getirdiği zaman, Resulullah'ı
öyle sarıp sıkıştırıyordu ki, canına tak ediyordu. Bunun için Rasulullah "Beni
takatsız bırakıncaya kadar sıktı." buyurmuştu. Buharî'nin başında Hz.
Aişe'den rivayet olunduğu üzere Ashab-ı kiramdan Haris b. Hişam "Ey Allah'ın
Resulü, sana vahiy nasıl geliyor?" diye sormuştu. Resulullah da buyurdu
ki, "Bazı zamanlar çan sesi gibi gelir, bu bana en şiddetlisidir. Derken
ses kesilir, ben de hepsini ezberlemiş olurum, bazı zamanlar melek bir âdem
şekline bürünür, bana söyler, ben de söylediğini bellerim." Hz. Aişe
bunu naklettikten sonra demiştir ki: "Gerçekten ben de gördüm, gayet
soğuk bir gündü, peygambere vahiy geliyordu, sonra vahiy kesildi, peygamberin
alnından ter damlaları dökülüyordu. İlk vahyin peygamberimize nasıl geldiği
Fâtiha Sûresi'nin tefsirinde nakledilmişti. İşte burada "ilâ kalbike"
" veya "ileyke", hatta "aleyke" buyurulmayıp da "alâ
kalbike" buyurulması, özellikle vahyin, Resûlullah'ın kalbine pek ziyade
baskı yapan ve onu kuşatan en şiddetli kısmına işaret buyurulmuştur.
İkincisi:
Bu sözü söylemeye Resulullah memur olduğu için sözün gelişi ve dış görünüşü
gereği olarak, Peygamber Efendimiz'in diliyle ve mütekellim (birinci şahıs)
sigasiyle "alâ kalbî" denilmesi gerekirdi, yani sözü söyleyen Resulullah
olduğuna göre, onun "benim kalbim üzerine" demesi lazım gelirdi.
Böyle iken muhatap sigası ile "alâ kalbike" buyurmuştur ki, bu da
bu sözü Resulullah kendi tarafından değil, Allah tarafından aynen söylemeye
memur olduğunu nass halinde ortaya koymak içindir.
98-Özet
olarak "Ey Muhammed! Sen
değil, ben söylüyorum, sen bunu ilan et! Her kim Cibrîl'e düşman ise şunu
iyi bilsin ki, o Cibrîl, bu Kur'ân'ı kendiliğinden değil, benim iznimle sana
indirmektedir. Üstelik ondan evvel gönderilmiş olan bütün ilâhî kitapları
tasdik edip destekleyici, onlar gibi rahmet ve hatta müminlere onlardan da
fazla hidayet ve müjde olarak indirmektedir. Şu halde Cibrîl'e düşmanlık etmek,
Allah'a, Allah'ın kitaplarına, müminlere olan hidayete ve müjdelere düşman
olmaktır. Zira her kim Allah'a, meleklerine, resullerine ve bilhassa Cibrîl
ile Mikail'e düşman olursa iyi bilsin ki, Allah da kâfirlere düşmandır. Yani
onların belalarını verecektir; onları yaşatması, onlara mühlet ve fırsat vermesi
onlar için bir nimet değildir, sadece ve sadece talihsizliktir. Ancak tevbekâr
olurlar da inananlar arasına katılırlarsa, o zaman söz konusu hidayet ve müjdeden
onlar da faydalanır, nimete ererler.
Bu
emirden sonra Cenab-ı Hak, Resulünü, bir daha te'yid ederek, yahudilerin son
bir defa daha içyüzlerini ve ruh hallerini bütün derinliğiyle bildiriyor ve
nihayet onlara, bütün bu hal ve tutumlarından vazgeçip yola gelmelerini rahimane
bir belağatle tavsiye ediyor, şöyle ki:
Meâl-i
Şerifi
99-
Şanım hakkı için sana çok açık âyetler; parlak mucizeler indirdik. Öyle ki,
iman sahasından uzaklaşmış fasıklardan başkası onları inkâr etmez.
100-
O fasıklar hem bunları tanımıyacaklar, hem de ne zaman bir ahd üzerine antlaşma
yapsalar, her defasında mutlaka içlerinden bir güruh çıkıp onu bozacak ve
atıverecek öyle mi? Hatta az bir güruh değil, onların çoğu ahit tanımaz imansızlardır.
101-
Üstelik Allah tarafından onlara, yanlarındaki kitabı tasdik edici bir peygamber
gelince, daha önce kendilerine kitap verilenlerden bir kısmı, Allah'ın kitabını
sırtlarından geriye attılar, sanki hiçbir şey bilmiyorlarmış gibi yaptılar.
102-
Tuttular da Süleyman mülküne dair şeytanların uydurup izledikleri şeyin ardına
düştüler. Halbuki Süleyman inkâr edip kâfir olmadı, lakin o şeytanlar kâfirlik
ettiler; insanlara sihir öğretiyorlar ve Bâbil'de Harut ve Marut'a, bu iki
meleğe indirilen şeyleri öğretiyorlardı. Halbuki o ikisi "biz ancak ve
ancak sizi denemek için gönderildik, sakın sihir yapıp da kâfir olmayın!"
demeden kimseye birşey öğretmezlerdi. İşte bunlardan karı ile kocanın arasını
ayıracak şeyler öğreniyorlardı. Fakat Allah'ın izni olmadıkça bununla kimseye
zarar verebilecek değillerdi. Kendi kendilerine zarar verecek ve bir fayda
sağlamayacak bir şey öğreniyorlardı. Yemin olsun ki, onu her kim satın alırsa,
onu alanın ahirette bir nasibi olmayacağını da çok iyi biliyorlardı. Hakkiyle
bilselerdi, uğruna canlarını sattıkları şey ne çirkin bir şeydi.
103-
Şayet onlar iman edip de korunmuş olsalardı, elbette Allah tarafından verilecek
mükafat çok hayırlı olacaktı. Keşke bunu bilselerdi.
99-
Ey Resulüm! Şanım hakkı için, emin ol ki, Biz sana gayet açık ve seçik, ilahî
maksadı eğrisiz büğrüsüz, şeksiz şüphesiz gösteren âyetler, mucizeler indirdik.
Bu Kur'ân'ın, bilhassa tebliğden maksadın ne olduğunu gösteren ve hakka davet
eden muhkem âyetleri o kadar açık ve o kadar seçiktir ki, zerre kadar akıl,
idrak ve insafı olan buna iman etmekte tereddüt etmez, dinden ve doğruluk
yolundan çıkmış, ahdini bozmaya ve hep kötü yolda gitmeye alışmış, inancı
bozuk fasıklardan başka hiç kimse bunları inkâr etmez. Bunu inkâra kalkanlar,
sûrenin baş tarafında beyan olunan hep o hüsran ehli olan fasıklardır. İşte
bunlardan biri olan Malik b. Sayf, "Vallahi, Muhammed'e iman etmemiz
için bizim kitabımızda bizden ahd ve mîsak alınmamıştır." diye inkâr
etmişti.
100-Bunun
hakkında şu âyet nazil olmuştur: Ya onlar, o fasıklar, her ne zaman bir ahde
girişir, bir söz verirlerse, içlerinden bir fırka bu ahdi bozup atacak mı?
Sadece bir fırka değil, hatta bunların çoğunluğu imansızdırlar. Tevrat'a da
iman etmezler, hiç dinleri yoktur. Bunun için antlaşmalarını bozmayı günah
saymazlar. Vaktiyle Tevrat'a ve kendi peygamberlerine karşı kaç defalar ahitlerini
bozdukları gibi, şimdi de sana ve Kur'ân'a karşı öyle yapıyorlar. Daha düne
kadar işte geldi, geliyor, diye seninle iftihar ederlerken, bugün ondan vazgeçip
sana vahyi getiren Cibrîl'e bile düşman olduklarını ilan ediyorlar.
101-
Üstelik Allah tarafından bunlara beraberlerindeki kitabı tasdik eden ve destekleyen,
yolunu gözleyip durdukları bir peygamber, bir ahir zaman nebisi gelince, Kitap
ehli olanlardan bir fırka ellerindeki Allah'ın kitabını sanki bilmiyorlarmış
gibi büsbütün arkalarına attılar da .
102-
Süleyman'ın mülkü, yani Süleyman Peygamber'in hükümet ve devleti aleyhine
Şeytanların takip ettiği şeytanlıklara ve Şeytanların okuya geldikleri efsun
ve efsanelere uydular ve onun arkasına düştüler.
"Tilv,
tilâvet" iki mânâya gelir. Birisi takip etmek, izlemek, bir şeyin arkasına
düşmek ki, önceki "tâli" tabirleri bu mânâyadır. Diğeri, satır satır
okumak demektir ki, bunun içinde bir önceki mânâ da vardır. Burada
ikisi ile de tefsir edilmiştir. Önceki mânâ daha kapsamlı olduğundan ve ikincisine
de uygun düşeceğinden daha fazla tercihe şayandır.
Bu
şeytanlar nasıl şeytanlardı ve takip ettikleri şeyler nelerdi? Bunlar hem
cin şeytanı ve kötü ruhlar denilen gizli şeytanlara, hem de insan şeytanlarına
şamildir. Zira gizli şeytanların eserleri de insan şeytanları üzerinde meydana
gelir ve zahirdeki insan şeytanları, o kötü ruhlardan aldıkları, onlardan
öğrendikleri şeytanlıklarla işlerini çevirirler. Tefsircilerden birçoğunun
rivayetlerine göre: Süleyman (a.s.)ın mülkünde fitne zuhur edip, hükümetini
yitirdiği zaman, insan ve cin şeytanları pek azıtmış, dinsizlik çok ileri
gitmişti. Fitneyi çıkaran ve daha sonra Süleyman (a.s.)'a mağlup düşen ve
onun emrine girip, hükmüne tabi olan bu şeytanlar "Sad Sûresi"nde,
"bennâ', ğavvâs ve âherîn" (Sad, 38/37-38) namiyle üç ayrı sınıf
olarak gösterilmiştir. (Anılan âyetlerin tefsirine bkz.) Demek ki, bunlar
içinde birtakım desiseci sanatkarlar da vardı. İşte vahiy kaynağından uzak
olan bu şeytanlar, meydana gelen ve gelecek olan olaylar hakkında kulak hırsızlığı
ile birtakım bilgiler edinirler ve bu bilgilerin her birine yüzlerce yalan
ve pislik karıştırarak gizli gizli yaymaya çalışırlardı. Bu işlere alet etmek
için kahinleri seçerler ve onlara çeşitli telkinlerde bulunurlardı. Bu cinlerin
bazı haberleri doğru çıktıkça kahinler bunlara güvenir, ancak onlar bunun
yanında binlerce yalan dolan da yayarlardı. Derken bu kahinler, bu bilgileri
kaleme aldılar, bu konularda kitaplar yazdılar. Cin çağırma, sihir yoluyla
gönül çelme hakkında türlü türlü sihir ve efsun (büyü) kitapları meydana getirdiler.
Bu arada geçmiş ve gelecek olaylar hakkında habere benzer efsaneler, masallar,
yalanlar ve dolanlar yaydılar. Tarih olayları ve gerçekleri tahrif olunarak,
halkın duygu ve düşüncelerini yanlış yollara sevk edecek hurafeler yayınlanır
ve bunlar arasına bazı bilimsel gerçekler ve hikmetli sözler karıştırılarak,
konular çok kötü bir şekilde istismar edilirdi. Bu suretle cinler gaybı biliyor
diye birtakım kanaatlar genellik kazanmıştı. Bu şeytanların yalan ve dolanları
yüzünden fitne çıkmıştı. Hz. Süleyman'ın hükümdarlığı ve devleti bir müddet
elinden çıkmıştı. Nihayet Allah'ın izni ve yardımıyla Süleyman Aleyhisselâm
bunlara galip geldi ve üstünlük sağladı, hepsini hükmü altına alıp, tam anlamıyla
kendisine bağlı olarak birtakım hizmetlerde kullandı ve o zaman bütün bu kitapları
toplatarak tahtının altında bir mahzene kapattı. Hz. Süleyman'ın vefatından
bir müddet sonra hakikati bilen âlimler de kalmayınca şeytanlardan insan suretinde
birisi çıkıp "Ey insanlar! Bilmiş olunuz ki, Süleyman b. Davut, bir peygamber
değil de bir sihirbaz idi, cinleri, şeytanları, rüzgarları hep sihirle büyüler
ve kullanırdı. O
neye erdi ise hep sihir bilgisi sayesinde erdi. İnanmazsanız, sakladığı kitaplarını
bulur, anlarsınız." dedi, o kitapların saklı olduğu yeri gösterdi. Orayı
açtılar, gerçekten de birçok kitap çıkardılar. O kitaplar sihir ve efsane
kitapları idi. Bunun üzerine "Süleyman sihirbaz imiş, hükümetini sihir
ile idare edermiş." diye yalan ve iftiralar yayılmaya başladı.
Diğer
bazı müfessirlerin rivayetine göre, bu kitaplar Hz. Süleyman'ın vefatından
sonra hazırlanıp oraya konmuş, birçoğunun üzerine Asaf b. Berhiya'nın ismi
yazılmış ve onun eseriymiş gibi sahte imzalar atılmış, hile ve desise ile
çoğaltılıp yayınlanmış "Süleyman'ın hükümranlığı aleyhine şeytanların
uydurup ortaya sürdükleri şeylerin ardına düştüler." âyeti bütün bu şeytanlıklara
işaret etmektedir. Zaten Mısır'dan beri İsrailoğulları arasında sihir ve hokkabazlık
bilinirdi. Fakat durum bu sefer bambaşka bir renk almıştı: Bir taraftan siyasî
ve ictimaî entrikalarla Süleyman (a.s.)'ın devleti aleyhine işletilmiş, diğer
taraftan onun dünyayı hükmü altına alışı, bu sihir ilmi sayesinde gerçekleşmiştir
diyerek, yine onun namına iftira edilerek sihir teşvik edilmeye çalışılmıştır.
O derece ki, daha sonra gelen İsrailoğulları, ona bir peygamber değil de çok
iyi sihirbaz olan bir hükümdar gözüyle bakarlarmış. Bundan dolayıdır ki, İsrailoğulları
özellikle devletlerini kaybettikten sonra, diğer milletler arasında gizli
yollarla bu çeşit yayınları teşvik ve terviç etmekten ve hüner şeklinde sihirbazlıkla
meşgul olmaktan geri kalmıyorlardı. Ne zaman ki, Tevrat'ın haber verdiği şekilde
bekledikleri son peygamber Hz. Muhammed gelip, Tevrat'ın aslındaki bilgi ve
ilkeleri söz konusu etti, o zaman dönüp kendisiyle mücadeleye tutuştular.
"Nübüvvet yoluyla buna itiraz edemeyiz, bununla başa çıkamayız, biz ne
yapsak Cebrail kendisine haber veriyor." dediler ve Cebrail'e düşman
oldular. Tevrat'ı da büsbütün arkalarına atarak sihir ve iftira yoluna saptılar,
bu şeytancıl eserlere uymak suretiyle, "Süleyman, Muhammed'in dediği
gibi bir peygamber değildi, sihirbaz bir hükümdardı, fakat yaptığı sihirleri
mucize gibi gösterirdi." diye ona iftiralar ettiler. Buna göre Hz. Süleyman'ın
-haşâ- kâfir olması lazım geliyordu. Çünkü sihrin bu derecesinin küfür olduğunda
şüphe yoktur. Halbuki Süleyman kâfir değildi, fakat önce ve sonra ona sihirbaz
diyen o şeytanlar kâfir oldular, ki insanlara sihir öğretiyor, sihir tâlim
ederek yoldan çıkarıyorlardı. Âyetin bu kısmı, sihir öğretmenin küfür olduğunu
göstermektedir.
Sihir
nedir? Esas lügat anlamıyla sihir, her ne olursa olsun, sebebi gizli olan
ince şey demektir. Nitekim fecir vaktinin başlangıcına da ufuk çizgisinin
inceliğinden dolayı "sîn"in fethi ile "sehar" denilir.
Bu anlamda, yani sebebi gizli olan ince şeyleri bilmek ve tanımak anlamında
sihrin küfür olmayacağı açıktır. Ancak dinî geleneklerdeki anlamıyla sihir
sadece bu demek değildir. Sebebi gizli olmakla beraber, gerçeğin aksine tahayyül
olunan yıldızcılık, şarlatanlık, hilekârlık yolunda cereyan eden herhangi
bir şey demektir. Halk dilinde de bu anlamda kullanılır; yani sihir denildiği
zaman bu anlaşılır ve bu da çirkin bir şeydir. Çünkü bunda esrarengiz bir
şekilde hakkı batıl, batılı hak; hakikati hayal, hayali hakikat diye göstermek
vardır. Nitekim "İnsanların gözlerini sihirlediler." (A'râf, 7/116),
"Sihirleri sayesinde ipleri ve sopaları onun hayalini büyüledi, çünkü
onlar gerçekten yürüyor gibiydiler." (Tâhâ, 20/66) buyurulmaktadır. Bununla
beraber özel olarak bazı övgüye değer şeyler ve gerçekler için iyi mânâda
kullanıldığı da olur. Mesela; "Muhakkak ki, bazı güzel sözler sihirdir."
hadis-i şerifinde dile geldiği gibi ki, buna "helal sihir" de denilir,
üstelik caiz sayılır. Demek ki, esrarengiz, gizli sebep ile incelik, dış görünüşü
itibariyle çekicilik ve bir de kötü maksat sihrin niteliğini belirler. Şu
halde sihir, herşeyden önce kendi özünde bir harika değildir. Yani değişik
şart ve sebeplere bağlı olarak alışılmışın tersine bizzat ilâhî iradeyle ortaya
çıkan olaylardan değildir. Onun her halde teşebbüs olunacak bir özel sebebi
vardır. Şu kadar ki, o sebep herkes için bilinmediğinden, olay bir harika
gibi tahayyül olunmaktadır. Bunun içindir ki, sebebi herkes için bilinmeyen
herhangi bir gerçek dahi, halkı aldatmak için kullanıldığı zaman bir anlamda
sihir olur. Bu sebebin nazarî olarak açıklanabilir bir halde bulunması şart
da değildir. Az çok taklit ile meydana getirilebilmesi de kafidir. Yaratılışta
sebebi bilimsel olarak açıklanamayan alışılmış veya alışılmamış olağanüstü
olaylar ve garip buluşlar ortaya koymak mutlak anlamıyla sihir olmaz. Fakat
insanları aldatmak için bunlardan istifade etmeye kalkışıldığı ve bu suretle
duygu ve düşüncelere etki edip dolandırıcılık yapılmaya çalışıldığı zaman
bunlar da sihir özelliği kazanırlar. Bunun için imansızlık, ahlâksızlık ve
aldatmak sihrin köküdür. Sihirbazlar ilimlerden, edebiyattan, felsefeden,
teknolojiden, hatta tabiattaki garip ve acîp yaratılışlardan sû-i istimaller
ve istismarlar yaparak yararlanmasını bilirler. Bu suretle gerçekleri gizlemek
için yazılmış nice felsefeler, nice romanlar, nice tarih kılıklı hezeyanlar
vardır. Vaktiyle hikmet ehli kimselerin "Sakın domuzların boynuna inci
gerdanlıklar takmayın!" şeklindeki nasihatları, ilmî gerçekleri ve yüksek
hakikatleri, bu gibilerin istismarından korumak içindi.
Buraya
kadar gördüklerimizden de anlaşılıyor ki, sihir çeşitlerini belirlemek kolay
değildir. Bununla beraber Fahreddin Râzî tefsirinde sihrin sekiz çeşidini
saymıştır. Bazı açıklamalar ile oradaki bilgilerin özeti şöyledir:
1-"Gildânî
Sihri" ki, semavî kuvvetlerle yeryüzüne ait güçlerin karışımı yoluyla
meydana getirildiği söylenen ve tılsım adı verilen şeylerdir. Gildânîler eski
bir kavim olup, yıldızlara taparlar ve bu yıldızların kâinattaki olayları
yönetip yönlendirdiğine, hayır ile şerrin, mutluluk ile bedbahtlığın bunlardan
kaynaklandığına inanırlardı. Bunların tılsım adı verilen bazı acaip şeyler
yaptıkları söylenmektedir. İbrahim Peygamber, bunların bu batıl inançlarını
düzeltmek için gönderilmişti ki, bunlar başlıca üç fırka idiler: Bir kısmı
kâinatın ve yıldızların kadîm (öncesiz) olduğuna ve kendiliğinden var olmuş
bulunduğuna kanî idiler ki, bunlar bilhassa "sâbie" adıyle tanınmış
idiler. Zamanımızın deyimiyle kâinatın ezelî olduğuna inanan bir nevi materyalistler
demektir. Anlaşıldığına göre gök ve tabiat bilimlerinde bir hayli ileri gitmişler
ve bazı sanayi gariplikleri meydana getirebilmişlerdi. Diğer bir kısmı, feleklerin
ulûhiyetine kâil olmuşlar ve her bir felek için bir heykel yapmışlar ve bunlara
tapmışlardı. Üçüncü bir kısmı da feleklerin ve yıldızların üstünde ve ötesinde
her şeyi yaratan fail-i muhtar (istediğini yapabilen) bir yüce yaratıcının
varlığını kabul ederler, fakat o yüce yaratıcının, o yıldızlara bu âlemde
etkileyici bir kuvvet bahşetmiş ve kâinatın yönetimi için onları görevlendirmiş
bulunduğuna inanırlardı. Bu inanç şekli de çoğunlukla tabîiyyûn mezhebine
(rabîiyyeciler = naturalizme) benzemektedir. Bize kalırsa, bu sihirde tabîiyyat
ile ruhiyatın eski zamanlarda keşfedilmiş bazı garip özellikleri birleştirilerek
uygulanmış olduğu anlaşılmaktadır.
2-
Evham sahiplerinin ve kuvvetli kişilerin sihirleridir. Bunlar öyle sanırlar
ki, insanın ruhu terbiye ve tasfiye ile kuvvetlenir ve tesir gücünü arttırır.
İdraki, gizli kapalı şeyleri algılayacak derecede gelişir, iradesi de kendi
dışında birtakım olayları etkileyecek derecede güçlenir. O zaman istediği
birçok şeyleri yapar, eşyada, canlılarda ve diğer insanlarda kendi bedenindeki
gibi tasarruf eder. Hatta o dereceye varır ki, bir irade ile bünye ve şekilleri
değiştirebilir: İsterse öldürür ve yeniden diriltir, varı yok, yoku var edebilir.
Gerçekten de beden terbiyesi gibi ruh terbiyesinin de birçok faydası olduğu
inkâr edilemez. Fakat ruhun bu derece güç kazanması, bir ilâhî ihsan olmadan,
yalnızca çalışmayla elde edilebilir bir şey olduğunu farzetmek evhamdan öte
bir şey değildir. Birtakım kimseler, riyazat, havas, rukye, muska, uzlet ve
benzeri bazı yollara başvurarak, ruh ilminin bazı garip olayları ile uğraşırlar
ki, manyatizma, hipnotizma, fakirizm ve diğerleri bu cümleden şeylerdir. Sihrin
en aldatıcı ve en tehlikelisi de budur.
3-
Ervah-ı ardıye (cinler)den yardım görme yoluyla yapılan sihirdir ki, azâim
ve cincilik dedikleri şey budur. Mutezile ve son devir filozoflarından bazıları
cinleri inkâr etmişlerse de bunlar kısa görüşlü ve inkârda aceleci kimselerdir.
Sanki kâinatta ruhanî ve cismanî hiçbir gizli kuvvet kalmamış da hepsi keşfedilmiş
ve sınırları belirlenmiş gibi "cinlerin aslı yoktur" diye inkârı
bastırmak, ilmî bir davranış olamaz. Bu inkârcıların bir kısmına "dünyada
daha bilmediğimiz gizli kapaklı nice tabiat kuvveti vardır" deseniz,
bunlar "evet" demekte tereddüt etmezler de aynı mânâda olmak üzere
"cin vardır" deseniz, hemen inkâr ederler. Bunun için filozofların
büyükleri cinleri inkâr etmemiş ve "ervah-ı ardıye" adıyla anmışlardır.
Fakat bunlarla belli sebepler altında insanların ilişki ve bağlantı sağlayıp
sağlayamıyacakları ilmî bir şekilde tetkik edilip ortaya konmadan buna henüz
hüküm verilemez. Lakin bundan dolayı bu yolla yapılan ve yapılacak sihirlerin
varlığını inkâr değil, kabul etmek gerekir. Hatta bu günün ispirtizmacılarını
bu cinlerden sayabiliriz. İşte sihrin en meşhurları buraya kadar saydığımız
bu üç kısımdır.
4-
Tahayyülât, yani gözü yanıltmak ve el çabukluğu denilen sihirlerdir ki, bunlara
sihirden ziyade hokkabazlık ve şa'beze adı verilir. Bunun esası duyuları aldatmadır.
Bu tıpkı vapurda ve trende giderken sahili hareket ediyor gibi görmeye benzer.
Buna Arapça "ahız bil'uyûn", bizim dilimizde de "göz bağcılık"
denilir. Bununla beraber göz bağcılığın daha gizli birtakım ruhî etkiler ile
de ilişkisi olabilir.
5-
Hiyel-i sanâyi ile yapılan, aletlerden istifade ederek acaip şeyler göstermek
sûretiyle ortaya konan sihirdir ki, Firavun'un sihirbazları böyle yapmışlardı.
Rivayet olunduğuna göre, bunların ipleri, değnekleri civa ile doldurulmuş,
altlarından ısı verilince veya güneşin etkisiyle ısınmaya başlayınca ısınan
ipler ve değnekler hemen harekete geçip kaymaya ve yürümeye başlarmış.
Zamanımızda
fen ve tekniğin gelişmesi, gerek mekanik, gerek elektronik açıdan bunlara
birçok misaller vermeye elverişlidir. Sinemalar bunun çok canlı bir misalidir.
Bunların halk üzerindeki hayalî olan etkileri bir sihir tesirinden daha az
değildir. Hele işin aslını bilmeyenler için...
6-
Ecsam (cisimler) ve edviyenin, yani birtakım kimyasal maddelerin ve ilaçların
kimyevî özelliklerinden yararlanarak yapılan sihirlerdir.
7-
Ta'lik-i kalb (kalbi çelme) suretiyle yapılan sihirdir. Sihirbaz şarlatanlık
yaparak, türlü türlü övünme ile kendini satarak, muhatabını kendine çeker,
bir ümit veya korku altında onun kalbini çeler, kendine bağımlı kılar, duygu
ve düşüncelerine etki ederek, telkin altına alır ve yapacağını yapar. "İsm-i
azam duasını bilirim" der, "cin çağırırım" der, "kimya
bilirim, simya bilirim" der, icabında hünerden, sanattan, paradan, kudretten,
nüfuzdan, kerametten, ticaretten ve menfaatten bahseder, karşısındakini dolandırır.
Telkin yoluyla kalbleri çelmenin işleri yürütmede, sırları gizlemede çok büyük
tesiri vardır. En adisinden en maharetlisine kadar çeşitli dolandırıcılıklar
hep buna bağlıdır. Sihrin öteki türlerinin etkili olması da aşağı yukarı sihirbazın
bu konudaki becerisine bağlıdır denilebilir.
8-
Nemmamlık (koğuculuk), gammazlık (fitnecilik) gibi el altından yürütülen gizli
fitne ve tezvirat; akla, hayale gelmez bozgunculuk, vasıtalı veya doğrudan
tahrikler ve aldatmalar ile yapılan sihirdir ki, halk arasında en bol ve en
yaygın kısmı da budur.
Buraya
kadar saydığımız sekiz kısım sihir, dönüp dolaşır iki esasta toplanır: Birincisi
sırf yalan, dolan ve sadece saçmalama ve iğfal olan söz veya fiil ile etki
yapan sihir, diğeri de az çok bir gerçeğin sû-i istimal edilmesiyle ortaya
konan sihirdir. Sihrin bütün niteliği, hayali hakikat zannettirecek şekilde
insan ruhu üzerinde aldatıcı bir tesir meydana getirmekten ibaret olduğu halde
bunun bir kısmı tamamiyle hayal, diğer bir kısmı da bazı gerçeklerle karışıktır.
Bundan dolayı her sihrin, gerçek tesirden büsbütün yoksun olduğunu iddia etmek
doğru olmaz. Bu âyet-i kerimede her ikisine işaret için, öncekine , ikinciye
de ve bu cümlesine atıfla buyurulmuştur. Yani bu şeytanlar sırf kendi uydurmaları
olan sihri ve bir de Babil'deki Harut ve Marut adında iki meleğe indirileni,
insanlara ve o zamanki İsrailoğulları'na ta'lim ediyor, öğretiyorlardı. İşte
böyle yapmakla kâfir olmuşlardı. Gerek mütekaddimînden, gerek müteahhirinden
(eskilerden ve yenilerden) bazı tefsirciler bu ""yı nâfiye telakki
edip, mânâyı da "Babil'de Harut ve Marut adındaki o iki meleğe sihirden
bir şey indirilmedi, Harut ve Marut hikayesi de bu şeytanların uydurduğu bir
yalandır." meâlinde göstermişlerdir. Âyetin aşağısındaki siyakı buna
müsait olsa idi biz de bunu tercih ederdik, fakat siyak buna müsait görünmüyor,
aykırı düşüyor. Şu halde biz de çoğunluğun açıklaması vechile "mâ"
harfini mevsûl olarak alıyoruz ki, bu hem âyetin zahir (açık) ifadesine uygun
düşmekte, hem de anladığımız kadarıyla derin hakikatleri içermektedir. Bu
âyet evvela Harut ve Marut kıssasının özünü ve içyüzünü açıklıyor ve bunun
hadd-i zatında bir sihir değil, ancak öğretim tarzı ve kötüye kullanılması
cihetiyle sihir ve küfür olacağını anlatıyor. Nitekim "o iki meleğe indirilen
şey" hakkında açıkça sihir tabiri kullanılmamış, ancak sihre atfedilmiştir.
Bununla beraber bunun şeytanlar tarafından öğretim tarzının küfür olduğuna
ve bundan özel bir sihir yapıldığına işaret kılınmıştır. Demek ki, "o
iki meleğe indirilen" hadd-i zatında bir sihir değil, fakat fesat ehlinin
elinde küfre vesile olabilecek bir şey iken, bu şeytanlar bunu yalnızca sihir
için öğretmişlerdir. Halbuki Harut ile Marut bunu öğretecekleri zaman "Biz
bir fitneyiz, yani bu öğreteceğimiz şeyler fitneye müsaittir ve kötüye kullanılması
da küfürdür. Şu halde sakın sen bunu belleyip de küfre girme!" demedikçe
ve bu yolda nasihat etmedikçe kimseye bir şey öğretmezlerdi. Gelişigüzel herkese
belletmezler, sû-i istimalden, küfürden, sihirden yasaklarlardı. Bu şeytanlar
ise öyle yapmadılar, tam aksine bunlarla herkese sihir öğretiyorlar.
Bu
iki melek ve bunların öğrettikleri hakkında birçok sözler söylenmiş, çeşitli
görüşler ve bahisler ortaya konmuştur. Bütün bunları görüp değerlendirdikten
sonra bizim âyetten anladığımız şudur: Bilindiği gibi, meleklerin insanlara
öğretileri ya vahiy veya ilham demektir. Harut ile Marut'un Cibrîl gibi vahiy
meleklerinden olduklarına dair herhangi bir delil yoktur. Bilakis âyet bunları
her şeyden önce bilgi getiren melekler değil, bilgi gönderilen melekler şeklinde
gösterdiği için nüzulde aşağı derecedeki meleklerden oldukları açıktır. Şu
halde öğretilerinin de peygamberlere gelen vahiy derecesinde olmayıp ilham
cinsinden olduğu aşikardır. İlham ise herkese olabilir. Demek oluyor ki, eski
bir medeniyet merkezi olan Bâbil şehri ahalisinden birtakım kimseler, iki
şekilde, böyle iki ilahî kuvvet ile ilhama mazhar olmuşlar, bu sayede hilkatteki
gizli sırlardan bazı harika ve acaip şeyler öğrenmişler ve öğrenirken bunların
şerre de müsait olduğunu, şu halde kötüye kullanılmasının küfür olacağını
da öğrenmişlerdir. O halde bu iki meleğe indirilen ve Bâbil halkından bir
çoğuna ilham yoluyla öğretilen bu şeyler hadd-i zatında sihir değil idi. Fakat
sihir olarak da kullanılabilir ve böyle kullanılınca da katıksız küfür olurdu.
Bunun için âyette bunun sihir olduğu ifade edilmiştir. Aslında
her bilgi böyledir. Hadd-i zatında ilmin hepsi hürmete şâyandır. Fakat büyüklüğü
ölçüsünde ve ilim olması bakımından hayra ve şerre müsaittir. İlim ne kadar
derin ve ne kadar ince ve yüksek olursa, şer ve fitne ihtimali de o nisbette
büyük olur. Bundan dolayıdır ki, hakikatin kendisi olan hak dini ve doğru
yolu isbat ve destek için Allah tarafından lutfedilen mucizeler ve kerametler,
diğer ilimler, hikmetler ve fenler bahane edilerek âlemde ne kadar küfürler,
ilhad ve melanetler yayılmıştır. Aslında bunların hepsi küfür ve haram olan
sihir cinsine dahil edilebilir. Bu ise ilmin, bizzat kendisindeki ilmî niteliğinden
dolayı değil, ortaya çıkardığı pratik sonuçları dolayısıyladır. İlimler iyiye
kullanılırsa zehirlerden ilaç yapılır, kötüye kullanıldığı takdirde de ilaçlardan
zehir elde edilir. Hatta bundan dolayı, birçok din âlimleri, gerek bu âyetten,
gerek genel olarak ilim hakkındaki diğer âyetlerden şu sonucu çıkarmışlardır:
Özünde haram olan hiçbir ilim yoktur. Hatta şerrinden korunmak için sihir
bile öğrenmek haram değildir. Ancak yapmak haramdır ve hatta küfürdür. Bunun
öğretimi de bu şarta bağlı bulunmak gerekir. Nitekim âyette önce sihir öğretimi
mutlak olarak küfür gibi gösterilmiş iken cümlesiyle bu mutlaklık şarta bağlanmıştır.
Hasılı sihrin niteliği asıl pratik açıdan ve amelî bakımdandır ve sihir tatbikî
bir ilimdir, bir şer ve tezvir sanatıdır. Bu sanat pratikte ve tatbikatta
bazı hakiki bilgilere dayalı olabilir ve o bilgilerin kötüye kullanılması
ile sihir yapılır. Mesela; bugün elektrik konusu önemli bir bilim dalı, çok
önemli bir tekniktir. Bunun kötüye kullanılmasından ve şerre alet edilmesinden
dolayı tatbikatta bundan birçok sihirler yapılabilir. Lakin bunun böyle olmasından
dolayı, elektrik ilminin hadd-i zatında bir sihir olması lazım gelmez. İşte
Babil'de Harut ile Marut'a ilham ile öğretilen şeyler de buna benzer şeyler
olduğu anlaşılıyor. Bunun için âyette bunlar esasında meleklere mahsus kıymetli
şeyler olarak gösterilmiş fakat öğretim ve öğrenim şekliyle ve uygulamasında
fitneye de müsait bulunmasından dolayı şeytanî olan sihre dahil edilmiştir.
Demek ki, sihir sırf şeytanî bir şeydir ve bu başlıca iki kısımdır: Birisi
şeytanların sırf kendilerinden uydurdukları pisliklerdir. Diğeri ise Bâbil'deki
gibi, esasında meleklere mahsus olan bazı yüce bilgilerle acaip tekniklerin
şeytanca kötüye kullanılmasıdır.
Artık
burada melekler sihir öğretir mi diye bir soru sormaya ve buna cevap aramaya
yer yoktur. İşte bundan sakınmak için "mâ" yı nâfiye (olumsuz) yapmaya
lüzum yoktur ve bu âyetin siyakına da ters düşmektedir. Melek sihir öğretmez,
fakat meleklerin hayır için öğrettikleri ve ilham ettikleri gerçekler, küfür
ehlinin ve şeytanların elinde şer ve fitne çıkarmak için sihir olarak da kullanılabilir.
Nitekim bunu evvela Bâbilliler yaptılar. Anlaşıldığı kadarıyla bunlar, bu
iki meleğin ilhamiyle keşfedip belledikleri semavî ve arzî, ruhanî ve cismanî
kuvvetleri ve bunların kaynaştırılmasından meydana gelen bazı teknikleri,
yıldızlara ve tabiata isnad ederek küfre girdiler. Bu sebeple Gildanî sihri
"tılsımat ve kalfatriyat" adıyle değişik bir sihir şekli olarak
meşhur oldu. Sonra birtakım şeytanlar da Süleyman aleyhisselâmın devletine
karşı, kısmen bunu, kısmen de kendi uydurdukları tezviratı izleyip uygulamışlar
ve bu şekilde siyasî, içtimaî birçok fesatlar çevirmişler, hükümet ve devlet
işleri için bu sihirleri bir ilim diye yaymış ve ona değer kazandırmışlar,
bu suretle küfürlerini icra etmişlerdi. O zamanın İsrailoğulları bunları onlardan
öğreniyorlardı ve milletler arasında bu sihirle uğraşmayı kendilerine bir
yol, bir meslek edinmişlerdi. En nihayet Hz. Muhammed'in peygamberliği üzerine
Kur'ân'ın i'cazı karşısında Allah'ın kitabını arkalarına atarak büsbütün bu
şeytanlara uydular. Bu cümlenin bağlanmasında da ihtimalli vecihler vardır.
Birçok tefsirci, bunu Harut ve Marut fırkasına bağlayarak zamirin bu iki meleğe,
zamirini de 'den müstefad nasa, yani herkese göndermişlerdir. veya üzerine
veya takdirinde cümlenin cümle üzerine atfedilmesiyle daha yukarıya atfedilmiş
olduğu da zikredilmiştir. Lakin bizim tercihimiz bunun 'ye bağlı veya doğrudan
doğruya cümlesi üzerine ma'tuf ve zamirinin ile ifadesine dönüşmüş olmasıdır
ki, buna göre ortaya çıkan mânâ şudur: "Allah'ın kitabını arkalarına
atıp, Süleyman'a karşı o şeytanların takip ettikleri şeylere uyan ehl-i kitabın
bu fırkası, bu Yahudi zümresi, o kâfir şeytanların izlediği ve öğrettiği bu
iki çeşit sihir kitaplarından karı ile kocanın arasını ayıracak şeyler öğreniyorlar."
Bu tabir, sihrin en yüksek derecedeki tesirini ifade içindir. Yani bunlar
bu yolla karı ile kocanın arasını bile ayırabilecek fesatlar çeviriyorlar,
bu tesiri meydana getiren sihirlerle cemiyet içinde ne büyük fitneler çıkarılabileceğini
artık siz kıyas ediniz. Karı ile kocanın arasını ayıranlar, bu kadar kuvvetli
bir sevgi bağını kıranlar, bir topluma neler yapmazlar; komşular ve hemşehriler
arasında ne fitneler çıkarıp, halkı birbirine mi düşürmezler? İhtilaller
mi çıkarmazlar? Âyet bize gösteriyor ki, sihrin en büyük tesiri ruhlar üzerindedir;
fikirleri bozar, kalbleri çeler, ahlâkı perişan eder, toplumların altını üstüne
getirirler. Şu halde sihrin aslı yoktur diye aldanmamalıdır. Ve böyle sihirbazlardan
sakınmalıdır. Bununla beraber bunları yapanlar, Allah'ın izni olmadıkça kimseye
bir zarar veremezler. Çünkü
gerçek tesir ne sihirde, ne sihirbazda, ne tabiatte, ne ruhta, ne yerde, ne
gökte, ne şeytanda, ne melektedir. Hakiki müessir ancak ve ancak Allah'dır.
Fayda ve zarar denilen şey de ancak O'nun izni ile meydana gelir. O halde
her şeyden önce Allah'dan korkmalı ve Allah'a sığınmalıdır ve bunlara karşı
koymak için de Allah'ın kitabına sarılmalıdır. Allah'ın kitabını arkalarına
atan bu sihirbazlar çok iyi bilirler ki, Allah'ın kitabını verip de sihri
satın alan bir kimsenin, elbette ahirette hiçbir nasibi yoktur. Bunun sonu
açıkça hüsrandır. Celâlim hakkı için bunların, uğruna kendilerini sattıkları
şey ne kötü şeydir, amma keşke bunu biliyor olsalardı. Gerçi bunlar sihrin
sonunu ve onu yapan sihirbazın ahiretten nasibi olmadığını ve sihre aldananın
sonunun sadece hüsran olduğunu bilirler. Fakat yine de bu bilgilerine uygun
hareket etmedikleri için davranış biçimleri cahilanedir. Diğer taraftan ahiret
nasipsizliğinin ne kadar korkunç bir şey olduğunu bilmezler. Aslında sihrin
asıl zararı başkalarından çok yapanlaradır. Ömürlerini nasıl çirkin şeylerle
geçirdiklerini bilmezler.
103-Allah'ın
rahmetinin genişliğine ve enginliğine bakınız ki, yine kendilerine şu rahimane
öğütü indirmiştir: şayet bunlar bütün bu günahlarla beraber iman etseler ve
Allah'dan korkup bu fenalıklardan sakınsalardı elbette Allah tarafından verilecek
bir sevap, bütün o yaptıklarından çok haklarında hayır olurdu. fakat bilir
olsalardı.
Yukarıda
görüldüğü üzere, Cenab-ı Allah önce "Ey insanlar!" çağrısıyle bütün
insanları, fıtrî bir misak olan ibadete davet etmiş idi. İkinci olarak da
"Ey İsrailoğulları!" çağrısıyle Yahudilik ve Hıristiyanlık gibi
iki ümmetin kaynağı olan İsrailoğulları'nı; büyük ve esrarengiz bir tarihin
bütün ibretlerini derleyip toplayarak, nimetleri ve felaketleri hatırlatmak
suretiyle iman ve takvaya davet ve bu arada İslâm dininin, eski kitapları
destekleyip tasdik eden itikat, ahlâk ve muamelat kuralları tek tek ele alarak
açık seçik âyetlerle anlattı. Şimdi bütün bunlara iman etmiş olan müminlere
önce en esaslı bir sosyal ve dinî terbiye kuralını öğreten bir nida ile hitap
yöneltecek ve bu arada ehl-i kitab kâfirlerinin bazı tutum ve davranışlarına
da işaret edecektir.
Şöyle
ki:
Meâl-i
Şerifi
104-
Ey iman edenler! "râine" demeyin, "unzurna" deyin ve iyi
dinleyin, kâfirler için elemli bir azap vardır.
105-
Ne Kitap ehlinden, ne de müşriklerden hiçbiri, size Rabbinizden bir hayır
indirilsin istemez. Allah ise, üstünlüğü, rahmetiyle dilediğine mahsus kılar
ve Allah çok büyük lütuf sahibidir.
104-Kur'ân'da
seksen sekiz yerde müminlere "Ey iman edenler!" diye hitap buyurulmuştur.
Oysa Tevrat'ta "Ey miskinler!" diye hitap edilirmiş, nihayet miskinlik
onların damgası olmuş, güven ve emniyet de müslümanların akibeti olacaktır.
Ey
iman şerefiyle şereflenmiş olanlar "râinâ" demeyiniz de "unzurnâ"
deyiniz, ve kulak veriniz, dinleyiniz! râinâ "bize mürâat et" demektir.
Mürâât:
Müfâale babından ra'y ve riayette mübalağa veya müşareket ifade eder. Ra'y
ve riayet, bir kimsenin, başkasının işlerini çekip çevirmesi, yönetip tedbir
etmesi, onun lehine olacak şeyleri tedarik edip, ona fayda sağlaması ve korunmasına
özen göstermesi demektir ki, hayvanat hakkında gütmek, insanlar hakkında da
siyaset adı verilen yönetmek anlamına gelir. Nitekim siyaset ilmine, "ilmü'r-riaye"
yani yönetim ilmi adı da verilir. Mürâât da, riayet de mübalağa veya karşılıklı
riayet demek olur. Bir insanın haline müraat etmek, ne yapacağını, halinin
nereye varacağını gözetmek, murâkabe etmek, saygı ile dikkate almak mânâsına
da gelir ki, bizim dilimizde riayet bu anlamda kullanılır. Başlangıçta Peygamber
Efendimiz tarafından bir şey tebliğ ve tâlim buyurulduğu zaman, ara sıra müslümanlardan
bazıları yani "Bize riayet et ey Allah'ın resulü." derlerdi ve bununla
"Bizi gözet, acele etme, müsaade buyur ki anlayalım." demek isterlerdi.
Cenab-ı Allah, böyle demeyi, bu "râinâ" tabirini kullanmayı yasaklayarak
demeyiniz, bu tabiri kullanmayınız da "unzurnâ" bize bak, bizi gözet,
deyiniz ve söze de iyi kulak veriniz, dikkatle dinleyiniz, iyi belleyip akılda
tutunuz, buyuruyor ki, bunda çok ince ve mühim bir edep öğretimi vardır. Gerek
ilim öğrenmede, gerek diğer nasihat ve tâlimatları anlama hususlarında Resulullah
ile ümmeti arasındaki sosyal durumu ve buna göre İslâm'daki velayet-i âmme
(genel velayet) ilişkisinin özünü ve hakikatini ve resmiyetteki teşrifât (protokol)ın
asıl mahiyetini de ifade etmektedir. demeyiniz. Acaba niçin?
Birincisi:
Yahudiler arasında birbirlerine sövmek için kullandıkları meşhur bir kelime
vardı, "râînâ" derlerdi, bu tabir Arapça "bizim çoban"
demek olduğu gibi, İbrânî ve Süryanî dillerinde "dinle a dinlenmeyesi,
dinle a sözü dinlenmez herif!" gibi hakaret ve alaya alma mânâsı ifade
eden bir kelimeymiş. Müslümanların Hz. Peygamber'e karşı böyle diye hitap
etmelerini, yahudiler fırsat bilerek ve kendi dillerindeki kelimesini andıracak
şekilde ağızlarını eğerek, bükerek, sövmek ve hakaret kastiyle "râînâ"
demeye başlamışlardı. Sa'd b. Muaz hazretleri, bunu işitmiş, "Ey Allah'ın
düşmanları, lanet olsun size, vallahi hanginizin, Resulullah'a karşı bunu
söylediğini bir daha işitirsem boynunu vururum." demiş, onlar da buna
karşı "Siz böyle söylemiyor musunuz?" diye kaçamak bir cevap vermişlerdi.
Bunun üzerine işte bu âyetin inmiş olduğu rivayet edilmiştir. Nisa Sûresi'nde
"Yahudilerden bir kısmı kelimeleri yerlerinden değiştirerek, dillerini
eğerek, bükerek ve dine saldırarak, peygambere karşı da, "işittik ve
isyan ettik, dinle ey dinlenmez olası, râinâ, derler". (Nisa, 4/46) âyeti
bu hadiseyi açıkça göstermektedir.
İkincisi:
emri, ahmaklık ve kabalık mânâsına "ruûnet" masdarından sıfatına
da lafız olarak benzer bir kelimedir. Bundan dolayı da bir çirkin cinâs vardır.
Bu ise edebe aykırıdır. Her iki sebeple nehiy, kelimenin çirkin olan ikinci
bir anlamından dolayı sırf lafzî anlamda bir edebe dayanmaktadır. Riayetle
nazaret arasındaki mânâ farkından dolayı değildir.
Üçüncüsü:
"Mürâât" riayetten müfâale vezninde olduğu ve iki kişi arasında
müşareket ifade ettiği için, taraflar arasında müsâvat, yani eşitlik var zannettirir.
Bunu söyleyenler, sanki, "Sen bize riayet et, sözümüze kulak ver ki,
biz de sana riayet edelim, biz de senin sözünü dinleyelim." demiş gibi
olurlar. Böylece Resulullah'dan karşılıklı bir riâyet ve gözetim talep etmiş
olurlar. Halbuki Resulullah ile ümmet arasındaki ilişki, öğretmen ile öğrenci,
usta ile çırak, yöneticiler ile halk arasındaki karşılıklı taahhütlere ve
nisbeten eşit şartlara dayalı bir ilişki değildir. O ilişkiyi karşılıklı şartlara
dayalı böyle sosyal ilişkiler cinsinden bir ilişki sanmak, peygamberlik makamının
kadrini ve kıymetini bilmemek, ayrıca toplum hayatının değişmez, zararlı ve
terakkiye engel birtakım esaslara dayandığını zannetmek demek olur. Nitekim
"Sen onların heva ve heveslerine uyma!" (Maide, 5/48) ve "Sakın
o Resulü, kendi aranızda birbirinizi çağırdığınız gibi çağırmayın!" (Nûr,
24/63) buyurulmuştur. Şu halde imandan sonra müminlerin sosyal durumlarını
belirlemenin ve kendilerini imanın hedeflediği maksatlara ve başarılı işlere,
güzel hizmetlere sevkedecek bir öndere uymanın en mühim vazifeleri olduğu;
fakat bunu mürâât mânâsıyle değil, nezâret mânâsıyle alıp, ona göre güzel
sosyal edep ve terbiye kuralları altında takip edip gerçekleştirmek gerektiği
beyan buyurulmuştur. Demek ki, Resulullah'a ait olan vazife mürâat değil,
nazârettir. Mürâatın ise onun ümmetine düşen bir vazife olması gerekir. Bunun
için ümmet, lafzî ve manevi her türlü kötü vehme düşmekten sakınmak için "râinâ"
dememeli, "unzurnâ" demelidir: Öğretilen ilme, tebliğ olunan hükümlere,
emirlere ve yasaklara iyi kulak verip dinlemelidir. Nezâret eden de nezâret
görevinin gereklerini iyi bilmeli, ona da ümmet tarafından bu vazife ihtar
olunacağı zaman, "bizi gözet" diye ihtar edilmelidir.
Dördüncüsü:
Mürââtın aslı olan ra'y ve riayette hayvanî bir gözetme anlamı vardır. Nazâret
ise katıksız bir insanî kavramdır. Şu halde müslüman ümmeti, hayvanî kavramlardan
uzak durmalı ve sakınmalı, insanî kavramları kabul edip, uygulamalıdır. Bunu
yapmak da ümmetin kabiliyetine bağlıdır. Nitekim "Siz nasıl olursanız
öyle yönetilirsiniz." buyurulmuştur. Âyetten çıkan sonuca göre; söz konusu
nazâreti talep etmek ve söz dinlemek ümmetin görevidir. Müminler başıboş,
terkedilmiş, nazâretsiz bırakılmaya razı olmamalı, kendilerine nazaret edecek
bir başkana, bir imama tabi olmalıdır. Bu suretle bir ümmet teşkil etmeliler,
fakat "râinâ" diye müraat isteğinde bulunmamalılar, kendilerinin
sürü yerine konulmasına razı olmamalılar. Aslında âyet mutlak anlamda olduğu
için, hem Asr-ı saadet'e, hem de bütün asırlara şamil olan bir hüküm taşır.
Ümmetin bizzat Resulullah'a karşı "unzurnâ" demeye izinli, hatta
görevli ve mecbur olduğuna bakılırsa, bu hak veya vazifenin diğer yöneticilere
karşı uygulanması öncelikle istenmekte demektir. Bu mesele akâid kitaplarında
imamet bahsi adıyle ve farz-ı kifaye olmak üzere söz konusu edilmiştir. Görülüyor
ki, müminlere imandan sonra ilk emir bu oluyor. Bu hitabın önemi İbrahim kıssasında
daha genişçe açıklanacaktır.
Ey
müminler, görüyorsunuz ya, "râinâ" demeyiniz, "unzurnâ"
deyiniz ve iyi dinleyiniz, itaat ediniz, yoksa kâfirlere elemli bir azap vardır.
105-İman
yoluna girmeyip de küfür yoluna gidenler, o elem verici azaptan hissedar olurlar,
siz o kâfirlerden hayır beklemeyin! Arzu etmez o kâfirler, ne kitap ehlinden
ne de müşriklerden ki size Rabbınızdan bir hayır indirilsin. Onların hiç biri,
müminlerin Allah tarafından bir iyiliğe, bir devlete nail olmasını istemezler.
Bunun için peygamberinize indirilen ve faydası umuma ait olan vahiy ve nübüvveti
de sevmezler, buna karşı bin türlü safsata ile büyüklük taslarlar ve Allah'ın
lütfuna, ihsan ve kudretine müdahale etmek isterler. Hiç bir şey yapamazlarsa
"Bu Kur'ân iki şehirden bir ulu kişiye indirilseydi olmaz mıydı?"
(Zuhruf, 43/31) derler. Allah ise rahmetini, dilediğine tahsis eder, rahmetiyle
dilediği kulunu seçkin duruma getirir. O böyle Rahmân olan bir fâil-i muhtar
(başına buyruk)dır. ve Allah çok büyük lütuf ve kerem sahibidir. Onun lütuf
ve ihsanına sınır yoktur. Şu halde siz Allah'ı böyle biliniz ve böyle inanınız,
o kâfirlerin sözlerine de kulak asmayınız. Onlar vahiy ve nübüvvete itiraz
etmek için fer'î hükümlere de itiraz etmeye kalkarlar. "Görüyorsunuz
ya, Kur'ân'da nâsih ve mensûh da vardır. Bir zamanlar Allah'ın emri denilen
bir âyet veya bir hüküm diğer bir zaman nesholunuyor, yerine başka bir âyet
veya başka bir hüküm konuluyor. Bu Allah kelâmı, Allah'ın hükümleri olsa böyle
mi olur? Allah'ın kelâmında, Allah'ın âyetlerinde, Allah'ın hükümlerinde nesih
mi olur? Hiç Allah, kendi yaptığını bozar mı? Söylediğini geri alır mı? Verdiği
hükümden, koyduğu kanundan hiç cayar mı?" derler. Bunu ilk önce yahudiler
söylediler: Nesih mümkün olsa Allah hakkında sözünden caymak, önce bilmediğini
sonradan öğrenmiş olmak ve ona göre karar değiştirmek "bed'a" gibi
bir noksanlık lazım gelirmiş. Bütün bunlar Allah hakkında muhal (imkânsız)
olduğundan, nesih de imkânsız imiş. Tevrat'ın ise hiçbir âyeti, Musa dininin
hiç bir hükmü değişemez, neshedilemezmiş. Bunun için İncil de, Kur'ân da Allah'ın
kitabı değilmiş. Hıristiyanlık ve İslâmiyet Allah'ın dini değilmiş.
Hıristiyanlara
gelince, eskiden Hıristiyanlık neshi inkâr etmiyordu. İncil'de, Tevrat'ın
bazı hükümlerini nesheden ve mesela cumartesi günü iş yapmayı yasak sayan
hükmü değiştirip, bunu pazar gününe alan âyetler bulunduğunu kabul ediyorlardı.
Yine Hz. İsa'nın kendilerine yiyecek içecek konusundaki eski yasakları kaldırdığına
inanıyorlardı. Hıristiyanlar, nesih meselesiyle ilgili olarak İslâm'a itiraz
etmezlerdi. Fakat son zamanlarda protestanlar ve daha sonra da katolikler,
tıpkı yahudiler gibi, neshi inkâra kalkıştılar ve hatta Kur'ân'daki "Allah'ın
kelimelerinde değişme olmaz." (Yunus, 10/64) âyetine dayanarak, istidlal
bile yapmaya kalkıp, müslümanları bununla susturmaya çalıştılar. Hintli Rahmetullah
Efendi merhum bu bapta cevaben "Izhârü'l-Hak" adıyla güzel bir eser
yazmıştır. Sözün açıkçası; eğer Hıristiyanlık İslâmiyet'e itiraz etmek için
böyle bir iddiaya kalkışırsa, her şeyden önce kendi kendisini inkâr etmiş
olur. Çünkü Hıristiyanlığın, Yahudiliğe muhalif olan pek çok dinî hükümleri
bulunduğu kesindir. Zaten böyle değilse Hıristiyanlığın varlığının mânâsı
yoktur. Aynı soru yahudiler için de söz konusudur. Çünkü Tevrat'ta da daha
önceki peygamberlerin şeriatlerine ait bazı hükümleri nesheden (kaldıran)
âyetler mevcuttur. Cenab-ı Allah, sırf kıskançlıktan kaynaklanan bu gibi bütün
asılsız iddiaları iptal etmek ve müminlere bir teşri'î temeli açıklamak üzere
buyuruyor ki:
Meâl-i
Şerifi
106-
Biz bir âyetten her neyi nesheder veya unutturursak, ondan daha hayırlısını
yahut mislini getiririz. Bilmez misin ki, Allah her şeye kâdirdir.
107-
Bilmez misin ki, hakikaten göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır, hepsi O'nundur.
Size
de Allah'dan başka ne bir dost, ne de bir yardımcı vardır.
108-
Yoksa siz peygamberinizi, bundan önce Musa'ya sorulduğu gibi, sorguya çekmek
mi istiyorsunuz? Halbuki her kim imanı küfürle değiştirirse artık düz yolun
ortasında sapıtmış olur.
109-
Ehl-i kitaptan birçoğu arzu etmektedir ki, sizi imanınızdan sonra çevirip
kâfir etsinler: Hak kendilerine iyice belirdikten sonra bile sırf nefsaniyetlerinden
ve kıskançlıktan dolayı bunu yaparlar. Buna rağmen siz şimdi af ile, hoşgörüyle
davranın tâ Allah emrini verinceye kadar. Şüphe
yok ki Allah her şeye kâdirdir.
110-
Siz namazı hakkıyle kılmaya bakın ve zekatı verin! Kendi nefsiniz için her
ne hayır yaparsanız, Allah katında onu bulursunuz. Muhakkak ki, Allah bütün
yaptıklarınızı görmektedir.
111-
Bir de "yahudi ve hıristiyanlardan başkası asla cennete giremeyecek"
dediler. Bu onların kendi kuruntularıdır. Sen de onlara de ki; "Eğer
doğru iseniz, haydi bakalım getirin delilinizi."
112-
Hayır, hayır! Kim özü iyilik dolu olarak yüzünü Allah'a tertemiz döndürür
ve teslim ederse, işte onun Rabbi katında ecri vardır. Onlara
hiçbir korku yoktur ve onlar mahzun da olacak değiller.
113-
Yahudiler dediler ki, "Hıristiyanlar birşey üzerinde değiller",
Hristiyanlar da "Yahudiler bir şey üzerinde değiller" dediler. Oysa
hepsi de kitabı okuyorlar. Hiçbir bilgisi olmayanlar da öyle onların dedikleri
gibi dediler. İşte bundan dolayı Allah, ihtilafa düştükleri bu gibi şeylerde,
kıyamet günü aralarında hüküm verecektir.
106-Kırâet:
, İbni Âmir kırâetinde nûnun zammı ve sînin kesriyle okunur ki, insâhdandır.
İbni Kesir ve Ebu Amr kırâetlerinde birinci nûnun ve sinin fethaları ve ondan
sonra bir hemze-i sakine ile şeklinde okunur ki, tehir mânâsına olan nesee
ve nesiedendir.
Şer'î
usûl bakımından neshin dine uygunluğunu isbat eden bu ayetin sevki, eski kitapların
bazı hükümlerinin neshindeki cevaz hakkında ise de söyleniş bakımından kelimesi
umum ifade ettiğinden, bazı Kur'ân âyetlerini de açıkça içine almaktadır.
Şu halde Kur'ân âyetlerinde de nâsih ve mensûh vardır. Bunun aksini iddia
etmek, nassın zâhirini inkâr etmek olur.
Nesih
lügatte değiştirmek, yani bir şeyin yerine başkasını geçirmek, halef yapmak
demektir. Nitekim (Nahl, 16/101) âyetinde nesih, tebdil olarak ifade edilmiştir.
Bununla beraber bu mânâ bazen o şeyin kendisinde itibar edilir ki, buna izale,
ilga, iptal denilir: "güneş gölgeyi neshetti" demek onun yerine
geçti, onun yerini aldı demektir ki, buna, izale etti ve iptal etti de denilir.
Bir başka âyette "Allah, şeytanın attığını derhal iptal eder." (Hacc,
22/52) nesh işte bu anlamdadır. Bazen de o şeyin yerinde itibar edilir ki,
buna da nakl ve tahvil denilir. Nitekim "nesahtü'l-kitab" kitabı
istinsah eyledim demek, bir kitaptakini diğerine geçirdim, ona nakletttim
demektir. Yazıda nesih, mirasta münasahe," ruhlarda tenasuh tabirleri
de bu mânâyadır. "Siz her ne yaptıysanız biz onları istinsah etmiştik."
(Câsiye, 45/29) âyetindeki istinsah da yine bu mânâya gelmektedir. Özetle,
lügat bakımından nesih, izale ve nakil mânâlarında müştereken kullanılır ise
de her iki mânânın da esası tebdil demektir.
Şeriat
ıstılahında da nesih, herhangi bir şer'î hükmün aksine sonradan başka bir
şer'î delilin delalet etmesidir ki, ilâhî bilgiye nazaran evvelki hükmün müddetinin
sonunu beyan, bizim bilgimize nazaran da zahiren bâki görünen o hükmü değiştirip
ortadan kaldırmak demektir. Her iki bakımdan da nesih, bir değişikliği bildirmek
anlamına gelmektedir. Bunda hiç bir zaman Allah'a nazaran caymak veya bilememek
mânâsı yoktur. Bunun içindir ki, ebediyet kaydiyle mukayyed (bağlı) hükümlerde
nesih cereyan etmez. Nesih ancak emirler ve yasaklar gibi inşâî bir mânâyı
içeren vakıaya ilişkin bir ihbar ve ilâm olmayıp, sırf icad olan ve yalnız
bir iradeyi gösteren, bununla beraber ebediyyeti nassa bağlanmamış bulunan
konularda ve hükümlerde cereyan eder. Cenabı Allah, varlık âleminde bu gün
yarattığını yarın yok ederek, diğer bir şeye dönüştürmekle ilmine, kudretine,
iradesine hiçbir noksanlık ârız olmayacağı gibi, şeriate ait âlemde de başka
başka zamanlarda başka başka şer'î hükümler inşa etmekle, mesela; geçmiş zamandaki
bir emrin yerine, şimdiki zamanda yasak koyan bir emir inzal buyurmakla ilminde
ve iradesinde haşa bir noksan değil, belki her birinde bir hikmetinin tecellisini
ve kemalini göstermiş olur. Ve bunda caymak mânâsını düşünmek bile kabil değildir.
Allah katında kararlaşmış bulunan herşey ve her hüküm yerli yerinde gelmiştir.
Ve hakikatte hiçbir kelimesi değişmiş değildir. Yaratılışta her anın ayrı
bir emri olsa ilahî ilmin zerre kadar değişmesini gerektirmez. Hasılı iman
hakikatleri, itikat esasları gibi, ihbarî olan ilmî ilkelerde nesih mümkün
değildir. Bunların bir anlık zamana bağlı olanları bile ezelî gerçekler hükmündedir.
"Şu şöyledir, filan vakit, filan şey oldu veya olacak." denildi
mi bu haberler, bu hükümler artık ezelden ebede doğrudurlar.
O
vakitte o şey olmadı veya olmayacak denilemez. Lakin "su iç, şarap içme,
nikah yap, zina etme" gibi inşâî olan şer'î hükümler, açıkça ebediyet
kaydıyla kayıtlanmadıkça nesihleri mümkündür. Bunlar bir an için meşru, başka
bir an için gayr-i meşru olabilirler. Bunların ebediyetleri zorunlu değildir,
nesihleri de müddetlerinin açıklanmasına bağlıdır. Önceki kısımlarda Kur'ân,
Tevrat'ı ve diğer ilahî kitapları tasdik edici, teyit edici ve destekleyicidir,
ayrıca daha fazlasıyla tefsir edici ve açıklayıcıdır. İkinci kısımda ise Kur'ân,
onlardaki birtakım hükümleri kaldırarak, her zamana göre uygulanacak hükümleri
ve teşri (kanun koyma) usullerini içeren yeni ve mükemmel bir hoşgörülü şeriat
getirmiştir. Şurasının unutulmaması gerekir ki, tevhid inancı gereğince yaratılış
âleminde olduğu gibi, teşri âleminde de icat ve inşa, ancak Cenab-ı Allah'a
ait bir sıfattır. Kullar nihayet O'nun yaratmasıyla ve O'nun gösterdiği âyetlerin
ve delillerin ışığında kendi bilgi kapasitelerine göre bir tasarrufa izinlidirler.
Yoksa Allah'ın yaratmış olduğu kanunlar, kul iradesiyle kaldırılamaz. Neshin
şeriat ıstılahındaki bu tarifi de yine bu âyetin delaletidir ve bu konunun
tafsilatı "Usûl-i fıkıh" ilmine aittir. Gelelim âyetin mânâsına:
Yahudiler,
Allah nesih yapamaz ve şu halde böyle yeni yeni hükümler getiren bir vahiy
indiremez mi diyorlar? Yalan söylüyorlar ve yanlış biliyorlar. Zira Allah
nesih yapabilir ve yapar, yapmasında da kendisi için hiçbir noksanlık söz
konusu değildir; şânına noksan gelmez. Aksine O'nun yaptığı nesihte hayır
ve hikmet vardır. Çünkü Biz azamet ve kudretimizle herhangi bir âyeti kısmen
veya tamamen ve mesela mânâsındaki bir hükmünü veya lafzının hükmü olan tilavetini
veya her ikisini bizzat kitabımızla neshedersek veya diğer bir kırâete göre;
resulümüze sünnetiyle neshettirirsek, yahut onu unutturur, hafızalardan silersek
veya yine diğer bir kırâete göre; onun hükmünün uygulanmasını tehir edersek,
ondan daha hayırlısını, veya en azından onun mislini ve dengini getiririz.
İşte şer'î nesih bu usul çerçevesinde cereyan eder. Bunların hiç biri abes
değildir, hiç biri yokluğa, ihmale ve hatta noksana yönelik şeyler değildir.
107-
Ey Muhammed! Bilmez misin ki hakikaten Allah herşeye kâdirdir. Hiç bilmez
olur musun, elbette bilirsin. Bilirsin ve bu ilim burhansız, delilsiz de değildir.
Bilmez misin ki, bütün göklerin ve yerin devleti, görünen ve bilinen, hatta
akıl yoluyla tahmin edilen şu kâinatın hakimiyeti, saltanatı hep O'nundur,
Allah'ındır. Böyle
bir Allah neye kadir olamaz, neye güç yetiremez ki? Baksana bu büyük devlete,
bu nihayetsiz mülke ve saltanata! İşte bu âlemde her gün, her gece, her saat
ve her anda neler yapılıyor, neler yıkılıyor? Ne icatlar, ne imhalar oluyor,
ne kudretler açığa çıkarılıyor? Ne hikmetler ortaya konuyor ve uygulanıyor,
ne nesihler, ne insahlar, ne tehirler, ne taciller, (öne alma) ne unutturmalar
icra kılınıyor görmez misin? İlâhî saltanatın geçerli olduğu kâinatta cereyan
eden değişmez ve bozulmaz kanunlar ve ilâhî sünnetler, âdet ve gelenekler
okunup dururken onun yanında zaman zaman, yer yer, semt semt, tek tek, an
be an çeşitli oluşum ve dönüşümleri meydana getiren tâli derecedeki ilâhî
sünnetler ile nâsih ve mensuh denilebilecek hükümler ve olaylar icra edilmekte
olduğunu, yıkılanların yerine peyderpey yenilerinin geldiğini ve hatta terbiye,
tekamül ve ıstıfa (seleksiyon) kurallarıyla daha iyilerinin ortaya konduğunu
müşahede etmez misin? Böyle bir saltanatın sahibi olan Allah her şeye kâdir
olmaz mı? Böyle bir sonsuz kudretin sahibi olan Allah, teşrî âleminde niçin
nesih yapmasın ve niçin neshettiği bir hükmün yerine daha iyisini, daha hayırlısını,
en azından onun dengini koyamasın? Niçin daha önce gönderdiği Tevrat ve İncil'in
bazı hükümlerini nesheden yeni bir kitap, yeni bir din vahiy ve inzal edemesin?
Ve niçin bu kitapta, bu şeriatte nâsih ve mensuh hükümler bulunmasın? Bilakis
o sınırsız devletin gidişatına uygun bir kâmil kitap ve bir mükemmel din ihsan
edilmiş olması için her zamanın, her mekanın, her muhitin durum ve şartlarına
uygulanabilen, sebepler ve maslahatlar çerçevesinde teferruat sayılan meselelerde
cereyan etmek üzere nâsihli ve mensuhlu, takdimli ve tehirli, hem kalıcılık
ve hem de değişkenlik özelliklerini taşıyan ilâhî sünnetlere uygun hükümler
koymak hikmet değil midir? Yaratmayı ve yoketmeyi, neshi ve unutturmayı o
yapmazsa kim yapabilir? Yoksa siz, bu göklerde ve yerde başka bir yöneticinin,
başka bir kural koyucunun hükümran olduğunu mu sanıyorsunuz? Hayır sizin için
bu yaratılış âleminde Allah'dan başka veliniz, O'ndan başka bir koruyucunuz,
O'ndan başka bir yardımcınız yoktur. Üzerinizdeki hakiki velayet, hakiki yardım
yalnızca O'nundur. Mülk O'nun, ahkâm O'nundur. Kâinat O'nun, söz O'nundur.
108-
Ey Muhammed ümmeti! Yoksa siz bu şanı yüce peygamberinizden, daha önce Musa'dan
istenenler gibi şeyler mi talep etmek istiyorsunuz? Hayır, siz ona benzer,
öyle boş, öyle kâfirane ve inatçı taleplerde bulunmazsınız. "Allah'ı
görmeden sana inanmayız." demeye kalkmazsınız. Bakara kıssasında olduğu
gibi, peygamberinizi uzun uzadıya imtihana çekmeye girişmezsiniz. Bunu kâfirler
yapar. Nitekim Kureyş kâfirleri de bu kabil şeyler istemişlerdi. Halbuki iman
yerine küfre rağbet eden, kendi imanını küfürle değiştirmeye çalışan, düz
yolda sapmış, şaşkınlık vadilerine sürüklenmiş olur.
109-Siz
başkalarının, o kitap ehlinin sözlerine kulak asmayın. O Kitap ehlinin birçoğu
cânu gönülden isterler ki, sizleri imana girmenizden sonra, geri çevirip hepinizi
kafir yapsınlar, küfre sürükleyip, irtidat ettirsinler... Bunu yapabilseler
çok memnun olurlar. Onlar sizin dinden dönüşünüzü, imandan önceki devirlere
dönmenizi ve gericiliğinizi arzu ederler. Bunun için her hileye başvururlar.
Bu da iyilik severliklerinden, dindarlıklarından değil, sırf nefislerinden,
nefsaniyetlerinden kaynaklanan hasetten, kıskançlıktan hak ve hakikat kendilerine
iyice belli olduktan, İslâm dininin hak din olduğuna her yönüyle, hatta ellerindeki
kitap uyarınca bile vâkıf olduktan sonra, yine de kıskançlıklarından dolayı
sizi imanınızdan caydırmaya çalışırlar.
Bu
âyetin nüzul sebebi hakkında rivayet olunuyor ki, Yahudi hahamlarından Fenhas
b. Azura ve Zeyd İbni Kays ve daha birkaç kişi, Uhud savaşından sonra Huzeyfe
b. Yemân ile Ammar b. Yasir'e, "Başınıza gelenleri gördünüz ya, eğer
hak din üzerinde olsaydınız, muharebede bozguna uğramaz, mağlup olmazdınız.
Artık bizim dinimize dönünüz, bu sizin için daha iyi, daha hayırlıdır. Bizim
yolumuz sizinkinden daha doğrudur." demişler. Bunun üzerine Ammar onlara:
"Sizce andını bozmak nasıldır?" diye sormuş, onlar da: "korkunç
şey" demişler. O da: "Öyleyse dinleyin, ben hayatta olduğum müddetçe
Muhammed'e küfretmemeye andetmiş, söz vermişimdir." diye cevap vermiş.
Yahudiler "Ha bu adam sapıtmış." demişler. Huzeyfe de "Bana
gelince, Rabbim Allah, peygamberim Muhammed, dinim İslâm, imanım Kur'ân, Kâ'be
kıblem, müminler de kardeşim. Ben
de bundan memnunum." demiş. Daha sonra bunu gelip Resulullah'a anlatmışlar.
O da "İsabet etmiş ve felah bulmuşsunuz." buyurmuş. Daha sonra da
bu âyet inmiştir.
Evet
onlar bütün hakikat gün gibi açığa çıktıktan, iyice malum olduktan sonra bile
yine de hasetlerinden böyle arzu ederler. Bundan dolayı siz onları affedin,
dediklerine bakmayın, heyecana kapılıp da didişmeye ve dövüşmeye kalkmayın,
onlara aldırmayın, tâ ki, Allah'ın emri gelsin, bulacaklarını bulsunlar. Elbette
bir gün gelecek belalarını bulacaklar. Zamanı gelir, Allah savaşmanızı emreder,
o zaman siz vazifenizi yaparsınız. Zamanı gelir daha başka felaketlerini gözlerinizle
görürsünüz. Nihayet ahirette büyük bir azap içinde kıvrandıklarını müşahede
edersiniz. Çünkü
Allah, her şeye kâdirdir. Bunda şüphe yok. Siz şimdiki halde hoşgörülü ve
bağışlayıcı olun, sabır ve sükunet üzere hareket edin.
110-
ve güzel güzel namazınızı kılmaya, zekatınızı vermeye devam edin. Özellikle
dinin bu iki temeli sizi her türlü yükselmeye hazırlar. Gerek kıldığınız namaz
ve verdiğiniz zekat, gerek kendiniz için yaptığınız daha başka hayır ve iyilikler
cinsinden olan şeyler, yani iyilik adına ne takdim ederseniz, karşılığını
peşin olarak hemen istemeyip de ilerisi için hayır defterinize kaydolmak üzere
hayır cinsinden ne yaparsanız onu Allah katında bulursunuz, hesap görüldüğü
gün onun ecir ve sevabını eksiksiz olarak alırsınız. Bizim dilimizde de meşhur
bir söz vardır: "Yap iyiliği, at denize, balık bilmezse, hâlik bilir."
derler. Zira Allah Teâlâ, hayır ve şer, her ne yaparsanız muhakkak ki, onu
görür, bilir, hepsinden haberdar olur. Sen filan vakit, filan işi yaptın.
Artık onu yapmamış olamazsın, olan olmuştur. İster bir an için olsun, bir
kerre vaki olan ise artık hiçbir zaman vaki olmamış sayılamaz. Vukua geldiği
an itibariyle ona her zaman vaki olmuştur denilir. O gizli imiş, onu evvela
senin kendi kalbin bilir. Unuttum
dersin, fakat o yine ruhunun derinliklerinde gizlidir ve mevcuttur. Düşünürsen
kendin bulursun, sana hatırlatılırsa farkına varırsın. Demek ki, her şeyden
önce senin ruhun, senin nefs-i nâtıkan, senin hakkında Cenab-ı Hakk'ın bir
defteridir. Sen bu defterin hangi meleklerin eliyle yazıldığını göremezsen
de her halde yazıldığını bilirsin. Bundan başka, buna benzer ne kadar defter
vardır ki, senin yaptıkların onlara kaydedilir. Bütün bunlar aynen "Levh-i
Mahfuz" denilen ilahî defterde kayıtlıdır. Ve hepsi bizzat Allah'ın emrinde,
O'nun eli altındadır. Parmağına ufak bir diken batsa, senin ruhun ondan derhal
haberdar olur, değil mi? Allah da senin ruhuna, bedenine, kalbine ilişen her
şeye ayniyle vâkıftır. Neyin varsa hepsi oradadır. Artık sen bilirsin, seç
seç al ve beğendiğini yap. Şurası kesin ki, orada yaptığın hayrı hayır olarak,
yaptığın şerri de şer olarak bulacaksın. Hayır ile şer terazisinin de esasen
Hakk'ın elinde olduğunu unutmamalısın.
111-Sizin
irtidadınızla (gerisin geri küfre dönmenizle) memnun ve mutlu olmak isteyen,
türlü türlü şüpheler ortaya atarak sizi imandan geri çevirmeye çalışan o kitap
ehli Cennete yahudi ve hıristiyan olanlardan başka hiç kimse girmeyecek, dediler.
Yani yahudiler, yahudilerden başkası, hıristiyanlar da hıristiyandan başkası
cennete giremeyecek, dediler. Demek ki, asr-ı saadetteki yahudiler, cennet
ve cehennemden de söz ederlermiş, bu iddialar onların kendi kuruntularıdır,
kuru bir idealden ibaret boş bir hayaldir, bu onların kendi hülyalarıdır.
kelimesinde "ya" harfi şeddesiz olarak gibi de okunur. (Bu Ebu Cafer
kırâetidir). Bu okunuşa göre, kelimenin anlamı, gönüllerinden öyle geçirirler,
boşu boşuna öyle kurarlar, öyle temenni ederler, demek olur. Lakin yalnızca
"ümniye" ile, yalnızca boş mefkûre ve hayallerle iş bitmez. Delilsiz,
ispatsız, belgesiz ve delilsiz kuru laf ile, gönülleri öyle istiyor, öyle
arzu ediyor diye, sırf taklit ile dava kabul edilmez, Allah katında imanın
feyzine erilmez. Birbirleriyle çelişkili olan bu iki davadan hangisinin doğru
olduğunu anlamak için delil ister. Bundan dolayı Ey doğru sözlü peygamber,
sen onlara de ki, hanginiz bu davanızda sadıksanız, delilinizi getirin bakalım.
Haydi
getiriniz de görelim. Zira insanları doğru bir noktada toplayacak olan şey
delildir, yani kesin belgedir. Halbuki bunların bu kuru ümniyelerine burhan
getirmelerine, belge göstermelerine imkan yoktur.
112-
Hayır, mesele ne öyledir, ne de böyle. Cennet ne yahudilere mahsus, ne de
hıristiyanlara. Hakikat şu ki, her kim Allah için yüzünü lekeden sâlim tutar,
nefsini şirkten ve şirk emarelerinden temizleyerek, ihlas ve samimiyetle Allah'a
yönelir, bir tek Allah tanır ve bu halinde de özü muhsin olursa, yani Allah'ı
görüyormuş gibi kendini Allah huzurunda bilirse, yaptığı her ibadeti temiz
kalb ile ve her yönüyle güzel yaparsa işte onun Rabbi katında mükafatı vardır.
ve bunlara hiçbir korku yoktur. Ve
bunlar mahzun da olmayacaklar. İşte bunlara müslüman ve bu dine İslâm denilir.
Cennet bunlarındır. Allah katındaki din de bu İslâm'dan ibarettir. Daha yukarıda,
haklarında "Kim benim hidayetime tabi olursa onlara korku yoktur ve onlar
mahzun da olmazlar." (Bakara, 2/38). Yine bunun gibi, "Kim Allah'a
ve ahiret gününe inanır ve salih amel işlerse işte onların ecirleri Rablerinin
yanındadır. Onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir." (Bakara,
2/62) buyurulan kimseler işte hep böyle olanlardır. Muhammed (s.a.v.)'in tebliğ
ettiği dinin esası da budur. Bu bir hakikattir, boş bir kuruntudan ibaret
değildir. Bunu Allah bildiriyor ve O vaad ediyor. Buna bütün vahiyler ve bütün
akıllar şahitlik eder. Bu
her şeyden önce bizatihi delildir. Ayrıca hiçbir şahsın, hiçbir zümrenin kuruntusu
sayılabilecek bir kuruntu da değildir. Zira bu iman, bu ihlas, bu ihsan ile
İslâm, gönüllerin bir isteği değil, o heva ve hevesleri silip temizlemekle
yapılacak bir haslettir. Bunun içindir ki, İslâm Allah'a karşı yüz aklığı,
alın temizliğidir. Bilindiği gibi yüz aklığı ve alın temizliği deyimi, sahibinin
içinin ve dışının, niyet ve düşünceleriyle hareket ve davranışının temizliğinden
bir kinayedir. Bu âyette de yüz (vech), zikr-i cüz iradei küll tarikıyle nefs
ve zattan, yani kişiliğin bütününden mecazdır. "Nefsehû" denilmeyip,
"vechehû" denilmesinin sebebi de İslâmiyetin sadece insanın içiyle
ilgili bir şey olmadığına işaret ve tenbihtir. Zira secde uzvu olan yüzün,
öteki bütün uzuvların en şereflisi ve bütün vücudun temsilcisi olan bir uzuv
olduğu kesindir. Sadece yüzün görülmesi bir insanın bütünüyle teşhis edilmesine
yeter. Onun tasviri, bütün bir bedenin tasviri hükmündedir.
İslâm:
"Silm" ve "selamet" kökünden geldiği ve "if'âl"
babından olduğu için, o babın muhtelif binalarına göre, teslimiyet, yani râm
ve inkiyad, sâlim bulundurmak, selîm ve lekesiz tutmak, selamete girmek, selamete
çıkarmak, karşılıklı güven ve barış sağlamak, ihlas ve samimiyet gibi çeşitli
mânâlar ifade eder. Ve esasta iman ile birleşir. İslâm dini denilince bütün
bu saydığımız mânâlar anlaşılır ve hepsi de muteberdir. Kendini Allah'a teslim
etmek, iman ve ihlas ile O'na inkiyad etmek mânâsı ise bütün öteki anlamları
da içine alır.
İhsan:
Güzellemek, güzel yapmak, yani aslında ve Allah katında güzel olan bir işi
layıkı veçhiyle, gereği gibi yapıp, o işin, o amelin, özündeki güzelliği,
dış yüzündeki güzellik ile süsleyip ortaya koymak demektir. Zira birçok güzel
şeyler vardır ki, yapılırken çirkinleştirilir. Peygamber Efendimiz meşhur
iman hadisinde(meşhur adıyla Cibril hadisinde) ihsanı şöyle tefsir buyurup
açıklamıştır: "İhsan, Allah'a O'nu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir,
çünkü sen onu göremezsen, O seni görüyor." Şu
halde ihsan, İslâm'ın kemalindendir. Bunun için ilke olarak İslâm şöyle özetlenebilir:
Her şeyden önce temizlik, ikinci olarak da güzelliktir. İslâm'ın "Lâ
ilâhe illallah" kelime-i tevhidinden, eûzu besmelesinden, abdest ve namazından
tutunuz da bütün emirlerinde ve yasaklarında hep bunun tatbikatını bulursunuz.
Bu âyette de "Allah'a yüzü temiz, özü güzel olarak yönelmek" buyurulmuş
ve bu iki ilke en güzel şekilde ve özet olarak ortaya konulmuştur.
113-İşte
cennete girmenin doğru yolu, bu İslâm ve bu ihsan, bu temizlik ve bu güzelliktir.
Böyle olduğu halde bundan sapmış olan yahudi ve hıristiyanlar, cennete başkalarını
sokmak istemezler. Bu iddialarının doğruluğunu kanıtlayacak delilleri ve belgeleri
olmadığı gibi, tam aksine bunun yalan olduğuna dair belge vardır. Bunların
her biri öbürü aleyhine şahitlik de ederler. Baksanıza hem öyle iddia ederler,
hem de bir taraftan yahudiler, "Hıristiyanların dayandığı hiçbir şey
yoktur." dediler. Öbür yandan hıristiyanlar da "Yahudilerin dayandığı
hiçbir şey yoktur." dediler ve bu şekilde birbirlerinin güttüğü davayı
ve dinlerini kökünden çürüttüler, birbirlerini sapıklık ve küfürle itham ettiler.
Rivayet
olunuyor ki, Necran ahalisi hıristiyanlarından bir heyet, temsilci olarak
Peygamber Efendimiz'in huzuruna geldikleri zaman, Medine'deki yahudi bilginleri
de huzura gelmişlerdi. Orada iki taraf birbirleriyle mübaheseye (tartışmaya)
giriştiler, derken münakaşaya başladılar. Yahudilerden Rafi' b. Hureymile,
onlara karşı "Siz hiçbir şey üzerinde değilsiniz!" dedi, Hz. İsa'ya
ve İncil'e küfretti. Buna karşılık Necranlılar'dan biri de yahudilere "asıl
siz bir şey üzerinde değilsiniz!" dedi, Hz. Musa'nın nübüvvetini inkâr
edip, Tevrat'a küfretti. İşte bu olay üzerine bu âyet nazil oldu. Âyet, bu
tartışma ve münakaşanın ferdî bir mesele olmayıp, genellikle yahudilerle hıristiyanlar
arasında cereyan eden yaygın bir mesele olduğunu ortaya koydu. Onlardan her
biri diğerinin dinini temelden inkâr eder ve geçersiz sayar. Yahudilerin Hz.
İsa'ya ve İncil'e asla iyi gözle bakmadıkları bilinmektedir. Fakat hıristiyanların
Hz. Musa'yı ve Tevrat'ı inkâr etmeleri genel ve yaygın bir görüş olmasa gerektir.
Âyet tartışmanın sadece birinci şıkkını beyan buyurmuş, diğerlerinin anılmaya
ve üzerinde durulmaya değer yaygın bir mesele olmadığını anlatmak istemiştir.
Böyle olmakla beraber yahudilerin hiçbir şeye dayanmadıkları, davalarının
asılsız olduğu hıristiyanlarca ittifakla söylenir. Çünkü bunlar, birbirlerinin
iddialarını ve dinlerini hiçbir şey değildir diye büsbütün inkâr etmektedirler.
Halbuki bunlar sözde kitap okuyorlar. Bilhassa
Tevrat'ı ikisi de okurlar. Kitap okuyanlara ve özellikle aynı kitabı okuyanlara
bu hal yakışmaz. Bazı anlayışlarda ihtilafa düşmek başka şey, böyle temel
görüşlerde, ana ilkede ihtilafa düşmek ise başka bir şeydir. Kitap ise böyle
bir çelişkiye engeldir. Aslında o, böyle ihtilafları kaldırmak içindir. İşte
okudukları o kitap, ikisinin de sözlerinin, hakikate aykırı olduğuna şahittir.
Özellikle Tevrat hem Hz. İsa'nın, hem Hz. Muhammed'in belli vasıfları hakkında
birtakım müjdeleri de içinde bulundurmaktadır. Böyle iken yahudilerin, hıristiyanlığa
bu kadar hücum etmeleri kitaplarındaki hükümlere de ters düşen bir ifrattır.
Hıristiyanların ise Tevrat okuyup dururken, yahudiliğe karşı bu kadar hücumda
bulunmaları, daha da ileri bir ifrat, aynı zamanda kendi dinlerinin temel
ilkeleriyle çelişkili olan bir durumdur. Fakat bütün bunlardan sonuç olarak
şu kesin gerçek ortaya çıkar ki; gerek yahudiler, gerek hıristiyanlar, her
ikisi de yalan söylüyorlar; ihsandan, ihlas ve samimiyetten çok uzak bulunuyorlar.
İşte "cennet yalnızca bize mahsus" demeleri de bu yalanlardan biridir.
Böyle yalan iddialara kapılanlara cennet ne kadar uzaktır. Bu âyet ile Cenab-ı
Allah, İslâm ehlini irşad ile dikkatli olmaya, yani aklını başına almaya davet
ediyor, ihlas ve samimiyete çağırıyor: Ey müminler, sizler sakın bunlar gibi
olmayınız, hepiniz aynı kitabı okuyup dururken, İslâm ile ihsanı bir yana
bırakarak, böyle fena bir anlaşmazlığa düşmeyiniz, böyle boş hayallere kapılıp
birbirinize girmeyiniz, meâlinde uyarıyor.
Görüyorsunuz
ya, yahudiler ile hıristiyanlar aynı kitabı okuyup dururken, birbirlerine
"Onlar hiçbir şey değil, dinlerinin aslı astarı yoktur!" dediler.
İşte aynen onlar gibi, bilgisi olmayan cahiller de öyle dediler. Arap müşrikleri,
putperestler, cahil dinsizler de tıpkı bunların söyledikleri gibi söylediler.
Bu bilgisizler de yahudilik'e, hıristiyanlık'a ve diğer semavî dinlere karşı,
"Hiç bir şeye istinat etmez, hiç birinin aslı yoktur" dediler. O
halde yahudi ve hıristiyanların, bu aynı kitabı okuyanların, o bilgisiz inkârcılardan
ne farkı kaldı? Aradaki fark şudur; o ilkel cahiller bilmedikleri ve akıl
erdiremedikleri için böyle söylüyorlar, yahudi ve hıristiyanlar ise bilerek
ve sırf nefsaniyetlerinden, heva ve heveslerine uyduklarından öyle söylüyorlar.
İşte müslümanlar böyle olmamalı, öbür dinleri kökünden inkâr etmemeli, söylediklerini
nakle dayandırmalı ve akıl süzgecinden geçirerek söylemeli ve daima delile
dayandırmalı, belgelerle isbat etmelidirler. Hep Allah huzurunda söz söylüyormuş
gibi ihsan ile söylemeli, söyleyince gerçeği dile getirmeli ve hak söylemelidirler.
"Rabbinin yoluna, hikmetle, güzel öğütlerle çağır ve onlarla en güzel
şekilde mücadele et!" (Nahl, 16/125), "Kitap ehli olanlarla en güzel
yoldan başka bir yolla mücadele etme!" (Ankebût, 29/46) âyetleri başta
Hz. Peygamber olmak üzere bütün müslümanları açıkça uyarmaktadır. Yoksa yahudi
ve hıristiyanların ve diğer cahillerin tuttukları yol ve usullerle bu dünyada
hiçbir anlaşmazlık çözülmez. İnsanlık aynı Allah'ın yaratıkları olmanın zevkini
tadamaz, yeryüzündeki ilâhî nimetlerin ve güzelliklerin tadını alamaz. Fakat
bu anlaşmazlıklar ebediyyete kadar sürüp gidemez. Cenab-ı Allah, bunların
dünyada böyle ihtilafa düştükleri şeyler hakkında kıyamet günü kesin hükmünü
verecektir. O gün, bütün bu anlaşmazlıkları hükme bağlayacaktır. Bu dünyada
cerbeze ile, safsata ile, yalan ve şarlatanlıkla, sihir ve oyunla, baskı ve
zorbalıkla ve daha akla hayale gelmez yollarla alınan ve verilen ve artık
kesinlik kazanmış, hiç bozulmaz sanılan haksız hükümleri, Birleşmiş Milletler'den
de çıkmış olsa, akibet hepsini feshedecektir.
Fakat
o büyük mahkemeden çıkan kararlar, orada verilen hükümler, hiçbir zaman değişmez.
Onlar ebediyyen kesinlik kazanmıştır. O gün işte böyle bir mahkemede aleyhlerine
hüküm verilecek haksızların, zâlimlerin vay hallerine!.. Bunun üzerine ilâhî
hükme işaretle buyuruluyor ki:
Meâl-i
Şerifi
114-
Allah'ın mescitlerini, içlerinde Allah'ın isminin anılmasından meneden ve
onların harap olmalarına çalışan kimselerden daha zâlim kim olabilir! İşte
bunlar, oralara korka korka girmekten başka birşey yapmazlar. Bunlara dünyada
perişanlık, ahirette de büyük bir azap vardır.
115-
Bununla beraber, doğu da Allah'ın, batı da Allah'ındır. Artık nereye dönerseniz
dönün, orası Allah'a çıkar. Şüphe yok ki, Allah(ın rahmeti) geniştir, O, her
şeyi bilendir.
114-
Allah'ın mescitlerini, içlerinde Allah'ın isminin zikredilmesinden meneden
ve o mescitlerin maddeten ve manen harap olmasına, yıkılmasına, terkedilmiş
kalmasına veya mescitlikten çıkarılmasına çalışandan daha zalim kim vardır!
Böyle
zalimlerin cennet ile ne ilişkileri vardır? Her şeyin hakkı, onun layık olduğu
yere konmasıdır. Zulüm de bir şeyi, kendi yerinden başka yere koymaktır. Demek
ki, bir şey layık olduğu yerinden, ne kadar uzaklaştırılırsa, o kadar haksızlık,
o kadar zulüm yapılmış olur ve o şey, ne kadar yüce ve ne kadar kutsal ise
zulüm de o ölçüde aşırı gitmiş olur. Nitekim Allah'a şirk koşmak en büyük
zulümdür. Allah'ın mescitlerini, içlerinde Allah denilmekten menetmek ve harap
olmalarına çalışmak da hem Allahın, hem mescitlerin, hem de insanların hakkına
son derece tecavüz demektir. Bunu yapabilen zalimler, hiçbir zulümden çekinmez,
her türlü haksızlığı yapar, hepsine kapı açarlar. Şu halde mescitlere saldırmak
ve onların maddeten veya manen harap olmalarına çalışmak, zulümlerin en büyüğüdür
ve bunu yapanlar en zalim kimselerdendir. Zulmün bu derecesi ve benzerleri
tasavvur olunsa bile, daha fazlası tasavvur olunamaz. Nitekim "Yalan
yere Allah'a iftira edenden daha zalim kim olabilir?" (En'âm, 6-21, 93,
144) âyetlerinde olduğu gibi, diğer bazı âyetlerde de benzeri zulümler açıklanmıştır.
Bu inkârî istifhamların hepsi, bu zulümlerin üstünde başka bir zulüm bulunmadığını
beyan içindir. "Allah'ın mescitleri" şeklindeki isim tamlamasından
çıkan hüküm, hiçbir istisnası olmayarak bu ifadenin bütün mescitler hakkında
geçerli olduğunu gösterir ve âyetin hükmü genelde bütün mescitler için de
geçerlidir.
Tefsircilerin
çoğunluğunun beyanına göre, âyetin asıl iniş sebebi, Beyt-i Makdis'in tahribi
meselesi olup, âyet Rum ve hıristiyanlar hakkındadır. Bir kısım tefsirciler,
bunun müşrikler hakkında olduğunu da açıklamışlardır. En doğrusu her ikisi,
yani hıristiyanların müşriklerle olan ortak özellikleri hakkındadır. Buhtü-nassar
(veya Buhtünnasr) denilen hükümdar, müşrik Romalılar ve hıristiyan Bizanslılar
yıkım işinde birleşmişlerdir. Arap müşrikleri de Kâbe hakkında bunlara benzemişlerdir.
Bununla beraber, paylamanın asıl hedefi Bizans hıristiyanlarıdır. Abdullah
b. Abbas hazretlerinden rivayet olunduğu üzere: "Roma kayserlerinden
Titos, Kudüs'e hücum etmiş, halkı kılıçtan geçirmiş, çocuklarını esir almış,
Tevrat'ı yakmış ve Beyt-i Makdis'i tahrip etmiş ve mabedin içinde domuzlar
kesmişler, leşler bırakmışlar..." Bundan dolayıdır ki, tefsircilerin
çoğu, sadece hıristiyanları söz konusu etmişlerdir. Tarihlerin bildirdiğine
göre; Kudüs ilk defa Buhtü-nassar tarafından pek feci bir şekilde işgal edilmiş,
yakılıp yıkılmıştır. Hz. Davut'tan beri devam edip gelen İsrail devletine
son verilmiştir. Kudüs daha sonra Pers hükümdarlarından Erdişiri Behmen tarafından
yeniden imar edilmişti ki, İsrailliler buna "kirş" veya "kürş"
adını vermişlerdir. İsrailoğulları yine toplanmış ve İran'a bağımlı mahallî
bir hükümet kurmuşlardı. Ancak daha sonra Yunanlılar'ın, onun arkasından da
Romalılar'ın idaresi altına girmişlerdi. Zekeriya ve Yahya Aleyhisselâm'ı
işte o zamanlar şehit etmişlerdi. Hz. İsa'nın göğe yükselmesinden kırk sene
kadar sonra da Kudüs'ün ve Beyt-i Makdis'in, Romalılar eliyle ikinci defa
tahribi meydana geldi. Bu olay da Roma imparatorlarından Neron'un yerine geçen
Ospanyanus zamanında başlamış ve rivayet olunduğuna göre, onun oğlu Titos
tarafından bitirilmiştir. Bu yıkım, bir daha geri dönmemek şartıyla Yahudi
devletinin sonu olmuştur. Çünkü Espasyanos, yahudileri hep baskı altında tutmuş,
onları Kudüs içinde kendi hallerinde sus-pus yaşamaya mecbur etmişti. Titos
ise buraya şiddetle hücum ederek gizlenip kaçabilenlerden başka bütün halkı,
yahudi olsun, hıristiyan olsun hepsini kılıçtan geçirmiş, çocuklarını da esir
etmiş, şehri yağmalatmış, yakıp yıkmıştır. Beyt-i Makdis denilen büyük mabedi
de oradaki heykeli de tahrip etmiş, bütün kitapları yakmış ve artık orada
İsrailoğulları'ndan kimseyi, yaşatmamış. Bundan
dolayı ellerinde herhangi bir belge de kalmamış. Buna da sebep, orada yahudilerin
sık sık isyan edip, huzursuzluk çıkardıkları Roma tarihlerinde anlatılmıştır.
yukarıda geçtiği üzere "Ve Allah'ın gazabına uğradılar. Onların başına
gelen bu musibetler, Allah'ın âyetlerini inkâr etmeleri, haksız yere peygamberleri
öldürmeleri, bir de isyan edip aşırı gitmeleri yüzündendi." (Bakara,
2/61) âyeti bunu açıklamaktadır. İsrailoğulları, böylece belalarını bulmuşlardı.
Fakat Romalılar da zulüm idaresini sürdürmüşlerdi. Daha sonra Kudüs üçüncü
defa olarak yavaş yavaş imar edilmeye ve şehir yeniden gelişmeye başlıyordu,
yahudi ve hıristiyan halk oraya yeniden yerleşmeye çalışıyordu. İbnü Esir'in
"Tarih-i Kâmil"de beyanına göre; İmparator İlya Anderyanos (veya
Murat Bey Tarihi'nin kaydına göre Aderyanos) hissettiği bir direniş üzerine
yahudi ve hıristiyan halkın birçoğunu pek barbarca bir katliama tabi tutmuş
ve Beyt-i Makdis'i son defa olmak üzere tahrip etmiştir. Bununla beraber yedi-sekiz
sene kadar sonra şehri yeniden imar etmiş, Roma ve Yunan asıllı bir kısım
ahaliyi buraya yerleştirmiştir. Zühre (Venüs) namına bir de büyük heykel bina
etmiş ki, bazıları yanlış olarak bu heykeli ta Davut Aleyhisselâm'a isnad
ederlermiş. O zamana kadar şehrin adı Oruşelim (veya Yaruşelim) iken bu imardan
sonra şehre "İlya" adı verilmiş ki, "Beytürrab" demek
imiş. Nihayet Roma'da Hıristiyanlık'ı kabul ve ilan eden, aynı zamanda İstanbul'un
kurucusu olan Kostantin'in anası Hilana (Eleni), hıristiyanlarca, Hz. İsa'nın
üzerinde asıldığı ve bir yere gömülüp saklandığı iddia edilen salibi (haçı)
bulup çıkarmak için Kudüs'e gitmiş ve söz konusu salibi bulup çıkartmış ve
çıkarttığı o gün de hıristiyanlarca "Salip Bayramı" adıyle bir bayram
kabul edilmiş ve Kudüs'e varır varmaz, Hz. İsa'nın, güya gömülü olduğu iddia
olunan kabir üzerine "Kamame", diğer adıyle "Kıyame" kilisesini
bina ettirmiş ve bir tarafta nisbeten tamir edilmiş bulunan Beytü'l-Makdis'i
ve önündeki heykeli yerlere kadar yıktırıp üzerine de şehrin çöp ve süprüntülerinin
dökülmesini emretmiş. İşte o tarihten Hz. Ömer zamanına kadar hıristiyanlar
orayı mezbele (çöplük) yapmışlar ve öyle kullanmışlar. Orada Allah'a dua ve
ibadet etmek isteyenleri de engellemişler. İşte Hz. Ömer orayı mezbele halinde
bulmuştu ve onun zamanında Mescid-i Aksa müslümanlar tarafından yeniden bina
edilmişti.
Görülüyor
ki, bütün bu tarih olaylarında Bâbil, İran ve Roma müşriklerinin "Beytü'l-Makdis"
hakkında izledikleri tutum ve yıkıma sonradan Bizans Hıristiyanları da katılmış,
aynı şekilde hatta onlardan daha katı bir tutumla zulüm ve tahribi sürdürmüşler,
bu yüzden de daha ağır sorumluluklar yüklenmişlerdir. "Beytü'l-Makdis"
gibi Allah'ın eski bir mescidi hakkında böyle bir zulüm ise din ve Hıristiyanlık
davasıyla taban tabana zıttır. İşte bütün bu tarihî zulümleri kısaca anlatan
bu âyet-i kerime, bilhassa hıristiyanların, putperestlere katıldıkları bu
zulüm geleneğine işaret etmek için inmiştir. Yahudiler de bu işlere sebebiyet
vermek ve Beytü'l-Makdis'in hakkını ödememek suretiyle bir anlamda onu tahribe
çalışanlar zümresine dahil bulunmuştur. Şu halde âyetin siyakı hem yahudi,
hem hıristiyan ve hem de müşriklere temas ederek, mescitlerin hürmet hakkını
genelleştirmiştir. Hangi dinden olursa olsun, hatta isterse dinsiz ve putperest
olsun, Allah'ın adı anılan mescitlere, mabetlere herkesin saygılı olması gerektiği
vurgulanmıştır. Bu suretle Mekke müşriklerinin Resulullah'a ve müslümanlara
Kâbe'de ibadet etmeyi yasaklamaları, baştan sona mescitler hakkında yapılmış
ve yapılacak engelleme ve yıkımlar cümlesine dahil olan bir zulüm şeklidir.
Gerçekten de başta hıristiyanlar olmak üzere, bu engellemeleri yapan ve tahribe
çalışanlardan daha zalim kim vardır? İşte o zalimler yok mu? onların bu mescitlere
korka korka girmekten başka bir giriş hakları yoktur. Onlar yıkmaya çalıştıkları
o mescitlere yanaşamamalı, el sürememeli, şayet girerlerse can korkusuyla
titreye titreye girebilmelidirler. Onların hakkı budur. Allah Teâlâ bunu er
geç tatbik edecektir. Hürmet etmedikleri o mescitler, onların elinden çıkar,
başkalarının eline geçer. O zaman da oralara girmek isteseler de giremez olurlar
veya çekine çekine girerler. Nitekim Kur'ân'ın bu mucizevî haberi zuhur etmiş,
Kudüs Bizanslılar'ın elinden çıkmış, müslümanların eline geçmiş, Beytü'l-Makdis
yeniden imar edilip mescit haline getirilmiş, o zalimler de oraya korka korka
girebilir olmuşlardır ki, bu âyette bugünkü müslümanlar için de pek büyük
ders ve ibret vardır. Bunları yapan o zalimlere dünyada büyük bir felaket,
bir perişanlık, bir mahrumiyet vardır. Bir gün gelecek o engellemeleri, o
zulümleri yaptıranlar devletlerini, güç ve kuvvetlerini yitirecek, güçsüz
kalıp perişan olacaklardır. Çok dikkate şayandır ki, Süddî tefsirinde bu sefalet
ve perişanlıktan maksat, Kostantiniyye şehrinin ellerinden çıkması, yani İstanbul'un
fethi olayı olduğu zikredilmiştir. İbni Cerir, Keşşâf ve daha başka mütekaddim
ve muteber tefsirlerde de bu kavil naklolunmuştur. Bu tefsirler İstanbul'un
fethinden asırlarca önce yazılmış olduğuna ve hele ilk müfessirlerden sayılan
Süddî'nin fetihten beş-altı asır önce yaşamış bulunduğuna göre, bu şekildeki
tefsirin kaynağı Hz. Peygamber'den rivayetle alınmış bir mucize olduğunda
şüpheye düşmemek gerekir.
Lakin
o zalimler, bununla da kalmayacaklar, onlara dünyadaki bu "hizy"
ve felaketten başka ahirette de pek büyük bir azap vardır. Dünyadaki ve ahiretteki
böylesi azaplar işte o zalimlerin hakkıdır. Allah kıyamet günü bunu uygulayacaktır.
Durumları böyle iken, bir de kalkmış cenneti tekelleri altına almak iddiasına
kapılmışlardır.
115-O
mescitlerden menedilen ve Allah'a cidden ibadet etmek isteyenler asla ye'se
kapılmamalı ve ümitsizliğe düşmemelidirler. O mescitlerde ibadet etmekten
engellendik diye Allah'dan ve Allah'a ibadetten vazgeçmemelidirler. Çünkü
sadece o mescitler değil, doğusu ve batısı ile bütün yeryüzü, bütün yönleri
ve istikametleriyle bütün yer küresi Allah'ındır. Şu halde her nereye dönerseniz
dönünüz orada Allah'a çıkan bir yön, bir cihet vardır. Allah'ın bir mekanı
yoktur. O, aslında yönden de, cihetten de münezzehtir, fakat bütün yönler,
bütün cihetler O'nundur. Namaz kılmak için, mutlaka bir mescitte bulunmak
zaruri değildir. Açık olan şu ki, yeryüzünün her tarafında, hatta zaruret
halinde her yana, her cihete namaz kılınabilir ve Allah'ın rızasına erilebilir,
Allah hem vâsî'dir, hem de alîmdir. Vâsî'dir, rahmet ve kudreti geniş ve her
şeyi kuşatmıştır, kullarına da geniş görüşlü, hoşgörülü ve müsaade edicidir.
Sınırlanamaz ve sıkıştırmayı sevmez. Burada "İş sıkışınca genişler"
fıkıh kaidesine bir işaret de vardır. Allah âlîmdir, her şeyi bilir, tamamiyle
ve hakkiyle bilir. Kendisine yapılan ibadet ve duadan haberdar olur. Nerede
yapılırsa yapılsın, ona âgâh olur. Peygamberlere bir kıble emretmesi darlıktan
veya bilgisizlikten değil, kullarını korumak ve onları birlik ve beraberlik
demek olan tevhid sırrıyla terbiye etmek içindir. Allah vâsî' ve alîm olduğu
için daha önce emrettiği bir kıbleyi değiştirerek, ona benzer ve hatta ondan
daha hayırlı bir başka kıbleye tahvil edebilir. Görülüyor ki, bu âyette ibadet
için, özellikle namaz kılmak için büyük bir genişlik öngörülmüş ve kıblenin
değişmesi işine de güzel bir mukaddime (başlangıç) yapılmış, âdeta kıblenin
değişmesi gerektiğine işaret edilmiştir. Önceki ümmetler kendi mescit ve mabetlerinden
başka bir yerde namaz kılamazlarken, müslüman ümmetine yeryüzünün her yanı
mescit ve namazgâh yapılmıştır. Yahudilere de yasaklandıkları Beytü'l-Makdis'den
daha eski olan Kâ'be'ye yönelmeleri için hissiyatlarını okşayacak şekilde
güzel bir öğüt verilmiştir.
Ey
müminler! Allah Teâlâ, böyle geniş ve böyle bilgili iken, cenneti kendi tekellerine
almaya kalkan o yahudi ve hıristiyanların müşriklere ne kadar benzediklerini
gördünüz. Bunların müşriklere katıldıkları noktalar bu kadar da değildir.
Dahası
var, dinleyin:
Meâl-i
Şerifi
116-
O zalimler, "Allah kendisine çocuk edindi." dediler. Hâşâ, O sübhândır.
Doğrusu, göklerde ve yerde ne varsa O'nundur. Hepsi O'na boyun eğmiştir.
117-
O, göklerin ve yerin yoktan var edicisidir ve O, bir işin olmasını murad edince,
ona yalnızca "ol!" der, o da hemen oluverir.
118-
Bilgiden nasibi olmayanlar da "Allah bizimle konuşsa ya, yahut bize de
bir mucize gelse ya!" dediler. Bunlardan öncekiler de tıpkı böyle, bunların
dedikleri gibi demişlerdi. Onların
kalbleri birbirlerine benzedi. Gerçekten de yakîne ermek (hakikati bilmek)
isteyen bir kavim için biz mucizeleri çok açık seçik gösterdik.
116-
Ayrıca bunlar Allah'a oğul isnad ettiler, "Allah bir oğul edindi."
dediler. Yahudiler "Üzeyir Allah'ın oğlu" demişlerdi, hıristiyanlar
"Mesih
Allah'ın oğlu" dediler. Arap müşrikleri de "melekler Allah'ın kızlarıdır"
dediler. Hâşâ, Allah süphandır. O, böyle benzetme, böyle bir ihtiyaç ve böyle
bir fânilik şaibelerinden uzaktır. O, yücelerden de yücedir. Hayır, O'nun
evladı yoktur. Aksine göklerde ve yerde ne varsa, yukarılarda ve aşağıda neler
bulunuyorsa hepsi O'nundur. O'nun mülkü, O'nun mahlûkudur. Her şey ve hepsi
O'nun emrine boyun eğmiştir, O'nun iradesine ram olmuştur. O'na inkiyad etmiş,
emrine âmâde olmuştur. Halbuki mâlik ile memlûk arasında evlatlık olmaz, baba
ile evlat arasında ise böyle bir mutlak inkıyat bulunmaz. Az çok bir cinsiyet
benzerliği bulunur. O'nun gökleri ve O'nun yeryüzü, ne kadar bedî', ne kadar
eşsiz ve benzersizdir. Bunların seyrine doyulmaz, sırlarına erilmez.
117-Allah
bu güzel, bu örneksiz ve benzersiz gökler ile yerin yaratıcısıdır. Ve
O, bir işi yapmayı isteyince, sadece ona "ol!" der, o da hemen oluverir.
Başka hiçbir şeye muhtaç olmaz. İşte mülkü olan bütün bu gökleri ve yeri ve
bunlardaki her şeyi, bir düzen üzere hep böyle yalnız bir irade ile ve sadece
"ol!" demekle icat etmiştir. Evlat edinmek ise böyle bir icad ile
değil, doğum ile ve güçlükle olur. Şu halde bütün bu kâinat ile O'nun arasındaki
ilk ilişki, işte böyle bir yaratma ve yaratılan ilişkisidir. Yoksa doğurma
ve çoğalma alakası değildir. Yaratıklar O'nun zatında meydana gelen bir değişmeyle
başlayıp, O'ndan koparak meydana gelmiş, O'ndan doğarak oluşmuş bir şey değildir.
Hakiki anlamda sebep sonuç ilişkisini böyle bir şey zan ve tasavvur etmek
çelişkidir. Bu ise, ilk değişmeyi sebepsiz tasavvur etmek demektir. Şu
halde illiyet (nedensellik) kanununu bozmaktır. Hem böyle olsa idi, O, bir
gün gelir tükenirdi, yaratılış kesintiye uğrardı. Özetle bütün ilimlerin,
felsefelerin ve hikmetlerin temeli olan bu noktada şunu bilmelidir ki, illiyet
denilen nedenselliğin başlangıcı yaratma ve icattır, doğurtma ve çoğaltma
değildir. Her oluş bir yaratıcıya muhtaçtır ve Allah işte böyle bir yaratıcıdır.
O, Hâlik Teâlâdır.
Eski
din ve şeriatlerin mensupları, Allah Teâlâ'ya yaratılışta ilk sebep olması
dolayısıyla "Baba" adını verirlerdi. Hatta kendi babalarına "küçük
baba", Allah'a da "büyük baba" derlerdi, fakat "O'nun
evladı var" demezlerdi. Sonradan bazı cahiller bundan maksadın, doğurmak
ve evlat sahibi olmak demek olduğunu zannederek, "babanın evladı olur,
öyleyse oğlu var, kızı var" demeye başladılar. Bu ise Allah'ı bilmemek
ve O'na şirk koşmaktır. Çünkü evlatta, ne de olsa babaya benzerlik vardır.
Nitekim "el-veledü cüz'ü ebîhi = evlad, babanın bir parçasıdır"
sözü boşuna söylenmemiştir. Bundan dolayıdır ki, önceleri Hz. İsa'ya "Allah'ın
oğlu" diyen hıristiyanlar, daha sonra ona "Allah" da dediler.
Bu âyet de işte onların dediklerinin yanlış olduğunu ispat etti. Bundan dolayıdır
ki, İslâm'da Allah'a baba demek küfür sayılmıştır. Böyle bir mânâ için böyle
bir deyim, marifetullah (Allah'ı bilme) konusunda cehalete ve ilkelliğe yol
açacak gayet zararlı, gayet art niyetli bir deyim olduğu için derhal yasaklanmıştır.
Yahudilerle
hıristiyanların müşriklere katıldıkları noktalardan biri işte bu oğul meselesidir.
Diğeri
de şudur:
118-
Din konusunda bilgisi olmayan veya olsa bile bilgince hareket etmeyen cahiller
Hz. Muhammed'in tebliğ ve din davetine karşı Allah, bize de söylese ya! Yahut
bize de bir âyet, bir mucize gelse ya!" demeye başladılar. Sanki Hz.
Muhammed'e gelenler âyet değilmiş gibi, sırf inatlarından inkâr ettiler. "Yoksa
siz de daha önce Musa'yı sorguya çekenler gibi, peygamberinizi sorguya mı
çekmek istiyorsunuz?" (Bakara, 2/108) ilâhî hitabına kulak vermediler.
Bunu Araplar'dan Abdullah b. Ümeyye ve benzerleri, Yahudiler'den Râfi' b.
Hüzeyme ve bazı hıristiyanlar söylemişlerdi. Bunlardan öncekiler de Musa'ya
ve İsa'ya tıpkı böyle söylemişlerdi. Görüyorsunuz ya öncekilerle bunların
kalbleri birbirine benzemiş, duygu ve düşünceleri sanki birbirinin tamamen
aynı olmuştur. Biz
âyet göndermedik mi? Yakîne (şeksiz bilgiye) ermek isteyen, şüpheden kurtulup
ilm-i yakîn sahibi olmak isteyen kavme, bu kabiliyete sahip olan bir ümmete
veya her ümmete, biz o âyetleri apaçık bir şekilde gönderdik, kesin mucizeler
ortaya koyduk. Bütün bunlardan yakîne eremiyenler, işte ta sûrenin başında
açıklandığı gibi, olsa olsa kalbleri hasta olan şüpheciler veya kalbleri mühürlü
olan inatçılardır.
Bunca
apaçık âyetlerin tebliğinden sonra bile, sanki hiçbir şey inmemiş, hiçbir
hakikat söylenmemiş gibi, Allah Resulü'nün böyle bayat inkârlarla, katı inatlarla,
boş böbürlenmelerle ve kof kasılmalarla karşılanması, onun üzülmesini gerektireceğinden
Hz. Peygamber'in kalbini yeniden güçlendirmek ve teselli edip ferahlatmak,
ayrıca düşmanlarına korku ve endişe vermek için buyuruluyor ki:
Meâl-i
Şerifi
119-
Şüphe yok ki, Biz seni hak ile rahmetimizin müjdecisi ve azabımızın habercisi
olarak gönderdik. Sen, o cehennemliklerden sorumlu değilsin.
120-
Sen onların milletlerine tabi olmadıkça ne yahudiler, ne de hıristiyanlar
senden asla hoşnud ve razı olmayacaklar. De ki, gerçekten de Allah'ın hidayeti,
hidayetin ta kendisidir. Şânım hakkı için, sana vahiyle gelen bu kadar bilgiden
sonra, kalkıp da onların arzu ve heveslerine uyacak olursan, sana Allah'dan
ne bir dost bulunur, ne de bir yardımcı.
121-
Kendilerine kitabı verdiğimiz ehliyetli kimseler onu, tilavetinin hakkını
vererek okurlar. İşte onlar, ona iman ederler. Her kim de onu inkâr ederse,
işte o inkârcılar hüsran içindedirler.
119-
Ey Muhammed! Hiç şüphe yok ki, biz seni hak olan Kur'ân ile müjdeci ve korkutucu
bir resul olarak gönderdik. Sen gerçek bir peygambersin ki, vazifen ilerideki
müjdeleri ve tehlikeleri herkese tebliğ etmektir. Her birinin kalbine imanı
sokup yerleştirmek değildir. Sen, cehennem ehlinden, cehenneme gideceklerden
sorumlu değilsin. Kendi yaptıklarından, çalışıp kazandıklarından onların kendileri
sorumludurlar. Onların cezaları da sönmek bilmeyen ve durmadan yanan o kızgın
ateşten çıkamamaktır ki ona "nâr-ı cahîm", bunlara da "ashab-ı
cahîm" (cehenmemin dostları) denilir. Nafî ve Ya'kub kırâetlerinde "ta"nın
fethi ve "lâm"ın cezmiyle okunur ki, nehy-i hazırdır. Bu şekilde
okunduğu zaman mânâ "ve artık ashab-ı cahîmin halini sorma" olur.
Bu da "Artık onlar hakkında Benden bir şey sorma, bir şey dileme, onlara
ne yapacağımı Ben bilirim." demektir.
120-Yahudiler
Hz. Peygamber'e "Gel bizimle bir müddet hoş geçin, bizi memnun et de
sana tabi olalım." diye bir teklifte bulunmuşlar. Bu teklifteki art düşüncelerini
anlatmak için şu âyet inmiş: Ey Muhammed! Ne yahudiler, ne de hıristiyanlar
sen onların milletlerine tabi olmadıkça asla senden memnun olmazlar, hiçbir
şekilde onların gönüllerini hoş edemezsin, meğer ki, milletlerine tabi olasın.
Halbuki senin için, ikisinin de milletine tabi olmak mümkün değildir. Çünkü
birbirlerine "hiçbir şey değil" diyen bu iki millet aslında birbirlerine
son derece zıttırlar. İki zıddın birleşmesi mümkün olmadığından bu iki milletin
ikisine birden tabi olmanın, ikisini birden razı etmenin yolu yoktur. Yahudiler
yahudi, hıristiyanlar hıristiyan kaldıkça ikisinin de senden razı olmaları
mümkün değildir. Şu halde sen peygamberlik diline mahsus olan bir belağat
ve edeple onlara sadece de ki; Allah'ın hidayeti, işte uyulacak hidayet ancak
odur. Hidayet diye ona denilir, sizin hidayet dediğinize değil. Bir başka
mânâ ile Allah rehberi yok mu? İşte esas uyulacak rehber odur. Allah'ın Resulü,
Allah'ın kitabı, Allah'ın dini dururken, başkasına tabi olmak sapıklıktır.
Özetle hak din, Allah'ın dinidir. Aranacak, uyulacak olan odur. Ben size değil,
siz bana uyacaksınız. "uyulmaya layık olan haktır". Yol hak yolu,
hidayet Allah hidayetidir. Onlara işte böyle söyle ve şunu da bil ki; vallahi
eğer sen, sana gelen bunca ilimden sonra, mesela onların heva ve heveslerine,
keyiflerine uyacak olsaydın Allah'dan senin ne bir dostun, ne de bir yardımcın
bulunur. Ortada kalır, helak olur gidersin. Çünkü Allah katında küfre ve şirke
yardım yoktur.
Millet:
Lügatte esasen söyleyip yazdırmak veya ezbere yazmak mânâsına gelen masdarıyla,
yani "imlâ" mânâsıyla ilişkili olan bir isimdir. Zemahşerî'nin "Esas"ta
beyanına göre; asıl mânâsı "tutulup gidilen yol" demektir ki, eğri
veya doğru olabilir. İşte bu anlamdan alınarak din ve şeriat mânâsında kullanılmıştır.
Şehristanî'nin "el-Milel ve'n-Nihal"deki beyanına göre din, şeriat,
millet denilen şeyler hadd-i zatında hep aynı şeylerdir. Ancak itibar edilen
ve gözetilen mânâya göre, yine de her biri bir başka yönden diğerinden farklı
bir anlam kazanır. İtikat ve iman bakımından din, amel ve tatbikat bakımından
şeriat, sosyal bakımdan, yani sosyal realite bakımından millet denilir. Gerçekte
itikad edilen ne ise, amel edilen de odur. Amel edilen ve uygulanan ne ise
esas itibariyle üzerinde ittifak edilen şey de odur. Şu halde millet, bir
cemiyetin etrafında toplandığı ve üzerinde yürüdüğü, diğer bir deyişle, ictimaî
duygu ve telakkilerinin tabi olduğu ve kitlesinin bağlı bulunduğu hakim ilkeler
ve takib edilen gidişattır, sülûk edilen yoldur. Bu yolun hak olanı, hak olmayanı,
eğri olanı, doğru olanı vardır. Şu kadar var ki, yolun hak olanı güzel sonuca,
hak olmayanı da hüsrana ve kötü akibete götürür. Demek ki millet, sosyal kurul
dediğimiz toplumun kendisi değildir. Ona cemaat, kavim, ümmet veya ehl-i millet
denilir. Mesela Yahudilik ve Hıristiyanlık birer millettir fakat yahudiler
ve hıristiyanlar ehl-i millet, sahib-i millettirler, diğerleri de öyle...
Bununla beraber "millet" kelimesi "ehl-i millet" mânâsına
da mecaz olarak kullanılmaktadır. Mesela; "millet şöyle yaptı, millet
böyle yaptı" denilir ki bu, kavim demektir. Müteallikı zikredip, müteallakı
murad etmek kabilindendir veya doğrudan doğruya mecaz-ı hazfîdir. Nitekim
âyette "İbrahim milleti" tamlaması, her iki mânâya da tefsir edilebilir.
Âyette "heva ve hevesleri" buyurulması, gösteriyor ki, yahudi ve
hıristiyanların takip ettikleri din ve millet, yukarıdan beri, inkar edilemez
delil ve burhanlarla isbat edildiği üzere, kendi heva ve hevesleriyle, gönüllerinin
keyfince uydurulmuş hurafeler, din adına ortaya konulmuş bozmalardır. Bunlar
hakka değil, keyiflerine tabidirler; milletleri, peygamberlere indirilen kitaplardan
ve hak yol olan tevhidden, İslâm ve ihsan esaslarından çıkmış, bambaşka bir
şey olmuştur. Cenab-ı Allah, bütün bu eski dinlerin temel ilkelerini Kur'ân'da
açıklamış, bunları tasdik ve teyid edip yeniden onaylamış ve o ilkelerden
ayrılanların, gerçek dine değil, kendi hevalarına uyduklarını göstermiştir.
Bunların din dedikleri şeylerin aslında hevadan ibaret bulunduğunu hatırlatarak
peygamberini bunlara uymaktan şiddetle sakındırmıştır. Bir âyet öncesinde
son derece okşayıcı ve güven verici bir ifade kullandığı peygamberine, onun
arkasından bu sert uyarıyı irâd buyurması ne kadar mânâlıdır. Bu ihtarın peygamberden
ziyade ümmetine yapılmış olduğuna şüphe yoktur.
121-O
heva ve heves sahipleri, o tahrif ve bid'at ehli, artık gerçek mânâsıyle Kitap
ehli değiller. Çünkü Bizim kendilerine kitap verdiğimiz ehliyetli kimseler
o verdiğimiz kitabı tilavet ederler, yani dikkatle ve tane tane okurlar, dillerine
vird ederler, ders yaparak okurlar, üstelik hakkıyle tilavet ederek okurlar,
tilavetinin hakkını vererek okurlar. Tahriften, karıştırmaktan koruyarak,
heva ve heveslerinden uzak kalarak, kelimelerinin telaffuzunu, mânâsını ve
hükümlerini cidden gözeterek, dikkatlice, saygılı ve devamlı bir şekilde,
bilmediklerini, anlamadıklarını ehlinden sora sora, iyi niyetle, temiz kalble
ve temiz ağızla okurlar. Gelişi güzel, baştan kara, bir eğlence gibi okumazlar.
Şarkı, gazel, türkü, mânî, roman, hikaye yerine koymazlar. Kemal-i hürmet
ve ta'zîmle, edeble okurlar. İşte böyle okuyanlar, o kitaba iman ederler ve
gerçekten Kitap sahibidirler. Ve fakat her kim o kitaba inanmaz, onu inkar
ile ona nankörlük ederse, onu hakkiyle okumayıp, kendi hevasına göre bozar
ve tağyir ederse işte onlar hüsrana uğramış kimselerdir. O büyük saadetten
mahrumdurlar. Bu âyet, ashabın âlimlerinden Abdullah b. Selam ve benzeri kimseler
gibi Kitap ehlinin müminleri hakkında nazil olmuştur ki, bunlar Tevrat ve
İncil'i hakkıyle tilavet edegelen gerçek iman sahibi kimseler oldukları için
Kur'ân'a ve son peygamber olan Peygamber Efendimiz'e iman etmişler ve Resulullah'ın
gelişinden memnun ve razı olmuşlardır. "Ashab-ı Sefîne" (Gemi Ashabı)
denilen zevat dahi bu cümledendir: Bunlar Cafer b. Ebi Talip ile beraber bir
gemide gelmiş olan otuz ikisi Habeşistanlı, sekizi de Şam râhiplerinden olmak
üzere kırk kişi idiler.
Burada
İsrailoğulları'nın da, sayıları az da olsa, bir kısmının müminler arasına
girmiş ve ilâhî öğmeye nâil olmuş bulunduklarını görüyoruz. Bu mazhariyetin
ve bu yeni özelliğin getirdiği şevk ve heyecan ile şimdi İsrailoğulları'na,
bir taraftan yukarıdan beri sürüp gelen hitapları tamamlamak, diğer taraftan
daha sonra gelecek olan İbrahim kıssasına geçişe hazırlık mahiyetinde bir
hüsn-i tehallus olmak üzere, şimdi görüleceği gibi, yeni bir hitap daha yöneltip,
arkasından imamet, millet, ümmet meseleleri izah buyurulacaktır:
Meâl-i
Şerifi
122-
Ey İsrailoğulları! Sizlere ihsan ettiğim nimetimi ve sizi vaktiyle âlemdeki
ümmetlere üstün tuttuğumu hatırlayın!
123-
Ve öyle bir günden sakının ki, o gün kimse, kimsenin yerine bir şey ödeyemez,
kimseden fidye kabul edilmez ve ona şefaat de fayda vermez, hiçbir taraftan
yardım da görmezler.
124-
Şunu da unutmayın ki, bir zamanlar İbrahim'i Rabbi, birtakım kelimeler ile
imtihan etti, o, onları sona erdirince, Rabbi ona, "Ben seni bütün insanlara
imam yapacağım." buyurdu. İbrahim, "Zürriyetimden de yap!"
dedi. Rabbi ona "zâlimler benim ahdime nail olamaz!" buyurdu.
125-
Biz ta o zaman bu Beyt'i, insanlar için bir sevap kazanma ve bir güven yeri
kıldık. Siz de Makam-ı İbrahim'den kendinize bir namazgah edinin. Ayrıca İbrahim
ile İsmail'e şöyle ahid verdik: "Beytimi, hem tavaf edenler için, hem
ibadete kapananlar için, hem de rükû ve secde edenler için tertemiz tutun!"
126-
Ve o vakit İbrahim "Ey Rabbim, burasını güvenli bir belde kıl, halkından
Allah'a ve ahiret gününe iman edenleri çeşitli meyvalarla rızıklandır"
diye yalvardı. Allah buyurdu ki: "küfredeni dahi rızıklandırır da hayattan
biraz nasip aldırırım, sonra da onu ateş azabına uğratırım ki, orası ne yaman
bir duraktır!"
127-
Ve ne vakit ki İbrahim, Beyt'in temellerini yükseltmeye başladı, İsmail ile
birlikte şöyle dua ettiler: Ey Rabbimiz, bizden kabul buyur, hiç şüphesiz
işiten sensin, bilen sensin.
128-
Ey bizim Rabbimiz, hem bizim ikimizi yalnız senin için boyun eğen müslümanlar
kıl, hem de soyumuzdan yalnız senin için boyun eğen müslüman bir ümmet meydana
getir ve bize ibadetimizin yollarını göster, tevbemize rahmetle bakıver. Hiç
şüphesiz Tevvâb sensin, Rahîm sensin.
129-
Ey bizim Rabbimiz, bir de onlara içlerinden öyle bir peygamber gönder ki,
onlara senin âyetlerini tilavet eylesin, kendilerine kitabı ve hikmeti öğretsin,
içlerini ve dışlarını tertemiz yapıp onları pâk eylesin. Hiç şüphesiz Azîz
sensin, hikmet sahibi Sensin.
130-
İbrahim'in milletinden, kendine kıyan beyinsizden başka kim yüz çevirir? Biz
onu dünyada seçkin birisi yaptık, hiç şüphesiz o, ahirette de iyilerden biridir.
131-
Rabbi ona, "İslâm ol!" emrini verince, o "Ben âlemlerin Rabbine
teslim oldum." dedi.
132-
Bu dini İbrahim, kendi oğullarına vasiyyet etti, Yakub da öyle yaptı: "Ey
oğullarım! Muhakkak ki, bu dini size Allah seçti, başka dinlerden uzak durun,
yalnızca müslüman olarak can verin!" dedi.
133-
Yoksa siz de olaya şahit mi oldunuz; Yakub'a ölüm hali gelip çattığı zaman,
oğullarına; "Benden sonra neye ibadet edeceksiniz?" dediği zaman,
oğulları; "Senin Allah'ına ve ataların İbrahim, İsmail ve İshak'ın Allah'ına,
tek olan o Allah'a ibadet edeceğiz. Biz ancak O'na boyun eğen müslümanlarız."
dediler.
122-
Ey İsrailoğulları! Size, her şeyden önce Âdem soyu içinde kitap ve nübüvvete
aşina olmanız, ilâhî ahdin sorumluluğunu yüklenmiş büyük bir ümmet olmanız
ve bir de Musa kavminden bulunmanız dolayısıyla hitap edildi, lakin dinleyenleriniz
çok az oldu. Şimdi onları destekler mahiyette bir de İbrahim soyundan gelmeniz
dolayısıyla bazı ihtar ve uyarılara muhatap tutulacaksınız. Kitap ehli ne
demekmiş, nasıl olurmuş, gördünüz ya! Artık insafa gelerek aklınızı başınıza
alarak vaktiyle size ihsan ettiğim nimetlerimi, nübüvvet nimetimi ve bilhassa
ahir zaman nebisinin gönderileceğini bildiren va'dimi ve onun bir mukaddimesini
teşkil eden geçmişteki devleti ve o zaman sizi bütün akıl sahiplerine üstün
tuttuğumu hatırlayınız,
123-
Hatırlayınız da hiç kimsenin, bir başkası yerine hiçbir şey yapamayacağı,
kimseden fidye kabul edilmiyeceği, şefaatin de bir fayda sağlamayacağı ve
bunlara hiçbir taraftan yardım edilmeyeceği günden, o korkunç günün azabından
korununuz! Bunlar size üçüncü defa olarak hatırlatılıyor. Geçmişteki o nimetlerin
asıl sebebi neydi biliyor musunuz?
124-125-Bunu
bilmek için o nimeti içinizi çekerek düşünün ve çektiğiniz, çekeceğiniz belaları
hesaba katarak takvaya sarılın, ve o vakti iyice hatırda tutun ki, İbrahim'i
Rabbi birtakım kelimeler ile müptela kılmış, yani mükellef tutmuş, imtihana
çekmiş, neticede İbrahim o kelimeleri tamamlayıp, ikmal etmiş idi. Yani Rabbi
onu imtihan etmiş, o da imtihanı baştan sona başarıyla vermişti.
İptilâ
ve Belâ: Tecrübe ve imtihan mânâsınadır ki, esasen iki farklı anlamı içine
alır: Birisi bir şeyin gizli olan özelliğini, içyüzünü tanımayı istemek, diğeri
de o şeyin iyi ve kötü yanlarını, eksik veya üstün taraflarını ortaya çıkarmaktır.
Birinci mânâ, gizliyi ve açığı bilen Cenab-ı Allah hakkında zaten tasavvuru
bile mümkün olmayan bir mesele olduğundan, Allah'ın İbrahim'i imtihana çekmesi,
ancak ikinci anlamıyla ele alınabilir. Bir de imtihan, imtihan olunan hakkında
hayır veya şer bir mihneti, bir zahmeti gerektirir ki, bu bakımdan imtihan
kelimesi genellikle zahmetli ve meşakkatli şeyler hakkında kullanılır. Cenab-ı
Hak-k'ın, kullarına ait sorumluluk emirleri de kulun nefsanî temayülleri ile
Allah'ın rızası arasında dönüp dolaştığından bir taraftan bir külfet ve zahmeti,
öbür taraftan kulda, sevap ve azaba sebebiyet verecek hal ve davranışların
ortaya çıkmasını gerektiren ve bu bakımdan kulun iyi yönde gelişmesini sağlayan
terbiyeye ait özellikler taşıdığından onlar da tecrübe ve imtihana benzer
şeylerdir. Kulların kendi işlerinde tecrübe ve imtihana dayanan gerçekler
üzere amel etmelerini, mücerret nazariyelerle, soyut düşüncelerle yetinmemelerini
öğretmek için bunları emretmiş olabilir. Cenab-ı Allah, İbrahim'e kendi fiilini
tecrübe ve imtihan suretinde anlatmak istemiş olabilir.
"İbrahim"
isminin esasen Süryanî dilinden geldiği ve Arapça mânâsı ile "merhametli
baba" demek olduğu ve bu şekilde Arapça ile Süryanîce arasında lafız
ve mânâ yönünden bir benzerlik bulunduğu söylenegelmiştir. Rabbi, İbrahim'i
böyle imtihan etti de ne yaptı? Ne dedi bilir misiniz?
Rabbi,
ona dedi ki; Muhakkak ki, ben seni insanlara imam yapacağım, yani imamet-i
kübra ile seni öne geçirip, herkesi sana tabi kılacağım, seni muktedâbih (kendisine
uyulan önder) yapacağım.
İmam:
Öne geçmek, maksud (kastedilen) ve metbû (tabi olunan) olmak mânâsına gelen
masdardan alınmış ve me'mûm (uyulan) mânâsına isim olmuştur ki, muktedabih,
ön, öncül demektir. Şu halde imamet-i kübra, din ve dünya işlerinde insanlara
öncülük ve riyaset etmektir. Bunun en son ve en yüce mertebesi de risalettir.
Bu imamet ise amelde düstur olacak birtakım dinî hükümlere, millet ve şeriate
sahip kılmak ve bununla insanların önüne geçirmek demek olur.
İbrahim
cevaben zürriyetimden de dedi. Ey Rabbbim, beni imam yap, fakat bu ihsanın
sadece bana mahsus kalmasın, zürriyetimden de bir kısım insanları zamanı gelince
imam yap, bana vereceğin nimeti, imamet ve risaleti onlara da ver, diye kelimenin
tamamlanmasını diledi. Anlaşılıyor ki, hepsine demedi, içlerinden bazılarına,
dedi. Zira biliyordu ki, hepsine peygamberlik istemek, ilâhî hikmete aykırı
olurdu. Önce zürriyetinin az olmasını; ikincisi, zürriyetinin fitne ve ihtilafa
düşmesini istemiş olurdu. Üçüncüsü birçok yardımcı ve destekçiye ihtiyaç gösteren
imamet konusunda zürriyetinin başkalarına muhtaç olmasını temenni etmiş olurdu
ki, bunları istemek zürriyeti hakkında hayır dua olmazdı. Herhalde zürriyeti
içinde imam bulunurken, ümmet de bulunmalı idi. Bunun için demeyip, dedi.
Rabbi, bunu tamamına erdirmek için zalimler benim ahdime nail olamazlar, buyurdu.
İbrahim zürriyetinden imam olabilecek kısmın herhalde zalimler güruhu olmadığını
ve zalimlerin bu büyük devletten kesinlikle mahrum olacaklarını ve imametin,
hak ve layıkının, adaletlilere verilmek bulunduğunu anlatmış oldu. Bu âyet,
zalimin imamete ehil ve layık olmadığına ve başlangıçta adil olup, sonradan
zulüm yaparsa, hal'inin (makamından alınmasının) vacip olduğuna delildir.
Lam-ı tarif ile marife (belirli) olan isimler genellik ifade ettiklerinden
"ez-zalimîn" tabiri, kıyamete kadar gelecek bütün zalimlerin hepsine
şamildir. Fakat bunun bilhassa Kur'ân'ın nüzulü sırasında tamamen bilinen
muhatapları vardı ki, o da İsrailoğulları'dır ve bu nassın siyakına hedef
olanlar onlardır. Bundan dolayıdır ki, yukarıdaki âyetlerde çok sayıda "Siz
zalimlersiniz!" şeklinde azarlanmış ve ayıplanmışlardı. Sûrenin başından
beri İsrailoğulları'nın tarih boyunca işlemiş oldukları suçların sayılıp dökülmesindeki
esas maksat ve hikmet, onlara bu zulümlerini isbat idi ki, hasılı "İsrailoğulları
sonradan zalim oldular, zalimlerden ise imam ve Resul (Peygamber) olmaz, onlardan
imamet kesilmiş olacaktır." demektir. İşte Ey İsrailoğulları, sizin vaktiyle
o nimete, o üstünlüğe nail olmanızın sebebi ta Hz. İbrahim devrinden, onun
Rabbine verdiği imtihandan ve bu kelimelerden ve Rabbinin ona olan ahd ve
va'dinden ileri geliyordu. Siz Hz. Musa devrinde zalim değil, bilakis İbrahim
soyundan gelenler içinde belki en mazlumları idiniz. İşte bundan dolayı o
nimete nail oldunuz. Uzun süre nübüvvet ve imamete nail olmuş bir ümmet olarak,
âlemlere üstün tutuldunuz. Fakat o altın buzağıya tapma hadisesinden itibaren
zulme başladınız, git gide bütün harekatınızda bu zulüm nihayet kavminizin
genel karakteri haline geldi, artık bundan sonra imamet İsrailoğulları'ndan
çıktı ve İbrahim zürriyetinin öbür koluna geçti. İbrahim'in bu imtihanını
ve bu kelimatını iyi hatırlar ve üzerinde iyi düşünürseniz, açık seçik anlarsınız
ki, Tevrat'ta geleceği vaad edilen ahir zaman peygamberi İsrailoğulları'ndan
değil, İsrail'in amcası olan Hz. İsmail evladından gelecektir. Siz, Tevrat'ın
verdiği haber gereğince bir son peygamberin geleceğinden şüphe etmez ve onunla
büyük fetihler yapacağınıza inanırken, bugün gönderilmiş bulunan son peygamberi,
Hz. Muhammed Mustafa'yı, "bu bizden değil, İsrailoğulları'ndan değil"
diyerek, kıskançlık yüzünden inkara kalkışıyorsunuz. Halbuki o, bir bakıma
sizden değil ise de, diğer bakımdan sizden sayılır, sizin gibi zulüm damgası
yemiş olmaktan uzak bir koldandır, İbrahim zürriyetindendir. Bununla beraber
siz bu yolla gelen bir imamet şerefinden de pay almak istemezseniz zulmünüz
ve haksızlığınız kat kat artacaktır, ebediyyen nimet yüzü görmiyeceksiniz.
Bu kelimeleri iyi belleyiniz ve çok iyi düşününüz..
126-Şunu
da hatırlayınız ki, Hani biz "el-beyt, eski ev, beytullah" namiyle
bilinen Kâ'be'yi vaktiyle insanlara sevap mahalli ve güvenlik yurdu yapmıştık.
İnsanlar onu hac ve ziyaret etsinler, sevap kazansınlar, ona sığınanlar saldırılardan
emin olsunlar diye... Şimdi siz bunu hatırlayınız, ve İbrahim'in makamından
bir namazgah edininiz, orada namaz kılınız, yahut orada dua ediniz!
Makam-ı
İbrahim: İbrahim (a.s.)'ın beyti (Kâbe'yi) bina ederken veyahut insanları
hacca davet ederken üzerine çıktığı taşın bulunduğu yerdir ki, bugün dahi
"makam-ı İbrahim" adıyla bilinmektedir. Tavaf namazı, burada kılınır.
Nâfî ve İbnü Âmir kırâetlerinde mâzî siğasiyle diye okunur: Yani, Biz Kâ'be'yi
insanlara bir merci ve güvenlik yeri yapmıştık, insanlar da onu kıble edinmişlerdi.
Beytü'l-Makdis'den daha önce orası kıble idi. Şu halde burada da kıblenin
değiştirilmesine teşvik ve işaret vardır.
O
zaman Beyt'i böyle yaptık İbrahim ile İsmail'e de şöyle ahd, yani kesin olarak
emrettik idi: ki evimi tavaf edenler, mücaveret eyleyenler veya orada ibadet
için kapanıp îtikâfa girenler, rükû ve secde edenler, namaz kılanlar için
temiz tutunuz, daima tertemiz ve pâk olarak bulundurunuz, dedik. Bu ibadetlerin
temizlik ile icra edilmesini ve bu beytin temizliğine itina edilmesinin bir
ilâhî ahit olarak bilinmesini emreyledik. Rükû ile kılınan namazın yalnızca
Muhammed ümmetine mahsus olduğuna bakılırsa, Cenab-ı Allah, söz konusu ahitte
Hz. İbrahim ile Hz. İsmail'e böyle bir ümmetin de geleceğini bildirmiştir.
Şunu
da hatırlayın bir vakit, yani Hacer ile İsmail'i en başta Mekke'nin yerine
bıraktığı zaman, İbrahim dua edip şöyle demişti: Ey Rabbim, burayı, bu ekin
ekmeye elverişsiz vadiyi güvenli bir belde yap, ahalisine meyve, tahıl, her
türlü yiyeceklerden rızık ver, fakat hepsine değil, içlerinden Allah'a ve
ahiret gününe inananlara Ey Rabbim!..
Rivayet
olunuyor ki; İbrahim (a.s.)'ın İsmail ile Hacer'i buraya bırakıp Şam'a döndüğü
zaman, Hacer arkasına düşmüş "Bu kupkuru vadinin içinde bizi kime bırakıp
gidiyorsun?" diye söylenir durur, İbrahim de ona cevap vermezmiş. Nihayet
Hacer: "Bunu yoksa Allah mı sana emretti?" diye sormuş, bunun üzerine
İbrahim: "Evet" cevabını vermiş. Bu sefer Hacer: "Öyleyse Allah
bizi korur, sen git bizi düşünme!" demiş. Nihayet Hz. İbrahim yola koyulmuş,
Kedâ tepesine çıkınca vadiye doğru bakıp "Ey Rabbim, ben zürriyetimden
bir kısmını bu ekin ekmeye elverişsiz vadiye iskan ettim..." (İbrahim,
14/37) diye dua etmiş idi ki, bu konu İbrahim sûresinde yine gelecektir.
Bunu
tamamlamak üzere Rabbi ona dedi ki, sadece iman edenlere değil, hem onlara,
hem de kâfir olana rızık veririm onu az bir süre faydalandırırım, ancak onun
faydalanması bu dünya hayatına mahsus kalır, sonra o kâfiri ateş azabına uğratırım,
o, ahiret azabından kurtulmaya imkan bulamaz. Aslında Hz. İbrahim, Allah'ın
"Zâlimler Benim ahdime nail olamazlar." ilâhî ifadesine dayanarak
rızık meselesini de imamet gibi bir nimet sayarak, onu yalnızca inananlara
mahsus kılarak dua etmişti. Cenab-ı Allah, bu düşüncenin doğru olmadığını,
rızkın hem mümine, hem de kâfire ait genel bir dünya nimeti olduğunu, bunun
hem din, hem dünyada üstünlük demek olan imamete benzemediğini, onun buna
kıyas edilmesinin yanlış olduğunu ihtar buyurarak duayı tamamlamış oldu. Demek
ki, peygamberlerin bile kıyas ve ictihatlarında hata yapabildikleri oluyor,
fakat Allah, onların hatalarını derhal düzeltiyor ve tashih buyuruyor. Bundan
dolayı ilâhî işlerde kıyas sağlam bir delil değildir. Cenab-ı Allah gösteriyor
ki, kâfir de dünyada rızık sahibi olabilir. Fakat bu dünyada sağlanan fayda
sınırlı, geçici ve az bir faydadır. Ahirette ebediyyen ateş azabına atılır
ve belasını bulur. o azap ne fena bir son ve ona gidiş ne fena bir gidiştir.
Orası ne fena varılacak bir yer, bir duraktır.
127-Nihayet
şu kelimeleri de hatırlayın: Hani bir zaman İbrahim, İsmail ile beraber Beyt'in
kaidelerini, temellerini yükseltiyordu ve işte o sırada ikisi birden şöyle
dua ediyorlardı: Ey Rabbimiz, temellerini yükselttiğimiz bu binayı, bu uğurda
verdiğimiz emek ve hizmeti bizden kabul et! Şüphesiz ki, sen Semî (işiten)
ve Âlîm'sin (bilensin), duamızı işitir, niyetlerimizi bilirsin,
128-
Ey Rabbimiz bir de bizi sana kendimizi teslim etmiş, yüzü ve özü ile sırf
Sana yönelmiş iki kâmil (olgun) müslüman kıl!
"İslâm"
fî'li, böyle gibi "lâm" ile sılalandığı zaman istislâm, yani teslimiyet
ve nefsi teslim etmek, itaat ve tam uymak mânâsına gelir veya o mânâyı da
içine alır. Bizim zürriyetimizden de sana teslimiyetini sunmuş, sana itaatkâr
müslüman bir ümmet yarat, ve bize, menâ-sikimizi, yani sana ibadet edeceğimiz,
kurban keseceğimiz yerleri göster.
Menâsik,
"menseke"nin çoğuludur ki "nüsük" veya "nüsük yerleri"
demektir. "Nüsük" aslında son derece tapınmaktır. Fakat hac ve kurban
hakkında kullanılır.
Ve
bizim hepimize tevbeler nasip et, tevbelerimizi kabul eyle, bize bir kerre
değil, daima merhametle bak, şüphesiz ki, Tevvab (tevbeleri kabul eden) ve
Rahîm ancak sensin.
129-
Ey Rabbimiz, zürriyetimiz içinden öyle bir peygamber gönder ki, o peygamber,
onlara senin âyetlerini okusun, kitabı ve hikmeti tâlim edip öğretsin, onları
pisliklerden arındırıp tertemiz yapsın. Çünkü hiç şüphesiz, iradesi geçerli,
güç ve kuvvet, şan ve şeref sahibi, verdiği hüküm ayniyle hikmet, değişmez
ve muhkem olan ancak Sensin.
Hikmet:
Aslında ilim ve amelde sağlamlık, diğer bir deyişle sözde ve işte isabet demektir
ki, bunun daha geniş olarak açıklaması "Allah, hikmeti dilediğine verir."
(Bakara, 2/269) âyetinin tefsirinde gelecektir. Burada Allah'dan istenen peygamberin,
son peygamber Muhammed Mustafa (s.a.v.) Efendimiz olduğu apaçık bellidir.
Çünkü İsmail zürriyeti içinde başka bir peygamber gelmiş değildir. Nitekim
Resulullah Efendimiz bir hadis-i şerifinde; "Ben, babam İbrahim'in duası,
kardeşim İsa'nın müjdesi ve annemin rüyasıyım." buyurmuştur. Hz. İbrahim'in
bu duasına bir şükran olmak üzeredir ki, Muhammed ümmetine de namazlarda "Allahümme
salli" ve "Allahümme bârik" dualarını okumak ta'lim buyurulmuştur.
Bu âyetler düşünüldüğü zaman, bu salavât-ı şerifenin mânâsı ve salavat içindeki
benzetmenin sebebi iyice anlaşılır. İşte İbrahim (a.s.), memur olduğu kelimeleri
eda edip namzed (aday) bulunduğu makama yükselmek için Kâbe'nin temellerini
atarken, oğlu İsmail (a.s.) ile beraber yaptıkları duada, o kelimelerin böylece
tamama erdirilmesini dua etmiş ve kendine vaad olunan imametin zürriyetinden
bir müslim ümmete de ihsan edilmesini, kendi içlerinden görevlendirilecek
bir peygamberle onlara da verilmesini istemişler ve dualarının, ahir zaman
nebisi için de geçerli olmasını dilemişlerdir. Onların duaları Hz. Muhammed'in
peygamber olarak gönderilmesiyle tamam olmuştur. İmametten zâlimlerin mahrum
oluşu, Kâbe ve Kâbe'yle ilgili haller, Mekke, İbrahim ve İsmail zürriyeti
bu zürriyetten meydana gelecek müslüman ümmet ve içlerinden çıkacak şanlı
peygamber, âyetlerin tilaveti, kitap ve hikmetin öğretilmesi, tezkiye ve taharet
ile İslâm kelimesinin çeşitli mânâları iyice hatırlanır ve üzerinde derin
derin düşünülürse, Hz. Muhammed'in peygamberliği ile İbrahim milleti demek
olan İslâm dini hakkında Kitap ehlinin hiçbir şüphesi kalmaz.
130-Artık
Cenab-ı Allah'ın insanlara böyle bir imam ve böyle bir önder yaptığı İbrahim'in
milletinden, onun camiasından ve onun dininin özü olan İslâm'dan kim yüz çevirir,
kim kaçar? Hangi akıl sahibi buna karşı çekimser durur da, onun zürriyetine
vaad edilen bu saadetten mahrum kalmak ister? Olsa olsa kendini zillete atmak,
hor ve hakirliğe terk etmek, aşağılanmayı ve esareti gönüllü olarak kabul
etmek isteyen biri böyle yapar. Bu gibi beyinsizlerden başkası o büyük milletten
vazgeçemez.
Rivayet
olunuyor ki, Abdullah İbni Selâm, kendi yeğenlerinden Seleme ile Muhacir'i,
İslâm'a davet etmiş; "Şunu çok iyi biliyorsunuz ki, Allah Teâlâ, Tevrat'ta,
Ben, İsmail evladından Ahmed adında bir peygamber göndereceğim, ona iman edenler
hidayete ve rüşde erecekler, iman etmeyen de mel'undur, buyurdu." demiş.
Bunun üzerine iki yeğenden biri olan Seleme iman etmiş,, lakin Muhacir iman
etmemiş, İslâm'a girmekten çekinmiş. İşte o zaman bu âyet nazil olmuştur.
Peygamberlerin atası olan İbrahim bakınız ne büyük bir zattır: Ulûhiyetim
ve şanım hakkı için, Biz, elbette İbrahim'i, dünyada ıstıfa ettik, yani halk
arasında temizlik ve sâfiyet özü olarak seçtik, eğitip güzel huylarla donattık
ve onu dost (halîl) edindik, imamet-i kübraya, peygamberlik ve hikmete nail
eyleyip, yüce derecelere getirdik ve seçkin kıldık. Şüphe
yok ki o, ahirette de, elbette iyiler zümresindendir. Doğruluğuyla, dürüstlüğüyle,
hayır ve iyilikseverliğiyle ün yapmış olan, Allah'ın makbul kulları arasındadır.
Dünya ve ahirette bu kadar nimete nail olmuş böyle bir zatın milletinden,
hiç aklı başında olan bir kimse yüz çevirir mi?
131-O
ıstıfa, o seçim ne zaman oldu bilir misin? Rabbi ona, Bana teslimiyetini,
İslâm'ını arzet, ihlas ve iman ile Bana teslim ol, dediği ilk teklif anında.
O, âlemlerin Rabbine nefsimi teslim ettim, özümü şirkten sakınıp, yüzümü ancak
O'na döndüm." demiş ve Allah'ın birliğine iman etmişti. emri, ilk iman
teklifi karşısında onun yönelişinden de kinayedir ki, En'âm Sûresi'nde (En'âm,
6/75) âyetiyle başlayan ve daha sonraki âyetlerde de süren, Allah'ın birliğini
isbat uğrunda getirdiği delillere bir işarettir ki Allah Teâlâ, onun kalbine
İslam bilgisine götüren tevhid esaslarıyla ilgili delilleri göstermiş; yıldızların,
ayın ve güneşin batmasından, gerçek yaratıcının yüceliğine deliller getirmeyi
ilham ve ihsan etmiştir. O da henüz, büluğ çağından önce ve peygamberlik mertebesine
ermeden nazarî ve aklî istidlâl yollarıyla âlemin hâdis (sonradan) olduğunu
anlamış ve "hudûs-i âlem" (âlemin sonradan olması) delilinin özünü
kavramış, "Ben bir hanif olarak yüzümü öyle bir yaratıcıya çevirdim ki
O, gökleri ve yeri yoktan var edendir. Ve ben asla O'na şirk (ortak) koşanlardan
değilim." (En'âm, 6/79) diyerek âlemlerin Rabbine iman ve İslâm'ını sunmuş
idi. Şu halde onun kalbi hiçbir zaman şirk (Allah'a ortak koşmak) ile dolu
olmadı. Bütün hayatı boyunca hep muvahhid (Allah'ı birleyici) ve müslim idi.
Rabbi onu, aklı ermeye başladığı andan itibaren ıstıfa etti, kalbini ve aklını
yanlış duygu ve düşüncelerden ayıklayarak terbiye etti.
132-Onun
ibtilâ (imtihan) ve ıstıfası da o zaman başladı. "İslâm" kelimesi
o zamandan, yani İbrahim'in teslimiyeti zamanından itibaren "İbrahim
milleti" demek oldu. Bu kadarla da kalmadı, Ayrıca hem İbrahim'in kendisi,
hem de torunu Yakup, her ikisi de kendi oğullarına bu kelimeyi veya bu milleti
tavsiye ettiler. Nafi, İbnü Âmir ve Ebu Cafer kırâetlerinde diye okunur ki,
onu vasiyyet ettiler demektir. İbrahim'in İsmail ve İshak'dan sonra Medyen
ve Medan adında iki oğlu daha olduğu rivayet edilir. Onun sekiz veya yirmidört
oğlu olduğu yolunda rivayetler de vardır. Yakup'un oğulları ise oniki tane
idi: Rubin, Şem'un, Lavi, Yehuza, Yeşsuhuz, Zebulun, Zevana, Teftuna, Kevza,
Uşir, Bünyamin ve Yusuf Aleyhisselâmdır. Yakub'un bir adı da İsrail olduğu
için, Benî İsrail (İsrailoğulları) demek Yakub'un oğulları, yani Yusuf ve
kardeşleri demektir. İsrailoğulları işte bu oniki kardeşin çocukları ve torunları
ve onların soyundan gelen nesillerdir. İbrahim de Yakup da oğullarına bu milleti
şöylece vasiyyet ve tavsiye ettiler: Ey oğullarım! Hiç şüphesiz, Allah, sizin
için uyacağınız dini bizzat seçip ıstıfa etmiştir. Size dinlerin en safını,
en arınmışını ve seçkinini ihsan eylemiştir. Şu halde, tam ve kâmil bir müslüman
olarak ölmekten başka türlü ölmeyiniz.
133-Ey
İbrahim milletine önem vermeyen, ona rağbet etmeyen İsrailoğulları ve benzerleri!
Ölüm, Yakup'un huzuruna geldiği, yani Yakup ölmek üzere olduğu vakit, ölüme
hazırlanmaya çalıştığı vakit, oğullarına, "Benden sonra neye ibadet ve
kulluk edeceksiniz?" dediği vakit, yoksa siz orada hazır mıydınız? Şüphesiz
değildiniz. Halbuki gerçek İsrailoğulları olan Yakub'un öz oğulları orada
hazır idiler. Yani soyundan geldiğiniz atalarınız orada hazır idiler ve onlar
babalarına cevap verdiler, ona ne dediler bilir misiniz? İşte onların ne dediklerini
ilâhî vahiyden şimdi öğreniniz: "Biz, senin ilâhına ve ataların İbrahim,
İsmail ve İshak'ın ilâhına, bir olan o ilâha ibadet edecek ve ancak O'na tapacağız,
O'na bağlanacağız, O'ndan başkasını tanımayacak ve yalnızca O'na boyun eğeceğiz."
dediler. Mısırlılar'ın türlü türlü putlara taptıklarını gören Hz. Yakup, onların
içinde yaşayacak olan oğullarına, daha önce yaptığı çeşitli tavsiye ve uyarılara
titizlikle uyulmasını ve kendisinden sonra da dinin elden bırakılmamasını
hatırlatmak için, aynı vasiyyeti son nefesinde bile oğullarına bir kerre daha
hatırlatmak gereğini duymuştu. O, gerçekten Allah'a bağlı bir kul olduğunu
ve İslâm üzere ölmenin önemini kendi şahsında örnek olarak göstermişti. Oğulları
da böyle cevap vererek bu uğurda kararlı ve azimli olduklarını ortaya koymuşlardı.
Dikkat ediniz ki, onlar Yakup'un dedesi İbrahim'den ve amcası İsmail'den söze
başladılar, bunları da adı altında ifadelerine dahil edip, kendi babalarından
saydılar. Kendilerinin sadece İsrailoğulları değil, aynı zamanda İbrahimoğulları
olduklarını ve onun soyundan geldiklerini ifade ettiler. Çünkü İbrahim kıssasını
biliyorlardı, nimetin sırrını anlıyorlardı. Burada Tevrat'ın son peygamberi
müjdeleyen ve tarif eden âyetlerinden bazılarındaki "ihvanınızdan, yani
kardeşlerinizden" kelimesinin mânâsını açıklayan bir cümle vardır. Eldeki
Tevrat'ın beşinci sifrinin onbirinci faslında Hz. Musa'nın dilinden, "İlâhınız
Rab Teâlâ, size aranızdan ve ihvanınızdan bana benzer bir nebi ikame edecektir."
şeklinde haber verilmektedir.
Burada
Hz. Musa'nın ifadesi "nebiyyen mislî" şeklindedir ki, "benim
gibi bir peygamber", "benim özelliklerime benzer özellikte bir peygamber"
demektir. Yine aynı fasılda "Rabbi Teâlâ, Musa'ya dedi ki, Ben onlara
ihvanınız (kardeşleriniz) arasından sana benzer, seni andıran -nebiyyen misleke-
bir peygamber tayin edip görevlendireceğim. O peygamberin, Benim ismimle tebliğ
edeceği kelamları, her kim dinlemezse, Ben ondan intikam alırım." şeklinde
yer almış bulunmaktadır. Bundan dolayıdır ki, İsrailoğulları hala onun yolunu
gözleyip dururlar. Ey İsrailoğulları! Demek ki, peygamberlerin sonuncusu ve
tıpkı Hz. Musa'ya benzeyen, şeriat ve furkan sahibi biri, kardeşleriniz arasından
peygamber olarak gönderilecektir. İsrailoğulları'ndan böyle bir peygamber
gelmemiştir. Bu peygamber sizden değil, ihvanınızdan gelecektir. Acaba İsrailoğulları'nın
ihvanı kimlerdir? Yine İsrailoğulları'nın kendileri midir? Halbuki İsrailoğulları
bir bütün olarak ele alındığı zaman onların kardeşlerinin kendileri olmaması
gerekir, Yakub'un oğulları, babalarına cevap verirken, "babaların İbrahim
ve İsmail ve İshak" demekle bu kardeşlik ilişkisini göstermişlerdir.
Yakub'un öbür kardeşi İs soyundan Eyyûp (a.s.)'dan başka peygamber gelmemiştir,
o da Hz. Musa'dan önce idi. Bu ihvan olsa olsa İsmail zürriyetinden olanlar
idi. Çünkü İsmail, İshak'ın büyük kardeşi, Yakub'un da amcası idi. Gerçek
mânâsıyle İsrailoğulları olan Yakub'un evlatları, İsmail'e dahi "baba"
demekle İsmail evlatlarının kendi kardeşleri olduklarını ifade etmişlerdi.
İslâm
âlimleri ve kıymetli tefsirciler, bugün elde bulunan Tevrat ve İncillerde,
son peygamber Muhammed (s.a.v.) Efendimiz'in peygamberliğini açıkça veya dolaylı
olarak müjdeleyen, onun bazı özelliklerini bildiren âyetlerin bir kısmını,
aşağıda yer aldığı şekilde, açıklamışlardır:
Birincisi:
Tevrat'ın biraz yukarıda naklettiğimiz iki âyetinin Arapça'ları şöyledir:
"Muhakkak Rabb, sizin ilâhınızdır. Sizin için aranızdan ve kardeşlerinizden,
benim gibi, bir peygamber koyacaktır." "Muhakkak Rabb Teâlâ Musa'ya
şöyle dedi: "Şüphesiz ben, kardeşleri arasından onlar için senin gibi
bir peygamber koyacağım. Her kim benim ismimle bu adamdan ulaştırdığı kelimelerimi
dinlemezse muhakkak ondan intikam alacağım."
Bunun
Yunanca'sı da acizane gördüğüm kadarıyla şu şekildedir:
İkincisi:
Tevrat'ın birinci bölümünün dokuzuncu babında: "Sâre, Hacer'e öfkelenip
gazap ettiği vakit, Allah'ın meleği göründü ve ey Sâre'nin cariyesi Hacer,
nereden geldin ve nereye gidiyorsun dedi. Hacer, ben hanımım Sâre'den kaçıyorum,
dedi. Bunun
üzerine melek ona: Sen hanımına dön, onun emirlerine boyun eğ. Zira Rabbin
senin zürriyetini çoğalttıkça çoğaltacak. Zira sen gebe olacak ve bir oğul
doğuracaksın. Allah Teâlâ senin yalvarmalarını ve boyun eğişini duyduğundan
dolayı onun adını İsmail koyacaksın. O insanların gözbebeği olacak ve onun
eli herkese açık ve hepsinin üstünde olacak ve herkesin eli ona hürmetle uzanacak
ve o bütün kardeşlerine rağmen şükredecek." dedi.
İsmail
Aleyhisselâmın elinin, bütün insanların elinin üstünde olması bizzat değil,
ancak evladından Muhammed (a.s.v.)'ın peygamberliğiyle olduğunda şüphe yoktur.
Zira o zamana kadar İsmail ve evladı, çölde mahsur idiler. Hz. Muhammed'in
peygamberliği üzerine İslâm dini ile doğuya ve batıya yayıldılar.
Üçüncüsü:
Yine Tevrat'ın Tekvin bölümünün yirminci babında: "Rabbi Teâlâ Tûr-i
Sîna'da geldi ve bize Saîr'den tulû etti (doğdu) ve Faran dağlarında zuhur
eyledi ve sağından Kıddîslerin ünvanlarını saf yaptı da onlara izzet ihsan
etti ve onları bütün kavimlere sevdirdi ve Kıddîslerin hepsine bereketle dua
etti". Bilindiği gibi Faran veya Paran dağı Hicaz'dadır. Yine Tevrat'ta:
"İsmail büyüdü ve okçu oldu." denilmektedir. İsmail'in Mekke'de
sakin olduğu da bilinmektedir. Şu halde bu âyetin de Hicaz'da Hz. Muhammed'in
peygamberliğine ve Mekke'nin fethine işaret ettiğinde şüpheye düşmemek lazım
gelir. Yahudiler bunu "Tûr-i Sina'dan ateş zuhur edip çevreye yayıldığı
zaman Saîr'den ve Faran'dan dahi birer ateş zuhur edip çevreye yayıldı."
şeklinde yorumluyorlar ve Musa'ya vahiy geldiği sıralarda olmuş bitmiş bir
hadise gibi gösteriyorlar. Lakin Allah'ın bir yerde mücerret bir ateş yaratmasına,
"Oradan Rab geldi, tulû etti, zuhur etti." denilmeyeceği aşikârdır.
Böyle denilebilmesi için oralarda bu olayın arkasından bir vahiy veya bir
harikanın meydana gelmesi gerekir. O tarihlerde ise Tûr-i Sina'dan başka bu
gibi yerlerde böyle bir şey olmadığı herkesçe biliniyor. Her halde bu âyet,
Hz. Muhammed'in peygamberliğine ve onun saf saf olmuş ashabına özellikle Mekke'nin
fethine ve fetih sırasında Ashab-ı kiramın saflarına işaret etmektedir. Nitekim
Habkuk Kitabı'nda bu mânâ tamamen beyan olunmuştur, şöyle ki:
"Allah
Tûr-i Sina'dan, Kudsî Faran Dağı'ndan geldi, Muhammed'in kıymetinden sema
bir açılsa ve hamdinden yeryüzü bir dolsa, manzarasının şuaları nur gibi olurdu,
ülkesini şanla muhafaza eder, ölümler önünden yürür. Yırtıcı kuşlar askerine
arkadaş olur. Kalktı yeryüzünü kuşattı ve bütün ümmetleri gözetti ve onlardan
bahseyledi. Eski dağlar eğildi, ebedî tepeler indi. Medyen ehlinin örtüleri
sıyrıldı. Atlara bindik, yay ve boyun binitlerinin üstüne çıktık. Yakında
yaylarını doldurup atacaksın. Ey Muhammed, oklar senin emrinle tam bir kanış
kanacak, yeryüzü nehirlerle gürleyecek. Seni dağlar gördü titredi, sel yağmurları
senden bir yana çekildi. Sahralar senin heybetinden ürktü, korkusundan ve
perişanlığından ellerini kaldırdı. Güneş ve ay, yörüngelerinde durakladı.
Askerler oklarının parıltısında ve beyanının parlaklığında yürüdü. Yeri öfkeyle
çiğnersin, ümmetleri zecren döver, harman edersin. Çünkü sen ümmetinin kurtulması
ve atalar toprağının kurtarılması için zuhur ettin!"
Hıristiyanlara
ait nüshalarda son cümle "ümmetinin kurtuluşu ve Mesih'in kurtarılması
için zuhur ettin." şeklinde olduğu da rivayet edilmektedir. Gerçekten
de Muhammed (s.a.v), bütün yücelikleri aşmış ve Hz. İsa Mesîh (s.a.v.)'i de
yahudilerle hıristiyanların yalan ve iftiralarından kurtarmıştır.
Dördüncüsü:
Kitabı Mukaddes'in İşâya kitabında: "Kuvvet ver, çiçek aç, arkadaşın
Mekke'ye niyet ediyor. Artık vaktin yaklaştı, Allah'ın kerameti üzerine doğacaktır.
Arz karanlıklara bürünmüş, sis ümmetleri kaplamıştır. Rab, sana tam bir işrak
aydınlıkla parlayacak Üzerine kerametini ızhar eyleyecek. Ümmetler senin nuruna,
melikler senin parlak ziyana yürüyecek. Gözünü etrafındakilere kaldır ve düşün,
zira onlar senin yanında toplanacak ve seni hac ve ziyaret eyleyecek ve sana
evlatların uzak diyarlardan gelecekler. Çünkü sen şehirlerin anasısın. Şimdi
diğer şehirlerin evladı, Mekke'nin evladı demektir. Koltuklar ve sedirler
üzerinde elbiselerinle süslen. Bunu gördüğün zaman sevinç duyacaksın. Çünkü
denizin zahireleri sana meyledecek, ümmetlerin askerleri sana hac eyleyecek.
Medyen tokluları sana sevkolunacak. Seba ehli sana gelip, Allah'ın nimetlerini
konuşacaklar ve O'nu büyükleyecekler. Farâ'nın koyunları sana gelecek ve benim
mezbahıma beni razı edecek kurbanlar sunulacak ve o zaman Ben, şanlı beytim
için bir hamd ihdas edeceğim".
Bu
sayılan vasıfların hepsi, Mekke için, ancak fetihten sonra gerçekleşti. Milletlerin
askerleri ona haccetti, denizlerin zahireleri oraya aktı. Orada ihdas olunan
yeni hamd şekli de "Buyur Allah'ım! Emrine hazırım. Senin hiçbir ortağın
yoktur. Emret Allah'ım! Şüphesiz ki hamd, nimet ve mülk senindir. Senin hiçbir
ortağın yoktur." telbiyesidir. Araplar İslâm'dan önce de telbiye getirirlerdi,
fakat " Buyur Allah'ım! Senin kendine ait olup sahip bulunduğun ve senin
için olan ortaktan başka bir ortağın yoktur." derlerdi. İşâya kitabında
Bâdiye hakkında birçok tavsifler vardır.
Beşincisi:
Tevrat tefsircilerinden Seman, Tevrat'ın birinci sifri (Tekvîn)nin başlarında
şunu rivayet etmiştir: "Allah Teâlâ, İbrahim aleyhisselâma vahyedip dedi
ki; İsmail hakkındaki duanı kabul ettim ve onu mübarek kıldım, büyüttüm ve
cidden muazzam yaptım, on iki büyük çocuk doğurtacak ve onu ben bir muhteşem
ümmet için imam yapacağım."
İsmail
evlatları içinde bizim peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmdan başka bir muhteşem
ümmete imam olan kimse yoktur. Ve bu ümmetin, Muhammed ümmeti olduğu aşikardır.
Altıncısı:
Tefsiri üzerinde durduğumuz bu âyetle ilgili olmak üzere Hz. Yakup'un evladına
vasiyeti hakkında Tevrat'ın Yunanca tercemesinde şu âyet nakl edilmiştir:
Hz. Yakup, oğullarını toplayıp onlara demişti ki: "Ey oğullarım, gelecek
olan o peygamber gelmediği müddetçe bizden peygamberlik kesilmez. O geldikten
sonra bizden peygamberlik ve saltanat kesilir. Cümle âlem onun gelişini beklemektedir."
Yedincisi:
Zebur'un yine Yunanca'sından şu metin nakledilmiştir:
Yani,
Hak Teâlâ vahiy yoluyla Davud'a buyurdu ki: "Senden sonra şeriat sahibi
bir peygamber göndereceğim ki, onun peygamberlik güneşi, doğuya ve batıya
nur saçacak, onun kendisine ilk önce tabi olan ümmeti Arap kavminden olacak.
İnat ve muhalefet edenler, hor ve hakir olacak zillete düşecek, şeriatine
cihanın hükümdarları itaat edecek. Dini ve şeriati kıyamete kadar baki kalacak."
Sekizincisi:
İncillerde de Hz. Muhammed'in vasıfları hakkında müjdeler bulunmaktadır. Bu
cümleden olarak: nassı mevcuttur.
Yani
Hz. İsa buyurmuş ki; "O ki, benden sonra gelecek, benden evvel yaratılmıştır.
Ben
onun papuçlarının bağını çözme hizmetine bile layık değilim." (Matta
İncili) .
Dokuzuncusu:
Yuhanna İncili'nin Arapça'sında şöyle bir âyet bulunmaktadır:
Hz.
İsa Mesih, Havarilerine demiştir ki: "Ben gideceğim ve size Faraklit,
o ruhulhak gelecektir ki o, kendiliğinden konuşmaz. Ancak kendisine söylendiği
gibi söyler." (Yuhanna)
Gerçekten
de Kurân'da "Ben ancak bana vahyedilene uyarım." (En'âm, 6/50);
"De ki, onu kendiliğimden değiştirmem benim için olacak şey değildir.
Ben bana vahyolunandan başkasına uymam." (Yunus, 10/15) ve "O kendi
keyfine, kendi heva ve hevesine göre konuşmaz, onun sözleri vahiyden başka
birşey değildir." (Necm, 53/3,4) âyetleri bu ifadeyi doğrulamaktadır.
"Faraklit" kelimesi iki türlü tefsir edilmiştir ki: Birisi "Şafî
müşeffa" demektir. Bu ise Resulullah'ın bir sıfatıdır.
İkincisi,
hıristiyanlardan bir kısmı demiştir ki; Fariklit hak ile batılı ayıran demektir.
Aslı "fâruk"tur, "lit" ise tahkik ve te'kit ifade eder.
Bu suretle Fariklit, furkan sahibi demek olur. Bu da peygamberlerin sonuncusu
olan Peygamber (s.a.v.) Efendimiz'in isimlerinden biridir. Hıristiyanların
bu âyetleri anlamak istememeleri dalaletten başka bir şey değildir. Şafi'
müşeffa' anlamına gelen Fariklit Yunanca'dan, ikincisi ise İbranîce'den alındığına
göredir.
Onuncusu:
Bu âyetler eldeki Tevrat ile İncil'in muhtelif nüshalarında mevcut olan ve
yahudilerle hıristiyanların, aslını değil, yalnızca mânâsını gizlemek maksadıyla
yanlış te'villerle tahrif etmek istedikleri âyetlerdir. "Kendilerine
kitabı verdiğimiz ehliyetli kimseler, onu, tilavetinin hakkını vere vere okurlar,
çünkü ona inanırlar." (Bakara, 2/121) âyetinin mânâsına uygun olarak
bunlar kitabı hakkıyle okuyanlardır. İşte bu âyetler, onu hakkıyle okuyanlar
arasında azıcık idraki, azıcık insafı olanlar için her türlü şüphe ve tereddüdü
ortadan kaldırmaya yeten açık seçik belgelerdir. Aslında Kur'ân'da bunların
her birini doğrulayan çok sayıda âyet bulunmaktadır. Bunlardan başka, bazı
tefsirciler, Tevrat ve İncillerden çıkarılarak aslı büsbütün ortadan kaldırılmış
bazı önemli âyetlerin varlığından da söz etmişlerdir: Abdullah b. Abbas Hazretlerinden
rivayet olunduğu üzere, Cenab-ı Allah, Tevrat'ta İsrailoğulları'na şöyle bir
ahit vermiştir: "Ben, İsmail evladından bir ümmî peygamber göndereceğim,
her kim ona tabi olur, getirdiği nuru tasdik ederse günahını bağışlar, kendisini
cennete girdiririm ve ona iki ecir veririm; biri Musa'nın ve diğer peygamberlerin
getirdiklerine uymanın ecri, biri de İsmail evladından ümmî peygamber Muhammed'in
getirdiğine uymanın ecridir." Bunun Kur'ân tarafından tasdiki: "Kur'ân'dan
önce kendilerine kitap verdiklerimiz ona da iman ederler, onlar kendilerine
Kur'ân okunduğu zaman, "Ona iman ettik, çünkü o Rabbimizden gelmiş bir
hakikattir. Esasen biz ondan önce de zaten müslüman idik." dediler. İşte
bunlara ecirleri iki kerre ödenecektir... onlar kötülüğü iyilikle savarlar
ve kendilerine verdiğimiz rızıktan harcarlar." (Kasas, 28/ 52,53,54).
Tevrat'ta,
sonuncu peygamberin doğumu Mekke'de, meskeni Taybe'de, mülkü Şam'da ve ümmeti
hammadûn diye vasfedildiği de nakledilmiştir.
Yukarıda
nakledilen ve bugün dahi mevcut bulunan Tevrat ve İncil âyetleri de kesinlikle
gösteriyor ki, Cenab-ı Allah ötedenberi eski ümmetlerin her birine ileride
gelecek ve hepsinin son hedefi olacak bir şanlı peygamberi haber vermiş, vaad
ve müjde buyurmuş, gelmeden evvel hepsine onun gıyabında iman teklif eylemiş
ve her Kitap ehli bunu kabul edip, Allah'a ahd ve misak vermiştir. Bu ahit
ve bu âyetler gereğince ne Musevilik başlangıçtır, ne de Hıristiyanlık sonuçtur.
Tevrat'a göre; Musa'ya benzeyen ve kitabı hep bismillah ile başlayan o peygamberin
Hz. İsa olmadığı aşikardır. Ayrıca bizzat İncil âyetlerinin delaleti gereğince
kendisinden sonra furkan sahibi ve hakkın ruhu olan o peygamberin teşrifini
müjdelemiş olan İsa, dininin son hedef olmadığını açıkça itiraf etmiş, "Ben
gitmezsem, size o gelmez." diyerek son peygamber Efendimiz hakkında ümmetinden
en son ahdi o almıştır. İşte bu vaad ve ahdi tasdik ve bilfiil gerçekleştirmek
üzere Cenab-ı Allah "lâ raybe fih" yani içinde hiçbir şüphe bulunmayan
Kitab-ı mübîn'i ve Furkan-ı hakîm'i ile son peygamber Muhammed Mustafa (s.a.v.)
Efendimiz'i peygamber olarak göndermiş ve bundan dolayı İsrailoğulları'na
ilk hitabında "Haydi bakalım siz benim ahdimi yerine getirin, ben de
size verdiğim sözü yerine getireyim." (Bakara, 2/40) ve "Yanınızdaki
kitabı (Tevrat'ı) tasdik eden bir kitap olarak indirdiğim Kur'ân'a iman edin!"
(Bakara, 2/41) ilâhî fermanları bu ahdin icra ve ifasını ve gereğinin yerine
getirilmesini talep etmiştir. Bu konudaki bütün şüpheleri silip gidermek için
aklî ve naklî her türlü delili gözler önüne sermiştir. En nihayet İbrahim'in
dua ve kelimatına ve Hz. Yakub'un vasiyyetine dikkat çekerek, ihvanın mânâsını
ve İslâm'ın aslını ve değerini anlatmış, meselenin özünü ve içyüzünü aydınlatmıştır.
Şimdi
bütün bu hitapların nihaî faydasını özetlemek üzere buyuruluyor ki:
Meâl-i
Şerifi
134.
Onlar bir ümmetti, geldi geçti. Onlara kendi kazandıkları, size de kendi kazandığınız.
Siz onların yaptıklarından sorguya çekilecek değilsiniz.
134-Ümmet:
İmam kökünden alınmış bir çoğul isimdir ki, çeşitli insan gruplarına önder
olan ve kendisine uyulan bir cemaat demektir. Yani bir imamın çevresinde sağlam
bir birlik oluşturup, düzenli bir şekilde faaliyet gösteren ve bu şekilde
çeşitli insan grupları üzerine hakim olan bir topluluktur. Diğer bir tabirle
ümmet, imamet-i kübra sahibi cemaattir. Cemaatlara göre ümmet, fertlere göre
imam gibidir. Demek ki ümmet, hakim bir milletin fertlerinden meydana gelmiş
olan bir sosyal toplumdur.
Bu
zikrolunan cemaat, yani İbrahim ile Yakub ve bunların vasiyyetlerini tutan,
Allah'ın birliğine inanan ve müslüman olan oğulları geçmiş bir ümmettirler.
Çeşitli insan gruplarının birliği için, onların önüne geçmiş, uyulmaya ve
itaat edilmeye layık bir cemaat idiler. Şu halde onlar başka siz başkasınız,
siz onlar değilsiniz ve onlar sizden hiç değildir. Siz "Biz onların evladıyız."
diye kuru bir neseple iftihar etmekle kurtulamazsınız, onların kazandıkları
onlara aittir, sizin kazandıklarınız da size aittir. Ve siz, onların yaptıkları
amellerden sorumlu olmazsınız, sorumlu tutulmazsınız. Herkesin menfaati kendi
kazancında ve herkesin sorumluluğu da kendi yaptığındadır. Cemaatler de böyledir:
Sizden öncekiler iyilik yapıp sevap kazandıkları halde, siz onlara benzemeyip
fenalık yapar, günah kazanırsanız, sırf onların soyundan gelme iddianızla
onların kazancından faydalanamazsınız. Yine bunun gibi, öncekiler fena şeyler
yapmışlar, ancak siz bu hususta onlara uymamış iseniz, onların fenalığı da
sizden sorulmaz. Sizden hesabı sorulacak olan şey sadece kendi amelleriniz,
kendi yaptıklarınızdır. O halde sizden öncekilerin iyiliğiyle iftihar etmeyin,
onlarla öğünmeyin. Siz de onlar gibi iyi kazançlar kazanmaya bakın. Ayrıca
eski atalarınız hatalar yapmış, günah işlemiş ise ondan dolayı da üzülmeyin,
siz onlara uymayıp hak yoluna gidin, iyilik yapın.
İyilerin,
geçmiş büyüklerin evlatları ve mensupları onlara uyup, onlara benzeyip İslâm
ve ihsan ile iyi ameller ve büyük işler yapmazlarsa, kuru bir nesep ve mensubiyet
iddiasıyla kendilerini sorumluluktan kurtaramazlar. Aynı şekilde kötülerin
evlatları, geçmiş atalarına uymayarak iyi ve güzel işler yaparlarsa sırf onların
soyuna mensup olmaları yüzünden, geçmişlerinin yaptıkları kötülüklerden dolayı
hesaba çekilmezler ve kendilerini kurtarmış olurlar. "Herkes kendi yaptığıyla
rehin tutulur." (Tûr, 52/21), "Gerçekten de insan için kendi emeğinden
başkası yoktur." (Necm, 53/39) âyetleri bunu kesin olarak ortaya koymuştur.
Nitekim Peygamber Efendimiz, akrabaları olan Haşimoğulları'na, "Başkaları
bana hizmetleriyle gelirken, siz sadece neseplerinizle gelmeyin." buyurmuştur.
Gerçi nesep ve yakın akrabalık bir şereftir. Fakat sadece nesep, halas ve
felah (kurtuluş) için yeterli bir sebep değildir. Fayda getiren yakınlık asıl
amelde, din ve ahlâkta, hasılı geçerli olan gerçek sebeplere sarılmaktadır.
İşte bundan dolayıdır ki; âyet-i kerimede "Sûra üfürüldüğü zaman, artık
o gün aralarında ne soy-sop kalır, ne de birbirlerini arayıp soracak halleri!"
(Müminûn, 23/101) buyurulmaktadır.
Cenab-ı
Hakk'ın, yaratılıştan gelen ihsan ve ikramları çoktur ve bunlar bütün yaratıklarına
şamildir. Yaratılışın kanunları ve ilkeleri herkes için geçerli ve zorunludur.
Lakin insan için buna karşılık başka bir kanun daha vardır ki, o da istek
ve emek kanunudur ve insan işte bundan sorumludur. Kazançların hesabı görüldüğü
zaman, doğuştan sahip oldukları imkan ve kabiliyetleri kötüye kullananlar
daha çok zarar ederler, o vakit büyük nesepler, şerefli atalar onlar için
yüz karası olur. İşte bundan dolayıdır ki, herkes kendi kazancına bağlıdır.
Acaba bu mesele böylece mutlak mıdır? Bu âyetlere göre mutlak ve kesin görünüyor.
"Ancak herkesin fayda ve zararı yalnız kendi çalışmasına bağlı kalacaksa,
kimse kimsenin yaptığından fayda ve zarar görmeyecekse, sosyal yardımlaşmanın,
ümmet ve imametin hikmet ve faydası nedir? Bu sosyal yardımlaşma ve dayanışmalar,
işleri kolaylaştırmaya yarıyorsa bu da bir fayda değil midir? Sonra tevarüs
(kalıtım) denilen şey yalnızca dünyaya ait bir özellik olsa bile, ortaya çıkardığı
sonuçlar bakımından ahirete de faydası olmuyor mu? Eğer kesinlikle böyle ise
yukarıdan beri İsrailoğulları kıssalarında, onlar halef ve selef olarak, niçin
birbirlerinin yaptıklarıyla övülüyor ve yeriliyorlar?" şeklinde sualler
akla gelebilir. Gerçekten bu hükümler mutlak ve kesin gibi görünmüyor. "Herkes
kendi yaptığıyla rehin tutulacaktır, ancak meymenetli dostlar böyle değildir."
(Müddessir, 74/38-39) âyeti gereğince kendi çalışmasının üstünde birtakım
nimetlere erecek olan yemin ashabı (uğurlu dostlar grubu) da vardır. Yine
bunun gibi "İman eden ve zürriyetleri de iman yolunda kendilerine uyanlar,
işte Biz onların nesillerini de kendilerine kattık." (Tûr, 52/21) âyeti
gereğince uymak ve tabi olmak şartıyla zürriyetin, köke katılması, kendi kazancının
üstünde bir mutluluktur. Demek ilâhî lütuflar kazancın yalnızca başlangıcında
değil, arasında ve sonunda da kesintisiz olarak vardır. Kalıtım ve yardımlaşma
ilkeleri de böyledir. Şu halde âyetin mânâsı, herkesin birbirinden yararlanma
ve zarar görmesini yok saymak ve inkar değildir; sadece kişinin kendi şahsî
hareketlerinden, kendi iradesiyle yaptığı tercihlerden yalnızca kendisinin
sorumlu tutulacağını, hür tercihlerindeki çalışma ve kazancın önemi ve bunların
birbiriyle ilişkisini isbat içindir. Bütün bunlardan, ilâhî mevhibelerin (vergilerin),
ikram ve ihsanların yokluğu ve inkarı gerekmeyeceği gibi, ecir ve sevabın
da mutlaka çalışmayla uygun olması da gerekmez. Allah'ın ihsanları, çalışmaya
bağlı olan yerlerde bile o gayretin derecesiyle sınırlanmış değildir: Küçük
bir amele büyük bir ecir verilebilir. Böylece sosyal yardımlaşma esasları,
bir tarafın öbür taraftan faydalanmasına dayandığı halde gerçekte bunlar dahi
az çok bir müktesep (kazanılmış) hakka ve şarta bağlı bulunmaktadır. Bu da
daha önceden mevcut olan din, millet ve vatandaşlık bağları gibi bağlardır.
Bütün bu bağlar da iman şartına bağlıdır. Bundan dolayıdır ki, çalışmanın
bazı dereceleri toplumun bütününün faydalanmasına manidir. Yine bundan dolayıdır
ki, sırf nesep ve akrabalık, bütünüyle o mirasa sahip olmaya yetmez. Aslında
kalıtım, mirasçının o mirası bırakana halef olması demektir ki, bu da onun
milletine uymayı sürdürmesi şartına bağlıdır. Bu sebeple din ve diyar farklılıkları
mirasa engeldir. Mirasçı nesep sebebiyle miras bırakanın kazancından faydalanmış
görünüyorsa da, bu faydalanmanın asıl sebebi yine mirasçının kendi çalışması
olan dinine bağlılığıdır. Ayrıca o mirası çarçur etmeden iyi kullanacağı güvenini
vermiş olması şartına da bağlıdır.
İşte
âyetlerin mutlak gibi görünen hükmünün ilgili yönleri budur. Bundan çıkan
sonuç da herkesin menfaatinin kendi kazancına bağlı olmasıdır. Herkes kazancından
sorumludur. Kimse kimsenin günahından hesaba çekilmeyeceği gibi, hiçbir kimse
bir başkasının kazancından, kendisinin bir çalışması olmadan istifade edemez.
Çalışmaya bağlı sonuçların bu kadar adaletle dağıtılması dünyada olmazsa,
ahirette muhakkak olacaktır. Ve bunun içindir ki, dünyada sosyal çalışmaların
kâr ve zararının adaletle dağıtılmasını sağlamayan ve başkalarının emeğinden,
haksız yere faydalanmaya kalkışan ümmetler çabucak yıkılırlar ve böyle zalimler
ümmet ve imamete layık olamazlar. Bütün bunlarla beraber az fakat düzenli
ve güzel işlerle büyük büyük menfaatler elde etmenin bir yolu vardır. O yol,
doğru ve hak yol olan sırat-ı müstakimdir. Yukarıdaki âyetlerde görüldüğü
gibi, halef, selefin yaptıklarıyla övülüyor veya yeriliyor olduğu zaman dahi
bu övme ve yermelerin yalnızca nesebe değil, iman ve İslâm yoluna uymaya,
hak yola girip girmemeye bağlandığı dikkat çekicidir. Bu da yine onların kendi
çalışma ve tercihleriyle olacak bir şeydir. Şu halde insanlar vaktiyle yaşamış
büyük bir ümmetin nesli ve mensupları olmakla kendilerini kurtaramazlar ve
onlar gibi büyük olamazlar. Onlar gibi büyük olabilmek için onlar gibi güzel
işler ve büyük eserler yapmak zorundalar. Dahası var, sonradan gelenler, daha
öncekilerden daha çok güzel işler yaparlarsa büyüklükte onları da geçerler.
İşte o zaman selefler ile haleflerin gelişme yarışından daha büyük ve daha
mes'ut bir ümmet meydana gelir ve işte Hz. İbrahim buna dua etmiş, Hâtemü'l-Enbiya
Efendimiz de bu duayı tahakkuk ettirmek için ve onun tasdiki olarak gelmiştir.
İşte bu zaman böyle bir büyük ümmeti meydana getirmek ve geniş bir doğru yol
kurma ve teşkil etme zamanıdır. Bu iş sadece nesep ve soy davası güden, büyük
bir soydan gelmekle övündükleri halde atalarının gittiği yoldan gitmeyenlerin
kârı değildir. Hem eskilerin güzel yollarını yıkmayıp yaşatmalı, hem de o
yolu daha da genişleterek ve daha güzel işler yaparak, cihanşümûl (dünya çapında)
bir ana yol, bir sırat-ı müstakim (doğru yol) haline getirmeye çalışmalıdır
ki, bunda sadece nesebin tesiri olmaz. Bütün nesepler, bütün hasepler dahil,
bütün insanlığın istifadesi sağlanmış olur.
Bu
böyle iken:
Meâl-i
Şerifi
135-
Bir de: "yahudi veya hıristiyan olunuz ki, hidayet bulasınız." dediler.
Sen onlara de ki: "Hayır! Hanif olarak hakka tapan İbrahim'in dinine
(uyarız) ki, o hiçbir zaman müşriklerden olmadı."
136-
Deyiniz ki, "Biz, Allah'a iman ettik ve bize ne indirildiyse İbrahim'e,
İsmail'e, İshak'a, Yakup'a ve torunlarına ne indirildiyse, Musa'ya ve İsa'ya
ne indirildiyse ve bütün peygamberlere Rablerinden ne verildiyse hepsine iman
ettik. Biz onların arasında fark gözetmeyiz ve biz ancak O'na boyun eğen müslümanlarız."
137-
Eğer onlar da sizin iman ettiğiniz gibi iman ederlerse doğru yola girmiş,
hidayeti bulmuş olurlar. Yok eğer yüz çevirirlerse onlar sadece ve sadece
didişmenin içindedirler. Allah onlara karşı sana yeter. Ve O, işitendir, bilendir.
138-
Allah'ın boyasına bak, (vaftiz nolacak?) Kim, Allah'dan daha güzel boya vurabilir
ki? İşte biz O'na ibadet edenleriz.
139-
De ki: "Allah hakkında bizimle didişmeye mi gireceksiniz? Oysa O, bizim
de Rabbimiz, sizin de Rabbinizdir. Bizim amellerimiz bize, sizin amelleriniz
de size. Şu kadar var ki, biz O'na ihlas ile sarılıyoruz.
140-
"Yoksa siz, İbrahim de, İsmail de, İshak da, Yakup da ve torunları da
hep yahudi ve hıristiyan idiler mi demek istiyorsunuz?" De ki: "Siz
mi daha iyi bilirsiniz, yoksa Allah mı?" Allah'ın şahitlik ettiği bir
hakikatı bile bile inkar edenden daha zâlim kim olabilir? Allah, yaptıklarınızdan
gafil değildir.
141-
Onlar bir ümmet idiler, gelip geçtiler. Onlara kendi kazandıkları, size de
kendi kazandıklarınız. Ve siz onların yaptıklarından sorumlu tutulacak değilsiniz.
135-
Yahudiler ve hıristiyanlar, herkese: "Siz de yahudi ve hristiyan olunuz
ki, hidayet bulasınız." dediler. Yahudiler Yahudiliğe, Hıristiyanlar
da Hıristiyanlığa davet edip durdular. Bunlar, ikisi bir araya gelmez iken,
her biri kendi yoluna davet edip ihtilaf ve niza çıkardılar, hem de bunun
hidayet olduğunu iddia ettiler. İşte bundan dolayı ya Muhammed! Sen söyle
de: Yahudi ve hıristiyan olmak değil, bilakis hanif, yani küfür ve şirkten
arınmış, hakka ve tevhide yönelik olarak İbrahim milleti olalım, hep onun
milletine uyalım, onun milletinden ve ehlinden olalım. İbrahim hanif idi,
müşriklerden değildi. Kendisinden sonra gelen ve yukarıda görüldüğü üzere,
birçok yönden müşriklere benzeyen yahudi ve hıristiyanlardan hiç değildi.
Lakin onlar geçmiş bir ümmet idi. "Biz onlardan nasıl olalım?" derseniz,
onun da kolayı vardır: Evvela geçmiş olması onların arkasından gitmeye, onlara
uymaya engel değildir. İkincisi, zaten siz o geçmiş ümmetin aynen kendisi
değilsiniz, onu yenileyen, yeniden ihya eden, daha da genişleten ve İbrahim'in
duasında onun isteğinin gayesi olan yeni ve büyük bir ümmet, müslim bir ümmet
olunuz ki, bu ümmet İbrahim'in ümmetini de içine alan daha büyük bir toplum
olmuş olsun.
136-Böyle
olmak için şöyle deyiniz: Biz, Allah'a, bize inzal olunana; İbrahim, İsmail,
İshak, Yakup ve torunlarına inzal olunana aynı şekilde Musa'ya ve İsa'ya verilmiş
olana ve bunlardan başka daha ne kadar peygamber gelmiş ise Rabları tarafından
kendilerine verilmiş olana da iman ettik. Bunların hiçbirisinin arasında fark
gözetmeyiz. Yahudi ve hıristiyanların yaptığı gibi, bir kısmını tanıyıp, bir
kısmını tanımazlık etmeyiz. Böyle söylemek "hepsinin derecesini eşit
ve aynı biliriz" demek değildir. "Hiç birini inkar etmeyiz, hepsinin
peygamberliğini kabul ederiz, peygamberliklerine iman etme konusunda farklı
bir tutum içine girmeyiz." demektir. Şu halde önce Allah'ı, sonra kendi
peygamberimizi, daha sonra da onun, peygamberdir diye bize bildirdiği peygamberleri
tanırız. Ve biz sadece Allah'a teslim olmuş ve bağımlıyız. İşte İslâm milleti,
böylesine geniş ve bütün dinleri içine almış olan en mükemmel bir din ve muhteşem
bir ümmettir.
137-
"İnandık deyiniz!" buyurulması, iman konusunda kalb ile tasdikin
yanında dil ile ikrarın da gerekliliğini dile getirmektedir. Rivayet olunuyor
ki, bu âyet nazil olduğu zaman, Resululah yahudilerle hıristiyanlara, "Allah
böyle emretti." diye söylemiş ve bu âyeti okumuştu. Hz. İsa'nın isminin
anılmasına gelince, yahudiler, inkar eyleyip, ona küfrettiler. Hıristiyanlar
da "İsa diğer peygamberler gibi değildir, o Allah'ın oğludur." dediler.
Bunun üzerine şu âyet nazil oldu: Ey müminler, siz onlara söyleyiniz ve şöyle
haber veriniz: Eğer yahudiler ve hıristiyanlar sizin iman ettiğiniz gibi iman
ederlerse gerçekten ihtida etmiş, doğru yola girmiş, hak yolu tutmuş olurlar,
aranızda birlik ve bütünlük sağlanmış olur. Eğer yüz çevirirlerse onlar hakikaten
şikak, yani ihtilaf, münakaşa, parçalanma ve didişme içindedirler, bölünüp
parçalanmadan kurtulamazlar, sürekli didişir dururlar, böyle olunca da ey
Muhammed! Bundan sonra onların şerrine karşı Allah sana kâfidir. Biraz geciktirse
bile hiç şüphesiz onların hakkından gelecektir. Ve O Allah Semî'dir, duanızı
ve her söylediğinizi işitir; Alîm'dir, gizli niyetlerinize varıncaya kadar
her şeyinizi bilir ve ona göre hükmünü icra eder. Hakka ihlas ile sarılmanın
hükmü felah (kurtuluş) ve zaferdir. Hakka karşı muhalefet ile direnmenin hükmü
de er veya geç helâke uğramaktır.
138-Hıristiyanlar
çocuklarını "ma'mudiye" dedikleri sarımtırak bir suya daldırırlar
ve buna "ta'mid" yani "vaftiz" derler. Bunun da bir temizleme
olduğunu söylerler ve ne zaman birisi çocuğunu vaftiz ederse, çocuk için,
"İşte şimdi hakkıyla Hıristiyan oldu." derler. Buna karşı Cenab-ı
Allah, müslümanlara buyuruyor ki, siz böyle yukarıda anlatıldığı gibi tevhid
ile, hiç fark gözetmeksizin iman ettiğinizi söyledikten sonra şunu da ekleyiniz
ve deyiniz ki; biz, Allah boyası olan ve yaratılıştan gelen iman ile iman
ettik, sudan imana, sun'î (yapay) boyaya tenezzül etmeyiz. Allah boyasına
bakınız, Allah boyasına, zira Allah'ın boyasından daha güzel kimin boyası
vardır? Maddiyatta, tabiatta ve bütün kâinatta, dikkat ediniz O'nun boyasından
daha güzeli var mıdır? Ağaçlara ve otlara, bütün çiçeklere, bilhassa insanların
simalarına ve göz renklerine şöyle bir göz atınız, onlardaki doğuştan boya
ile insanların sonradan sürdüğü sun'î boyalar arasında kıymet ve güzellik
bakımından ne kadar büyük fark olduğunu görürsünüz. Özellikle insan bedenlerine
sürülen ve yaratılışı bozan boyalar ne kadar arızî, ne kadar çirkin ve mülevves
şeylerdir. İşte maneviyatta, din ve ahlâkta da durum böyledir. Din fıtrî bir
din, iman ilâhî bir iman, temizlik doğuştan bir temizlik, güzellik doğuştan
bir güzelliktir. Sonradan elde edilen bütün temizlik ve güzellik, aslında
doğuştan gelen güzellik ve temizliğin korunmasına yöneliktir, sonradan ona
ârız olmuş birtakım pisliklerin giderilmesine dönüktür. İnsanları bir paçavra
boyar gibi, renkli bir suya sokup çıkarmakla elde edileceği sanılan iman,
sudan bir imandır, çok temelsiz bir dindir. Bunun ne kıymeti var ki? İman
ile dini bir boyaya benzetmek gerekirse, biz Allah boyası olan bir fıtrî iman
ile ve Allah tarafından boyanmış olmayı üstün tutarız. Maddî ve manevi bütün
temizlik çabalarımız ve güzelliklerimiz hep ilk oluştan, doğuştan gelen temelin
muhafazasına yöneliktir. İslâm dini ve tevhid imanı, insanların Allah tarafından
boyanmasıdır. İman en güzel Allah boyasıdır. Ve işte böylece biz ancak O'na
ibadet ederiz, yalnızca O'na kulluk eyleriz. O'nun kulları, O'nun köleleriyiz.
Diğer bütün peygamberlere inanmamız, O'nun gerçek peygamberleri olmalarından
ve O'nun emirlerini bildirmelerinden dolayıdır. Yoksa biz onları ilâhlaştırıp
tanrı yerine koymayız. Hele hele hıristiyanların Hz. İsa'ya yaptığı gibi,
şirke sapmayız hatta kendi peygamberimize de tapmayız. Onun hakkında da "Şahitlik
ederiz ki, Muhammed Allah'ın kulu ve Resulüdür." diyerek kelime-i şehadet
getiririz. nazm-ı celîli de yukarıdaki 'ya bağlı olarak âyetin sonuna kadar
emrinin mekûlü kavlinde dahildir. Aradaki âyeti ise cümle-i mu'tarıza, yani
ara cümledir. Şu halde ise "Allah bizi boyadı." meâlinde nın mef'ul-i
mutlakı mevkiinde bulunmaktadır. Bununla beraber "iğrâ" (teşvik
etme) babından olması da caiz görülmüştür.
139-
ey Muhammed! Sen, o yahudi ve hıristiyanlara şöyle söyle ve de ki: Siz, bize
karşı Allah hakkında "Allah'ın hak dini yahudilik veya hıristiyanlık'tır,
şu halde cennete ancak bunlar girebilecektir, geliniz siz de Yahudi veya Hıristiyan
olunuz ki, hidayet bulasınız." diyerek münazara ve mücadele mi ediyorsunuz?
Halbuki O Allah, hem bizim, hem sizin Rabbimizdir. Biz O'na iman ederken O'nun
sizin de Rabbiniz olduğunu inkar etmeyiz. O halde bize karşı verdiğiniz bu
mücadele ne kadar boş bir mücadeledir. Bununla beraber bizim amellerimiz bizimdir,
sizin amelleriniz de sizindir. Biz müslümanlar yukarıdaki imanımız gereğince
başka din sahiplerinin kendi inançlarına göre yaptıkları dinî amellere karışmayız.
Din ve vicdan hürriyetine riayet ederiz. Bu bakımdan İslâm toplumu, her toplumdan
daha geniş görüşlüdür. Onun içinde semavî dinlerden her biri kendi halinde
yaşayabilir ve yaşayabilmiştir. Allah Teâlâ hepimizin Rabbidir, ve O'nun katında
her birimiz kendi yaptığımız amellerden sorumlu olacağız. Şu kadar var ki,
biz O'na ihlas ile bağlıyız. Amellerimizde ancak O'na ihlas ile hareket ederiz.
İhlas ve samimiyetimizi sunacak başka bir mabud veya birtakım aracılar tanımayız.
O'nun rızasına uygun olmayan hususta, hatır gönül dinlemeyiz. İşte O'nun huzuruna
amellerimizle giderken aramızdaki bu farkla gideceğiz ve ona göre hesap vereceğiz
ki, bu noktada ne kadar dikkat çekicidir.
140-141-Buna
karşı siz ne yüzle mücadele edebilirsiniz? Ey yahudiler ve ey hıristiyanlar!
Siz, İbrahim milletine tabi olmamak ve bizimle mücadele etmek için İbrahim,
İsmail, İshak, Yakup ve torunlar yani hep bunlar, yahudi ve hıristiyan idiler
mi diyorsunuz?
Nafi,
İbnü Kesir, Ebu Amr, Halef rivayetiyle Hamza ve Ebu Cafer, ayrıca Ravh rivayetiyle
Ya'kup "yâ" ile okurlar. Önceki okunuşa göre bu âyet emrinin mekûlüne
dahil, bu ikinci okunuş şekline göre ona nazir ve doğrudan doğruya peygamberi
muhatap tutmaktadır. Ona göre mânâ "Ey Muhammed, o yahudiler ve hristiyanlar
böyle mi diyorlar? Bu peygamberlerin kendilerinden olduklarını mı iddia ediyorlar?"
Sen onlara de ki; Söyleyin bakalım, siz mi daha iyi bilirsiniz, yoksa Allah
mı? Elbette Allah daha iyi bilir. Öyle değil mi? Halbuki Allah öyle biliyor
ve öyle şahitlik ediyor ki, o peygamberler ne yahudi idiler, ne de hıristiyan
idiler. Daha önce yaşamış birer geçmiş ümmettirler. İbrahim hanif ve müslimdir
ve müşriklerden de değildir. Siz ise kesin olan bu gerçeği bile bile inkar
ediyor ve dile getirmiyorsunuz.
Ve
acaba kendince bilinen ve Allah tarafından sabit olmuş olan bir şahitliği
yapmayıp inkar edenden daha zalim kim vardır? Zira doğru olan bir şahitliği
yapmayıp, sus pus olmak ve ketûm (gizleyici) davranmak da en büyük haksızlıktır,
en büyük zulümlerden biridir. Ve Allah Teâlâ duasına karşılık İbrahim'e "Zalimler
benim ahdime nail olamazlar." buyurmuştur. Siz nasıl olur da hakkıyle
uyulacak ve ardından gidilecek bir millet olabilirsiniz? Size uyanlar nasıl
olur da hidayete erebilirler? Siz yoksa yaptığınız zulüm ve haksızlıklardan,
bile bile şahitliği ketmetmenizden Allah'ı gafil mi sanıyorsunuz? Allah, sizin
yaptıklarınızdan ve yapacaklarınızdan gafil değildir. Bu vesileyle bir kerre
daha işitiniz ve biliniz ki, hakikat şudur: Onlar bir ümmetti, geldi geçti.
Onların kazandıkları onlara, sizin kazandıklarınız size aittir. Siz onların
yaptıklarından sorumlu tutulmazsınız." Bunu iyi belleyin, bundan sonra
halinizi ve geleceğinizi iyi düşünün ve bu çalışma ilkesine iyi riayet edin.
Hz. Muhammed'in peygamberliği ve imameti altında teşekkül eden ve bütün peygamberler
tarafından önem verilmiş bulunan bu muazzam ümmete, bu tevhide bağlı olanların
birliğine siz de dahil olmaya çalışın.
Tefsircilerin
açıklamasına göre, bu âyette başlıca birkaç tenbih (uyarma) vardır:
Birincisi:
Geçmiş ataların faziletlerini dile dolamakla kalınmamalıdır. Herkes ameliyle
hesaba çekilecektir. Kendi yaptığından sorumlu tutulacaktır.
İkinci
olarak: geçmişlere farz kılınan hükümler, aynen onların soyuna da farz kılınmak
nasıl garip karşılanacak bir olay değilse; değişik maslahatlara bağlı olarak
Muhammed (s.a.v.)'in, insanları eski bir milletten yeni bir millete geçirmesi
ve bunun için yeni bir şeriat getirmesi de mümkündür. Bu da inkar edilmeye
çalışılmamalıdır. Yukarıdaki nesih âyetleri de bu imkanı dile getirmektedir.
İşte "zamanın değişmesiyle hükümlerin de değişmesi" gerektiğine
dair fıkıh kaidesi de bu gibi âyetlerin çerçevesi içindedir. Hükümlerin böyle
çeşitli sebep ve faydalarını bilmeye yarayan ilme "Fıkıh" denilir.
İslâm dininin böyle bir taraftan değişmez ilkelere, diğer taraftan değişik
şartlara göre uygun düşen esnek kurallara dayanması, onun kıyamete kadar ayakta
duracağını gösteren belli başlı özelliklerinden biridir. Bu sayede insanlığın
hem ilerlemesi muhafaza olunur, hem de yıkıcı, buhranlı inkılâp ve değişmelerden
korunmuş olur.
Üçüncü
olarak: Peygamberlerin açtığı yola girmek isteyenlerin, öncekileri doğru ve
yanlışlarıyla olduğu gibi ve körü körüne taklit etmeye uğraşmayıp, hak ve
batılı bizzat seçip ayırdederek amel etmeleri lazım gelir. Çünkü "Siz
onların yaptıklarından sorumlu değilsiniz." buyurulmuştur. Bu gibi önemli
ilkeleri içine alan bu âyet, benzetmek gibi olmasın, sanki bir terci-i bend
gibi ayrı ayrı siyak ile takrir edilmiş, bu takrir, sadece tekrardan ibaret
kalmamıştır. Birinde soya bağlılık, diğerinde dine bağlılık açısından ele
alınmıştır. Ayrıca öncekinde esbat yani torunlar, işaretine açıkça dahil olmadığı
halde, sonrakinde dahil olmuştur. Ve bu suretle birinci cüz sona ererken,
İslâm ruhunun birliği ve bütünlüğü sağlanmıştır ki, bundan sonraki cüzde İslâm'ın
maddî ve cismanî birliğinin sağlanması demek olan Kıble meselesine geçilecek
ve Muhammed ümmetinin teşekkülüne ve onun özünde mevcut belli başlı özelliklerine
işaret buyurulacaktır. Buraya kadar olan âyetleriyle Bakara Sûresi, Fâtiha
Sûresi'nin " "e kadar olan birinci kısmına benzemektedir. Bundan
sonra yeni bir "sırat-ı müstakîm" (doğru yol) hidayetine başlanacaktır.
Bunun için buyuruluyor ki:
Meâl-i
Şerifi
142-
İnsanlar içinde bir kısım beyinsizler takımı, "Bunları bulundukları kıbleden
çeviren nedir?" diyecekler. De ki: "Doğu da, batı da Allah' ındır.
O, kimi dilerse onu hidayete erdirir."
143-
Ve işte böyle, sizi ortada yürüyen bir ümmet kıldık ki, siz bütün insanlar
üzerine adalet örneği ve hakkın şahitleri olasınız, Peygamber de sizin üzerinize
şahit olsun. Daha önce içinde durduğun Kâ'be'yi kıble yapmamız da şunun içindir:
Peygamber'in izince gidecekleri, iki ökçesi üzerinde geri döneceklerden ayıralım.
Bu iş elbette Allah'ın hidayet ettiği kimselerin dışındakilere çok ağır gelecekti.
Allah imanınızı kaybedecek değildir. Hiç şüphesiz Allah, bütün insanlara çok
şefkatlidir, çok merhametlidir.
144-
Doğrusu, biz, yüzünün semaya yöneldiğini, orada şekilden şekile geçerek, aranıp
durduğunu görüyorduk. Artık seni hoşnud olacağın bir kıbleye çevireceğiz.
Haydi bakalım, yüzünü Mescid-i Haram'a doğru çevir. Siz de ey müminler, nerede
olursanız olun, yüzünüzü o tarafa doğru çevirin! Kendilerine kitap verilmiş
olanlar da kesinlikle bilirler ki, Rabblerinden gelen o emir haktır. Ve Allah,
onların yaptıklarından ve yapmakta olduklarından gafil değildir.
145-
Celâlim için, sen o kitap verilmiş olanlara, bütün delilleri de getirsen,
yine de senin kıblene tabi olmazlar, sen de onların kıblesine tabi olmazsın.
Zaten onlar da birbirlerinin kıblesine tabi değiller. Celâlim hakkı için,
sana gelen bunca ilmin arkasından sen tutar da onların arzu ve heveslerine
uyacak olursan, o zaman hiç şüphesiz, sen de zâlimlerden olursun.
142-Kıble:
Esasen insanın herhangi bir tarafa dönmesi ve yönelmesi halidir ki, Türkçe
"yön" demektir. Dindeki geleneksel anlamıyla namazda dönülen mekana
isim ve terim olmuştur.
Cenab-ı
Hak kıblenin değiştirilmesine ve yeni bir sırat-ı müstakîm (doğru yol) gösterilmesine
ve bu şekilde yeni bir ümmetin oluşumuna işaret buyururken, aynı zamanda bazı
kendini bilmezler tarafından bu konuda söylenecek cahilce sözlerin geçersizliğini
de açıklamak için şöyle buyuruyor:
İnsanlar
içinden birtakım beyinsizler, hafif akıllı anlayışsızlar diyecekler ki; bunları,
yani Muhammed ve ümmetini, bulundukları kıblelerinden yani Beyt-i Makdis'den
çeviren nedir? Bu söz, neshi inkar eden ve kıblenin tahviline itiraz etmek
isteyen yahudiler veya münafıklar tarafından ileri sürülmüş, âyet de onlar
hakkında inmiştir. Bu sûrenin baş tarafında, "Şunu muhakkak biliniz ki,
asıl beyinsizler asıl budalalar onlardır." (Bakara, 2/13) âyetinin hükmüne
göre, bu âyetin münafıklar hakkında inmiş olması daha münasiptir. Yani bunlar
böyle söylemiş ve söyleyeceklerdir. ey Muhammed! Sen o beyinsizlere şöyle
söyle; doğu da, batı da Allah'ındır, yani gün doğusundan gün batısına kadar
bütün yönleriyle yeryüzü Allah'ındır. Allah'ın hiçbir mekana ihtiyacı yok,
kendisine özgü mekanı da yoktur. Bütün yönlerin sahibi olan Allah, dilediği
kimseyi yeni bir sırat-ı müstakime hidayet eder, başarılı kılar. Burada doğrudan
doğruya Fatiha Sûresi'ndeki duasına açık bir bağlantı, ince bir cevap var.
Birincisi:
Burada "sırat-ı müstakim"in nekire oluşu, yani "el" harf-i
tarifiyle belirlenmeyişi, bu yolun büyüklüğüne ve yeniliğine bir işarettir
ki, istenilenden daha güzel, öteden beri gidilenin ve bilinenin dışında, bambaşka
ve daha fazla nimet ve saadete elverişli, daha kolay selamete götüren, yani
gazap ve sapıklıktan uzak bulunan bir doğru yol demek olur.
İkincisi:
Bu sırat-ı müstakime hidayet, bu yola girebilmek, sırf ilâhî iradeye bağlanmıştır.
Yaratılışta ilâhî iradeye bağlı olmayan hiçbir şey bulunmadığı halde, bunun
burada böyle özellikle vurgulanması, böyle bir sırat-ı müstakimi ihsan etmesi
ve ona kulların girebilmeleri hususunda, daha önceden kulların herhangi bir
istek ve gayretleri bulunmadığına ve bunun Allah tarafından bir ihsan ve ikram
olduğuna tenbih içindir. Yolu açan Allah olduğu gibi, o yola girecek olanları
seçen de Allah'dır. Ayrıca burada çalışma kanununun bir yönüne ve ilâhî iradenin
çalışmanın başlangıcından da önce olduğuna işaret vardır. Çalışma meselelerinde
de ilâhî irade ve dileme, kulların istek ve iradelerine göre tecelli eder.
Burada olduğu gibi, tamamiyle vehbî (Allah vergisi) olan hususlarda ise kulun
çalışması, ilâhî irade ve dilemeyi takip eder. Hasılı Cenab-ı Hak, her şeye
maliktir ve dilediği kulunu, sırf kendi irade ve dileğiyle peygamber yapar,
ona büsbütün yeni bir din ve şeriat ihsan eder. Bu hususta onu engelleyecek
hiçbir kuvvet yoktur, peygamberlik de bir çalışma işi değildir ve bu iş "Kazandığı
iyilikler kendi lehine, kazandığı kötülükler de kendi aleyhinedir." (Bakara,
2/286) ilkesinin çerçevesi dışında kalan bir iştir. Söz konusu ilke bu ihsandan
sonra geçerlik kazanır. Kudretiyle yeni bir peygamber ve yeni bir din gönderebilen
Allah'ın, kıblenin değişmesini emretmesine itiraz edebilmek için hiçbir sebep
yoktur.
143-Cenab-ı
Hak, Resulü Muhammed'e bu hidayeti bahşetmiştir. Ve ey Muhammed ümmeti! Sizi
işte böyle bir doğru yola hidayet etmek suretiyle Biz sizi vasat (orta), merkez
ve her tarafı denk, mu'tedil, uyumlu, ılımlı ve hayırlı bir ümmet yaptık.
ki siz diğer insanlar üzerine sözlü olarak veya fiilen veya halen adil bir
şahit ve örnek alınacak kimseler olasınız.
Şühedâ:
Şehîd'in çoğuludur, şehîd şehadet masdarından "fâil" anlamına "feîl"
veya "mef'ûl" olarak şahit ve meşhud mânâsınadır. Kendi geleneğimizde
"şehid", "meşhûd bilcenne" yani cennetlik olduğuna şahitlik
edilen kişi demektir. Ancak burada kelime "şâhid" mânâsınadır. Şahit
bir gerçeği ispat konusunda şahitliğine, yani bilgisine ve görüşüne dayanarak
verdiği habere başvurulan verilecek hükme delil niteliğinde olan kimsedir
ki, bundan istifade edilerek, ıstılahta herhangi bir genel yargıyı ispat için
başvurulan delil veya tanığa da şahit denilir. Şer'an, kendisinin başkası
aleyhinde bir hakkı bulunduğunu haber verme ve talep etmeye dava, başkasının
kendi üzerinde hakkı olduğunu haber verme ve beyan etmeye ikrar denildiği
gibi, bir başkasının bir başkası üzerindeki hakkını açıklama ve haber vermeye
de şehadet (şahitlik) denilir. Şu halde şahit, davacı ile davalı arasında
ortada, tarafsız, adil ve yalnızca gerçeği söyleyen, sözü dinlenir ve sözüne
itibar edilir bir kimse demektir. Bundan dolayı da gerek hareket ve davranışları
bakımından, gerek diğer halleri bakımından örnek alınan kimselere de "şahit"
denilir: "Bu böyledir, çünkü filan böyle söyledi, filan iş böyle yapılmalıdır,
çünkü filan böyle yapıyor." tarzında herhangi bir konuda kesin hüküm
için senet kabul edilen kişiler de hep şahit hükmündedirler ki, bunlar en
büyük insanlar demektir. İşte Cenab-ı Allah, Muhammed ümmetini insanlar arasında
böyle hakşinas, doğru sözlü, adil, dürüst ve iyi ahlâk sahibi, ilim ve irfan
ile seçkin, şahitlik yapmaya layık, merkezî bir cazibeyi ve imameti haiz,
önder bir cemaat yapmak ve tam mânâsıyle adil ve hakim bir ümmet teşkil etmek
için, Hz. Muhammed Mustafa'nın gölgesinde ve çevresinde insanları yeni bir
sırat-ı müstakime hidayet buyurmuştur. Diğer kavimler arasında İslâm ümmetinin,
bu vazifelerini unutmaması icab edecektir. Müslümanlar şuna buna uyuntu olmayıp,
başka milletlere nümûne-i imtisal (örnek) ve merci olması gerekecektir. Bunu
temin eden sırat-ı müstakim vehbî (Allah vergisi) olduğu halde, onun üzerinde
bu noktadan yürümek kulun veya kulların çalışmasına bağlı olan bir iştir.
Ve bunu elde eden, bu saydığımız özellikleri kazanmış olan ümmetin icmaı (toplanması)
da hak bir delil, gerçek bir şahit olur. Gerçekte bu şartlar altında yürüyen
müslümanlar ve özellikle Ashab-ı kiram, yeryüzündeki bütün kavimlerin teveccüh
ve güvenini kazanan bir merkez olarak hak konusunda önderliği haiz bir büyük
ümmet olmuşlardı. Ey müslümanlar! Siz, işte böylece insanlar üzerine şahit
olasınız, bu Resul de sizin üzerinize şahit ve sizin için uyulacak, ardına
düşülecek bir önder olsun. "Gerçekten de Allah Resulü'nde sizin için
güzel bir örnek vardır." (Ahzab, 33/21) âyetinin delalet ve işaret ettiği
gibi, siz onu, söz ve davranışlarınızda, oturup kalkışınızda kendinize şahit
tutar, imam ve önder kabul eder; bir örnek, bir nümûne-i imtisal edinirseniz
ve onun getirdiği sırat-ı müstakim üzerinde giderseniz bütün insanlar sizin
arkanızdan gelir ve sizi cemaatınızla birlikte kendisine imam tanır, hakkın
açığa çıkması için size ve sözünüze başvururlardı. Bunun için icmâ-ı ümmetin
delil olması, her şeyden önce ümmetin kitaba ve sünnete uygun yaşamasına bağlıdır.
Böyle yapmayanlar gerçek bir ümmet olamazlar. Aksine başka ümmetlerin, başka
milletlerin arkasına düşmeye mecbur kalır, onlara tabi olur, uydu olmaya mahkum
olurlar. Hürriyetleri de ellerinden gider, esir milletler durumuna düşerler.
Bir hadis-i şerifte rivayet olunmuştur ki:
"Ahirette,
diğer ümmetlerin hepsi, kendi peygamberlerinin tebliğlerini inkar edecekler.
Cenab-ı Hak, muhakeme icabı, o peygamberlerden tebliğ ettiklerine dair belge
isteyecek, nihayet Muhammed ümmeti huzura getirilecek ve onlar şahitlik edecekler.
Diğer ümmetler, siz bunları nereden biliyorsunuz? diyecekler. Muhammed ümmeti
de: Bunu bize Allah, kitabı ile ve gönderdiği hak Peygamber'in diliyle bildirdi."
diye cevap verecekler. Bunun üzerine Hz. Muhammed (s.a.v.) Efendimiz getirilecek,
kendisinden ümmeti sorulacak, tezkiye edilmeleri istenecek, o da ümmetinin
adaletine ve doğru söylediğine şehadet edecek ve onları açıkça tezkiye edecektir".
Peygamber
Efendimiz Mekke'de iken Kâbe'ye dönerek namaz kılardı. Medine'ye hicretten
sonra Kudüs'e doğru namaz kılmaya başlamıştı ki, bunda oradaki Yahudileri
İslâm'a ısındırma çabası ve maksadı bulunduğu söylenebilir. Bunun hakkında
buyuruluyor ki: âyetteki "kıble" "Ce'alnâ" fiilinin mukaddem
olan ikinci mef'ûlüdür, "elleti" ise birinci mef'ûlüdür, kıblenin
sıfatı sanılmamalıdır. Yani, senin vaktiyle üzerinde bulunduğun Kâbe'yi yine
sana kıble yapmışız, başka bir şey değil, ancak peygambere ittiba edip, ona
uyanları, geldiği izden geri dönüp gidecek ve irtidat edecek olanlardan seçip
ayırmak, çirkin ile güzeli, yani iyi ile kötüyü birbirinden ayırdetmek ve
bu suretle her birinin halini açığa çıkarmak, Benim bildiğim şeyi sizlerin
de bilmesini sağlamak içindir. Böyle olmasa idi, onları yalnızca Ben bilirdim,
siz bilemezdiniz, ayırdedemezdiniz.
Peygamber
Efendimiz, Medine'ye gelip Beyt-i Makdis'e doğru namaz kılmaya başlayınca,
bu iş Araplar'ın gücüne gitti. Daha sonra tekrar Kâbe'ye dönülerek namaz kılınması
emir buyurulduğu zaman Araplar sevindi, yahudilerin gücüne gitti: Yahudiler,
"Bu ne iş böyle, kâh buraya, kâh oraya? Bunda kesinlik ve kararlılık
olsa böyle olur mu?" diye İslâm'dan çıkıp dinden çıkanlar oldu. Münafıklar,
ipe sapa gelmez sözlerle müslümanlar arasına şüphe ve fitne sokmaya çalıştılar.
Müslümanlardan bazıları, "Vefat eden arkadaşlarımızın kıldıkları namazlar
ne olacak?" diye telaş ve endişeye kapıldılar. İşte bütün bunlara karşı
ve daha doğrusu, kıblenin değişmesinden önce bu gibi hallerin olabileceğine
işaret etmek üzere bu âyetler inmiştir. İşte bu meselede birçok bakımdan deneme
vardır. gerçi bu hal, bu deneme büyük ve ağır bir şeydir, ancak Allah'ın hidayet
ihsan ettiği, imanda sebat için irade nasip eylediği kimselere ağır gelmez,
onlara Allah'ın hiçbir emri ağır gelmez. Şunu da iyi biliniz ki, Allah, sizin
imanda sebatınızı ve imanınızın eser ve alâmeti olarak kıldığınız namazlarınızı
ve iyiliklerinizi hiç yok etmez, kaybolmasına izin vermez. Şu halde kıble
değişmiş olunca bundan evvel kıldığınız namazlar ve vefat eden kardeşlerinizin
namazları Allah katında zayi olmaz, kaybolup gitmez. Çünkü Allah kesinlikle
insanlara karşı pek şefkatli ve pek merhametlidir. Ne onların ecirlerini zayi
eder, ne de iyiliklerine olmayan ve işlerine yaramayan bir emir gönderir.
Sizin
şefkat ve merhamet, kayırma ve kollama namına bildiğiniz şeylerin bütünüyle
kaynağı O'ndadır. O'nun nesihle ilgili emirleri, sizin zararınıza olacak şekilde
öncesine geçerli olmaz. Her emir kendi süresi içinde geçerlidir. Bu kural,
zamanımızda, "Kanun makabline şamil olmaz, meğer ki hafifletici özelliği
olsun." şeklinde ifade olunan bir hukuk ilkesidir.
Nafî,
İbnü Kesîr, İbnü Âmir, Hafs kırâetlerinde hemzenin meddi ile "raûf"
şeklinde okunur. Diğerlerinde medsiz olarak okunur, lakin mânâ aynıdır.
144-İşte
Allah böyle bir Allah'dır. Ve size bu şekilde bir sırat-ı müstakim verecek
ve sabit bir kıble gösterecektir. Hz. Peygamber, yukarıdan beri devam edip
gelen bu işaretler üzerine artık kıblenin değişmesiyle ilgili vahiy emrinin
gelmesini bekleyip duruyordu. Adeta semadan Cibril'in yolunu gözlüyor ve atası
İbrahim aleyhisselâmın kıblesi olan Kâ'be'ye yönelmek için Allah'a dua ediyordu.
Nihayet şu âyetler nazil oldu: Ey Muhammed! Biz senin yüzünün sık sık semada
dönüp durduğunu görüyoruz, artık seni, pek memnun olacağın bir kıbleye kesinlikle
çevireceğiz. Şu halde sen hemen yüzünü doğruca Mescid-i Haram'ın şatrına çevir.
Yani, Kâ'be tarafına çevir. Bu suretle eski kıble kaldırılmış ve istikbal-i
kıble (kıbleye dönme) farz olmuş oldu. Yüzün dosdoğru olarak kıbleye çevrilmesi,
bedenin ön tarafından tamamiyle yönelmesi demek olduğu aşikardır. Şu halde
yüzün ve bedenin Kâ'be'den başka bir tarafa dönmesi namazı bozar. Fakat uzakta
bulunanlar için bizzat Kâ'be'ye isabet de şart değildir. İşte bundan dolayıdır
ki, bizzat "Kâ'be" denilmeyip, "Mescid-i Haram'ın şatrına"
buyurulmuştur. Mescid-i Haram ise Kâ'be'nin kendisi değil, çevresindeki Harem-i
şeriftir. Ve burada savaş, kavga ve her türlü saldırı yasak bulunduğu ve tam
bir güvenlik hedef tutulduğu için ona "haram" veya "harem"
denilmiştir.
Şatr:
Bir şeyin yarısı veya en önemli parçası, veyahut bir yanı mânâlarına gelir.
Kâ'be, Mescid-i Haram'ın tam ortasında bulunduğu için, yarısı Kâ'be'nin yarısında
son bulur. Ve bundan dolayı Mu'tezile bilginlerinden Cübbâî ve Kâdî Abdülcebbâr,
namazda Kâ'be'nin yarısına isabet şart olduğuna, bir kenarına dönmenin yeterli
olmadığına kâil olmuşlardır. Fakat gerek sahabeden, gerek tabiînden ve gerekse
daha sonraki devir müfessirlerinden hepsi (cumhur), uzaktan Mescid-i Haram'ın
bulunduğu tarafa yönelmenin yeterli olduğunu ve ancak Mekke'de ve Mescid-i
Haram'ın içinde Kâ'be'nin herhangi bir tarafına isabetle yönelmenin gerekli
olduğunu açıklamışlardır ki, buna göre çıkacak sonuç şudur: Mümkün olduğu
kadar Kâ'be tarafına demek olur. Yani şatr, doğrudan doğruya Kâ'be'yi, "Mescid-i
Haram" da Kâ'be semtini ifade eder. Bu meselenin ayrıntılı olarak açıklaması,
fıkıh kitaplarının "istikbal-i kıble" bahsine aittir.
Berâ
b. Âzib hazretlerinden rivayet olunuyor ki, Resul-i Ekrem Efendimiz Medine'ye
gelmiş ve onaltı ay "Beyt-i Makdis" tarafına namaz kılmış idi. Daha
sonra namazda Kâ'be'ye dönmesi emredildi. Bu Kıble'nin çevrilmesi olayı, Bedir
Gazası'ndan iki ay önce Recep ayı içinde öğleyin güneşin zevalinden sonra
meydana geldi. Resulullah, Beni Seleme mescidinde ashabı ile birlikte öğle
namazını kılarken âyet geldi. Kılmakta olduğu öğle namazının ilk iki rek'atini
Mescid-i Aksa, son iki rek'atini Mescid-i Haram tarafına kıldığı, hatta Peygamberimizin
yer değiştirip Kıblenin değiştiğini bildirmesiyle erkeklerle kadınların da
yer değiştirip birbirlerinin yerini aldıkları ve bundan dolayı o mescide "Mescidü'l-Kıbleteyn"
adı verildiği dahi zikredilmiştir. Derhal etrafa haberler gitmiş, Kuba mescidinde
dahi halka namazda iken biri gelmiş "Resulullah Kâ'be'ye çevrildi!.."
diye bağırmış olduğu da rivayetler arasındadır.
Kıblenin
çevrilmesi hakkında yukarıda "Doğu da, batı da Allah'ındır. Nereye dönerseniz
Allah'ın yüzü (zatı) oradadır." (Bakara, 2/115) âyetiyle başlayıp, devam
eden işaretler bu âyet ile son ve kesin şeklini almıştır. Artık namazda Kâ'be'ye
yönelmek farz olarak kesinlik kazanmıştır. Bunun için bazı din âlimleri nâsih
(neshedici) olan âyetin bu âyeti olduğuna kâni olmuş iseler de doğrusu çoğunluğun
dediği gibi neshedici iş bu "Yüzünü Mescid-i Haram'ın şatrına dön!"
emridir. Cenab-ı Hak, bizzat Resulünü böyle bir emirle taltif buyurduktan
sonra, diğer yerlerde yaşayan diğer müslümanlara da ayrıca buyuruyor ki; ve
her nerede bulunursanız, yani nerede namaz kılarsanız, yüzlerinizi onun tarafına
çeviriniz, yani Kâ'be'nin bulunduğu tarafa yöneliniz. Demek ki, namaz kılmak
için bir mescit gibi belli ve özel bir yerde bulunmak şart değildir, muhakkak
bir mescitte namaz kılmak farz değildir. Fakat belli bir kıble olarak Mescid-i
Haram'a doğru, Kâ'be tarafına doğru dönmek herkese farzdır. Ancak düşman korkusu
gibi zaruri bir mazeret karşısında buna imkan bulunmadığı hallerde ve zamanlarda,
buna yakın herhangi bir yöne dönmek yine yeterli olur. İşte "Nereye dönerseniz
dönün, Allah'ın yüzü oradadır." âyetinin gerçek mânâsı da budur. Yani
âyet kıbleye yönelmenin çeşitli sebeplerden dolayı mümkün olmadığı veya kıblenin
hangi yönde olduğu kestirilemediği istisnaî ve ârizî haller için geçerlidir.
Bu da İslâm ümmetine Allah'ın ayrıca bir lütfu ve kolaylığıdır.
Şimdi
kıblenin böyle Kâ'be'ye döndürülmesine diğer Kitap ehli ne diyecektir? Daha
önce kendilerine kitap verilmiş olanlar, yani yahudiler ve hıristiyanlar kesinlikle
bilirler ki, bu çevirme emri Rableri tarafından gelmiş olan hak bir emirdir.
Onlar içinde her ne kadar "hangi şey, hangi sebep onları kıblelerinden
çevirdi?" şeklinde ileri geri konuşmak isteyen beyinsizler takımı bulunsa
da kitaba hakkiyle inanan ve ona aşina olanlar bu gibi hükümlerde Allah tarafından
birtakım nesih ve tebdillerin yapılabileceğine cevaz verirler ve hatta bunun
bir ilâhî sünnet ve gelenek olduğunu, ayrıca Kâ'be'nin vaktiyle İbrahim aleyhisselâmın
da kıblesi olduğunu bilirler. Ve Allah, onların amellerinden, ne yaptıklarından,
ne yapmak istediklerinden gafil değildir, yani cezalarını verecektir. Şu halde
bu cümle, Kitap ehli hakkında açık bir korkutma, bir ihtar ve uyarıdır. İbni
Âmir, Hamza, Kisâî, Ebu Cafer ve Ravh kırâetlerinde "tâ" ile okunur.
Bu okunuşa göre, Allah hiç birinizin amellerinden gafil değildir, demek olup
müminler hakkında müjde, kâfirler hakkında ise korkutma ve tehdit mânâsı taşır.
145-
Ey Muhammed! Vallahi sen o inatçı Kitap ehline her âyeti, her türlü mucize
ve delili de getirsen, gerçeği isbat için bütün belgeleri gözler önüne sersen
onlar senin kıblene tabi olmazlar. Sen onlara aklî ve naklî âyet ve delillerin
en açığını gösterdin, akıl ve hikmetten, eski zamanlardan bahsettin ve bilhassa
İbrahim kıssası ile Kâ'be'nin şerefi hakkında bilgiler verdin. Bütün bunları
anlamak istemeyenler, hiçbir delili dikkat nazarına almazlar ve şu halde senin
tabi olduğun kıbleye uymazlar, zaten sen de onların kıblesine tabi olmazsın.
Bundan başka onlar birbirlerinin kıblesine de tabi olmazlar. Çünkü yahudiler
'ya, hıristiyanlar da gün doğusuna dönerler. Onların birbirleriyle uyum sağlamaları
ihtimali de yoktur. Vallahi, sen, bu yahudilerle hıristiyanların batıl üzere
gittiklerini bildiren ve sana gelen bunca ilimden sonra, farz-ı muhal, kalkar
da onların arzu ve heveslerine, hakkın emrine aykırı olan keyfî gidişlerine
ve arzularına uyacak olursan o takdirde iyi bil ki, sen de muhakkak o zalimler
güruhundan olursun. İşte o zaman sen de Allah'ın ahdine nail olamaz, insanlara
imam olup ümmet teşkil edemezsin. Şu halde senin onlara uymaya kalkman, Allah'ın
verdiği hükümle sana yasak ve muhaldir.
Ey
iman ehli! Siz, onların ne kadar zalim olduklarını bilir misiniz?
Meâl-i
Şerifi
146-
O kendilerine kitap verdiğimiz ümmetlerin âlimleri onu -o peygamberi- oğullarını
tanır gibi tanırlar, böyle iken içlerinden bir takımı gerçeği bile bile gizlerler.
146-
Bizim kendilerine kitap verdiğimiz, kitabı okumak nasib ettiğimiz o Kitap
ehlinin âlimleri O Peygamber'i bilmez değillerdir, O'nu tanırlar. O'nun O
peygamber olduğunu tıpkı oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar, bilirler. ve
bunların bir kısmı hiç şüphesiz bile bile gerçeği gizlerler.
Burada
peygambere hitap zamiri ile, "seni tanırlar "buyurulmayıp da gâibe
iltifat (dönmek) ile, "O peygamberi tanırlar" buyurulmasında birkaç
ince nükte vardır.
Birincisi:
Bu âyet, Cenab-ı Allah tarafından gâibe hitap suretiyle, tarafsız bir şahitliği
ifade eder.
İkincisi:
Tevrat'ta, Hz. Musa'ya benzer bir peygamber, diye vasıfları anlatılmış bulunduğu
için öteden beri kitap ehli tarafından Hatemü'l-Enbiya (Peygamberlerin sonuncusu),
ahd ifade eden "lâm" ile "en-Nebiy" Yani "O peygamber"
diye anılırdı, böyle tanınırdı. "O" dedikleri zaman bunu anlarlardı.
Ancak onun Hz. Muhammed olduğunu gösterecek bir belgeye, kesin bir delile
ihtiyaç vardı. Hz. Muhammed'in getirdiği açıklayıcı âyetler ve apaçık mucizelerle
bu da hakkıyle temin edilmişti. Bunların karşısında özellikle o zamanki Kitap
ehlinin âlimlerinin hiçbir şekilde şüphe ve tereddüdü kalmamıştı. Bunu, çocuklarını
bildikleri gibi kesin bir şekilde biliyorlardı. Nitekim Hz. Ömer, Abdullah
b. Selam hazretlerine bunu sorduğu zaman:
"Ben
onu oğlumu bildiğimden daha iyi bilirim. Çünkü onda hiçbir şüphe ve tereddüde
yer yoktur. Fakat çocuklarıma gelince, ne bileyim, belki anneleri hıyanet
etmiş olabilir." demişti.
Bunun
üzerine Hz. Ömer de yukarıda adı geçen zatın başını öpmüştü.
İşte
"O'nu tanırlar" buyurulmasında bu tanıma nüktesine ve "O peygamber"
ünvanına büyük bir işaret vardır.
Bu
âyet, özellikle şunu da isbat ediyor ki, sadece bilmek, sırf kalbe ait olan
ilim ve marifet, iman için yeterli değildir. Şer'î iman için itaat ve boyun
eğmek, bundan başka gerçeği gizlemeyip açıktan ikrar ve itiraf etmek de lazımdır.
İmanın
kökü, kalbe ait bir nitelik olmakla beraber onun geçerli bir iman olması,
o kökün, zorunlu bir engel bulunmadıkça açıktan ortaya çıkıp yayılmasına bağlıdır.
Kitap ehlinin âlimleri O peygamberi, kalben pek iyi tanıdıkları halde mümin
olamamışlar, aksine bile bile gerçeği gizlediklerinden halktan daha fazla
yerilen ve ayıplanan inatçı kâfirlerden olmuşlardır.
Ey
peygamberliği bu kadar sabit ve delillere dayandırılmış olan yüce Peygamber:
Meâl-i
Şerifi
147-
O hak, Rabbindendir. Artık şüpheye düşenlerden olma sakın!
148-
Ümmetlerden her birinin bir yönü vardır, o ona yönelir, haydin, hep hayırlara
koşun, yarışın. Her nerede olsanız Allah sizi toplar, bir araya getirir. Şüphesiz
ki Allah her şeye kâdirdir.
147-Ey
Muhammed! O hak emir, Rabbindendir. diğer bir ifadeyle hak, Allah'tan gelendir.
Öyle ise sakın sen, şüphecilerden olma ve onların nefsânî arzularını gözeterek,
aldığın emri hemen yerine getirmekten geri durma. Şüphe yoktur ki, bu hitabın
peygambere yöneltilmesi, bütün ümmetini karşı koymaktan şiddetle sakındırmak
ve özellikle kıble işini bir daha takviye etmek içindir. Gerçekten, bir din,
bir millet, bir ümmet için kıble meselesinin pek büyük bir önemi vardır. Çünkü
vücutta ruh ile bedenin derin bir kaynaşması vardır. Maddi bir görünüm arz
edemeyen ruhaniyetin hiçbir hükmü yoktur.
Ruhun
en büyük özelliği, birlik olduğu ve aynı zamanda her kalb ve vicdanın ruhânî
duygusu sırf kendine ait bulunduğu için, maddî bir görünüm içerisinde birleşmeyen
ruhlar arasında bir birlik bağı ortaya çıkamaz. Buna göre sadece ruhî birlik
üzerine kurulan bir sosyal ruh, tasviri faydasız ve belki de imkansızdır.
Birbirine benzer ruhlu fertler arasında ruhî birliğin varlığı, aralarında
bir maddî birliğin görünmesiyle bilinir. Böylece ruh vücuttan, vücut ruhtan
katmerli bir yakınlaşma ile kuvvet kazanır ve sosyal ruh bu sayede teşekkül
eder, ümmet bununla meydana gelir. Bunun için kıble, bir ümmetin ruhanî birliğine
kefil olacak ilk maddi görünümü temin eder ve kıblesiz bir ümmet olamaz.
148-Gerçekte
Ümmetlerden veya kavimlerden her birinin bir yönü vardır ki o ona yönelir.
İbrahim milletine tabi olmak ve böylece en büyük ve orta yolu tutan muazzam
ve seçkin bir ümmet olmak isteyenlerin yönü de, en eski olmakla bilinen, en
geniş birlik yönü olmaya layık olan ve İbrahim'in kıblesi bulunan Kâ'be'dir.
Bu büyük ümmet buna yönelmelidir, bu herkesin yönelişine uygun gelir.
Yeryüzündeki
kavimlerden her birinin de buna yönelecek bir tarafı, bir yönü vardır. Mesela:
Kuzey halkı, Kâ'be'nin kuzey tarafına, güney halkı güney tarafına, doğu halkı
doğu tarafına, batı halkı batısına ve aradakiler aradan bir yöne yönelirler.
Hepsinin yönleri farklı olmakla beraber yine tamamı, bir Kâ'be etrafında toplanmış
olur.
Kâ'be
alttan, üstten göğe kadar bir merkez ve çepeçevre ona yönelen yeryüzünün sakinleri,
onun etrafında sıra sıra birer yuvarlak saf teşkil ederek, tek düzen, tek
ümit ve tek hedefli büyük bir cemaat teşkil edebilirler.
Öyle
ise sizden her biriniz kendi yönüne yönelerek hayırlar yapmakta yarışınız.
Çünkü kıbleden maksat da böyle düzenli bir beraberlikle hayır yarışına girişmektir.
Siz
bunu biliniz de, diğer din mensuplarından daha fazla hayır yapınız, onları
geçiniz, çeşitli yönlerde, başka başka beldelerde bulunduğunuzdan dolayı aranızda
sosyal birlik yoktur, sanmayınız. Çünkü: Her nerede olursanız olunuz, Allah
hepinizi bir araya getirir.
Bir
kıbleye yönelmeniz sayesinde, yön farklılığına rağmen hepiniz bir cemaat olur,
hepiniz Mescid-i Haram içinde namaz kılıyor gibi düzenli bir sosyal cemaat
hali elde edersiniz ve mükâfatınızı da o şekilde alırsınız. Böyle şey olur
mu? demeyin. Çünkü: Allah her şeye kâdir olduğu gibi sizi böyle toplamaya
ve mükâfatınızı vermeye de kâdirdir. Durum ikâmet halinde böyledir, sefer
haline gelince:
Meâl-i
Şerifi
149-
Hem her nereden yola çıkarsan (namazda) hemen Mescid-i Haram'a doğru yüzünü
çevir. Bu emir şüphesiz hak, Rabbinden olduğu gerçektir. Allah yaptıklarınızdan
habersiz de değildir.
150-
Her nereden yola çıkarsan yüzünü Mescid-i Haram'a doğru çevir, ve her nerede
olsanız yüzünüzü ona doğru çevirin ki insanlar için aleyhinizde bir delil
olmasın. Ancak içlerinden haksızlık edenler başka. Siz de onlardan korkmayın,
benden korkun. Hem üzerinizdeki nimetimi tamamlayayım, hem gerek ki doğru
yolu bulasınız.
151-
Nitekim içinizden size bir peygamber gönderdik. O size âyetlerimizi okuyor,
sizi temizliyor, size kitabı ve hikmeti öğretiyor. Size bilmediğiniz şeyleri
öğretiyor.
152-
O halde beni anın, ben de sizi anayım. Bana şükredin de nankörlük etmeyin.
149-
Ve herhangi bir beldeden yola çıkarsan, namazda yine yüzünü Mescid-i Haram
yönüne çevir. Yine ikamet halindeki gibi Kâ'be tarafına yönel. Ve bu emir
her halde Rabbinden gelen haktır ve hikmete uygundur. Allah sizin yaptıklarınızdan
asla habersiz değildir.
Gerek
ikamet halinde ve gerekse yolculukta olsun, bu emre ister uygun bulunsun ister
bulunmasın yaptıklarınızdan hiçbiri mükâfatsız veya cezasız kalmaz.
Ebu
Amr kırâetinde "Onların yaptıklarından" şeklinde okunur ki İslâm'a
muhalif olanlar hakkında bir uyarıdır.
150-Kıble
meselesi, çok önemli ve kıblenin değişmesi büyük bir iş ve özellikle bunun
içine aldığı nesih konusu, şeytanların fitne ve fesat için aldatmaya bahane
ve fırsat edinebilecekleri çok ince bir meseledir. Bundan dolayı Kıble hakkındaki
bu emirler, aşağıda geleceği üzere bir daha tekrar edilerek pekiştirilecek
ve bununla beraber içine aldığı bazı hikmetler de açıklanmak suretiyle bu
pekiştirme ayrıca müstakil bir mânâyı da ifade edecektir. Şöyle ki:
Ey
Muhammed! Her nerede olursa olsun, uzağa veya yakına, gerek harb ve gerekse
diğer bir maksad için yolculuğa çıksan da: Namazda yüzünüzü Mescid-i Haram
tarafına çevir. Ve ey müminler! siz yeryüzünün bölgelerinden herhangi bir
yerde gerek ikamet halinde ve gerekse yolcu olarak bulunursanız, hepiniz namazda
yüzünüzü Kâbe tarafına çeviriniz. ki insanların aleyhinizde hakkıyle tutunabileceği
hiçbir delil kalmasın. Yani kıblenin değişmesi emrinin sizin anlayabileceğiniz
başlıca iki hikmeti vardır:
Birincisi;
bu emir, Kitap ehli ve müşrikler gibi size karşı olan bayağı insanlar tarafından
aleyhinizde kullanmaya uygun hiçbir delil bırakmamak içindir. Çünkü geçmiş
kitaplara göre vaad edilen son peygamberin vasıfları arasında kıbleyi Kâ'be'ye
çevireceği hakkında deliller veya işaretler vardır. Bu cümleden olarak İbrahim
kıssasında nakledildiği üzere Eski Atik'ten Kitabü'l-Eş'iya'da Mekke'nin geleceğini
anlatan âyetler buna açıkça işaret etmektedir.
Bu
sebeple Kitap ehli "Son Peygamber'in kıblesi Mekke'de olacaktı. Muhammed
ve Ashabı ise hala Beyt-i Makdis'e (Mescid-i Aksa'ya) duruyorlar." diye
şüphe edebililirler ve bunu naklî bir delil olarak ortaya atabilirler. Sonra
İbrahim'in kıblesine muhalefet, "İbrahim milleti" davasıyla uygun
düşmemektedir. Bunu da müşrikler aklî bir delil olarak gerçekten ortaya getirebilirler.
İşte
kıblenin değişmesi emrinde önce size karşı böyle aklî ve naklî bakımdan haklı
olabilecek delilleri büsbütün kaldırmak ve hasımlarınıza aleyhinizde hiçbir
delil bırakmamak hikmeti vardır. Bundan sonra onların hiç biri böyle bir itiraz
ileri süremez, ağızları kapanır. Ancak o insanlar içinden zulmü adet edinmiş
olan haksızlar başka. Onlar hüccet, delil aramadan ağızlarına geleni söylerler.
Haklı bir itirafa imkanları olmadığı halde bu gibi zalimlerin ağzı durmaz.
Fakat böyle belgesiz, delilsiz ve sırf haksız sözlerin de hiç kıymeti yoktur.
Bundan
dolayı siz onların hiç birinden korkmayınız da, benden korkunuz ve benim emrime
karşı gelmekten sakınınız. İşte kıbleyi değiştirme emri, insanlara aleyhinizde
öyle bir itiraz delili bırakmamak içindir.
İkincisi;
Size nimetimi tamamlamam içindir ki, bu sayede hidayete ermeyi ve doğru yolda
sapasağlam gidip, arzu edilen hedefe ulaşmayı kuvvetle ümit edebilesiniz.
Asıl
nimet, doğru yola ulaşmaktı. Kıble işi de bu doğru yoldandır. Nimeti tamamlamak
ise, bir nimetin eksik tarafı bırakılmayıp, mümkün olan olgunluğuna erdirmek,
demek olduğundan bu nimetin tamamlanması da o yoldan doğruca gidip, kurtuluş
gayesine ermektir.
151-
Hz. Ali "Nimetin tamamlanması, İslâm üzerine ölmektir." buyurmuş
ve "Nimetin tamamlanması, cennete girmektir." diye de bir haberde
varid olmuştur. Bu nimeti tamamlama lütfu şuna benzer:
Nitekim
sizin içinizden, yani İbrahim ve İsmail'in soyu içinde sizden, yani siz insanlar
cinsinden seçkin ve büyük bir peygamber gönderdik. İnsan cinsinin yine beşer
olarak bir peygambere kavuşması ne büyük bir nimettir!
Şüphe
yok ki Allah'ın kullarına göndereceği elçi, sadık yaratıklarından biri olacaktır.
Zira Allah ile kulları arasında vasıta olacak, mahluk olmayan birtakım tâlî
mabutlar düşünmek imkansızdır, batıldır. Bundan dolayı Allah'ın insanlara
gönderdiği peygamber, insandan başka diğer yaratıklardan biri olsaydı, insanlık
adına büyük bir şeref olmaz ve genel toplum için o kadar istifadeye uygun
bulunmazdı.
İnsana
yine içlerinden "Ben de ancak sizin gibi bir insanım." (Kehf, 18/110)
diyen bir peygamber göndermesi, insan cinsinin, Allah Teâlâ'ya doğrudan doğruya
yaklaşmasına, Âdem kıssasında açıklanan halifeliğine en büyük delil olan sonsuz
bir şereftir. O peygamberin içinde yetiştiği kavim için de bu şeref, elbette
daha kuvvetli ve daha katmerlidir.
Hem
öyle bir peygamber ki Size, bizim ebedi bir mucize olan âyetlerimizi okuyor.
Bunlar, o gelip geçici mucizeler gibi gelip geçici nimetler cinsinden değildir.
Bunlarla her zaman buna karşı çıkanlar cevap veremez hale getirilir ve susturulur.
Şüpheler ortadan kaldırılır, olaylar tahlil olunur. Birçok ilimler elde edilir,
bunlar güzel güzel okunur, ibadetler yapılır, güzel ahlâkın en büyük ve en
kapsamlı ilkelerine erilir. ve sizi her türlü şirk ve günahtan, insanlığın
yüceliğini lekeleyecek maddi ve manevi çirkinliklerden, pisliklerden temizleyecek
hakkın temiz, pak adaletli bir şahidi haline getirecek ve çoğaltıp düzenleyecek
bir hayata sevkediyor. Hem size bütün filozoflara ders verecek kitap ve hikmet
öğretiyor, okuma-yazma bilmezken size kitap ve yazı belletiyor. Her türlü
hikmeti içine alan hukuk ilmi ve şartlarını, kanun koymadaki hikmeti, yüksek
ahlâkı, toplumun sırlarını, insanlığın menfaatini, dünya ve ahiret ilmini,
kâinat nizamında geçerli ve hükümran olan kanunları ve ilâhî sünnetin sonucunu,
bunların tatbik ve uygulama şeklini sözlü ve fiilî sünneti ile öğretiyor.
ve size hiç bilmediğiniz, akıl ve düşünce ile bilme imkanını bulamayacağınız
şeyleri, gayba ait sırları ve ahiretle ilgili durumları vahy ile bilip öğretiyor.
Öğretiyor da sizi dünyanın üstadı, cihanın hakimi olacak ve bütün insanların
örnek alacakları, orta yolu tutan bir ümmet teşkil edecek bir hale getiriyor.
İşte
biz, ilâhlık şanımızla size İbrahim'in duasında olduğu üzere böyle bir peygamber
gönderdiğimiz gibi, kıblenizi değiştirip tesbit etmek suretiyle de size olan
nimetimi tamamlamak için bu hak emri verdim.
"Muhammed
(s.a.v.) insanlığa ne getirdi?" diye sorulacak olursa, bu âyeti okumak
yeterlidir. Hz. Muhammed'in peygamber olarak gönderilişinde gerek dünya ve
gerekse ahiretle ilgili böyle büyük bir nimeti tamamlama vardır.
152-Şunu
da bilmek gerekir ki, Kâ'be'nin kıble yapılması da dünya ve ahirette buna
benzer bir nimeti tamamlamak için bir sebeptir. O orta yolu tutan büyük ümmet
bu sayede teşekkül edecek ve büyük kurtuluş bununla başlayacaktır. Bunun için
size şimdi iki vazife vardır:
Birincisi:
Beni zikrediniz, layıkıyle anınız ki, ben de sizi bana layık bir anışla anayım,
imdad ve yardımımı devam ettireyim.
İkincisi:
Bana şükrediniz, nimetlerime karşı kalble veya dille, yahut bedenle, ya da
hepsiyle birden bana saygı gösterin, benim emirlerime itaat edip, nimetlerimi
yerine harcamak sûretiyle onlardan yararlanın. İnkar ve isyanla bana küfür
ve nimetlerime karşı nankörlük etmeyiniz, hasılı unutkan ve nankör olmayınız.
Zikir
de şükür gibi ya dille, ya kalble veya bedenle olur.
Dil
ile zikir, Allah Teâlâ'yı en güzel isimleriyle anmak, hamd etmek, tesbih ve
tenzih etmek, Kitab'ını okumak ve dua etmektir.
Kalb
ile zikir, gönülden anmaktır ki, başlıca üç çeşittir:
1-
Allah'ın varlığını gösteren delilleri düşünmek, şüpheleri atarak Allah'ın
isim ve sıfatlarını tefekkür etmek (düşünmek)tir.
2-
Allah'ın koyduğu hükümleri, kulluk vazifelerimizi, yani Allah'ın bildirdiği
sorumlulukları, onlarla ilgili hükümleri, emir ve yasakları, Allah'ın vaadini,
tehdidini ve bunların delillerini düşünmektir.
3-
Maddi ve manevi varlıkları, bunlardaki yaratılış sırlarını seyredip düşünmekle
zerrenin kutsal âleme bir ayna olduğunu görmektir. Bu aynaya, gereği gibi
bakanların gözüne, o güzellik ve büyüklük âleminin nurları yansır. Bir anlık
hisle bundan alınacak olan müşahede zevkinin bir göz kırpacak kadar süren
parıltısı bile dünyalara değer. Bu zikir makamının hiç sonu yoktur. Bu noktada
insan kendinden ve dünyadan geçer, bütün hisleri hakka bağlanır. Hatta zikirden
ve zikr edenden bir isim ve eser kalmaz da, hissedilen yalnız zikredilenden
ibaret olur. Gerçi bu makamın sözünü edenler çoktur, fakat buna erenlerin
sözle alakası yoktur.
Peygamber
(s.a.v.) Efendimiz: "Benim Allah ile bir vaktim vardır ki o vakitte bana
ne mukarreb bir melek ne de gönderilmiş bir peygamber hiçbiri yanaşamaz."
buyurmuştur.
Bedenle
zikir: Bedenin organlarından her birinin görevli bulundukları vazife ile meşgul
ve dopdolu olması, kendilerine yasaklanan şeylerden boş ve uzak bulunmasıdır.
Şükür
de bu mertebelerden her biriyle yerine getirilir. Ancak bunların şükür olması
için, şükreden kimsenin, kendisine ulaşmış olan nimeti hissetmesi ve bunları
o nimete karşılık bir saygı vazifesi olarak yapması şarttır. Zikir ise, nimetin
ulaşmasına bağlı olmaksızın genel olarak bir muhabbetin, bir olgun aşkın eseridir.
Şu
halde şükrün, zikre atıf yoluyla bağlanması, esasen "atfü'l-hâs ale'l-âm"
özel bir şeyi daha genel olana atfedip bağlama demektir. Fakat her ikisi de
nimet kaydından sonra söylenmiş bulunduğundan burada tefsire ait bir atıf
cinsinden olur. Böyle olmaması için şükrün, örfî şükür mânâsına yorumlanması
daha uygundur ki, o da ulaşan nimetlerin hepsini, yaratılış gayesine uygun
olarak harcamaktır.
Buna
göre her ilerleme adımında zikir başlangıç, şükür bir sonuçtur. Sonsuz yolculukta
bunlar peşi peşine birbirlerine girift olarak giderler.
Allah
Teâlâ, bu zikir çeşitlerinden hangisiyle zikredilirse, o da ona layık bir
şekilde kendisini zikreden kimseyi, zikredip anacaktır. Bu noktayı anlatmak
için, bu âyet çeşitli tabirlerle açıklanmıştır. Bu cümleden olarak:
1-
Beni, bana itaatla zikrediniz, ben de sizi rahmetimle zikredeyim.
2-
Beni dua ile zikrediniz, ben de sizi duanızı kabul ve ihsanla zikredeyim.
Yani "Bana dua ediniz ki, duanızı kabul edeyim." (Ğâfir, 40/60).
3-
Beni övgü ve itaatla zikrediniz, ben de sizi övgü ve nimetle zikredeyim.
4-
Beni dünyada zikrediniz, ben de sizi ahirette zikredeyim.
5-
Beni gizli yerlerde zikrediniz, ben de sizi sahralarda zikredeyim.
6-
Beni refahınız, rahatınız zamanında zikrediniz, ben de sizi bela ve musibete
uğradığınız zaman zikredeyim.
7-
Beni ibadetle zikrediniz, ben de sizi yardımla zikredeyim.
8-
Beni, benim yolumda cihadla zikrediniz, ben de sizi hidayetimle zikredeyim.
9-
Beni doğruluk ve samimiyetle zikrediniz, ben de sizi kurtuluş ve size tahsis
ettiğim şeyleri artırmakla zikredeyim.
10-
Beni önceden ilâhlığımı kabul ile zikrediniz, ben de sizi sonunda rahmet ve
kulluğa kabul ile zikredeyim.
Kısaca
kulluğun başı zikir, sonu ise şükürdür. "Onların dualarının sonu âlemlerin
Rabbi olan Allah'a hamdolsun." (Yunus, 10/10) demektir.
İşte
Cenab-ı Hak bütün kullarını özet olarak başlangıcı ve sonucu içine alan bu
iki vazife ile görevlendirmiştir. Bu görevler, güzel bir şekilde yerine getirildikçe
o nimet de uluşacağı yere ulaşarak tamamlanacaktır. Fakat zikir, marifet ve
bilgi ile; şükür de nimet ile uyum içinde olacaktır. Halbuki Allah'ın mahiyetini
hakkiyle bilmek, O'nu kendisi gibi bilmek demek olacağından bu, fani âlemde
kullar için mümkün değildir. "Seni gerçek mahiyetinle bilip tanıyamadık."
Bunun
gibi Allah'ın nimetleri sonsuzdur. Mesela bir nefeste içli dışlı iki nimet
vardır. Demek ki, sadece her nefeste iki şükür vaciptir. Bu durumda şükrü
hakkıyle eda etmek de mümkün değildir. "Sana layık olduğun şekilde kulluk
yapamadık."
Demek
ki bu ilâhî hitap karşısında ilk duyulan şey acizlik ve yaratıcının kudretine
teslim olma arzusudur. Gerçekten iman ve İslâm'ın başı bu anlayıştır. En güzel
zikir de "Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur." kelime-i tevhididir.
Bu
tevhidin ve teslimiyetin gereği de, bu acizlik içinde kendini, Allah'ın emirlerinin
tek yürütme vasıtası bilerek, yöneltilen vazifeyi en güzel bir şekilde ve
azami derecede yerine getirmek için yalnız Allah'tan yardım dileyip en iyi
şekilde gayret sarf etmektir. İşte bu, şükrün kendisidir. Yani yüklenen sorumluluk
imkan ve kabiliyet şartına bağlanmıştır. Fakat o kabiliyet, Allah'ın bir yardımı
olduğu için onun da işin aslında bir sınırı ve sonu yoktur.
Bundan
dolayı kul, Allah'ını zikirle O'ndan yardım diler ve kendine verilen kabiliyeti
sarf eder. O kabiliyet, ona yapacağı işle beraber Allah'ın dilediği kadar
gelir. İşte İslâm, o acizlikten, bu sonsuz kudret ve kabiliyete intikaldir.
Şu
halde her mümin: "Beni zikrediniz!" emri karşısında acizliğini hissederek
önce "Ancak sana kulluk eder ve ancak senden yardım dileriz." (Fâtiha,
1/4) şeklindeki kesin sözünü hatırlayacak ve buna şükretmek için Allah'tan
yardım dileyecektir. Bunun için bütün iman ehline hitaben buyuruluyor ki:
Meâl-i
Şerifi
153-
Ey iman edenler! Sabır ve namazla yardım isteyin. Şüphe yok ki Allah, sabredenlerle
beraberdir.
154-
Allah yolunda öldürülenlere "ölüler" demeyin. Hayır, onlar diridirler.
Fakat siz sezemezsiniz.
155-
Çaresiz biz sizi biraz korku, biraz açlık, biraz da mallardan, canlardan ve
ürünlerden eksiltme ile imtihan edeceğiz. Müjdele o sabredenleri!
156-
Onlar başlarına bir musibet geldiği zaman: "Biz Allah'a aidiz ve sonunda
O'na döneceğiz." derler.
157-
İşte onlar var ya, Rablerinden, mağfiretler ve rahmet onlaradır. İşte hidayete
erenler de onlardır.
153-
Ey iman şerefi ile yükselmiş olan tüm iman ehli! Siz herhalde, Size vaad edilmiş
olan olgunluk gayesine ermek için her şeyden önce sabır ve namazla yardım
isteyiniz.
Önce
sabır ve kararlılığa alışınız, nimetlerin kendilerine göre zahmetleri de vardır.
Allah'ın bütün nimetlerine, hele sonsuz nimetlerin tamamına anahtar olan iman
ve İslâm nimetine şükretmek ve özellikle bunu "ihsan" mertebesinde
eda edebilmek elbette kolay değildir. Siz bu girip yüreyeceğiniz yolda ebedi
bir gayeye yürüyeceksiniz. Yürürken imtihanlar geçirecek, biri içte, diğeri
dışta iki büyük düşmanla çarpışacaksınız.
Bir
taraftan nefislerinizin heves ve arzusu, diğer taraftan kâfirlerin, hak düşmanlarının
hücum ve eziyetleri ile uğraşacaksınız. Bunlara karşılık vermek ve kendinizi
savunmak için cihada ve savaşa mecbur olacaksınız. Bazı zahmetler ve meşakkatler
göreceksiniz.
Ruhen
ve bedenen nefsinizi terbiye etmezseniz, sabır ve tahammüle, kararlı ve metin
olmaya alışamazsınız, Allah'ın yardımının ilk sebeplerinden birini kaybetmiş
olursunuz, tehlikeye uğrarsınız. En ufak bir sıkıntı, bir acı karşısında korkmaya,
sızlanmaya başlarsınız. Ümitsizliğe ve gevşekliğe düşersiniz. Şunu biliniz
ki sabır, her başarının başıdır.
İmandan
sonra takip edilecek yolun başı sabır, ahlâkın başı sabır, ilmin başı sabır,
amelin başı sabır, kısaca varlık âlemini tanımanın başı sabırdır.
Sabırsızlık;
ivmek ve bir anda her şeyi istemektir. Halbuki yaratıklar, zamana bağlı olup,
terbiye kanununa tâbidirler. Zaman ise peşpeşe gitmek, yavaş yavaş olmak demektir.
Bunun için yaratıkların tam başarıya ulaşmaları derece derece bir silsile
takip eder. Bu da sabra bağlıdır. Her şeyi bir anda istemek, hiçbir şey istememektir.
Hatta yaşamak, sabretmektir. Âlimler sabrı iki kısma ayırırlar:
1-
Kötü şeylerin acısına sabır ve tahammül ile güzel sonuçlarını beklemek,
2-
Çabucak gelecek olan lezzetten ve şehvetten uzak durmada sabırla, onların
kötü sonuçlarından sakınmaktır.
Bunların
biri olumlu, diğeri olumsuz şekilde bir sabırdır. Birincisi, acı ilaçlarla
tedavi gibi vazifeye atılmak; ikincisi, zehirli tatlılardan sakınmak gibi
zararlı şeylerden kaçınmaktır.
Bununla
beraber bazı durumlar vardır ki, orada sabır kötüdür, meşrû değildir. Öyle
durumlarda hızla savunmak için hayatı feda etmek daha çok tercih edilir ve
belki de vâcib olur.
Bu
âyetteki kelimesinin "elif lâmı"ahd-i hâricî olmak üzere burada
sabrın çeşitlerinden oruc veya cihadın kastedildiği nakledilmektedir. Fakat
muhakkik (araştırmacı) âlimlerin tercihine göre "lâm" cins içindir.
Oruç ve cihad ile beraber diğer sabır çeşitlerini de içine alır. Kısaca ahlâkta,
imandan sonra sabır, ilâhî yardımın ilk celbedilme yoludur.
Namaz
da böyledir. Ruhun düzelmesinin, bedenin intizama girmesinin, sabır ve vakarın,
ruhî ve bedenî her vazifenin, dünya ve ahiretle ilgili her olgunluğun düzenleyicisi
olan, gerek kişisel ve gerekse sosyal her özelliği içine alan ve ümmet teşkilatının
en birinci ve en esaslı belirtisi bulunan namaz, imanın en büyük güçlendiricisi,
bütün ibadetlerin ve amellerin başıdır. Müminlerin miracı, âlemlerin Rabbine
beden ve candan durumlarını arz etmek suretiyle niyazları, kısaca zikir ve
şükrü içine alan bir ibadet olduğu için, ilâhî yardımın en önde gelen ve en
yakın celbedilme yoludur.
Kıblenin
taşıdığı önem de ilk önce bunun içindir. Bu sebeple namaz, sabır gibi sade
bir vasıta değil, aynı zamanda Allah'a bir kavuşma olmak üzere en büyük bir
zevk gayesidir. Bu sayede Allah'tan başka tüm mâsiva (varlık âlemi)dan çıkılır,
acılar, kederler silinir. Kul ile mabud buluşma meclisinde beraber olur.
Bunun
içindir ki Peygamber (s.a.v.) Efendimiz: "Namaz göz aydınlığım kılındı."
buyurmuş, en büyük zevk ve sevincin namazda hasıl olduğunu göstermiştir.
Yukarıda
kıblenin önemi hakkında gelmiş olan âyet-i kerimeler, onun konusu olan namazın
Allah katında taşıdığı kutsal kıymeti anlatmış bulunduğundan burada yalnız
sabrın kıymetini bildirmek için buyuruluyor ki: Şüphe yok ki Allah, sabredenlerle
beraberdir. O'nun en güzel isimlerinden biri de "Sabûr" ism-i şerifidir.
Her kimde sabır varsa onda Allah'ın kudretinden bir tecelli kokusu vardır.
Hele bu sabırlı kimseler bir araya gelip bir cemaat olurlarsa her halde Allah'ın
yardımına ererler. Allah onların daima dostu ve velisidir. Dualarına, isteklerine
cevap vermek için Allah'ın yardımı daima onların yanlarında dolaşır. Bu beraberliği
göstermeyen, gizleyen şey ise o sabırlı kimselerin dağınık bulunmalarıdır.
Yakınlık
ve beraberlik ifade eden "ma'a" kelimesi çoğunlukla kendisine tabi
olunanın başına gelir. Buna göre; "Allah sabredenlerin beraberindedir."
buyurulmasında Allah'ın, kullarına şeref bahşetmesindeki yüceliği gösteren
büyük bir incelik vardır.
Ebussuud,
bu inceliğin açıklamasında demiştir ki: "Çünkü, sabırlı olmaya gerçekten
girişenler, sabırlı kimselerin cemaatidir. Bu bakımdan bunlar, kendilerine
uyulan kimseler olarak gösterilmiş oluyorlar..." Yani bu beraberlik,
çalışıp elde edilecek şeylerde Allah'ın iradesinin, kulların iradesinin arkasından
geldiğini ifade etmektedir. Böyle olunca Allah'ın "Rahîm" (çok merhamet
edici) sıfatının hükmü olan bu ilâhî şerefi bahşetmenin, kullar hakkında ne
büyük bir lütuf olduğunu inceden inceye düşünmek gerekir. Sabır meselesinin
bütün anahtarı bu noktadadır. Şunda da şüphe edilmemelidir ki, Allah'ın kullarına
bu şerefi bahş etmesi, Onun iradesine bağlı bir lütuftur.
İşte
ey müminler! Bunu bilerek zikir ve şükür yolunda sabırla yardım dileyiniz.
Bu konuda Allah'ın düşmanlarıyla, malla canla cihada ihtiyaç duyarsanız onu
da yapınız. Bu uğurda kaybınız bulunursa onların acılarına, ayrılıklarına
da katlanınız.
154-
Sakın böyle Allah yolunda öldürülmüş olanlara "ölüler" demeyiniz.
Onları gerçekten ölmüş zannetmeyiniz. Bununla son derece acı duyup, telaş
ve ümitsizliğe düşmeyiniz. Hayır, onlar ölü değil, diridirler. Hem gerçek
hayatla diridirler. Fakat siz duymazsınız, onların hayatını hissetmezsiniz.
O hayat, bu dünyadaki zâhirî duyularla hissedilecek bir hayat değildir. O,
ruhanî bir hayat, daha doğrusu gerçek bir hayattır ki, akılla bile tam olarak
idrak edilemez. Ancak kesin bilgiye dayanan bir hisle idrak edilir ve hisle
bilinir.
Şehitler
hakkında böyle daha birçok âyetler gelecektir. Hasan-ı Basrî (rh.a) hazretlerinden
rivayet edilmiştir ki: "Şehitler Allah katında diridirler. Rızıkları
ruhlarına sunulur da kendilerine rahatlık ve ferahlık gelir. Nitekim Firavun
ailesine de sabah akşam ateş gösterilir de kendilerine bu acı ve elem gelir".
Bu
nakil, şehitler hakkında Âl-i İmrân sûresindeki "Allah yolunda öldürülenleri
sakın ölüler sanma. Bilakis onlar Rableri yanında diridirler. Allah'ın lütfundan
rızıklanırlar. Onlar, Allah'ın lütfundan kendilerine verdiği şeylerle sevinirler.
Arkalarından kendilerine yetişememiş olanlara, kendileri için hiçbir korku
olmadığını ve üzülmeyeceklerini müjdelemek isterler." (Âl-i İmran, 3/169-170)
âyetiyle gelecektir. Ğâfir sûresinde de Firavun ailesinin durumu, "Onlar
sabah akşam ateşe sürülürler. Kıyamet koptuğu gün de: Firavun ailesini o azabın
en şiddetlisine sokun, denecektir." (Ğâfir, 40/46) âyetiyle anlatılmıştır.
Bu
âyette ruhların başlı başına ayakta duran ve hissedilen beden cevherinden
başka birer özü bulunduğuna ve bunun ölümden sonra duyarlı bir halde kaldığına,
yani ruhun bâki oluşu meselesine bir işaret vardır. Sahabenin ve tâbiînin
(Allah hepsinden razı olsun) çoğunluğunun görüşleri budur. Buna işaret eden
daha birçok âyet ve hadis vardır. O halde burada bunun şehitlere tahsisi,
makamlarının
Allah
yanında yüksekliğini bildirmek içindir. Bununla beraber İslâm'da ahiret meselesi,
bundan ibaret değildir. Bunu daha fazla açıklayıp tamamlayacak olan, öldükten
sonra dirilme, yeniden yaratılış ve benzeri şeyler vardır ki, sırası geldikçe
açıklanacaktır. Burada henüz ölümü takip eden kabir ve "Berzah âlemi"
meselesine işaret buyurulmuştur.
Bu
âyetin, on dörde ulaşan Bedir şehitleri hakkında indiğine dair bir görüş vardır.
Fakat kıblenin değiştirilmesinden sonra ve Bedir savaşından önce bir hazırlama
olması daha çok düşünülür.
155-Kısaca,
ey iman edenler! Sabır ve namazla yardım isteyiniz. Çünkü Biz, peygambere
tabi olup, olmayanı seçmek ve o nimeti tamamlamak üzere sizi korkudan, açlıktan,
mallar, canlar ve ürünlerin eksikliğinden az bir şeye uğratacağız ve böyle
bazı sıkıntılarla imtihan edeceğiz.
Ahirette:
"Onlar için hiçbir korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir." (Âl-i
İmrân, 3/170) sırrına ermeniz için dünyada biraz bu sıkıntıları tadacaksınız.
Düşmanların hücumu korkusu, kıtlık ve darlıktan dolayı açlık, savaş ve savaş
masrafları dolayısıyle mal ve can eksikliği, kazanç ve evlat eksikliği cinsinden
herhalde biraz birşey ile imtihan edileceksiniz.
Bu
mutlak ifade içinde bu âyet, İslâm dininde farz kılınacak olan bazı hükümlere
ve sorumluluklara bile işaret etmektedir. Korku Allah korkusuna, açlık Ramazan
orucuna, mal eksikliği zekata, can eksikliği cihada, şehitliğe ve hastalığa;
ürün eksikliği, evlat eksikliği kazanç zayiine işarettir.
156-Bu
acı ve sıkıntıların her birinden böyle biraz çekmekle mükellef bulunmak, bunların
tam ve genel bir şekilde herkesi içine almasına engel olacak ve ahirette büyük
büyük nimetlere ulaştıracaktır. "Ey Muhammed! Sen sabredenleri ise müjdele.
o sabredenleri ki kendilerine bir musibet dokunduğu vakit, yani "mümine
eziyet verecek her şey, onun için bir musibettir." hadis-i şerifi gereğince
eziyet verecek herhangi bir zarara uğradıkları zaman: "İnnâ lillâhi ve
innâ ileyhi râciûn" derler. "Biz, her halde Allah'ınız ve mutlaka
O'na dönüp varacağız." diye Allah'a teslim olduklarını arz edip teselli
bulmuş olarak sabrederler. Bunu yalnız dil ile değil, yaratma ve yaratılma
gayesini düşünerek bütün kalb ile söylerler.
"
Biz Allah'ınız" demekte malı, canı, her şeyi Allah'a teslim ve Allah'ın
mülkü olan her şeyde, hatta canlarımızda ve bedenlerimizde bile dilediği gibi
yönetim hakkı olduğunu ve acı tatlı O'nun hiçbir tasarrufuna itirazın caiz
olmayacağını itiraf ile Allah'ın dilediğini yapmasına, kaza ve kadere razı
olduğunu açıklama vardır. Bu makam, pek büyük bir makamdır. Bu makamı kazanan
nefse: "Nefs-i râdıye: Allah'ın emrine râzı olmuş nefis" denir.
demekte ise: "Biz dönüp dolaşıp sonunda mutlaka Allah'a döneceğiz. Başlangıçta
yok iken Allah'tan geldiğimiz gibi sonuçta da yine O'na varacağız." diye
görünürde olsun eğreti varlığımızın ölümle sona erip helak olmasına ve bununla
beraber gayenin mutlak bir yokluk olmayıp, tamamen buluşma olduğuna iman ve
bu imanla Allah yanında kendisinden razı olunma ümidini açığa vurma vardır.
Bu makama: "Nefs-i mardiyye kendisinden razı olunan nefis" makamı
denir.
Bu
ise, isteklerin sonu ve mertebelerin en üstünü olan en büyük rızadır. Lezzetlerin
en büyüğü de rıza lezzetidir. İnsanın nefsi önce "nefs-i emmare: Kötülüğü
emreden nefis" iken, dini bilgi ve Hz. Muhammed'in ahlâkı olan büyük
ahlâk ile ilerleyip gelişerek ikincide "nefs-i levvâme: Kötülüğünden
dolayı kendini kınayan nefis", üçüncüde "nefs-i mutmeinne: Kötülükten
temizlenerek Allah'a yaklaşıp huzura eren nefis", dördüncüde "nefs-i
râdiye: Kendisine sonsuz nimetler bahşeden Rabbinden razı olan nefis",
beşincide "nefs-i mardiyye: Allah'ın kendisinden razı ve hoşnut olduğu
makbul nefis" olur ki, Fecr sûresindeki: "Ey huzur içinde olan nefis!
Sen Rabbinden razı, o da senden razı olarak Rabbine dön." (Fecr, 89/27-28)
şeklindeki ilâhî hitap, bunun beyanıdır. Bu dönüşün, bir yere ve bir yöne
intikal suretiyle olmadığı ortadadır. Çünkü Allah Teâlâ yön ve mekandan münezzehtir.
Bundan dolayı burada üç mânâya ihtimal vardır:
1-
Bu, nefsimiz hakkında bir son bulma ikrarından kinâyedir.
2-
Bâki (sonsuz) olma ikrarıdır.
3-
Bir yönden yok olmayı, bir yönden ebedî kalmayı ikrardır.
Bizce
doğrusu, bu üçüncüsüdür. Çünkü bu, hepimizin zatının sona ermesi ile Allah'ın
baki olmasını ikrar etmektir.
Biz
vaktiyle dış âlemde nasıl yoktuk da Allah'ın bilgisinde var idiysek, yine
onun gibi yok olacağız ve olduğumuz gibi yalnız Allah'ın bilgisinde ve sırf
O'nun hükmünde mevcut kalacağız. Bu, bizim bizdeki varlığımız olmayacak, bizim
Allah yanındaki varlığımız olacaktır.
Ancak
dünyaya gelirken yaratılıştaki mizacımızla gelmiş, henüz bir işe karışmamış,
yapacağımızı yapmamıştık. Giderken ise iyi veya kötü kazanacağımızı kazanmış,
iyilik veya kötülük namına neyimiz varsa hepsini omuzumuza almış, sorumluluğu
yüklenmiş olarak gideceğiz. Kısaca zatımız, Allah'ın ilmiyle, varlığımız Allah'ın
varlığı ile, bâki kalmamız da Allah'ın bâki oluşu ile var olur. Allah'ın varlığı
ise ezelî ve ebedîdir. Bundan dolayı, Allah'a dönüş, bu şekilde O'nun lütfuna
veya kahrına ermiş olarak bakâbillâh demektir.
Râzî
diyor ki: "Bu dönüş ahirete işarettir. Biz dünyada iken az çok kendimiz
veya başkaları da menfaat ve zararımıza görünürde sahip bulunuyorduk. Gittiğimiz
zaman bunlara hiç kimsenin hükmü geçmeyecek, sahih olan görüşe göre üzerimizde
yalnız Allah'ın hükmü geçerli olacaktır."
Bu
itibarla Allah'a dönüşümüz, öldükten sonra bütün durumlarımızda yalnız Allah'ın
hakim olması ve Allah'ın, hükümlerde kendisine başvurulacak merci olması demektir.
İşte bunun üzerine yeniden yaratma ile öldükten sonra dirilme, haşir (kıyamet
günü insanların bir araya toplanması) ve neşr (kıyamet günü insanların yeniden
dirilmesi), ahirete ait diğer hükümler gerekecektir. Halbuki buradaki dönüş
ölümden sonra ve tekrar dirilmeden önceki durumları da içine alır. Buna bazıları,
"rûhun baki oluşu" adını vermiş, dönüşü, ahireti onunla açıklamak
istemiştir. Fakat ruhun baki oluşu, deyiminin de şahsa ait bir bakilik şüphesi
vardır. Dönüşte ise şahsın fani olduğunu itiraf gizlidir. Bunun için Allah'a
dönüş meselesinde ruhun ebediliğinden başka bir mânâ vardır. Bunda, bir zaman
olup, ruhun da faniliğe gideceğine dair bir itiraf yok değildir. Bedenimizin
yok oluşundan sonra uzun zaman ruhumuzla kalabileceğimiz kabul edilmiş olmakla
beraber büyük kıyamet gibi bir gün gelip, ruhlarımızın da yok olacağı "Allah'ın
zatından başka her şey yok olacaktır." (Kasas, 28/88) âyeti gereğince,
zatımızın yok oluşu her yönüyle gerçekleşecektir. Ancak Allah katında bilinen
gerçek varlığımız hiç bir şekilde kaybolmayıp, işin aslında her türlü hükme
tabi olabileceğimiz ve sonunda ebedî bir varlığa kavuşma ile Allah'ın cemalini
görebileceğimiz de anlaşılıyor.
Eğer
Allah yanında bilinen gerçek varlığımız, ruhumuz veya bedenimiz yahut da her
ikisi demek ise, bunlardan biriyle; yok eğer bunların ötesinde birşey ise
o şekilde bir ebediliğe kavuşacağız. Bu ebedilik de gerçekten bizim kendi
kendimize bir ebediliğimiz demek olmayıp, ancak Allah'ın ebedi oluşu ile mümkün
olan bir ebedilik olacaktır.
Bunun
için bizim tabiî denebilecek olan zatımızın gereği yokluk iken, hakkımızda
takdir edilen nasibimiz, bakâbillah yoluyla Allah'ın kahrına veya lütfuna
kavuşmaktır. En yüksek hedef ve en büyük rıza işte bu ebedî lütuftur. Fennin,
sebeplerin bâkî oluşu konusundaki büyük kanununda, bu mânâ sabit demektir.
Maddeler ve küçük kuvvetler, hepsi sebebe bağlıdırlar. Bundan dolayı hepsi
silinir, yalnız her şeyin sebebi olan Allah zatı ve sıfatları ile sonsuz kudreti
ile bâki kalır. Allah'ın bâkiliğinde, o silinen maddelerin ve fani güçlerin
mahiyetleri ve şahsi belirtileri Allah'ın bilgisi olmak üzere tamamen muhafaza
edilerek, ilmî varlıkla sabit ve bâki kalırlar. Yine her türlü hükme konu
olabilecek bir gerçek varlığa sahip bulunurlar. İşte ahiret hayatının zamanı,
bu Allah'ın bâki oluşu ve Allah'ın bilgisinde bâki olmaktır.
Bu
şekilde bakâbillâha, bakâ-i Rûhanî (Ruhun bâki ve ebedî olması) tabirini kullanan
filozoflar, Allah'ın gerçek mahiyetini ruh, insan ruhunun da Allah'ın gerçek
varlığındanmış gibi düşündüklerinden dolayı, ahiretin aslını ruhun bâki kalması
olarak tasavvur etmişler ve gerçeği karmakarışık hale getirmişlerdir. Gerçi
ruh, Allah'ın emri olan bir sırdır. Ruhun bâki oluşu, dinen kötü sayılacak
bir şey de değildir. Fakat bizim, ebedî olarak, ruhumuzun bâki oluşu ile bâki
olmamıza hükmetmek, bize bir şahsî bâkilik isnad etmektir. Bu da zatımızın
fani oluşunu unutmaktır. Bu ise ilk sebebi, Allah Teâlâ'yı unutmaktır.
Şunu
bilmelidir ki Allah'ın gerçek mahiyeti, ruhun ve cismin ötesinde bir teklik
mertebesindedir. Ruhu, Rabbin emri olmakla beraber Rab emrine hakimdir. "Allah
emri üzerine galip ve hakimdir." (Yûsuf, 12/21). Bunun unutulmaması gerekir.
Bundan dolayı bizim varlığımızın ve bâki oluşumuzun dayanağı ve binası, Allah'ın
varlığı ve bâki oluşudur. Biz kendi bâki oluşumuzla değil, Allah'ın bâki oluşu
ile bâki olabileceğiz. Gerçek diri olup, her şeyi yöneten O'dur. "Biz
Allah'ınız ve gerçekten biz O'na döneceğiz" ifadesi, işte bu Allah'ın
bâkiliği ile bâki olmayı anlatmaktadır.
Bu,
ne yalnız ruhla olur, ne de yalnız bedenle olur. Bu, her ikisinin de başlangıcı
ve garantisi olan gerçek bir bâkiliktir. Ahiret bu bâkiliğe dayanmaktadır.
Allah mevcut ve bâki oldukça, bizim için yeni yeni nice ruhlara ve bedenlere
kavuşmak daima mümkün ve sonsuza dek imkan dahilindedir. Biz ölürüz, ruhumuz
kalabilir. Kabirde ve berzah âleminde mükafat ve ceza görebilir. Kalmaması
ve bir müddet sonra onun da sonunun gelmesi, kendi nefsinde mümkündür. Fakat
Allah'ın bilgisinden, Allah'ın hükmünden ve bakâbillah'tan çıkmamız mümkün
değildir. Asıl mükafat ve cezanın dayanağı budur.
Ahiret
sadece ruhun bâki kalışı olmayıp, berzah âlemindeki hayattan sonra başka bir
yaratılış ile diriltilecektir. Bunun da gayesi o yaratılışa göre Allah'a bir
dönüş olacaktır.
Bundan
dolayı "Biz Allah'ınız ve gerçekten biz O'na döneceğiz." ifadesi
bir taraftan ahiretin garantisi olan bir dönüşü, bir taraftan da ahirette
bile amellerin en üstünü ve olgunluğun son sınırı olan bir dönüşü, mutlak
ifadesiyle içine almaktadır. Böyle bakâbillah ile ümid ve korku, sadece "ruhun
bâki oluşu" teorisi üzerine kurulan ümit ve korkudan daha yüksek, daha
gerçek ve daha ilmîdir. Her şüpheden uzak bir tevhid, Allah'a bir teslimiyettir.
Yûsuf sûresinde geleceği üzere bu teselli Muhammed (s.a.v.) ümmetinden başkasına
verilmemiştir.
157-Böyle
bir tevhid ile bütün ümidini bakâbillaha dayandırarak "râdiye" ve
"merdıyye" makamlarına ermiş olan sabırlı kimseler, her müjdeye
layıktırlar. Bunları şu âyetle müjdele: İşte Rablerinin salevât ve rahmeti
bunlara mahsustur ve işte hidayete ermiş, doğru yolu tutmuş olanlar ancak
bunlardır.
Allah'ın
salevâtı, bütün günahların bağışlanmasıdır. Allah Teâlâ, bunların günahlarını
tamamen örter. Onları rahmetiyle öyle mükafatlara, öyle nimetlere ulaştırır
ki, bunlar dünyada ne görülmüş, ne duyulmuş, ne de insanın akıl ve hayaline
gelmiş şeyler değildir. Bunlara: "Gir iyi kullarımın arasına! Gir cennetime."
(Fecr, 89/29-30) denecektir.
O
sabırlar, ancak yerine getirilmesi mümkün olmayan Allah'a şükürde meydana
gelecek kusurları, günahları örtecek ve onların yerini sevaplara bırakacak
ilâhî yardımlardandır. Müminler, bunu bilerek, sabır ve namazla yardım istemelidirler.
"Râdiye" ve "merdıyye" makamlarını kazanmalıdırlar. Namazlarında
Mescid-i Haram tarafına yönelerek Allah'ı zikredip, O'na şükretmelidirler
ki, vaad edilen dünya ve ahirete ait nimetler tamamlansın, ebedî hoşnutluk
lezzeti ihsan edilsin.
Bu
kıblenin kutsallığı, yalnız bundan ibaret de değildir. Bunda namazdan başka
bir zikir ve ibadet yolu, sizin için başka bir toplanma ve Allah'a yaklaşma
şekli daha vardır. Nitekim Allah şöyle buyurur:
Meâl-i
Şerifi
158-
Gerçekten Safâ ile Merve Allah'ın alâmetlerindendir. Onun için her kim hac
veya umre niyetiyle Kâ'be'yi ziyaret ederse, bunları tavaf etmesinde ona bir
günah yoktur. Her kim de gönlünden koparak bir hayır işlerse, şüphesiz Allah
iyiliğin karşılığını verir, o her şeyi bilir.
158-
Mescid-i Haram etrafında bulunan Safâ ve Merve tepeleri Allah'ın alâmetlerindendir.
İbadet ve O'na yaklaşmak için konulmuş belirtilerden, özel işaretlerden ve
hac ibadetinin yapıldığı yerlerdendir.
Esasen
safâ, kaypak taş; merve, küçük ve yumuşak taş demek olup, lâm-ı tarif ile
Safâ ve Merve Mekke'de bilinen iki tepenin özel isimleridir. Harf-i tarifleri
el-Beyt, en-Necm gibi lazımdır.
"İlm"
maddesinden "alem", "alâmet" ve "alâim" gibi
"şuur" maddesinden şeâir, "Şaîre"nin veya "şiâre"nin
yahut da "meş'ar"ın çoğuludur ki bu özel isim, bildiren alâmet,
belirti mânâsına gelir. Nitekim savaşta iki tarafın tanışması için kullanılan
alâmet ve işarete de "şiar parola" denir. Şeâir; bazan ibadetin
kendisine, bazan da yerine denir. Ezan, cemaat ile namaz, bu cümleden alarak
cuma ve bayram namazları ve Hac dinin şeâirinden yani alâmetlerindendirler.
Aynı şekilde camiler, minareler, hacdaki ibadet ve özel yerleri de alâmet
ve işaretlerdendir ki, Safa ile Merve de bunlardandır. Bundan dolayı: Kâ'be'ye
Hac veya umre yapan kimsenin tavafı bu ikisiyle yani Safâ ve Merve ile yapmaya
çalışmasında hiç bir suç, hiç bir günah yoktur.
Hac,
sözlükte özel bir maksat ve niyet anlamına gelir. Bir şeye çokça gidip gelmek
mânâsını da ifade eder.
İ'timar
yani umre de ziyaret demektir. Dini bakımdan da hac ve umre, Beyt-i Şerif'i
bilinen şekilde, niyetle ziyaret etmektir. Hacc'ın özel bir vakti vardır.
Umre'nin yoktur. Bunların geniş açıklamaları fıkıh kitaplarına aittir. Burada
"Tavaf etmek" iki kaydı içine alır:
1-
Asıl tavaf, yani Kâ'be'nin etrafında dolaşmak,
2-
Tatavvuf, yani bu tavafta zorlanmadır.
Çünkü
'nin idğam edilmiş şeklidir. "ikisi" kaydı ve bu kayda bağlı olan
"Ona bir günah yoktur." hükmü tavafın aslına değil, tavafta zorlanmaya
bağlıdır.
Tavafın
aslının farz ve rükün olduğunda ihtilaf yoktur. Fakat bu tavafa Safâ ile Merve'nin
ilavesi ve Safâ ile Merve arasında sa'y denen tavaf bölümü hakkında: "Ona
bir günah yoktur." buyurulmuştur. Bu ise görünüş itibarıyla bir muhayyerlik
gibi görünmekle beraber, gerçekte vâcibe, menduba ve mübaha ihtimali vardır.
Buna karşılık Peygamber (s.a.v.) Efendimiz hacc-ı şeriflerinde Safâ'ya yaklaştıkları
zaman: "Safâ ve Merve Allah'ın alâmetlerindendir. Allah'ın başladığı
ile başlayınız." diye emretmiş ve kendisi Safâ'dan başlayıp, Beyt'i görünceye
kadar üzerine çıkmıştır. Bir hadis-i şerifinde de bu hususta: "Allah
size sa'yi farz kılmıştır, sa'y yapınız." buyurarak sa'yin vacib olduğunu
göstermiştir. Gerçi burada asıl mânâsıyla koşmak demek olan sa'y, vacib olmayıp
"Allah'ın zikrine koşunuz." (Cum'a, 62/9) emrinde olduğu gibi sadece
yürümenin yeterli olacağı kabul edilmiş ise de en azından koşar gibi biraz
hızlıca "Remel" denen yürüyüş şekli mendubdur. Kısaca tavafta Safâ
ve Merve ile tavafta zorlanmanın vacib olduğu da anlaşılmaktadır.
Bundan
dolayı İmam Malik ve Şâfiî hazretlerinden bu zahmetli tavafın da, tavafın
aslı gibi rükün ve farz olduğu rivayet edilmiştir.
Bununla
beraber âyetin yalnız zahirine yapışarak muhayyerliğe ve bu zahmetli tavafın
vacib olmayıp, nafile olduğu görüşüne sahip olan fıkıh âlimleri de vardır.
Fakat Hanefi mezhebinde tercih edilen şudur: Âyetin zahiri, farz mânâsındaki
kesin vücûba engeldir. Aynı zamanda anılan hadisler ve teâmül ise vacib olduğunu
göstermektedir. Öyle ise bu zorlu tavaf ne kesin bir farzdır, ne de nafiledir.
Belki farza benzerliği bulunan zannî bir vacibdir.
Farz
denemez, çünkü "Ona bir günah yoktur." ifadesi mendubluğu ve mübahlığı
da içine almaktadır. Nafile ve tatavvu da denemez. Çünkü tatavvuun, sonra
ayrıca söylenmiş olması buna engeldir. Bu ikisi arasında da hadisler vacib
olduğunu söylemektedir. Bu bakımdan delillerin müşterek değeri olarak bu zahmetli
tavaf zanni bir vacibdir.
O
halde âyette görünüş itibariyle muhayyerliği ifade eden "Ona bir günah
yoktur." sözü niçin gelmiştir? Bunun açıklaması âyetin iniş sebebindedir.
Çünkü rivayet edildiğine göre cahiliye devrinde Safâ üzerinde "İsâf"
adında bir put, Merve üzerinde de "Nâile" adında diğer bir put vardı.
Cahiliye müşrikleri bunların arasında tavaf ederler ve bunlara ellerini sürerlerdi.
İslâm gelip putları kırdıktan sonra müslümanlar, Safâ ile Merve arasında tavaftan
çekindiler. bunu hoş görmediler. Bunun üzerine bu âyet indi ki, korkmayın,
bunda günah yoktur. Bilakis bunlar Allah'ın alâmetlerindendir, diye bu tavafa
teşvik edildi. Bu teşvikin bir çeşit vücub ifade ettiği de hadislerle açıklandı.
Tavafa Safâ'dan başlamak, farz değilse de vacib oldu. Fakat İmam Şâfiî, farz
ile vacibi birbirinden ayırmadığı için Şâfiîlerce farz ve vacib bir sayıldı.
Hz.
Ömer bir defa Safâ ile Merve arasında koşmamış, sadece yürümüş ve buyurmuştur
ki: "Yürüyorsam Resulullah'ı yürür gördüm, koşarsam Resulullah'ı koşar
da gördüm."
Resulullah
Efendimiz yukardaki şekilde Safâ ile Merve arasında tavaf ederken müşriklere
karşı kuvvetini göstermek için sa'y etmiş, yani koşmuştu. Bunun hatırası olmak
üzere koşar gibi yürümek sünnet olmuş ve bu zahmetli tavafa sa'y denmiştir.
Demek
ki bunda din düşmanlarına karşı kuvvet göstermek için beden eğitimine de bir
teşvik vardır. Bunun meşruluğunun aslı ve bu tepelerin, Allah'ın alâmetlerinden
olması ise şu meşhur hikayeden dolayı olduğu da açıklanmıştır:
Hz.
İbrahim bırakıp gittikten sonra bu vadide Hacer ile İsmail susuzluktan son
derece daralmışlardı. Hacer, ciğerparesi olan oğlunu Harem mevkiine koymuş,
su aramak için tepeden tepeye koşmuştu. Bu sırada Cenab-ı Allah yardımını
göstererek Zemzem kuyusunun yerinden su fışkırtmış ve son dereceye gelen zaruret
hallerinde imdatlarına yetişmişti. Böylece şunu da göstermişti ki, Allah Teâlâ,
dünya yurdunda sevdiklerini bazı sıkıntılara düşürse de kendisine dua edip
sığınmaktan ayrılmayan, bu hususta elinden gelen son gayreti sarfederek sabır
ve kararlılık gösterenlere, mutlaka en kısa zamanda ferahlığa ve genişliğe
kavuşturmakla yardım eder.
İşte
buna işaret olmak üzeredir ki Safâ ile Merve'yi kıyamete kadar dinin alâmetlerinden
olarak göstermiştir.Bütün müminlerde yukarıda açıklandığı üzere böyle biraz
korku ,açlık ve diğer sıkıntı ve müsibetlerle imtihan edildikleri zaman ümitsizliğe
düşmemeli,kurtuluşu güç görmemeli ve sabrın müjdesine ermek için çalışmalıdır.
Müşriklerin,bir
zamanlar bu tepelere put yerleştirmek gibi saldırıları bile bu hatırayı yok
edemez.Tavafa bunların ilavesi günah değil sevabtır.Bundan başka:Herhangi
bir kimse vazifesi olmasa bile gönüllü olarak ve sırf kendi gönlünden koparak
bu cinsten veya diğerlerinden bir hayır yaparsa ,mükafatını görür,çünkü Allah
şükredenleri ve şükürlerinin derecelerini bilir.Ona göre şükürlerini karşılıksız
bırakmaz.O nimet ihsan edici ve bağışlayıcı olan Allah,şükreden kullarına
karşı sırf kendi lütfundan nimeti artırmakla karşılık vererek şükür muamelesi
yapar.Bu muamelenin dünya ve ahirette kıymetinin ne kadar büyük olduğunu tasavvur
bile edemezsiniz.
Nitekim
bir kudsi hadiste şöyle rivayet edilmiştir:"Mümin kulum,hayır ve nafilelerle
bana yaklaşa yaklaşa o dereceye gelirki sonunda ben onun işittiği kulağı,gördüğü
gözü idrak ettiği kalbi olurum.Her işittiğini hak kulağı ile işitir,her gördüğünü
hak gözüyle görür,her idrak ettiğini hak bilgisiyle bilir.Hiçbir işinde şaşmaz,yanılmaz
,aldanmaz,aldatılmaz,doğruca muradına erer.Allah ile arasında bu derece yakınlık
ve beraberlik meydana getirir."
Vazifelerin
yerine getirilmesinden başka sırf gönülden coşularak devam edilen nafile hayırlar,bu
kadar büyük olgunluk ve mutluluk sebebidirler.Bunları herkes bilmeli,bilenler
bilmeyenlere anlatıp belletmelidirler.Çünkü Allah şöyle buyurmuştur:
Meâl-i
Şerifi
159-
İndirdiğimiz apaçık delilleri ve hidayetin kendisi olan âyetleri insanlar
için biz kitapta açıkladıktan sonra gizleyenler var ya mutlaka onlara Allah
lanet eder. Lanet edebilecek olanlar da lanet ederler.
160-
Ancak tevbe edip halini düzelterek gerçeği söyleyenler başka. İşte onları
ben bağışlarım. Ben çok merhamet ediciyim, tevbeleri çokça kabul ederim.
161-
Ama âyetlerimizi inkar etmiş ve kâfir olarak can vermiş olanlara gelince,
işte Allah'ın laneti, meleklerin laneti ve insanların laneti hep onların üzerine
olsun.
162-
Onlar ebedi olarak onun altında kalırlar. Ne azabları hafifletilir, ne de
kendilerine göz açtırılır.
159-Ensar'dan
bir topluluk, yahudilere Peygamberimiz'in Tevrat'taki vasıflarını ve hükümle
ilgili bazı âyetleri sormuşlardı. Yahudiler gizlediler, söylemediler. Onun
üzerine bu âyet inmiştir.
İbnü
Abbas, Mücahid, Hasan, Katade, Rebi', Süddî ve Asam'dan bunun gerek yahudi
ve gerekse hıristiyan Kitap ehli âlimleri hakkında indiği de rivayet edilmiştir.
Fakat sebebin özel oluşu, hükmün genel olmasına mani olmayacağından, âyetin
hükmü; din işleriyle ilgili olarak bildiği herhangi bir gerçeği gizleyip,
söylemeyenlerin hepsini içine almaktadır.
Bunun
için Ebu Hüreyre (r.a.) hazretleri, çok hadis rivayet ettiği söylendiği zaman:
"Kur'ân'da iki âyet -ki biri bu, diğeri iki sayfa sonra gelecek olan
bunun benzeri bulunan bir âyet- olmasaydı, hiçbir hadis rivayet etmezdim."
demiş ve bu âyetleri okumuştur. Bunun için din işleriyle ilgili hiçbir bilgi
gizlenmemelidir.
Zira
Allah Teâlâ buyuruyor ki: Bizim indirdiğimiz apaçık delilleri, Allah'ın emrine,
hükümlerine, irşadına ve bunlara iman edip uymanın vacip oluşuna işaret eden
ve hidayetin kendisi olan âyetleri ve delilleri, O kitapta veya bu kitapta,
gerek Tevrat, İncil ve gerekse Kur'ân cinsi bir kitapta insanlara açıklamamızdan
sonra, o insanlar içinden, bunları gizleyenler, yani ikrar ve itiraf etmeyen,
ihtiyaç anında söylemeyen veya yaymayan, yahut yayılmasına engel olan, yahut
onu tamamen veya kısmen değiştirip karıştırmak gibi yollarla gizleyenler,
kim olursa olsun, işte bunlar var ya, bu gizlemelerinden dolayı mutlaka Allah
bunları lanetler. ve bütün lanet edebilecek, lanet duası yapabilecek olanlar
da bunları lanetler. Kısaca bunlar, her zaman ve her taraftan hakkıyle lanetlenecek
olan mel'unlardır.
Şüphesiz
ki, "Hakka karşı susan dilsiz şeytandır." şeytan ise daima lanetlenmiş
ve kovulmuştur.
160-
Ancak tevbe edenler, tevbe edip de durumlarını düzeltenler, durumlarını düzeltip
de gizledikleri gerçeği açıklayıp yayanlar var ya, işte ben Allahü Azimüşşan
da bunların tevbelerini kabul ederim ve bunları gözetleyerek kendilerini lanetin
dışında bırakırım. Tevbeleri çokça kabul eden ve çok merhamet eden ancak benim.
Benden fazla tevbe kabul eden hiçbir merhametli düşünülemez.
Burada
Âdem (a.s.) kıssasına, tevbe kelimelerine tekrar dikkati çekme bulunduğu ortadadır.
Tevbe ettiler ve durumlarını düzettiler ifadesinden sonra, gerçekleri açıkladılar
buyurulması, gizleme günahının tevbesinin her halde zıddı olan beyan ve açıklama
sevabını işlemeye bağlı bulunduğunu anlatır.
Demek
ki, her günahın kendine mahsus bir tevbesi ve her çeşit inkarın bir iman tarzı
vardır. Bir kayda bağlı olmamak üzere her tevbe, her günahın tevbesi olamaz.
Kısaca apaçık bir gerçeği gizlemek küfürdür. İman da gerçeği açıklamaktır.
Küfürden sonra da gerçeği açıklamak suretiyle tevbe ve iman makbuldür.
161-Tevbe
edenler böyledir. Diğerlerine gelince, Allah'ın indirdiği apaçık delillere,
hidayete, bu cümleden olarak bütün peygamberler ve kitaplarla beraber Hz.
Muhammed'in peygamberliğine ve Kur'ân'a iman etmeyip inkarda ısrar eden ve
kâfir olarak ölenler var ya, işte bunlar da, böyle mel'unlardır.
162-Allah'ın,
meleklerin ve insanların hepsinin laneti bunların üstündedir. Onlar bu lanetin
içinde ebedî olarak kalırlar. Bunlardan azab hiçbir zaman hafifletilmez. Bunlara
hiçbir mühlet ve müsaade verilmez.
Her
inkar, bir gerçeği gizlemek demek, olduğuna göre bu âyet, önceki âyetteki
tevbe ile istisna edilenlerden başka, gerçeği gizleyenler hakkındaki lanet
hükmünü teyid ve lanetleyecek olanları tefsir etmiş olmakla beraber, diğer
yönüyle ondan daha geneldir. Çünkü dilden gerçeği söylemiş veya kalemle yazmış
olmakla beraber, kalben iman etmeyip, kâfir kalan ve bu küfürlerinden tevbe
etmeyerek ölenlerin yukardaki lanetin kapsamına girmeleri düşünülecek bir
nokta olduğu halde bu âyet, hiçbir kayda bağlı olmamak üzere kâfirleri açıkça
içine almaktadır.
Ey
insanlar! Siz artık inkar ve anlaşmazlıktan vazgeçip, hepiniz tevhid dairesine
giriniz. Çünkü:
Meâl-i
Şerifi
163-
Her halde hepinizin ilâhı, bir tek ilâhtır. Ondan başka bir ilâh yoktur. O
Rahmân ve Rahîm'dir.
163-
Ey insanlar! hepinizin ibadet ve kulluğuna layık ve buna hakkı olan gerçek
ilâhınız, bir tek ilâhtır. "Vâhid" sıfatı ile nitelendirilmiş bir
ilâhtır ki, ilâhlıkta tektir. Hem sizden başkalarının da diğer bir ilâhı var
sanmayınız. O'ndan başka hak olan hiçbir ilâh yoktur. O'ndan başka ilâh tutulanların
hiç biri ilâhlığa layık değildir. Hepsi boş, hepsi batıldır. O'ndan daha üstün
veya O'na denk bir ilâh düşünülmesi imkansız olduğu gibi, O'ndan daha aşağı
seviyede olmak şartıyle de O'nun ilâhlığına ortak olabilecek mabudlar, tanrılar
yoktur. İlâhlığa ortak olmak mümkün değildir. Gerçek ilâh ancak o tek olan
Allah'tır. O'nun bütün yaratıklara başlangıç olan birçok isimleri ve sıfatları
varsa da, yine zatından hakkıyle bahsetmek mümkün değildir. Hakk'ın gerçek
mahiyeti, her türlü bileşimden uzaktır. O tek olan Ferd'i vasıflandırmak imkansızdır.
Çünkü vasıf, vasıflanan ile sıfat arasında az çok bir başkalık gerektirir.
Başkalık olunca da ferdîlik kalmaz. Bir de herhangi bir şeyden haber vermek,
kendisinden haber verilen bir şey ile, haber verme şekli ister. Bu ise ferdî-liğe
aykırıdır. Bunun için türetilen isimlerin hepsi de Hakk'ın gerçek mahiyetinin,
birliğinin aslına ermekten uzaktır. O'nun zatına en son "O" denebilir.
Bütün
büyüklük ve şeref kaynağı, bütün çokluk yönlerinden uzak olan ve ancak "
O"diye ifade edilebilen tek zattır. O'nun zatı, sıfat ile kemale ermiş
olmayıp, bilakis zatının kemali, sıfatlarının da kemalini gerektirmiştir.
İşte
" O" ifadesi, O rahmet ve şeref kaynağına, O birliğin yüce başlangıcına
ulaştırır. Bunun için "hüve" kelimesi bir zamir olduğu halde O'nun
zatına işaret eden en büyük ismi gibi olmuştur.
Tevhid
denizine dalmış olan ve kalbini yalnız Allah'a bağlayan velilere göre bu ismin
önemi pek büyüktür. Buna ism-i âzam (Allah'ın en büyük ismi) diyenler de vardır.
Bununla beraber ism-i âzam Allah ism-i şerifidir, diyenler daha çoktur. Çünkü,
"Allah" ismi, zat ve bütün sıfatların toplamına delalet etmesi itibariyle
daha geniş kapsamlıdır. "Hüve" ise tevhid makamında âzamdır. "O,
ey O! Ey O'ndan başka O olmayan zat-ı kibriyâ" tabiri rivayet edilegelen
tevhid zikirlerindendir.
İşte
hepinizin gerçek ilâhı bütün çoklukların başlangıcı olmakla beraber, zatında
bileşim ve çokluk bulunmayan, ilâhlıkta, varlığının vacib oluşunda hiçbir
ortağı ve benzeri olmayan O ilâh birdir. Hiçbir yaratığın, bunun ilâhlık dairesinden
çıkması mümkün değildir.
Bütün
bu yücelik ve büyüklüğü ile beraber O, Hem Rahmân, hem Rahîm'dir. Bütün rahmetler
O'nun, en ince merhametler O'nundur. Ortak koşanlar, böyle tek bir ilâha ortak
koşmuş inkar edenler, böyle çok esirgeyen, çok merhamet eden bir ilâhı inkar
etmiş oluyorlar. Bu sebeple kendilerini, bu ezelî ve ebedî rahmetten mahrum
ederek lanete uğratıyorlar. Bunun için o şirk ve inkardan vazgeçmeli de Allah'a
ve Allah'ın indirdiklerine iman etmeli, tevhid dairesinde bu rahmetlere ebedî
olarak ermelidir.
Deniyor
ki, Kâ'be ve etrafında müşriklerin üçyüz altmış tane putları vardı. Bu âyeti
işittikleri zaman hayret ettiler de "Ey Muhammed! Eğer doğru söylüyorsan
bir âyet -kesin bir delil- getir de bununla doğruluğunu bilelim." dediler.
İbnü Cerir'in Atâ'dan rivayetle anlatmasına göre Peygamber (s.a.v.) Efendimiz'in
Medine'ye gelişlerinde "Sizin ilâhınız, bir tek ilâhtır." âyeti
inmişti. Mekke'de Kureyş kâfirleri "Bu kadar insanlara bir ilâh nasıl
yetişir?" dediler. Bunun üzerine şu âyet indi:
Meâl-i
Şerifi
164-
Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca
gelişinde, insanlara yarar şeylerle denizde akıp giden gemide, Allah'ın yukarıdan
bir su indirip de onunla yeri ölümünden sonra diriltmesinde, diriltip de üzerinde
deprenen hayvanları yaymasında, rüzgarları değiştirmesinde, gök ile yer arasında
emre hazır olan bulutta şüphesiz akıllı olan bir topluluk için elbette Allah'ın
birliğine deliller vardır.
164-Saîd
b. Mesruk hazretlerinden rivayet edildiğine göre Kureyş, yahudilere "Musa'nın
getirdiği mucizeleri bize söyleyin, nelerdi?" diye sormuşlar, onlar da
asâsının yılan oluşunu ve elinin bembeyaz parlamasını anlatmışlardı. Aynı
şekilde hıristiyanlara da sormuşlar, onlar da doğuştan kör olanı, alaca hastalığına
tutulanı iyileştirme ve ölüleri diriltme mucizelerini anlatmışlardı.
Bunun
üzerine Kureyş, Hz. Peygamber'e: "Sen de Allah'a dua et, bize şu Safâ
tepesini altın yapıversin de kesin bilgi ile imanımız ve düşmanlarımıza karşı
kuvvetimiz artsın." demişlerdi. Bunun üzerine Resulullah bunu Rabbinden
niyaz etmişti. Allah Teâlâ da vahiyle: "Bunu yaparım, fakat bundan sonra
yine yalanlamaya devam ederlerse, onlara dünyada hiç kimseye yapmadığım bir
azab veririm." buyurmuştu. O zaman Peygamber (s.a.v.) Efendimiz'in: "Ey
Rabbim! Kavmimi ve beni kendi hâlimize bırak, ben onları günden güne davet
edeyim." diye dua etmesi üzerine Cenab-ı Allah bu âyeti indirmiştir.
Bununla göklerin ve yerin yaratılması ve buna bağlı yaratılış olayları, Safâ'nın
altın'a dönüştürülmesi gibi istenen mucizelerden daha büyük, daha faydalı
ve daha muciz olduğunu beyan etmiştir. Bunlar, mucize meselesinde Kur'ân'ın,
insan fikrini ne güzel terbiye ettiğini anlatmaya yeterlidir.
Siz,
O'nun birliğinden, kudretinden, rahmetinden ve bu kadar insanlara yeteceğinden
şüphe edip, zat ve sıfatlarına delil ve mucize mi istiyorsunuz? Şu üstünüzdeki
her tarafı kuşatmış uçsuz bucaksız uzaklık içinde, sayısız yüksek gök cisimleri
ve aralarındaki uzun mesafe ve bu mesafeyi işgal eden hava boşluğu ve ışık
gibi, görülen veya görülmeyen nice cisimler vardır. Bunlara ve bunların inceliklerine,
fezayı dolduran esir maddesinin niteliğine, her cismin yürüyüş ve hareketleriyle
çizdikleri tabaka tabaka yörüngelere, hareketlerindeki ağırlık merkezine,
toplu nizamlarıyle yer yer teşkil ettikleri sistemlere, burclara bir bakınız.
Şu göklere ve o cisimlerden biri olup, denizleriyle, karalarıyle, dağlarıyla,
dereleriyle, ovalarıyla, çölleriyle, pınarlarıyla, ırmaklarıyla, madenleriyle,
bitkileriyle, ormanlarıyla, mesire yerleriyle bütün o göklere direksiz, kuşaksız
bağlılığı ve ilgisiyle ayağımızın altında yuvarlanan şu yer küreye bir bakınız.
İşte mekan denen uçsuz bucaksız feza içinde hey'et-i âlem adını alan bu gökleri
ve yeri yaratmada ve icad etmede, yaratılış nizamında, ve gece ile gündüzün
değişmesinde, uzayıp kısalmasında, birbiri ardı sıra gelmesinde, bu geliş
ve takip ile ortaya çıkan yer konumunda, zaman sırrında ve bir tek yerde zıtların
bir araya gelmesinde, insanlara faydalı yüklerle denizde akıp giden ve gök
cisimlerinin uzak masmavi semada akışlarını andıran gemilerin akışında, akıp
gittiği denizlerin yaratılış sırrında, bunlarda meydana gelen hareket ve durma
kanunlarında, bu kanunların insanlara temin ettiği menfaatin ortaya çıkma
tarzında, Allah'ın yukarıdan indirdiği suda, indirip de kuru toprağa ölümünden
sonra su ile tekrar hayat vermesinde ve bu bitki hayatının yaratılışında,
ve bu yeryüzünde akıl sahibi olanlara varıncaya kadar her türlü hayvanları
sınıf sınıf, cins cins, çeşit çeşit ayırıp tasnif ederek yaymasında ve bu
hayvan hayatının meydana gelmesinde, türlü türlü rüzgarları bir taraftan bir
tarafa, bir şekilden bir şekile evirip çevirmesinde, gökle yer arasında emre
boyun eğmiş olan bulutlarda hiç şüphesiz birçok âyetler, maddî ve manevi,
dine ve dünyaya ait nimetler, sizin istediğinizden daha büyük mucizeler vardır.
Vardır ama; aklını kullanacak bir toplum için. Yani akıllı olan ve aklından
istifade eden kimseler için. Bundan dolayı akıl da bu mucizelerden biri ve
belki de en büyüğüdür.
AKIL:
Kalb ve ruhun madeninde, beynin ışığında bulunan manevi bir nurdur ki insan
bununla, duyu organlarıyle hissedilemeyen şeyleri anlar. Akıl yürütmek; sebeplerle
sebeplerin meydana getirdiği şeyler ve eser ile eseri meydana getiren şeyler
arasındaki ilgiyi, yani "illiyet kanunu" dediğimiz sebebi neticeye
bağlayan kanunu ve ona bağlı olan gerekli ilgileri idrak ederek eserden müessire
veya müessirden esere yahut da bir müessirin iki eserinin birinden diğerine
intikal etmektir.
Mantık
denen bu intikal sayesinde duyu organlarıyla hissedilen bir eserden, hissedilemeyen
müessiri anlaşılır. Mesela, hissedilen bir hışıltıdan görülüp hissedilmeyen
bir hayvanın anlaşılması gibi. Yahut da hissedilen bir müessirden hissedilmeyen
eseri anlaşılır. Mesela görülen bir bal arısından, görülüp hissedilmeyen bal
idrak edilir. Yahut hissedilen bir eserden, ilgili olduğu diğer bir eser anlaşılır.
Mesela görülmeyen bir arının vızıltısından, henüz görülüp hissedilmeyen balı
keşfedilip, bilinir.
İşte
böyle hissedilenden, hissedilemeyene intikale sebep olan veya hissedilemeyen
bir mânayı bizzat ve açıklıkla keşfeden idrak vasıtasına akıl denir.
Bu
intikalin de başlıca üç çeşidi vardır:
1-
Cüz'îden cüz'îye, fertten ferde intikaldir ki, buna "temsil" veya
"Fıkhî kıyas" denir.
2-
Cüz'îden küllîye, bir fertten bir türe veya bir türden bir cinse intikal etmektir
ki buna "istikrâ" (tümevarım) adı verilir. Küllî (tümel) önermelerin
ve fen kaidelerinin çoğu ve belki de hepsi bu yolla keşfedilmiştir. Bunda
görmenin ve deneyin önemi büyüktür.
3-
Küllîden (tümelden) cüz'îye (tekile), bir cinsten bir türe veya bir türden
bir ferde intikal etmektir ki, buna da özel mânasiyle "istintâc"
veya "mantık kıyası" ya da sadece "kıyas" denir ki, bütün
ilimlerin fiilî uygulaması bununla yapılır. İstikrâların amelî sonuçları bununla
elde edilir. İlim yollarının en kuvvetlisi budur. Çünkü bunda bir taraftan
bir esas ortaya koyma, diğer taraftan da onu pekiştirme vardır.
Bütün
ilimlerin, fenlerin ve insanın elde edebileceği her şeyin, dönüp dolaşacağı
yer olan "illiyet" (nedensellik) kanununu güzelce anlayıp tatbik
etme sayesinde akıl, bu âyetlerden, bu yollarla Allah'ın varlığını, birliğini
ve geniş rahmetini zarurî olarak anlar, keşfeder.
Bu
yollardan birinde veya hepsinde yürüyen aklın da başlıca iki çeşit yürüyüşü
vardır:
1-
Ağır, derece derece ve zamana bağlı olan inceden inceye düşünme seyridir ki,
buna "fikir" denir.
2-
Bir anda, bir hamlede arzuya ulaşıverecek derecede hızlı olan ani seyridir
ki, buna da "hads; tahmin, zan" denir. Bu hads de iki kısımdır:
a)
Her birinde konusuna göre uzun süre meydana gelen tahsil, tecrübe ve alıştırmadan
elde edilen alışkanlık sıfatıdır ki, çalışmakla kazanılır. Teorik ve pratik
tahsil ve ilmî eğitim, bu gayeye ermek içindir. Buna "akl-ı mesmu': işitilmiş
akıl" da denir.
b)
Doğrudan doğruya yaratılışta yerleşmiş ve sırf Allah vergisi olan bir melekedir
ki, buna da kudsî kuvvet ya da makbul veya tabiî akıl denir. Bunda esas itibariyle
gayretin, çalışıp kazanmanın hiç hükmü yoktur.
Herkesin
bu çeşit hads; tahmin ve akıldan az çok bir nasibi vardır. Bu olmayınca öbür
akl-ı mesmu'un hiç hükmü olmaz. Bunun, sınırlanması mümkün olmayan birçok
mertebeleri vardır ki, basit bir zekadan peygamberlerin akıllarının mertebelerine
kadar gider.
En
yüksek mertebesine "akl-ı evvel" (ilk akıl) denir. Başlangıçtan
sonucu, sonuçtan başlangıcı; önceden sonrayı, sonradan önceyi tam bir bilgi
ile gören bu ilk akıl, Allah'ın kelâmı ve Hz. Muhammed'in nurudur. Nitekim
hadis-i şerifte: "Allah'ın yarattığı şeylerin ilki, benim nurumdur, Allah'ın
yarattığı şeylerin ilki kâlemdir, Allah'ın yarattığı şeylerin ilki akıldır."
buyurulmuştur.
Akılların
derecelerindeki değişiklik, eksiklerinden ileri gelir. Yoksa esas itibariyle
akıllar için yol birdir. O da doğru yoldur. Bizim, sebeplerin başlaması, çelişkilerin
başlaması gibi hakkı anlamaya vesile olan asıl sebepler hakkındaki apaçık
kavrayışlarımız, ilk aklın anlayış mahiyetini gösteren birer hissemizdir.
Biz
bu sayede her çeşit bilgiyi böyle açık bir şekilde idrak eden ilk aklın, hiçbir
kayda bağlı olmayan kutsal kuvvetin mükemmelliğini isbata bir delil buluyoruz.
Bizim şahsımıza göre değişen ve pek az olan tahmin gücümüzle ilk akla böyle
bir bağlantımız ve bu sayede hakka ulaşmamız vardır. Bütün mertebeleriyle
Allah vergisi olan akıl, çalışma ile kazanılmış olmadığı için, bunda çalışma
ve insan iradesi sebep değil ise de, bunda Allah'ın lütfu ile sahip olduğumuz
hissemiz ölçüsünde, düşünen akıl ve bu konudaki uzun tecrübeden elde edilen,
alışkanlığa bağlı tahmin kabiliyeti çalışıp kazanmaya bağlı olduğundan, Kur'ân'ında
Cenab-ı Hak bütün insanları bu yola iletip sevketmek için: "Düşünüp,
aklını kullanan bir kavim için elbette âyetler, deliller vardır." buyurmuş
ve akıl olmayınca doğrudan doğruya hislerde tesirini icra edecek olan mucizelerin
büyük bir faydası olmayacağını anlatmıştır.
Kur'ân'ın
bu gibi âyetlerinde insanları, anlayıp, delil bulmak için mucizelerden çok,
tamamen akılla anlaşılabilecek hususlara sevketmek vardır. Bunun için Kur'ân,
mucizelerin en büyüğüdür. Fakat bundan, bazılarının zannettiği gibi peygamberlerin
mucizelerinin mümkün olmadığına ve son peygamber Hz. Muhammed (s.a.v.) Efendimiz'in
maddî mucizeler göstermediğine ve gösteremeyeceğine işaret gibi bir anlam
çıkarmaya kalkışmak da doğru değildir. Çünkü bu âyette özetlenen ve her biri
için aslında en büyük icad harikası olan sırları ve mucizeleri ortaya koyan
üstün kudret düşünüldüğü zaman, Safâ tepesinin altın'a dönüştürülmesinin,
bu kudrete göre hiçbir önem taşımayacağı ve olması imkansız bir şey teşkil
edemeyeceği kolaylıkla anlaşılır.
Bunun
için Cenab-ı Hak, âyetin iniş sebebi itibariyle, bu âyette şunu da anlatmış
oluyor ki, göklerin ve yerin yaratılıp var edilmesi ve bunlar üzerinde, anlatılan
eşsiz idarenin icrası gibi en büyük mucizeler; devam eden bu mucizelerin anlaşılmasından
elde edilecek faydaların yanında Safâ'nın altın'a dönüştürülmesi gibi geçici
ve tek bir harika olay isteği pek küçük bir şeydir.
Bu
büyük ve devamlı mucizeleri anlayıp, üzerinde iyice düşünenler ve bu düşünme
ile yüce yaratıcının kanunlarını kavrayıp ona uyanlar, Safâ tepesini altın
yapmak gibi bir isteği, sonradan kendileri bile yapabilirler. Çünkü bu sayede
yalnız Safâ'nın değil, bütün Mekke dağlarının altın ile döşenmesi bile mümkün
olur. Allah Teâlâ, bunun da yolunu yapmıştır. Yalnız maden kanunlarını iyice
anlamak, bu istek için yeterli olur. Bunun için Allah'tan ve peygamberden
daha büyük, daha hayatî, kutsal, genel ve ebedî şeyler talep etmek gerekir.
"Düşünüp,
aklını kullanan bir toplum için elbette âyetler, deliller vardır." ifadesinde
"âyât" kelimesi, açık alâmetler ve kesin deliller, karşısında ciddi
olarak hiçbir söz söyleme ihtimali bulunmayan apaçık mucize demektir. Kur'ân'ın
âyetlerine "âyet" denmesi de bu mâna ile ilgilidir.
Demek
ki Allah Teâlâ'nın iki çeşit âyeti vardır:
1-
İcad ve yaratılış kitabındaki fiilî âyetler,
2-
İndirdiği kitaptaki sözlü âyetler.
Bunların
ikisi de Allah'ın zatına, sıfatlarına, hüküm ve iradelerine delalet ettiklerinden
dolayı "âyet" ismini almışlardır.
Bu
iki kitap ve bu iki çeşit âyet, karşılıklı olarak biri diğerinin işareti,
öbürü de onun işaret edip gösterdiği şeydir. Biri, diğerinin açıklaması ve
tefsiridir. Tam anlamıyla marifet; Allah tarafından indirilen kitabın sözlü
âyetlerinden, yaratılış kitabının fiilî âyetlerini ve ondan Hak Teâlâ'nın
zat ve sıfatlarını okuyup, anlamak, anladıktan sonra onun kanunlarına, emirlerine
ve hükümlerine uyarak, doğru yoldan, "Râdıye" ve "Merdıyye"
makamlarını elde etmekle "bakâbillaha" ulaşmaktır.
İşte
Kur'ân'ın bu sözlü ayeti, bize birçok fiilî âyetleri özetleyip göstererek
bu kâinat devletinin sınırsız ve sonsuz değişikliğini, sürekli ve herkesi
aciz bırakan bir nizamla icad edip düzene koyanın, her şeyi düzenleyip yönetenin
yüce yaratıcı olduğunu anlatır. Akıl ile ma'kulün; dış dünya ile zihnin uyum
noktasında, her şeyin yöneticisi olan Allah, varlığını ve birliğini ortaya
koyar. Allah, zatında ve sıfatlarında birdir. O'nun kudreti ve rahmeti herşeyi
kaplamıştır. Bunun için O, bütün insanlara tam ve mükemmel olarak yeterli
olup, ortağı ve benzeri bulunmaktan münezzehtir. İşte bu âyet, bu hususlara
delalet eden birçok açık delili, gayet veciz ve bununla beraber gayet basit
ve açık bir şekilde biraraya toplamıştır. Bunda açık ve kapalı olarak nice
ilimlerin ve fenlerin konu ve gayeleri vardır.
Bunu
en değersiz ve en basit bir akıl duyar ve en yüksek akıllar, bunda ebedî bir
tetkik ve müşahede gayesi bulur. Netice olarak hiçbir akıl bu karardan dışarı
çıkamaz.
İşte
Kur'ân, en yüksek ilim ve fen meselelerinin bu şekilde özünü alarak bütün
seçkin insanların ve halkın açıklıkla anlayacağı derecede basitleştirip öğretiyor.
Tereddüt ve hayalin, şiir edebiyatında hiçbir gerçeğe uymayan ve haksız yere
"ibdâ" (icad) adı verilen hayal gücünün gelip geçici ve yalancı
bir bakışını okşayarak insanı bir an için ve bir daha tekrarlanmamak şartıyla
çarpıp geçen boş mânâlarında bir teselli zevki aramaya alışmış olan ruhlar,
Kur'ân'ın bütün yaratılışa ayna olan benzersiz nazmında mucizeli bir yükseklik
duymazlarsa bunun sebebini, yaratılışlarındaki zevklerinin ve akıllarının
birtakım hevesler içinde iflas etmiş olmasında aramalıdırlar.
Bu
gibiler, hakkı hep acı diye kabul etmişler ve aklı, hakka ulaşmak için bir
vasıta tanıyacak yerde onu, hakkı red ve ibtal ile mağlub edebilecek acımasız
bir silah gibi kullanmak isteyen zâlim müşriklerdir. Onlar hakkında şöyle
buyrulmuştur:
Meâl-i
Şerifi
165-
İnsanlardan kimi de Allah'tan başka şeyleri O'na eş tutuyorlar da onları,
Allah'ı sever gibi seviyorlar. Oysa iman edenlerin Allah sevgisi daha kuvvetlidir.
O zulmedenler, azabı görecekleri zaman bütün kuvvetin Allah'a ait olduğunu
ve Allah'ın azabının gerçekten çok şiddetli bulunduğunu keşke anlasalardı.
166-
O zaman kendilerine uyulan kimseler, azabı görerek kendilerine uyanlardan
kaçıp uzaklaşmışlar ve aralarındaki bütün bağlar parça parça kopmuştur.
167-
Onlara uyanlar da şöyle demektedirler: "Ah, bizim için dünyaya bir dönüş
olsaydı da onların bizden uzaklaştıkları gibi biz de onlardan uzaklaşsaydık!"
İşte böylece Allah onlara bütün amellerini, üzerlerine yığılmış hasretler
(pişmanlık ve üzüntüler) halinde gösterecektir. Onlar bu ateşten çıkacak değillerdir.
165-Allah'ın
birliği ve kudreti bu kadar fiilî ve sözlü âyetleriyle açık ve parlakken buna
karşı: insanlardan bazıları vardır ki, Allah'a karşı denkler, benzerler tutarlar
ki, onları, Allah'ı sever gibi severler. Onların emirlerine, yasaklarına,
arzularına itaat ederler de Allah'a isyan içinde bulunurlar.
Şüphe
yok ki böyle yapmak, gerek Allah'ı inkar ederek olsun ve gerekse olmasın,
ilâhlık mânâsında onları Allah'a ortak yapmaktır. Bunların bir kısmı, bu şirki
açıktan yaparlar. Firavunlara, Nemrutlara yapıldığı gibi onlara açıktan açığa
ilâh, mabud adını vermekten çekinmezler. Onlara "Rabbimiz, tanrımız"
derler. Hatta ilâhlarının doğması ve doğurması görüşünü benimseyerek onlara
aynı cinsten, mabut derecesinde oğullar, kızlar tasavvur edip yakıştırırlar.
Diğer bir kısmı da açığa vurmadan aynı muameleyi yaparlar. Onları, Allah'ı
sever gibi severler, onları nimet sahibi olarak tanırlar. Onların sevgisini,
hareketlerinin başı kabul ederler. Allah'a yapılacak şeyleri onlara yaparlar.
Allah rızasını düşünmeden onların rızalarını elde etmeye çalışırlar. Allah'a
isyan olan şeylerde bile onlara itaat ederler.
Bu
âyet bize gösteriyor ki, ilâhlık mânasında son derece sevgi, bir esastır.
Ve mabud, en yüksek seviyede sevilen şeydir. Böyle son derece sevilen şeyler,
ne olursa olsun, mabud edinilmiş olur. Sevginin hükmü ise itaattır. Bunun
için mabuda son derece itaat edilir. Her insanın tuttuğu yolda hareket başlangıcı
onun mabududur. İnsanlar tarafından böyle sevgiyle mabud mertebesi verilerek
Allah'a denk tutulan şeyler o kadar çeşitlidir ki, bir taştan, bir maden parçasından,
bir ottan, bir ağaçtan tutun da gök cisimlerine, ruhlara, meleklere kadar
çıkar. Bununla beraber: "onları severler" ifadesindeki akıl sahiplerine
ait olan "onlar" zamiri bunların özellikle akıllılar kısmını açıkça
ifade etmektedir.
Bunun
içindir ki, değerli tefsirciler, denk, benzer mânâsına gelen "endâd"ı
"Allah'a isyanda itaat ettikleri liderleri, başkanları ve büyükleri"
diye açıklamışlardır. Bu zamirin, tağlib yoluyla diğer putları da kapsamına
alması takdirinde bile bu mânâ açıktır.
Gerçekten
servet, büyüklük, kuvvet, makam, itibar, güzellik gibi herhangi bir ümide
sebep sayılan dilberler, kahramanlar, hükümdarlar gibi insanları, Allah gibi
seven ve onlar uğrunda her şeyi göze alan nice kimseler vardır ki bu, şirk
konusunun putperestlik esasını, insanlığın en büyük yarasını teşkil eder.
Yunan,
Roma, Avrupa medeniyet ve edebiyatında böyle muhabbet mabudlarının haddi ve
hesabı yoktur. Bu duygu, zamanına göre türlü türlü şekillerde ortaya çıkar.
Hıristiyanlık da bu ruhla doludur. Hele Avrupa ruhunda, Avrupa edebiyatında
bu tür şirk, o kadar ileri gitmiştir ki her eline bir kalem alan ve her hangi
bir şiir söylemek isteyen kimse sevgilisine ilâh mertebesi vermeyi, en ufacık
bir işi övmek için hemen yaratma kudretini yakıştırmayı bir hüner, bir şeref
sayar. Yeryüzündeki insanlık kavgaları, bütün bu çeşitli ve birbirine zıt
olan mabudların mücadelesi yüzündendir. Bu anlaşmazlık ve ihtilaflar, her
birinin arasındaki binlerce dalkavuk tarafından körüklenir ve insanlık günden
güne ahlâkî düşüklüğe sürüklenir. İlimlerin, fenlerin, sanatların gelişmesi,
buna çare bulamaz. Bilakis hepsi, bu şirk ocağını yakmak için gaz ve benzin
yerine kullanır.
Bunlar,
gerçekte ne Allah tanır, ne peygamber. Her birinin gönlünde zaman zaman bir
veya birkaç mahluk yer tutmuştur. Onları Allah gibi severler, onlara mabud
muamelesi yaparlar. Onlara itaat etmek için Allah'a isyan ederler. "Onları,
Allah'ı sever gibi severler." ifadesi, bütün bunları tasvir etmektedir.
Buna velileri ve peygamberleri mabud derecesine çıkaranlar da dahildir.
Bunun
için Allah'ın velileri, peygamberleri ve melekleri gibi sevgili kullarını
severken âyet-i kerimenin kapsamını iyi düşünmeli; sevgilerini, Allah sevgisi
derecesine vardırmaktan kaçınmalıdır. Çünkü Allah için sevmekle, Allah'ı sever
gibi sevmek arasındaki farkı bilmek gerekir. Allah'ı sevenler, Allah'ın yolunda
giden sevgili kullarını da severler. Fakat Allah'ı sever gibi değil, Allah
için severler ve bu sevgi ile Allah yolunda onlara uyarlar. "Ey Muhammed!
de ki: Eğer siz Allah'ı seviyorsanız bana tabi olunuz ki, Allah da sizi sevsin."
(Âl-i İmrân, 3/31).
Buna
göre Allah'ın sevdiği kullarını sevmek ve onlara uymak, günah ve şirk değildir.
Tersine Allah sevgisine delil olur. Fakat bu sevgi, hiçbir zaman Allah sevgisi
gibi olmamalıdır. Yani hıristiyanların Hz. İsa hakkında yaptıkları gibi onları
mabud derecesine çıkaracak bir ibadet şekli olmamalıdır. Bunun en güzel misalini,
müslümanlığın iman anahtarı olan kelime-i şehadetinde ve ibadetin başı olan
namazında buluruz. Bir müslüman "Ben şehadet ederim ki, Allah'tan başka
hiçbir ilâh yoktur. Yine şehadet ederim ki, Muhammed O'nun kulu ve peygamberidir."
derken Allah'tan başka bütün mabudların hepsini reddedip atar da bu temiz
kalb ile Peygamberi Hz. Muhammed'in O'na kulluk ve peygamberlikle bağlılığını
tasdik eder ve Allah için bu gerçeğe şahitliğini arz eder. Bu şehadette Allah'tan
sonra Peygamber'e bir sevgi ilanı vardır. İman bu sevgi ile tamam olur. Fakat
Allah sevgisi, yüce Mevlânın birliği ile bunun yanında Hz. Muhammed sevgisi,
Allah'a kulluğu ve peygamberliği cihetiyledir. İşte Allah için sevmenin en
büyük örneği!..
Bunun
gibi namazda Allah'tan başkasını çok cüz'î bir şekilde bile olsa niyete karıştırmak
küfürdür. Namazı bozar. Namazda peygamberden ve Allah'ın salih kullarından
hiçbir şey istenmez. Nihayet tahiyyatta onlar adına da esenlik, salevât, rahmet
ve bereket niyaz edilir. Bu duada Peygambere ve salih kullara elbette bir
sevgi gösterme vardır. Fakat namaz kılan kimse Allah'ın huzurunda onlardan
bir şey isteme durumunda değil, onlara da derecelerinin yükselmesi için Allah'ın
rahmetini isteme, hayatında onlara ikram etme durumunda olacaktır. Müslüman
bütün ömründe bu hareket çizgisini hayatının esası sayacaktır.
Buna
karşılık velileri, peygamberleri veya ruhlarını ya da melekleri müşriklerin
araya giren mabudları gibi bir ilâhlık payı vererek sevmek, onları severken
Allah'ı ve Allah'ın emirlerini unutmak, onlar adına kurbanlar kesmek, âyinler
yapmak, onların isimlerini "Bismillah" gibi işlerin başı kabul etmek,
"Onları, Allah'ı sever gibi severler." ifadesinin tam anlamıyla
şüphe yok ki, bir şirk ve küfürdür. Ayrıca böyle yapmak, onlardan uzaklaşmaktır.
Çünkü onlar ancak Allah'ı sevmişlerdir. Üzülmekle beraber müslümanlık adına
da böyle batıl bir sevgi akidesine tutulan ve bununla dindarlık yapıyoruz,
zanneden birtakım gafil kimseler de ortaya çıkmıştır. Bunlar genellikle din
ilminin iyi tahsil edilmediği ve dinî bilgilerin esası bilinmeden ağızdan
ağıza bir efsane gibi dolaştırıldığı cahillik devirlerinde ve cahillik bölgelerinde
ortaya çıkagelmiştir. Çünkü kulluk duygusu insanlarda yaratılıştan geldiği
için gerçek ve gelişmiş din ilmi sönünce insanlar, ilk cahiliye devrindeki
efsanelerle gönlüne doğan acayip hevesler içinde ibadete çalışır. Hurafelerle
boğulur, gider. Ölü veya diri, cansız veya canlı putlara bağlanır.
Bununla
beraber bu sapıklığın felsefe yoluyla ilim ve marifet adı altında gelişip
yayılan kısmı da yok değildir. Bu elbette daha mühimdir. Burada Allah'ı inkar
eden ta'tıl (batıl ve metruk, ateizm) felsefelerinden söz etmeye lüzum görmüyoruz.
En derin cehalete eşit ve hatta daha beter olan ta'til (ateizm) felsefelerinin
kötülüğünü, çeşitli yönleriyle hatırlatmaya ihtiyaç duyulmadığı gibi bunların
ilmi ve felsefî bakımdan kıymetleri de yoktur. Fakat ilâhlık felsefesi ve
vahdet-i vücud adı altında gizlenen bir metrût (ateist) felsefe vardır ki,
din ve ahlâk adına ilmî ve hikemî şekilde en büyük zarar bundan doğagelmiştir.
Her nerede bir şirk varsa bununla az çok bir alakası vardır.
Önce
şunu kaydedelim ki, "Sizin ilâhınız bir tek ilâhtır. Ondan başka hiçbir
ilâh yoktur." (Bakara, 2/163) âyetinde de açıkça belirtildiği üzere İslam
dininde emredilen genel iman konusu: "Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur."
tevhidi, yani Allah'ı bir bilmektir. Yoksa "Allah"tan başka hiçbir
mevcud yoktur." diye ifade edilen mevcudu, varlığı bir bilmek değildir.
Bu olsa olsa marifet yolunda merhaleler katetmiş olan seçkin şahıslar için
bahis konusu olabilir.
Bizim
nazarımızda vücud birliği genel olarak olumsuz değil, belki keşif yoluyla
olumludur. Fakat "Allah'tan başka mevcud yoktur." demekle "Her
mevcud Allah'tır." demek arasında pek büyük fark vardır. Birincisi sırf
tevhid olabilir, fakat ikincisi sırf şirktir. "Allah'tan başka mevcud
yoktur." dendiği zaman, Allah'tan başkasına isnad edilen varlığın gerçek
olmayıp hayalde ve vehme bağlı, şuura akseden bir gölge işi olduğu ve gerçek
varlığın ancak Allah'a mahsus bulunduğu ikrar edilmiş; âlemin zatı ile ve
zatı için gerçek varlığı yok sayılmış olur ki bu vahdet-i vücuddur. Çünkü
keşif yoluyla sabit olduğu üzere biz âlem adına ne biliyorsak hepsi, hissettiklerimizden,
hayâlimizden, zihnimizdeki şekillerden ve ruhî izlenimlerimizden ibarettir.
Bunları
hakikat tasavvur etmemiz ve izafi olarak hak diyebilmemiz, zatında mükemmel
ve tek olan Hak kavramının ezelî ve ebedî gerçekleşmesini tasdik sayesinde
mümkün olabilir. Bunu Fâtiha'da açıklamıştık.
Bu
bakımdan vahdet-i vücud, varlık tevhidi; âlemdeki benzer şeylerin gölge ve
hayal olduğunu görmek ve onları silip arkasındaki açık gerçeğin varlığına
iman etmekle mümkün olur.
Nitekim
"Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur." dediğimiz zaman da birtakım
putların, birçok kimseler tarafından mabud edinildiğini inkar etmiş olmuyoruz
da bunların hak olmadıklarını ilan ve ancak bir Allah'ı ispat ve kabul etmiş
oluyoruz. Fakat "Her mevcud Allah'tır." dendiği zaman varlıkta gerçek
bir çokluk, kabul edilmiş ve hepsinin Allah olduğu iddia edilmiş oluyor ki,
bunda tevhid yoktur. Tersine Allah'ı çoğaltma ve ona ortak koşma vardır. Bu
bir vahdet-i vücud değil, varlığın birleştirilmesi veya hulûl teorisidir.
Yahut da Allah'ı inkar etmek suretiyle yalnız âlemi ispattır, "Bir"e
"her" demektir.
Ortağı
ve benzeri olmayan Allah'a sonsuz ortaklar isnad etmek, hayalî varlıkları,
gerçek varlık saymaktır. Buna daha çok "panteizm" yani "birleşmiş
ilâhcılık" denir ki, bu teoride Allah ve varlık gerçekten her şeyle birleşmiştir
veya her şeyin içine girmiştir. Haşâ Ali ilâh, Veli ilâh, Firavun ilâh, Nemrud
ilâh ilâh... her şey ilâhtır. Bunda âlemin isbatı, onu yapanın yokluğu vardır.
İşte
birtakım cahiller veya inkarcılar, Allah'ın hikmeti adıyla imkansız olan bu
birleşmeyi veya hulûl ya da ta'tıl (ateizm, ilâhsızlık) teorisini vahdet-i
vücud ve sırf tevhid diye ele alarak "O'ndan başka ilâh yoktur."
demek "O'ndan başka mevcud yoktur." demek olduğunda ısrar ederler.
Bunu da: "Her mevcud O'dur." mânâsıyla açıklarlar. Hatta külli mecmuî
ile külli ifradîyi birbirinden ayırmayarak "Hepsi O'dur." derler.
Her şeyden ötede Allah'ı görecek yerde, her şeyde ve hatta her şeyi Allah
görmek isterler. "İlk ve son olan, açık ve gizli olan O'dur." (Hadid,
57/3) âyetinin açıkladığı birleşme mertebesini ayrılma mertebesinde ayrı ayrı
söylerler ve böylece kendilerini Allah görmek ve göstermek için kâmil insanları,
bizzat Allah gösterirler. Artık erenler, veliler, bir ilâhlar topluluğu manzarasında
hayal edilir, oysa bu görüşün esasına göre şeytanların velilerden, kâfirlerin
müminlerden farkı kalmaması gerekir. Çünkü her varlık O sayılır. İşte: "İnsanlardan
kimi de Allah'tan başka şeyleri O'na eşler tutuyorlar da onları, Allah'ı sever
gibi seviyorlar." âyet-i kerimesi özellikle bunları da red ve iptal içindir.
Zaten
İsa'ya "Allah" veya "Allah'ın oğlu" denmesi de Mısır'dan,
Hind'den, Yunan'dan, Roma'dan gelen bu birleşme teorisinin bir koludur. Bu
aşırılıktan ve meseleyi karıştırmaktan kaçınmak için son zamanlarda İslâm
dünyasında Hanbelîler içinden Vahhabî mezhebi ortaya çıkmıştır. Bu mezheb
Allah'tan başka her kim olursa olsun ona hürmet göstermenin ve muhabbet beslemenin
şirk olduğunu ilan etmiştir. Buna dayanarak kabirlere hürmet etmeyi bile şirk
kabul etmiştir.
Bu
hürmet ve muhabbet "Onları, Allah'ı sever gibi severler" mânasına
uygun olacak derecede olursa, bizim de buna şirk gözüyle baktığımızda şüphe
yoktur. Ancak bundan genel olarak hürmet ve muhabbetin inkârı mânâsını çıkarmak
ve müminlerin kalbinden peygamberlerin ve salih kulların sevgisini söküp almaya
çalışmak da bir aşırılık ve Allah sevgisiyle uyum sağlaması mümkün olmayan
tehlikeli bir iştir. Bunun böyle olduğunda da şüphe etmeyiz.
Sünnete
uygun bir şekilde kabir ziyaret etmek, ölülere Allah rızası için hürmet etmek,
ölülerin gerçek olan eserlerinden, fikirlerinden istifade etmek, ruhlarını
hayır ile anarak memnun etmek, onlar için Allah'a dua etmek ve bu dua ile
feyiz kazanmak, onları Allah'ı sever gibi sevmek değil, Allah için Allah'ın
kullarını ve yaratıklarını sevmek olduğu açıktır.
Özellikle
kabir ziyareti, ölümü hatırlamaktır. "Lezzetlerin, tatların yıkıcısı
olan ölümü çokça anın." hadis-i şerifi gereğince ölümü hatırlamak meşru
olup, emredildiği gibi kabir sahibinin faniliğini de görerek tasdik etmek
demektir.
Kabir
ziyaretini, Allah ziyaretine benzetmekte Allah için haşâ kabir düşünülmesini
caiz görmek gibi bir küfür şüphesi vardır.
Bir
de "Onları, Allah'ı sever gibi severler." ifadesinin kapsamı, ölü
ile diriyi ayırmamış ve belki de ölülerden çok dirilere işaret etmiştir. Bundan
dolayı ölülere ve kabirlere hürmet ve muhabbeti kayıtsız, şartsız kesmek isteyenlerin,
daha önce bütün dirilerle ilgilerini kesmeleri, meşru veya gayr-i meşru hiçbir
yöneticiye hürmet etmemeleri gerekecektir. O halde İslâm büyüklerinin kabirlerini
yıkan ve ziyaretlerini engelleyen Vahhabîlerin, hayatta olan yöneticilerine
de asla muhabbet ve hürmet göstermemeleri, ziyaret ve saygıda bulunmamaları
gerekir.
Kısaca,
başkanlarını ve büyüklerini, Allah'ı sever gibi sevenler ve onların, Allah'ın
emrine uymayan emirlerine itaat ederek Allah'a isyan edenler, bunları Allah'a
eş ve ortak edinmiş olurlar ki, bütün putperestliğin esası, bu tarz muhabbet
beslemektedir. Allah'ın birliğine karşı böyle yapan birtakım insanlar vardır.
Bunlar, başkanlarını, kendilerine uydukları kimseleri Allah için değil, Allah
gibi severler. : Halbuki mümin olanların Allah'a sevgisi, Allah için sevmesi,
her şeyden çok ve o müşriklerin tapındıkları eş ve benzerlere ve hatta varsa
Allah'a sevgilerinden daha çok ve daha kuvvetlidir. Çünkü müminler, ancak
Allah'a yalvarırlar. Müşrikler ise pek sıkıştıkları ve muhtaç oldukları zaman
Allah'ı hatırlarlar, ihtiyaçları kalmayınca da edindikleri eşlere uyarlar.
Bundan
dolayı müminin gerek rahatlık zamanında ve gerekse sıkıntı anında, gerek darlıkta
ve gerekse genişlikte Allah'a olan sevgisi devamlıdır.
Kâfir
ve müşrik ise bazan Rabbinden yüz çevirir, müşrikler tutarlar bir puta taparlar.
Sonra ondan daha güzel bir şey gördükleri zaman onu bırakır, buna taparlar.
Hatta Bahile kabilesinin yaptığı gibi acıktıkları zaman mabudlarını yerler.
Bu şekilde sevgi besledikleri şeyi ve mabudlarını değiştirir giderler.
Bunun
için onların müminler gibi devamlı bir sevgileri olamaz. Müminler, tek Allah'a
inandıkları için bütün sevgileri, bizzat Allah'da toplanır. Allah'ın yaratıklarına
olan sevgileri de bu başlangıç noktasından dağılır. Yani sevdiklerini ancak
Allah için, Allah rızası için severler.
Kâfirler
ve müşrikler ise bir mabudun veya bir putun karşılığında diğer mabudları ve
putları da doğrudan doğruya sevdikleri ve bütün sevgilerini Allah sevgisiyle,
Allah rızasıyla ölçmedikleri için sevgileri dağınık ve parçalanmıştır. Şüphe
yok ki dağınık ve değişen sevgiler, toplu ve sabit sevgiye göre bir hiç demektir.
Bunun
için mümin bir halk topluluğuna sahip olan ve sırf Allah için sevilen başkanlar,
kendilerine uyulan insanlar ne kadar mutludurlar! Şüphe yok ki bu bahtiyarlığa
kavuşmak da hakkiyle tek Allah'a inanan bir mümin olmaya, her şeyden, hatta
kendinden önce Allah'ı sevip, Allah'ın kullarına da Allah için muamele etmeye
ve Allah için sevgi dağıtmaya bağlıdır. Başka türlü aşırı gidenler veya ihmal
edenler, zulümden kurtulamazlar.
Böylece
Allah'a eşler edinmek suretiyle zulmetmiş, haksızlık yapmış olanlar, yani
Allah'a karşı başkalarını eş ve ortak tutmak; onları, Allah'ı sever gibi sevmek
ve Allah'a karşılık onları bizzat kendilerine uyulacak varlıklar edinerek
emirlerine itaat etmek özellikle Allah Teâlâ'nın hakkı olan ilâhlık sıfatına
ve mabudluğuna başkalarını da ortak etmek en büyük zulümdür. "Şüphe yok
ki şirk, büyük bir zulümdür." (Lukmân, 31/13) ve bunu yapanlar son derece
zâlimdirler. Çünkü göklerin ve yerin yaratıcısı, kainat saltanatının mutlak
hâkimi olan Allah Teâlâ'nın hakkına tecavüz etmek cüretinde bulunanlar, hangi
zulümden sakınırlar? Allah'ın kullarına, aciz yaratıklarına neler yapmak istemezler?
Bundan dolayıdır ki, dilimizde "Kork, Allah'tan korkmayandan." diye
bir ata sözü vardır. Elbette böyle yapan zalimler, birgün gelecek, Allah'ın
azabını göreceklerdir. Bu zâlimler, işte o azabı gerçekten görecekleri vakit,
Ne kadar kuvvet ve kudret varsa hepsi, Allah'ın olduğunu, ve Allah'ın azabının
ne kadar şiddetli bulunduğunu bir görecek olsalar!...
Burada
bu "onlar bir görecek olsalar" şart cümlesinin cevabı tehvîl (korkutmak,
uyarmak) için hazfedilmiştir, belirtilmemiştir. Nitekim dilimizde de bu gibi
tehdit makamında: "başına geleceği bilsen..." deriz ve cevabı gizli
tutarız ki, bu gizlilikten maksat, bu cevapta anlatılması mümkün olmayan bütün
tehlikeleri toplamaktır. Yani o gün bunların uğrayacakları acı, pişmanlık
ve hasret, o kadar dehşetlidir ki, şimdiden anlatılması mümkün değildir. Neler
olacak, neler çekecekler!..
166-Özellikle,
O Allah'ı sever gibi sevilip, arkalarına düşülen ve kendilerine uyulan kimselerin,
arkalarına düşüp kendilerine tâbi olanlardan uzaklaştıkları, ve azabı görerek
"Aman aman bunlar bizden değil." diye reddedip kaçındıkları zaman,
aralarındaki bütün bağlantı sebepleri kesilir.
167-Uymak,
uyulmak ve bunlara sevk eden iş ve gaye gibi her türlü ilgi tamamen kopar,
o arkadan giden ve öndekilere uyan kimselerin: "Ah ne olurdu bizim için
geçen dünyaya bir dönüş mümkün olsaydı da onların bizden uzaklaştıkları gibi
biz de onlardan uzaklaşsaydık." diye feryat edecekleri gün, o son pişmanlık
günü neler olacak!.. İşte Allah onlara bütün amellerini böyle her taraflarını
kuşatmış büyük hasretler, son derece acı ve faydasız pişmanlıklar halinde
gösterecektir. ve onlar bu ateşten çıkacak değillerdir.
Bundan
dolayı insanlar, bütün bu kuvvet ve kudretin tek sahibi ve hükümranı bulunan
bir Allah'tan başka mabud tanımamalı, O'nun emrinden başkasına itaat etmemeli,
başkasına uymamalı ve bütün sevgisini Allah'a olan sevgisinde toplamalıdır.
Cenâb-ı
Allah, akıllara kudret ve rahmet delillerini gösterip, hislere son derece
korku ve sevgi telkin ederek müjde ve uyarı, teşvik ve sakındırma içinde birliğini
aklî ve hissî bakımdan ispat ettikten ve bütün insanları her türlü şirkten
sakındırmakla tevhid inancına davet ettikten sonra, ilâhlık ve Rabblığının
eserlerini, ilerde açıklayacağı kanun koyma noktasından da göstermek için
buyuruyor ki:
Meâl-i
Şerifi
168-
Ey insanlar! Bütün yeryüzündeki nimetlerimden helal olmak, temiz olmak şartıyla
yiyin. Fakat şeytanın adımlarına uymayın. Çünkü o size belli bir düşmandır.
169-
O size hep çirkin ve murdar işleri emreder, Allah'a karşı bilmediğiniz şeyler
söylemenizi ister.
170-
Onlara: "Allah'ın indirdiğine uyun." dendiği vakit de: "Yok,
atalarımızı neyin üzerinde bulduysak ona uyarız." dediler. Ya ataları
bir şeye akıl erdiremez ve doğruyu seçemez idiyseler de mi onlara uyacaklar?
171-
O kâfirlerin hali, sadece bir çağırma veya bağırmadan başkasını işitmeyerek
haykıranın haline benzer; onlar sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler, akıl
da etmezler.
168-
Ey insanlar! Sizin hepiniz böyle bir Allah'ın yaratığı ve kitabına layık gördüğü
kullarısınız, kendilerine uyulan ve uyan, hepiniz yemeye, içmeye muhtaç acizlersiniz.
Bunun için Allah'a kulluk edeceğiz diye kendinizi Allah'ın nimetlerinden mahrum
ederek yormayınız. O Rahmân ve Rahîm olan Rabbiniz size şöyle izin veriyor:
şu yeryüzünde bulunan şeylerden yiyiniz. Fakat nasıl rastgelirse ve her elinize
geçeni değil, helali hoş ve tertemiz olarak yiyiniz. Yediğiniz şeyler pis,
kirli, şunun bunun hakkı geçmiş, yaratılış itibariyle ve dinî bakımdan yasaklanmış
veya şüpheli şeyler olmasın. Helalinden kazanınız, haram, pis, şüpheli şeylerden
sakınınız. Onlara tenezzül etmeyiniz. ve şeytanın adımlarına uymayınız. Yani
onun arkasından izinden gitmeyiniz.
Çünkü
o sizin her halde açık bir düşmanınızdır. Kendisi her ne kadar gözlerinize
görünmez, gizliden gizliye kanınıza, iliklerinize işleyerek kalb ve fikirlerinize
sokulursa da onun size düşman olduğunda ve telkinlerinden hiç birisinin hakka
ve hayra yönelik olmayacağında şek ve şüpheye yer yoktur.
169-Ağlam
bir yaratılış, olgun bir akıl ve temiz bir kalb sahipleri için onun düşmanlığını
ve telkinlerinin kötülüğünü anlamak hiç de zor değildir. Çünkü o size ancak
kötü ve gayet çirkin şeyleri
Şeytanın
batılı gerçek, kötülüğü iyilik gibi süsleyerek insanın hayal ve kuruntusuna
sunmakla heyecanlandırması ve teşvik etmesi, emre benzetilmiştir. Nitekim
nefsin şiddetli arzuları hakkında: "Nefsim bana böyle emrediyor."
denir ki, "nefs-i emmâre" kötülüğü emreden nefis deyimi bundandır.
Bu teşbihte şeytanın vesvesesini kabul ile ona uyan insanların, şeytanın memurları
ve uyduları yerinde olduklarına işaret buyurulmuştur.
Bilinemeyecek
şeyler başlıca ikidir:
1-
Allah'ın zâtı ve gerçek mahiyeti: Allah'ın gerçek mahiyetini insan aklı, tam
olarak anlayacak şekilde bilemez. Bunun için Sıddîk-ı A'zam (Ebu Bekir) hazretleri:
"Allah'ın zatının sırrından bahsetmek, şirk koşmaktır." buyurmuştur.
Şeytan ise insanı bundan söz etmeye teşvik eder, kuruntu ve hayal ile nice
sözler söyletir.
2-
Allah'a isnadı caiz olup olmayacak şeylerdir ki, Allah'ın emirlerinin çoğu,
haram ve helal gibi fer'î ve şer'î hükümler bu türdendir. Çünkü şer'î ve fer'î
hükümlerin ilgili bulunduğu sonuçların güzelliğini, menettiği şeylerin gerektireceği
fenalıkları anlamak için akıl ve şahsî tecrübe yeterli değildir. Amele ait
teferruatla ilgili olan Allah'ın kanunlarında öyleleri vardır ki, sonuçlarını
tamamiyle anlayıp, özetlemek için asırlar bile yetmez. Bunların Allah tarafından
tayin edilip indirilmiş delilleri vardır.
Zaten
fenalık görmek istemeyen insanların, fenalığı denemeye kalkışmaları da akıl
işi değildir. Fakat şeytan insanları, bunlar hakkında da gönlüne göre hüküm
vermeye teşvik eder. "Adam sen de filan şeyi yemek neden haram olsun?
Filan işi yapmak neden yasak olsun?" dedirtir. Böylece insana Allah'ın
emrini, Allah'ın kanununu araştırtmadan, kendi kendine yalandan kanunlar uydurtur.
Hakk'ın kanununa uymayan işler yaptırır ve nihayet başını belaya sokar.
İlmi,
yoluyla delilinden aramayan; Allah'ın emrini gösteren delili bulmadan kendi
kendine bilemeyeceği şeyler hakkında şeytanın telkin ettiği hayal ve kuruntusuna,
gönüllerinin bozuk eğilimlerine göre söz söyleyen nice insanlar vardır ki,
hep bunlar Allah'a karşı eş tutanlar cümlesindendir.
170-Nitekim
o insanlara Allah'ın indirdiği açık delillere, parlak belgelere ve bunların
hükümlerine tabi olup itaat ediniz, dendiği zaman, Hayır, biz ona değil, atalarımızı
üzerinde bulduğumuz eski âdetlere uyarız, derler. Yani atalardan kalma eski
adetlerin, Hakk'ın emrine, Allah'ın hükmüne uygun olup olmadığını aramazlar
da sırf taassubla onlara, ne olursa olsun uyup taklid edeceklerini söylerler.
Hayret!
Ataları hiç bir şeye akılları ermez ve doğru yola gitmez olsalar bile mi?
Onların bulunduğu hale uyacaklar, cehalet ve sapıklıkta da mı onları taklid
edecekler?
Gerçekten
tarihin esasına, nakle ve ancak ilmî nakillerin tesbit edeceği birçok asırların
deneylerine, daha doğrusu Allah'ın tayin edip indirdiği delillere bağlı olan
hükümlerde geçmişi büsbütün atmak ve ondan habersiz olarak hep yeni şeyler
aramak da doğru değildir. Bununla beraber körükörüne geçmişe taparcasına sevgi
beslemek, ne olursa olsun atalar yolunu tutmak ve özellikle ilimden, dinden
nasibi olmayan, hata ve sapıklıkları açık ve Allah tarafından açıklanmış bulunan
ataları taassubla taklid etmek de onları, Allah'a eş ve ortak gibi tutmak,
cehalet ve sapıklıkta boğulup kalmaktır.
Bu
konuda aranacak olan şey, hak ve batıl, menfaat ve zarar, iyilik ve kötülük,
güzellik ve çirkinliktir. Menfaatin, hakkıyle menfaat; iyiliğin hakkıyla iyilik,
güzelliğin hakkıyla güzellik olması için de Allah'ın hükmünü, hakkın delilini
bulmak lazım gelir.
Bundan
dolayı bir şeye tabi olma sebebi; eskilik, yenilik veya atalar yolu olup olmaması
değil, Allah'ın emrine ve Hakk'ın deliline uygun olmasıdır. Allah'ın emrine
uyan ve yaptığını bilen atalara uyulur. Aksine hakkın emrini tanımayan, ne
yaptığını bilmeyenlere -atalar bile olsa- yine uyulmaz. Bu durum, eskilerde
böyle olduğu gibi yenilerde de böyledir. Bunun için fıkıhta "Zarar kadîm
olmaz." diye bir genel kaide vardır. "Kadîm, kıdemi üzere terk olunur."
genel kaidesi de bununla kayıtlıdır.
Bu
bakımdan eski, hiçbir kayda bağlı olmadan eski olduğu için değil, açık bir
zararı bulunmaması yönünden geçerli olduğu gibi, iyiliği ve güzelliği ilmin
sebeplerinden biriyle bilinen ve hakkın deliline uygun olup sonradan ortaya
konan yeni de geçerlidir.
Kısaca
hak ve iyilik ölçüsü, ne eski ve yeni, ne de bilgisizlik ve istekdir. Allah'ın
emrine ve delile dayanan ilim gerçektir. Bunun için eski olsun, yeni olsun
Allah'ın indirdiği delillere bakmayıp da ataların halini, yalnız ata olduklarından
dolayı taklid etmek, onları Allah'a eşler tutmak ve hakkı bırakıp hayal ve
kuruntulara, şeytanın emirlerine uymak, izince gitmektir ki, buna tutuculuk
denir.
Bu
âyet gösteriyor ki, kısaca veya genişçe bir hak (doğru) delile dayanmayan
katıksız taklid, din hakkında yasaklanmıştır. Belli bir bilgisizliğe, sapıklığa
uyup taklid etmek aklen batıl olduğu gibi, şüpheli olan hususta da delilsiz
taklid, din açısından caiz değildir. Açıkça belli olmayan hususlarda delilsiz
söz söylemek ve o yolda hareket etmek, bilmediği bir şeyi Allah'a iftira olarak
söylemek ve şeytana uyup bilgisizce hareket etmektir.
Nitekim,
"Allah'ın indirdiği Kur'ân'a ve diğer açık delillere, parlak belgelere
ve bunların hükümlerine uyunuz." dendiği zaman Arap müşrikleri, taassubla
böyle yapmış ve böyle söylemişlerdi ki, bu âyet bu sebeple inmiştir. Bir rivayette
de böyle diyen ve âyetin inmesine sebep olanlar, yahudilerden bir gruptur.
"Allah'ın indirdiğine uyun." dendiği zaman bunlar: "Hayır,
biz babalarımızı neyin üzerinde bulduksa ona tabi oluruz. Çünkü onlar bizden
hayırlı, bizden daha bilgiliydiler." demişler, yapılan bu teklifteki
âyet ve delilleri hiç düşünmeyerek taassuba sapmışlardır.
171-
Bu bakımdan böyle tutuculuk ve taklitçilik, müşriklerin ve kâfirlerin belirtisidir.
Bu kâfirlerin hali neye benzer bilir misiniz? bütün kâfirlerin hali, o hayvanın
haline benzer ki, bağırıp çağırmadan başka birşey işitmeyerek haykırır, duyup
dinlediği kuru ses, çıkardığı yine kuru sestir, mânâdan haberi yoktur. onlar,
birtakım sağırlar, dilsizler, körlerdir. Bunun için hiç bir şey anlamazlar.
Sadece hay! huy! kuru gürültülere, çan seslerine, kaval sesine kulak verirler,haykırırlar.
Bunlara söz söyleyecek, doğru yola davet edecek olanların hali de o hayvan
çobanının haline benzer, o yolda çobanlık etmesi gerekir. Çoban onlara insan
gibi, yiyiniz, içiniz, yayılınız derse anlamazlar, mânâsız seslerle ıslık,
düdük çalar, bağırıp çağırarak azarlar, sürer, haylarsa bir şey duyarlar.
İşte kâfirlerin durumu da böyledir. Bunlar, Allah'tan, peygamberden bir şey
anlamazlar, mânâlı sözleri duymazlar, çan ve düdük sesleri arkasında dolaşırlar.
Bunları işittikleri zaman haykırırlar, höykürürler. Yiyip içmek, yayılmak
için yola gelirlerse, azarlama ile, haykırarak bağırıp çağırma ile gelirler.
Allah daha iyisini bilir ya, yukarıda "Râinâ demeyiniz" (Bakara,
2/104) buyurulmasında bu nükteye de işaret vardır.
Meâl-i
Şerifi
172-
Ey iman edenler! Size kısmet ettiğimiz rızıkların hoş ve temiz olanlarından
yiyin ve Allah'a şükredin, eğer yalnız O'na kulluk ediyorsanız.
173-
O, size yalnız şunları haram kıldı: Ölü hayvan, kan, domuz eti, bir de Allah'tan
başkası adına kesilen hayvanlar. Sonra kim bunlardan yemeye mecbur kalırsa,
başkasının hakkına tecavüz etmemek ve zaruret ölçüsünü geçmemek şartıyla ona
da bir günah yükletilmez. Çünkü Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhametlidir.
172-
Ey müminler! siz o hayvanlar gibi olmayınız. size kısmet ettiğimiz rızıkların
maddi ve manevi temiz olanlarından yiyiniz. Çünkü yaratılış âleminde rızkın
haramı da var, helali de; pisi de var, temizi de. Fakat siz, bunların temizlerinden
ve kimsenin hakkı geçmeyerek meşrû şekilde kazanılan helallerinden insanca
yiyiniz. Hem hayvanlar gibi pis boğaz olmayınız, hem de bir takımlarının yaptığı
gibi helal, hoş ve temiz şeylerden kendinizi mahrum etmeyiniz. Temiz temiz,
helal helal yiyiniz.
Onları
yaratan, veren Allah'a şükrediniz. O helal ve temiz rızıklarla beslenen vücudunuzu,
görünen ve görünmeyen organlarınızı, ne için yaratılmışlarsa onda, yani yaratılış
gayelerinde kullanınız.
Çünkü
yukarda da açıklandığı üzere şükrün gerçek bir şekilde yerine getirilmesi,
nimeti ihsan edene bu suretle karşılık vererek saygı göstermektir.
Vücudun
organlarından her birinin bir yaratılış hikmeti vardır. Bunun bir kısmı genel
olarak herkes için bellidir. Diğer kısmını da "Organların faydaları bilimi"
(Fizyoloji) denen ilimle yavaş yavaş, ard arda tetkik etmek mümkündür.
Mesela
neslin devamı için verilmiş olan bir organı, nesli kaybetmek için kullanmanın,
yine aynı şekilde gerçekleri keşfedip, Allah'ı tanımak için bahşedilmiş olan
aklı, bozgunculuğu körüklemek ve hukuku iptal için sarf etmenin, nimete karşı
büyük bir nankörlük olduğu ne kadar açıktır.
İnsanlığın
kıymetini bilmeyerek pis ve haram şeyler yiyenler, böyle nimete karşı nankörlüğe
düşecekleri gibi, nimete nankörlük edenler de maddî ve manevi pislikten kurtulamazlar.
Birinden korunsalar, diğerine mutlaka bulaşırlar.
Tefsir
bilginleri diyorlar ki, birinci "yiyiniz" emri mutlak oluşuna göre
ibaha, (mübah kılmak) ikinci "şükrediniz" emri vücûb içindir. Çünkü
usûl ilminde açıklandığı üzere, yeme, içme gibi sırf kulların iyiliğine meşru
bir şekilde yararlanma imkanı bahşeden emirler, vazife değil, birer hak teşkil
ederler. Bunlar vazife gibi vacib kabul edilecek olursa, yapılmadığında ceza
lazım gelir. Bu ise lehte olduğu açık olan bir emrin aleyhe dönmesini gerektirir.
Buna, "konuyu tersine çevirme" denir ki, bir çelişki olur. Bundan
dolayı helalinden yemek bir hak, fakat haramdan kaçınıp Allah'a şükretmek
bir vazifedir.
Ancak
"yiyiniz" emrinin mutlak oluşuyla mubah için olması, içindeki bazı
kısımların vacib olmasına engel değildir. Çünkü mübah vücûbdan daha geniştir.
Bunun için de yemenin çeşitli mertebeleri bulunabilir. Gerçekten fıkıhta uzun
uzun açıklandığı üzere yemenin farz olan ve vazife bulunan kısmı da vardır.
Bir insanın ölmeyecek kadar yemesi farzdır. Mümkün iken yemez de açlığından
ölürse intihar etmiş, kendi canının katili olma günahıyla günahkar olmuş olur.
Sonra ölümden koruyacak miktardan fazla olarak ibadete kuvvet kazanmak için
yemek mendubdur. Tam doyacak kadar yemek mübah, ondan fazlası haramdır.
İşte
"yiyiniz" emri mübah mertebesine kadar yeme şekillerini içine almaktadır.
İbahaya yormakla birlikte farzı da kapsamına almaktadır.
Ey
müminler! Böyle temiz temiz yiyiniz de Allah'a şükrediniz. Eğer siz gerçekten
yalnız Allah'a ibadet ve kulluk ediyorsanız böyle yaparsınız. Gerçekten tek
Allah'a inanmış mümin olanlar, böyle yaparlar.
173-Şimdi
siz haram kılınan şeyleri de kısaca belleyiniz: Allah Teâlâ sizlere ancak
şunları haram ve yasak kılmıştır: ölü hayvan yani kesilmesi gerektiği halde
kesilmeden kendi kendine veya boğazlama yerine geçmeyecek diğer bir sebeple
ölen herhangi bir ölü hayvan. Hatta balık kesilmeye ihtiyacı olmadığı halde
ölüp de su üstüne çıkmış olan ölü balık (semek-i tâfî) bile haramdır. Kan
yani dem-i mesfûh denen akar kan, domuz eti yani gerek ölü olsun ve gerekse
boğazlanmış olsun kayıtsız şartsız domuz eti ki, bunun baştan başa murdar
ve her şeyinin pis olduğunu göreceksiniz. Bir de Allah'tan başkası adına kesilen
hayvanlar. Âyette geçen "ihlâl" aslında sesi yükseltmek demektir.
Müşrikler mabudlarına kurban kestikleri zaman, Lât adına, Uzza adına diyerek
onların isimlerini yüksek sesle söylerlerdi. Böyle sesi yükseltme ile kesmeye
de "ihlâl" denirdi. Sonraları ihlâl, isterse sessizce olsun, mutlak
olarak kesme anlamında kullanılmıştır ki, âyet de bu mânâyadır.
Buna
göre gerek gizli, gerek açık olarak Allah'tan başkası adına kesilen kurbanların,
hayvanların yenmesi haramdır. Mesela, filan türbede Allah için kurban kesmek
caiz ve yenmesi helal olursa da, filan türbe için ve onun adına kesilen kurbanın
eti yenmez. Bunlar haramdırlar. Bunların yenmesindeki zararlar saymakla bitmez.
Bunun için son derece hayatî bir zaruret bulunmadıkça bunlardan yemek, kesinlikle
yasak ve günahtır.
Bununla
beraber Her kim mecbur kalır ve yemediği takdirde öleceği muhakkak bulunursa,
bu zaruret içinde bulunan kimse, başkasının hakkına tecavüz etmediği, yani
kendi gibi zaruret içinde bulunan diğer birinin, ölümünü önleyecek kadar elinde
bulunana saldırarak, kendini kurtarmak için onun ölümüne sebep olmadığı, ve
taşkınlık yapmadığı, yani ölmemek için gerekli olan zaruret ölçüsünden fazlasına
geçmediği takdirde, ona günah yoktur. Böyle zaruret içinde kalmış bir kimse
için bunlardan hangisini bulursa zaruret miktarı, yani ölmeyecek kadar yemeye
ruhsat vardır. O da bu ruhsatı terk ederse günahkar olur.
Fıkıh
ilminde "Zaruretler, haram olan şeyleri mübah kılar." ve "Zaruretler,
kendi miktarınca takdir olunur." genel kaidesi de bu ve benzeri âyetlerin
mânâsıdır.
İşte
şimdilik haram olan şeyler kısaca bunlardan ibarettir, ilerde daha fazla açıklama
gelecektir. Müminler, böyle pis ve haram olan şeyleri bıraksınlar da helalinden
temiz temiz kazanıp yesinler. Allah'ın emrine uymayarak kendi kendilerine
mahrum etmesinler, Allah'ın emirlerini saklamasınlar. Çünkü kesin olarak biliniz
ki:
Meâl-i
Şerifi
174-
Allah'ın indirdiği kitaptan bir şeyi gizleyip de bununla biraz para alanlar
gerçekten karınları dolusu ateşten başka birşey yemezler. Kıyamet günü Allah
onlara ne söz söyler, ne de kendilerini temize çıkarır. Onlara sadece acı
veren bir azab vardır.
175-
İşte onlar, hidayeti verip sapıklığı, affedilmeyi bırakıp azabı satın alan
kimselerdir. Bunlar, ateşe karşı ne kadar da sabırlıdırlar!
176-
Şüphesiz ki Allah kitabı hak bir sebeple indirmiştir. Kitap hakkında ihtilafa
düşenler ise, şüphesiz haktan uzak, bir anlaşmazlık içindedirler.
174-
Allah'ın indirdiği kitabı, yahudi bilginlerinin yaptığı gibi gizleyenler,
ve bu gizleme sebebiyle az bir değer, yani ne kadar çok da görünse, işin aslında
az olan bir dünya menfaati, para, mal veya makam satın alanlar, kısaca dünya
muradına ermek için Allah'ın kitabını veya o kitabın hükümlerini gizleyen
ve gerçekleri değiştirenler yok mu? işte onlar, karınları dolusu ateşten başka
bir şey yemezler. Bu yüzden aldıkları bedeller, yedikleri şeyler, içlerinde
gerçek bir ateş olacak, onları yakacak ve devamlı yakacaktır. Çünkü şer'î
gerçeklerin aksine yapılan her işte manevi bir ateş kıvılcımı vardır. Onu
gizlemek suretiyle elde edilen dünya menfaati, elbette ateşten başka bir şey
olmayacaktır. ve kıyamet gününde Allah, onlara söz söylemeyecek, yani rahmetle
iltifat etmeyecektir.
Çünkü
"Bir kötülüğün cezası, onun gibi bir kötülüktür." (Şûrâ, 42/40).
Bunlar ise Allah'-ın kelâmını gizlediklerinden, ahirette rahmet sözünden mahrum
kalacaklardır. onları tezkiye etmeyecek ve günahlarından temizlemeyecektir.
Mümine yapacağı gibi affından hissedar kılmayacak, oldukları gibi bütün kirlilikleriyle
mahşer yerine getirecektir. ve bunların hakkı acı veren devamlı bir azabdır.
175-Çünkü:
Bunlar hidayeti sapıklığa, mağfireti azaba satmış, hidayet yerine sapıklığı,
mağfiret yerine azabı almış kimselerdir. Artık sapıklık ve azab, onların ebedî
olarak kazandıkları malları olmuştur. Bunlar, ateşe karşı ne sabırlı şeyler?
Hayır ve sevaplara, iyiliklere, doğruluğa, hak ve hakikati açıklamaya, dünya
zevklerinden birini feda etmeye asla sabredemeyen bu adamlar, ateşe götürecek
ameller yapmakta ne sabırlar gösteriyorlar! Ve ebedî olarak ateşte yanmak
için neler neler yapıyorlar!
176-İnsanın
yaratılışı gereğince tahammül edilmesi mümkün olmayan ateşe karşı böyle sabır
isnadiyle bir hayret ortaya koymak, Allah tarafından bir alaydır.
Bu
sabır, sonu selamet olan bir sabır değil, ebedî bir felaket olan çaresizliktir.
bu ateş azabı, sebepsiz ve haksız da değildir. Çünkü Allah kitabını şüphesiz
hak ile, hakla ilgili, hakkı söyler olarak indirdi. Bunun için kitabını yalanlayanın
veya gizleyenin hakkı ateş olur.
Bir
de Kitap hakkında ihtilafa düşenler, Allah'ın indirdiği kitapların hepsine
inanmayıp da, kimi Tevrat'a, kimi İncil'e inananlar ve sonra kitabın bir kısmına
inanıp bir kısmına inanmayanlar, elbette haktan, doğrudan çok uzak bir ayrılık
ve anlaşmazlık içindedirler. Haktan bu kadar uzak bir ayrılık içinde koşan
batıl ehlinin hakkı da ebedî bir azabdır.
İşte
bu sebeple onlar, o ateş azabını hak etmişlerdir.
Bu
âyet bize şunu anlatıyor ki, aralarında kendisiyle amel edilen ve anlaşmazlığa
düştükleri zaman hakem kabul edilecek hak bir kitaba iman etmemiş olanlar,
tartışmadan ve anlaşmazlıktan kurtulamayacakları gibi, kitapları ayrı ayrı
olan insanlar arasında birleştirici bir bağ bulunamayacağından ihtilaf ve
anlaşmazlıkları ebedî olur. Bağlı göründükleri kitabın tamamına gerçekten
sadakatle inanmayarak, onu kendi gönüllerine, heveslerine göre anlamak isterler.
Kitaplarının bir kısmına inanırlarsa, diğer kısmına inanmazlar ve böylece
birinin inanır göründüğünü diğeri inkar eder. bunlar da heveslerinin değişikliği
ölçüsünde ihtilaf ederler. Bunun neticesi de kitapsızlığa ve en büyük münakaşa
ve mücadeleye götürür. Haktan uzaklaştırır. Bu da toplumları perişan eder
ve ebedî azaba sürükler.
Her
ne yapılırsa yapılsın, insanlar için haktan başka birleşme yolu ve hakka uymaktan
başka mutluluk sebebi yoktur.
Kitabın
aslında ihtilaf etmeyerek, onu isteğine göre dünya menfaati nedeniyle inkar,
te'vil ve değiştirmek suretiyle gizlemeye kalkışmayarak hüsn-i niyetle ve
tam dürüstlükle anlamaya çalıştıkları halde insan olmaları bakımından kavrayışları
farklı olanların ise asıl beraberliklerine zarar gelmez. Bunların anlaşmazlıkları
haktan uzak bir anlaşmazlık olmaz.
Herhalde
nâsih ve mensûhiyle Allah'ın kitaplarına inanmamak ve hak kitabın bir kısmını
tanımamaya çalışmak felaketin başıdır. Allah'ın bütün kitaplarına iman etmek
ve kitab hakkında ihtilafa düşmekten kaçınmak, imanın ve İslâm'ın şartlarındandır.
Mümkün olan bütün gayretini sarfederek gerçek ilmî ictihatlar yoluyla meydana
gelen ihtilaflar ise, ihtilaf icad etmeyi gaye edinmemek şartıyla muaftır.
Hatta bir hadiste işaret buyurulduğu üzere kolaylaştırıp genişletme bakımından
rahmet sebebi de olur. O şartla ki, bunlarla amel edecek olanlar, ihtilafı
değil, ittifak yönünü araştırma vazifesini unutmasınlar.
Bunun
için bir ferdin, sıkıntılı bir zamanda hakkında ihtilaf edilen bir görüşle
amel etmesinde bir sakınca yoksa da, sosyal konularda ittifak edilen yön araştırılmadan
böyle ferdî bir görüşle fetva verilmesi tevhid prensiplerine aykırı ve bu
âyetin uyarısına dahil olur.
Özellikle
kalem ve söz sahibi olanlar, yazı ve te'lifle meşgul olanlar, emir, yasak,
eğitim ve öğretim üzerinde bulunanlar, bu âyetleri dikkat nazarlarından asla
uzak tutmamalı, hakkı gizlemenin, ihtilafın, anlaşmazlığın ne kötü bir sonucu
olduğunu düşünmelidirler.
Ka'b
b. Eşref, Ka'b b. Esed, Mâlik b. Sayf, Huyey b. Ahtab ve Ebu Yâsir b. Ahtab
gibi ve Tevrat'taki Hz. Muhammed'in sıfatları hakkındaki âyetleri ve diğer
bazı hükümleri gizleyen ve bu sebeple hemcinslerinden hediyeler alan Yahudi
reisleri hakkında inen bu gizleme âyetleri ve yukardaki benzeri, müslümanlar
için de pek ibretli bir ahlâk dersini kapsamaktadır.
Kısaca
insanın mutluluğu ve hakka yakınlık; şirkte, küfür ve nankörlükte, cahilce
taklit ve taassubda, hayvanlıkta, hayvan gibi helal ve haram tanımamakta,
pis pis şeyler yemekte, şeytana uyup çirkin şeyler yapmakta, bilir bilmez
ağzına geleni söylemekte, hakkı gizlemekte, kitab hakkında ihtilafa düşmekte,
hakka karşı ayrılık ve anlaşmazlık çıkarmakta değil, tam mânâsıyla hayır ve
ihsanda, bol iyiliktedir. O halde asıl hayır ve iyilik nedir?
Meâl-i
Şerifi
177-
Yüzlerinizi bazan doğu, bazan batı tarafına çevirmeniz erginlik değildir.
Fakat eren o kimselerdir ki, Allah'a, ahiret gününe, meleklere, kitaba ve
bütün peygamberlere iman edip, yakınlığı olanlara, öksüzlere, yoksullara,
yolda kalmışa, dilenenlere ve esirleri kurtarmaya seve seve mal verirler.
Namazı kılarlar, zekatı verirler. Bir de andlaştıkları zaman sözlerini yerine
getirenler, hele sıkıntı ve hastalık durumlarında ve harbin şiddetli zamanında
sabır ve kararlılık gösterenler var ya, işte doğru olanlar da bunlardır, korunanlar
da bunlardır.
177-KIRÂET:
Hamza ve Âsım'dan Hafs, rânın fethasıyla; diğerleri rânın zammesiyle okurlar
ki, birincisinde , 'nin haberi; ikincisinde ismidir. Nafi ve İbnü Âmir "nûn"un
tahfif ve kesresi, rânın zammesiyle, ; diğerleri nûnun teşdid ve fethası ve
rânın da fethasiyle okurlar. "Gerçek iyiliğe ulaşamayacaksınız."
(Âl-i İmrân, 3/92) âyetine bak!
NÜZUL
(İNİŞ) SEBEBİ: Âyetin inmesine Kitap ehlinin, kıblenin değiştirilmesi meselesinde
dedikoduyu ileri götürmeleri, yahudi ve hıristiyanlardan her birinin, kendi
kıblelerine yönelmenin daha hayırlı olduğunu iddiada ısrar etmeleri sebep
olmuştur.
Bunun
için onlara ve bu vesile ile bütün insanlara hitaben buyuruluyor ki: Ey İnsanlar!
Yüzlerinizi doğuya ve batıya doğru çevirmeniz, işin aslında istenen erginlik
ve hayır değildir. -Diğer kırâete göre- Asıl istenen erginlik ve hayır, yüzlerinizi
doğuya ve batıya doğru çevirmeniz değildir.
Bir
kere doğu ve batının kıble edinilmesinin hükmü kaldırılmıştır. İkincisi, doğuya
ve batıya dönmek zaten ısrar edilmesi gereken bir erginlik ve hayır zannedilmemelidir.
Kıble meselesinin ve hatta Kâ'be'ye bile yönelmenin önemi, kendisi için istenen
bir erginlik ve hayır olduğundan değildir. Fakat işin aslında erginlik ve
hayır sahibi, gerçekten iyiliğe eren, Allah'a ve sorumluluk günü olan ahiret
gününe, meleklere, kitaba ve peygamberlere iman etmiş, ve helalinden mal kazanıp,
seve seve herhangi bir yakınlığa sahip bulunan akrabalarına, muhtaç olan yetimlere,
fakirlikten kımıldanamayacak halde bulunan yoksullara, yol oğluna, yani uzun
yoldan gelmiş misafire, ihtiyac ve zaruretin zorlamasıyla dilenme zilletine
düşmüş dilencilere -ki bir hadis-i şerifte: "Dilenene, at üzerinde bile
gelse veriniz." diye rivayet edilmiştir-. Rikâb, rakabe' nin çoğuludur.
Rakabe sözlükte boyun kökü demek olup, mecazen insanda ve şer'an hürriyetini
kaybetmiş olan insanda kullanılır ki, burada bu mânâyadır. Yani, esirler uğrunda;
köleliğe düşmüş insanların kurtulup âzâd olması hususunda, Mükâtebeye kesilmiş
olanların kurtuluş için ödeyecekleri bedele yardım etmek veya satın alıp âzâd
etmek veya esasen esirlikten kurtarmak üzere hediye veya sadaka olarak mal
vermiş, farz namazlarını doğru dürüst kılmış, dininin direğini dikmiş, zekatını
da ayrıca vermiş, İslâm köprüsünden geçmiş olan kimse, bir hususta andlaşma
yaptıkları, kesin söz verdikleri zaman sözlerini yerine getiren vefakârlar,
ve özellikle fakirlik, sıkıntı, hastalık ve kötürümlük gibi zaruret durumlarında
ve bir de düşmana karşı savaş zamanında, savaş alanlarında sabreden sabırlı
kimselerdir.
Aslında
erginlik ve hayır, gerçek iyilik, bütün bu sayılan kimselerin erginliği, bunların
iyilikleridir.
Arap
dilinde övgü şeklinde meydana gelen saymalarda i'râbın merfu ve mansub olarak
değişmesi, övgüye dikkat çekmek için bir adettir. kelimesi bu türden olmak
üzere "yâ" ile mansub olmuştur ki, mukadder medih (övgü) fiilinin
mef'ûlüdür. İşte bu güzel sıfatlarla vasıflanmış olan kimseler, öyle kimselerdir
ki, dinde, hakka uymada, iyiliği ve hayrı aramada, doğruluk ve vefakârlık
yapmışlar, doğruluklarını ispat etmişlerdir. İşte, müttakiler bunlardır, bu
iyilik ve doğruluk sahipleridir. Allah'a şükür de böyle doğruluk ve sadakatle
yapılır.
Görülüyor
ki, bu âyet-i kerime açıkça veya delalet yoluyla, insanlığın bütün üstün vasıflarını
içinde toplamıştır. Buna işaretle Peygamber (s.a.v.) Efendimiz de: "Her
kim, bu âyet ile amel ederse, imanını kemale erdirmiş olur." buyurmuştur.
Bunun
üzerine, amelî hükümleri genişçe açıklamak suretiyle, hayat hakkı ve canı
koruma ile ilgili olmak üzere buyuruluyor ki:
Meâl-i
Şerifi
178-
Ey iman edenler! Öldürmede kısas size farz kılındı. Hüre hür, köleye köle,
kadına kadın. Ama her kim, ölenin kardeşi tarafından bir şey karşılığı bağışlanırsa,
o zaman örfe uyması, ona diyeti güzellikle ödemesi gerekir. Bu, Rabbiniz tarafından
bir hafifletme ve bir rahmettir. Her kim bunun arkasından yine saldırırsa,
artık ona acı veren bir azab vardır.
179-
Ey temiz akıl sahipleri! Kısasta sizin için bir hayat vardır. Ümit edilir
ki, korunursunuz.
178-
İNİŞ SEBEBİ: Hz. Muhammed'in peygamberliğinden önce adam öldürmeye karşı hıristiyanlar,
yalnız affın vacib olduğunu söylüyorlardı. Yahudilerin hükümlerinde de af
yok, yalnız öldürme vardı. Bununla birlikte Buharî ve Nesaî'nin rivayetlerine
göre İsrailoğulları diyeti, öldürmeden önde tutuyorlardı.
Araplar
ve onlarla beraber yahudilerin bir kısmı bazan öldürmenin vacib olduğuna,
bazan da diyetin vacib olduğuna hükmediyorlardı. Fakat bu iki hükümden her
birinde haksızlık yapıyorlardı. Şöyle ki: Öldürmede: Biri, diğerinden daha
şerefli olan iki kabile arasında bir öldürme olayı meydana gelince, daha şerefli
olanlar; herhalde bizden bir köle karşılığında onlardan bir hür, bir kadın
karşılığında bir erkek ve bir erkek karşılığında iki erkek öldüreceğiz derlerdi.
Kendi yaralarını hasımlarının yarasının iki katı sayarlar ve bazan daha da
ileri giderlerdi.
Rivayet
ediliyor ki; bir kere birisi, ileri gelenlerden bir insan öldürmüştü. Katilin
yakınları, öldürülenin babasının yanında toplandılar ve "ne istersin?"
dediler.
O
da: "Üçten biri!" dedi. "Nedir onlar?" diye sordular.
Cevaben: "Ya oğlumu diriltirsiniz veya evimi semanın yıldızlarıyla doldurursunuz
yahut da bütün kavminizi bana teslim edersiniz, hepsini öldürürüm. Sonra da
oğluma bir karşılık aldığım görüşünde bulunmam." demişti.
Diyete
gelince; onda da zulmedenler, çoğunlukla ileri gelenlerin diyetini, diğerlerinin
birkaç katı yaparlardı. İşte böyle Arap kabilelerinden Ensar'ın iki kabilesi
arasında cahiliye devrinden kalma kan davaları vardı. Bir taraf, şeref ve
kuvvetine güvenerek diğerine karşı ileri gidip bizden bir köle karşılığında
sizden bir hür, bir kadın karşılığında bir erkek öldüreceğiz diye yemin etmişlerdi.
Müslüman olduktan sonra Resulullah (s.a.v.)'a gelip muhakeme olmak istediler.
Bu sebeple, bu âyet indi.
Kısasın
vacib oluşunu, bu vacibliğin ancak öldürülenin ehlinden birinin affı ile düşebileceğini,
bu affın daha iyi ve daha uygun olacağını, bununla beraber af sırasında mal
üzerine anlaşmanın da caizliğini tesbit etti. Yahudilerin, affın meşru olmadığına
ve diyetin kısastan önde bulunduğuna dair olan hükümlerini ve kısas yoluyla
öldürmenin asla meşru olmadığını söyleyen hıristiyan hükümlerini ve insanlık
eşitliğine riayet etmeyip, şeref davasıyla haksızlığa ve tecavüze giden Arab
âdet ve hükümlerini ortadan kaldırdı. Yaşama hakkındaki eşitliği kurup ilan
etti. Gelelim mânâsına:
KISAS:
Sözlükte ayniyle karşılık vermek, herhangi bir hakkı dengiyle takas etmek
demektir. "katlâ" kelimesi "katîl"in çoğuludur. "Katîl"
de maktûl, öldürülmüş kimse demektir. "öldürülenler hakkında" ifadesindeki
"fî" harfi, sebebiyet içindir. Ey iman edenler! zulmedilerek öldürülenler
hakkında, yani bunların öldürülmesinden dolayı karşılık olarak katillerine
kısas uygulanması üzerinize yazıldı, yazılmış bir kanun oldu, farz kılındı.
Bundan
dolayı kasden bir insan öldürmenin asıl gereği kısastır. "el-katlâ"
kelimesi çoğul ve başında lâm-ı tarif bulunduğundan, kasden ve haksız yere
öldürülenlerin hür, köle, erkek, dişi, müslüman ve müslümanların himayesinde
bulunan diğer din mensuplarının hepsini kapsamaktadır. Her birinin katili
kim olursa olsun, karşılığında kısas yapılır. Açıklanacağı üzere, kısası düşürme
sebebi olan af veya anlaşma olmadıkça bu kısasın uygulanması, bütün iman edenlere
farzdır.
Özellikle
hür hüre, köle köleye, dişi dişiye, yani bir hür bir hürü, bir köle bir köleyi,
bir dişi bir dişiyi öldürdüğü zaman, öldürülen hür karşılığında o katil hür,
öldürülen köle karşılığında o katil köle, öldürülen dişi karşılığında o katil
dişi, kısaca her öldürülen kimsenin karşılığında kendi katili aynı şekilde
öldürülür. Bu öldürme yeterli bir kısas olur. Cahiliye devri âdeti gibi şeref
ve kıymet davasıyla katilden başkasının öldürülmesine kalkışılmaz.
Bu
kayıtlar, âyetin nüzul sebebi olan olayda olduğu gibi, katilden başkasının
öldürülmesinden kaçınılması içindir. Bundan başka bir mefhûm-i muhalifi kastedilmiş
olmadığında ittifak vardır.
Biz
Hanefilerce zaten mefhûm-i muhalif delil yerinde geçerli değildir. Ancak siyak
gibi açık bir karine bulunursa o başka. O zaman da mefhûm-i muhalif, kelime-i
tevhidde olduğu gibi, mânâ sayısına dahil olur. Burada da bu türden olmak
üzere nüzul sebebi karinesi ile katilden başkasının öldürülmemesi hakkında
mefhûm-i muhalifi geçerli olabilirse de başkası hakkında söz söylenmemiş olur.
Geçmiş usule göre amel edilir. Bundan dolayı âyetin başındaki genel ifadeyi
özelleştirmez. Hürün köleye, erkeğin dişiye karşılık ve bunun aksi olarak
kısas edilebilmelerini yasaklamaz. Bunun için dişinin erkek, erkeğin dişi
karşılığında kısas yoluyla öldürüleceği imamlar arasında üzerinde ittifak
edilmiş bir husustur. Bunu teyid ve açıklamak üzere Mâide sûresindeki kısas
âyetinde "Cana can " (Mâide, 5/45) buyurulmuş ve bununla kısasta
aranan benzerlik ve eşitliğin nefis ve can benzerliği olduğu gösterilmiştir.
Yaşama hakkı herkes için eşittir. Kısas bu eşitliğe dayanmaktadır.
Öldürülen
kim olursa olsun, onun katili veya katilleri, o öldürülenden daha fazla bir
yaşama hakkına sahip değildir. İşte bu şekilde âyetin başı genel, "hüre
hür, köleye köle, dişiye dişi" ifadesi de "cana can" benzemesiyle
can eşitliğini beyan ile tecavüzden kaçınmak içindir. Bununla beraber İmam
Malik ve İmam Şafiî hazretleri, erkek ve dişi arasında fark olduğu görüşünde
bulunmadıkları ve öldürülen bir hür karşılığında katil köleyi kısas yoluyla
öldürmeyi yeterli gördükleri halde, öldürülen bir köle karşılığında bir hürün
ve öldürülen bir gayri müslim karşılığında müslümanın öldürülmesini caiz görmemişlerdir.
Fakat bunu, bu âyetin mefhûm-i muhalifinden de çıkarmamışlardır.
Çünkü
"dişiye dişi"nin mefhûm-ı muhalifine mutlak olarak, "köleye
köle"nin mefhûm-i muhalifine bir yönden itibar etmediklerinde söz yoktur.
Buna
karşılık "Hüre hür"ün mefhûm-i muhalifinin geçerli olması da çelişki
olur. Ancak her iki İmam da bu hususta Hz. Ali'den rivayet edilen şu hadislere
dayanmışlardır.
Buyurmuştur
ki:
1-
"Bir adam kölesini öldürmüştü. Resûlullah ona celde vurarak bir yıl sürgüne
gönderdi. Kaved yani kısas yapmadı."
2-
"Müslümanların himayesinde olan bir gayri müslim karşılığında müslümanın,
bir köle karşılığında hür kimsenin öldürülmemesi sünnettendir."
Bir
de, "Hz. Ebu Bekir ve Ömer, köle karşılığında hürü öldürmezlerdi, ashabdan
buna itiraz eden de olmamıştır." diye delil ileri sürmüşler ve bunu organ
kısasına kıyas etmişlerdir. Fakat biz Hanefilerce köle karşılığında, onun
sahibi olmayan hür katil, aynı şekilde müslümanların himayesinde bulunan kâfir
karşılığında müslüman katil de kısas yoluyla öldürülür. Çünkü "cana can"
buyurulmuştur.
Birinci
hadis, kölenin sahibi hakkında özeldir. Diğerleri de bu nassı neshedecek derecede
kuvvetli değildir. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz'in bir zimmî karşılığında
bir müslümanı kısas etmiş ve "Taahhüdünü yerine getirmeye en layık olan
benim." buyurmuş olduğunu da Evzâî, senediyle Ebu Hüreyre'den rivayet
etmiştir. Bu hususta başka haberler de vardır.
Kısas,
yaşama hakkında, masumlukta, eşitliğe dayanır. Bu masumluk da din ve yurtta
sabit olur. Onlar ise bu konularda eşittirler. Burada şu da anlaşılır ki,
vasıf gibi sayıda farklılık da masumlukta eşitliği bozmaz. Bunun için bir
şahsı, birçok kimseler birlikte öldürürlerse, hepsi de ittifakla kısas yoluyla
öldürülürler.
TENBİH:
1-
Önce İsrâ sûresindeki: "Her kim haksız yere öldürülürse, biz onun velisine
bir yetki vermişizdir. Ama o da kısas yoluyla öldürmede aşırı gitmesin."
(İsrâ, 17/33) âyeti gereğince buradaki "öldürülenler"den maksat,
kısası gerektiren bir cinayet işlememiş olduğu halde haksız yere öldürülenlerdir.
Bunun için şer'î bakımdan tayin edilmiş olan sebeplerden birisiyle öldürülmeyi
hak etmiş olan kimsenin veya harbînin öldürülmesine kısas gerekmez.
2-
Kısası gerektirecek bir cinayet işlememiş olanlar hakkında da ilerde gelecek
olan âyetler gereğince, hata ile öldürme, kısastan müstesna olarak, ayrıca
hükümlere tabidir.
3-
"Had cezalarını şüphe ile yok ediniz." hadisi şerifinin mânâsı,
meşhurdur ve üzerinde icmâ vardır. Kısas da hadlere dahil olduğundan, şüphe
ile ortadan kalkar. Bunda da icma vardır.
Bu
bakımdan çocukları karşılığında ana ve baba, yukarıdaki birinci hadis-i şerifin
delalet ettiği üzere, kölesi karşılığında sahibi kısas yoluyla öldürülmez,
ta'zîr cezası verilir.
İşte
bu şekilde kısas uygulamak, ümmete ve imama farzdır. İmamın kendisi de haksız
yere birini öldürürse, o da bu hükümden müstesna değildir. O da aynı şekilde
kısas edilir. İslâm yurdunda gerek müslümanların ve gerekse andlaşma ile duran
gayr-i müslimlerin yaşama hakları, böyle eşit olarak saygın ve canları, eşit
olarak suçsuz ve korunmuştur.
Şimdi
buna kasten tecavüz eden katile kısas yapılması, adam öldürmenin asıl gereği
olarak yazıldığı anlaşıldıktan sonra; herhangi bir katil için öldürülenin
kardeşi tarafından küçük bir şey bağışlanmış bulunursa, kısas hemen düşer
de, iş artık o katil hakkında öldürülenin velisi tarafından, akıl ve din açısından
örf haline gelmiş olan iyiliğe tabi olmak, katil tarafından da örfte belirlenen
miktarı, öldürülenin velisi olan kardeşine güzellikle ödemek hususlarından
ibaret kalır.
Eğer
af, hürde diyet, kölede kıymet gibi az veya çok mal üzerine bir şart ileri
sürülmeksizin mutlak olarak meydana gelmiş ise varisin, bu iyiliğe kayıtsız
şartsız uyması ve affa karşılık diyet ve benzeri bir şey istemeye kalkmaması
gerekir.
Eğer
tamamen veya kısmen diyet ve kıymet, yahut diğer bir mal verilmek şartıyla
anlaşma tarzında bir af ise, katilin de bunu kabul edip, güzellikle ödemesi
gerekir.
Nefsin,
canın parçalanması mümkün olmadığından, isterse bir kılının veya binde birinin
affı gibi en küçük bir af bile tamamını affetmektir. Yine aynı şekilde varislerden
birinin affı, hepsinin affıdır.
Burada
"kardeşinden" ifadesindeki kardeşten maksat, "Her kim haksız
yere öldürülürse, biz onun velisine bir yetki vermişizdir. Ama o da kısas
yoluyla öldürülmede aşırı gitmesin." (İsrâ, 17/33) âyeti gereğince öldürülenin
varisi olan velisidir. Katilin hasmı olan, bu öldürülenin velisi burada katilin
kardeşi olmakla vasıflandırılmıştır ki, bu kardeşlikten maksat, din veya vatan
kardeşliğidir.
Bundan
dolayı bu vasıflandırmada, İslâm yurdu içinde bulunan hür veya köle, erkek
veya kadın, müslüman veya müslümanların himayesinde bulunan gayr-i müslim
insanların hepsinin kanlarının, canlarının, yaşama haklarının kardeş gibi
masum ve saygın bilinmesi lazım geleceğine ve bunların birbirini öldürmesinin,
kardeşini öldürmek gibi kötü bir şey olduğuna işaret edilmektedir. Bununla
beraber aynı zamanda öldürülenin velisini insanî, ahlakî ve ictimaî derin
bir mânâ ile affa teşvik ve rağbet ettirmek için ifade buyurulmuştur.
"Öldürülenin
velisi tarafından, bilinen iyiliğe tabi olmak da," bu kardeşlik mânâsını
takdir ederek affedecek olan, öldürülenin velisine, müsamaha ve affına karşılık
isteklerinde sertlik göstermeyip, nihayet alışılagelen âdet çerçevesi içinde
güzellikle diyet taleb etmesini tavsiye eder.
"Katil
tarafından o bilinen diyetin öldürülenin velisi olan kardeşine güzellikle
verilmesi" de affedilen katili, bu affın ve kardeşlik takdirinin kıymetini
bilerek, karşılığında borcunu zorluk çıkarmaksızın güzelce, ihsan karakteri
içinde ödemeye mecbur etmektir.
Af
ve diyet hakkındaki bu hüküm, Rabbinizden bir hafifletme ve rahmettir. Bunun
için, Bundan sonra her kim bu hüküm ve emirlere uymayarak haddini aşar, katil
olmayanı öldürür veya affettikten ya da diyeti aldıktan sonra katili öldürürse,
onun için acı veren bir azab vardır. Dünyada kısas edilir, ahirette cehennem
ateşine atılır. Yani "size kısas farz kılındı" nassından da anlaşıldığı
üzere adam öldürmede asıl hak ve gerekli olan aslî hüküm kısastır. Katilin
bilmesi gerekir ki, öldürdüğü insan hür veya köle, erkek veya kadın kim olursa
olsun, o da kendi gibi bir can ve saygın bir hayat hakkına sahip, ilâhi bir
yapı idi.
Hem
Allah'ın hakkı, hem de kulun hakkı olan bu saygın ve masum yaşama hakkına
saldırmak ve bu yapıyı öldürüp yıkmak; kanun, adalet ve dengenin gereği olan
"bir kötülüğün cezası onun gibi bir kötülüktür."
(Şûrâ,
42/40) hükmünce kendini de yaşama hakkından mahrum etmektir. Yaşama hakkına
saldırı, hakkın yaşamasına saldırıdır. Bu ise saldırıdan korunmuş bulunduğu
için, bunun ilk eserinin, saldırganın kendinde ortaya çıkması lazım gelir.
Bu bakımdan adam öldürmenin hakkıyla verilecek asıl hükmü, kısas yoluyla katilin
kendisini öldürmektir. Öldüren, öldürülmeyi hak etmiştir.
Kararlı
bir şekilde düşünüldüğü zaman adam öldürmenin bundan başka hükmü ve gereği
olmaması gerekir. Nitekim önceleri Tevrat'ta da yalnız kısas meşru kılınmıştı.
Fakat hayatın aslı sırf Allah'ın ihsanı olduğu ve kısasta kul hakkından başka
bir de Allah'ın hakkı bulunduğu cihetle Cenab-ı Allah, Muhammed ümmetine kısası
yazarken, bir hafifletme ve rahmet olmak üzere af ve diyeti de meşru kılmıştır.
Bu affı da, hak sahibi olan öldürülenin varisi ve velisinin eline vermiştir.
Kısasa
göre bu meşruluğun katil hakkında ne kadar bir hafifletme ve rahmet olduğu,
şüpheden uzaktır. Çünkü ondan kısası affetmek, yaşama hakkını iade ederek,
yeniden diriltmek demektir. Bu aynı zamanda öldürülenin velisi hakkında da
bir hafifletme ve rahmettir. Çünkü her ne olursa olsun, bir insan öldürmek,
her gönlün ve özellikle iman ehlinin arzu edeceği, seve seve yapacağı bir
şey değildir. Kısasın kendisi, düşünüldüğü zaman kendi nefsinde ağır bir hükümdür.
Bununla beraber mutlak olarak af mecburiyeti de genellikle bu taraf hakkında
kısastan daha ağır bir teklif olur. Kısasın, aslî bir hak olduğu bilinmedikçe
affın mânâsı olmaz.
Bu
bakımdan ne Tevrat'ta olduğu gibi yalnız kısasta, ne de İncil'de olduğu gibi
yalnız afta ısrar edilmeyerek, duruma ve menfaatin gereğine göre, ikisinden
birinin tatbikine imkan bırakılması için öldürülenin velisine bir seçim hakkı
verilmiştir. Bundan başka, af karşılığı diyet ve benzeri gibi örfe göre malî
bir karşılık almaya da meşru bir yol gösterilmiş bulunmaktadır. Bunun, her
iki taraf hakkında da bir hafifletme ve aynı zamanda dünya ve ahiretle ilgili
birçok faydaları içine alan ilâhî bir rahmet olduğunda da şüphe yoktur.
Affın,
daha faziletli ve daha uygun olması, kısasın aslî hüküm olmasına engel değildir.
Bu konuda öldürülenin velisine verilen seçme hakkı bile, aslî hükmün, kısas
ile diyet arasında tereddütlü bulunan muhayyer bir vacib olmasını gerektirmez.
Çünkü
önce "Kısas, size farz kılındı." buyurulmuş, sonra da af, "Her
kim için bir af yapılırsa..." diye "fâ-i takîbiye" ile ifade
edilmiş ve diyet üstü kapalı bir şekilde gösterilmiştir. Üçüncü olarak da
bunun, bir hafifletme ve rahmet olduğu da ilave edilmiştir. O halde aftan
önce kısasa karşılık diyetin sabit bir hükmü yoktur. Mutlak olarak affeden
varisin, Şâfiî'nin dediği gibi diyet istemeye hakkı kalmaz. Ancak affetmeyen
diğer varisler var ise, onlar diyet alabilirler. Yine aynı şekilde diyet veya
diğer bir bedel karşılığı affeden varis de bunu alabilir.
Kısaca
kısas, aslî bir hak ve ilk borçtur. Af ise bunun üzerine gerekebilecek bir
fazilettir. Bu fazilet, ya tam olarak kayıtsız ve bedelsiz veyahut eksik olarak
diyet ya da başka bir bedel karşılığında yapılır.
Bu
şekilde kısas, aslî bir vacib olarak meşru olmasaydı, af bir fazilet değil,
insanları öldürme cinayetini mübah bırakacak olan bir ihmal olurdu.
Daha
doğrusu kısas, meşru olmasaydı, söylediğimiz gibi affın hiçbir mânâsı kalmazdı.
Buna göre Tevrat'taki kısas borcunun icrası yürürlükte bulunmasaydı İncil'deki
affın hiçbir mânası kalmazdı. Bu affın, insan öldürmeyi mübah kabul ettirecek
bir cinayet şüphesi halini almaması için, İncil'in hükmünün, Tevrat'ın hükmü
ile beraber düşünülmesi şartıyla meşru kabul edilmesi lazım gelir. Bu da affın,
hıristiyanların zannettiği gibi bir vacib olamayacağını ispat eder.
İşte
Kur'ân, bu gerçeği tesbit ederek kısası, öldürülen kimse için bir hak, kamu
için aslî bir görev, affı da öldürülen kimsenin velisi için bir fazilet, "iyilik
ve ödeme" kelimeleri altında diyet almayı da bir ruhsat olmak üzere meşru
kılmıştır.
Şu
halde anlaşılıyor ki, af ve diyetin bir hafifletme, bir rahmet olabilmesi,
kısasın aslî bir vacib olarak meşru bir şekilde devamına bağlıdır. Buna göre
"Madem ki af bir rahmet ve fazilettir, o halde kısasın büsbütün neshi
ve kaldırılması ile yalnız affın vacib kılınması, daha fazla bir rahmet olurdu."
gibi bir soru mümkün değildir. Böyle bir düşünce ile İncil'in hükmünün, Kur'ân'ın
hükmünden daha ahlâki olduğu zannedilmemelidir. Çünkü affın ahlâkî oluşu,
kısasın aslî bir hak olarak meşruluğunun devamına bağlıdır.
179-Bunun
için kısasın güzelliklerini açıklama hususunda buyuruluyor ki: Size kısas
yazıldı ve sizin için kısasta büyük bir hayat vardır, ey akıl sahipleri!.
Bu bakımdan kısası, Allah'ın adaletine ve merhametine yaraşmayan kötü bir
şey zannetmeyiniz de "Kısasta büyük bir hayat vardır." beliğ vecizesini
aslî kanun tanıyınız.
Bunu
böyle tanıdıktan sonra af ile muamele ederseniz çok büyük bir fazilet olur.
Aksi halde Araplar'ın yaptığı gibi kısas hududunu aşarak öldürmekle karşılık
vermek ve diğer işkence ve azaba başvurmak, nasıl bir zulüm ve cinayet ise,
adam öldürmeye karşı, Allah'ın hükmü yalnız aftır, demek de insanlıktan hayat
hakkını çekip alacak büyük bir cinayet olur.
Kısas,
hayat hakkının ve canı korumanın gereğidir. Kısasın meşru oluşunda akıl sahibi
olan insanlar için büyük bir hayat vardır. Affın kıymeti de buna bağlıdır.
Gerçi kısasın kendisi, bir hayatı yok etmektir ama, aynı zamanda haksız yere
bir hayatı yok etmeye karşı, hayatın zıddı olan kısasın meşru oluşu da hayatın
ve yaşama hakkının en büyük müeyyidesidir. Şöyle ki:
1-
Önce bu, hem katil olmak isteyecek kimse, hem de öldürülmesi istenen kimse
hakkında kuvvetle hayatı korumaya sevketmektedir. Çünkü katil olmak isteyen
kimse, öldürürse ve öldürdüğünde kendisinin de öldürülmeyi hak edeceğini bilirse
akıl gereği olarak, öldürmekten vazgeçer. Böylece hem kendisi hayatta kalır,
hem de karşısındaki.
2-
Bunda, ikisinden başka genel toplumun yaşama hakkını da güvenceye alma vardır.
Çünkü bu şekilde öldürmenin önüne geçilmesi, bu ikisinden başka, bunlarla
uzaktan yakından ilgili olması düşünülen insanların da hayatlarının devamına
ve güvenliğine bir garantidir. Zira bir öldürme olayı, öldürenle öldürülenin
yakınları arasında düşmanlık ve fitneye, bu da büyük çarpışmalara (kan davalarına)
sebep olabilir.
Akıl
sahipleri için, bu öldürmeye engel olacak olan haklı kısasın meşruluğu, bütün
bu fitnelerin ve heyecanların önüne geçeceği için, toplumun yaşamasına sebep
ve yaşama hakkına garanti olur. Bu faydalar ise, haklı bir kısas şeklinde
olmayan saldırgan öldürmelerde ve affın mecburiyeti takdirinde mevcud değildir.
İşte
kısasın meşruluğu, bu kadar önemli bir yaşama sebebi olduğu gibi, bu "Kısasta
büyük bir hayat vardır." vecizesi de belağatın en yüksek derecesine ulaşmış,
özlü bir îcâz ve îcâz kanunudur. Bunun, büyük bir mânâ topluluğunu, son derece
özlü bir şekilde ifade edivermiş olduğunda Arab edebiyatçıları ve Beyan ilmi
âlimleri ittifak etmişlerdir. Çünkü bundan önce Araplar'ın bu konuda bazı
vecizeleri vardı. Bunlardan bazıları şunlardır:
a)
"Bir kısım insanları öldürmek, toplumu diriltmektir." Yine:
b)
"Öldürmeyi çok yapınız ki, öldürme azalsın." derlerdi. Bu gibi vecizeler
arasında en güzel saydıkları da şu idi:
c)
"Öldürme, öldürmeyi yok eder. Yani öldürmeyi en çok ortadan kaldıran
şey, yine öldürmedir."
Halbuki
"Kısasta büyük bir hayat vardır." prensibinin bundan da birçok yönlerden
daha fasih (fesâhatli) ve daha beliğ (belağatlı) olduğu açık ve üzerinde ittifak
edilmiş bir husustur. Şöyle ki:
1-
Önce, hepsinden daha kısa ve özlüdür.
2-
Tekrardan uzaktır.
3-
Bunda Bedî' ilminde "tıbak" denen tezat sanatı, "kısas"
ve "hayat" kelimeleriyle en güzel ve makul bir tarzda tatbik edilmiş
olduğu halde, diğerleri görünürde makul olmayan, imkansız bir çelişki suretindedir.
Öldürmenin
yokluğu, öldürmeye; öldürmenin çokluğunun, öldürmenin azlığına sebep gösterilmesi,
görünüş itibariyle, bir şeyi kendi yokluğuna sebep göstermek demektir. Bunda
ise bazı zevklere göre bir şiir havası olsa bile hiçbir hikmet yoktur.
4-
Kısas, öldürmeden bir yönüyle daha genel, diğer yönüyle daha özeldir. Geneldir;
çünkü yaralamaları da içine almaktadır. Özeldir; çünkü her öldürmede kısas
yapılmaz ve öldürmelerin her çeşidi, öldürmeye engel olmaz. Bilakis saldırı
şeklindeki öldürmeler, fitneyi şiddetlendirerek karışıklığa sebep olur.
O
halde "öldürme" kelimesi, ahd lâmı ile öldürmenin bir çeşidine yani
kısasa tahsis edilmedikçe vecize sahih olmaz. Böyle olunca da kısasın yaralar
kısmı haric kalır. Bu bakımdan "Kısasta büyük bir hayat vardır."
ifadesi, bu açıdan üç yönden daha beliğdir. Çünkü her yönüyle sahihtir, açıktır,
daha kapsamlıdır.
5-
Yokluk, menfi bir gayedir. Hayat ise istenen müsbet bir gayedir. Öldürme işinin
yokluğu, hayatın varlığını içine aldığından, tabii ki arzu edilir. Bundan
dolayı âyet, asıl maksat olan müsbet gayeye delalet ettiği ve dikkati ona
çevirdiği için pek yüksektir.
6-
"hayat" kelimesi nekire (belirsiz isim) olarak ifade edilmiş bulunduğu
için "tenvin-i tazim" ile hayatın bir nevi büyüğüne, yani kamu hayatına,
ahiret hayatına ve hayat hakkının büyüklüğüne işareti kapsamaktadır. Diğerleri
ise pek ilmî olan bu hukukî ve dinî sırdan mahrumdur.
İşte
bunlar gibi daha birçok yönden bu Kur'ân vecizesinin, diğerlerine üstünlüğü,
bu kadar geniş mânâsıyla i'câz haddindeki özlü ifadesiyle, Arap edebiyatçılarını
büyüleyen sebeplerden biri olmuştur. Kısasın meşru oluşunun güzellikleri de
Allah tarafından bu prensiple beyan buyurulmuştur.
İşte
böyle içine almış olduğu hayatî güzellikler ve maksatlar itibariyle çok önemli
olan kısas, size farz kılınmıştır ki, korunabilesiniz, öldürmeden, kısası
ihmal veya kötüye kullanmadan sakınıp, hayatınızı ve yaşama hakkınızı muhafaza
edebilesiniz. Bu hayatta kötülükten sakınmakla ahiret hayatında kurtuluşa
kavuşasınız.
Şimdi
öldürme hükümleri münasebetiyle mutlaka herkesin başına gelmesi takdir edilmiş
bulunan ölüm zamanındaki dinî vazifelerden olmak üzere şunu da biliniz ki:
Meâl-i
Şerifi
180-
Birinize ölüm geldiği vakit, bir hayır (bir mal) bırakacaksa, babası, anası
ve en yakın akrabası için meşru bir surette vasiyet etmek, Allah'tan korkan
kimseler üzerine yerine getirilmesi vacib bir hak olarak size farz kılındı.
181-
Şimdi her kim, bunu duyduktan sonra onu değiştirirse, her halde vebali, sırf
o değiştirenlerin boynunadır. Şüphe yok ki Allah, her şeyi işitir ve bilir.
182-
Her kim de vasiyet edenin, bir hata işlemesinden veya bir günaha girmesinden
endişe eder de tarafların arasını düzeltirse, ona bir vebal yoktur. Şüphesiz
ki, Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir.
180-Ey
müminler! Herhangi birinize ölüm geldiği, yani yaklaşıp, işaretlerini gösterdiği
zamanda, ölüm hastalığı anında, eğer bir hayır bırakırsa; ölümünden sonra
mal bırakacak, hatta çok bir mal bırakacak olursa, anası, babası ve yakın
akrabası için meşru bir şekilde, yani aşırılıktan, ihmalden ve ürküp kırılmayı
gerektirecek haksızlıktan uzak, adaletli bir şekilde vasiyet yapmak, üzerinize
yazıldı. Bunun uygulanması ve yerine getirilmesi, müttakiler üzerine bir hak
olarak vacib oldu.
VASİYYET:
Sözlükte, masdar yani vasiyet etmek ve tavsiye mânâsına bir isimdir. Sonra
"vasiyet edilen şey" mânâsına isim olmuştur. Arapçada "îsâ"
ve tavsiye" sözlük itibariyle bir kimsenin hayatı veya ölümü ile ortadan
kaybolması halinde, diğerlerinden, bir şey yapmasını istemektir ki, Türkçe'de
buna ısmarlamak denir.
Dinî
bakımdan, îsâ, "filan için" gibi (Lâm) ile veya "filan'a"
gibi (ilâ) ile kullanılmasına göre iki mânâya gelir. "Lâm" ile kullanıldığında,
öldükten sonra malına başkasını mâlik kılmak, "ilâ" ile kullanıldığında
da "öldükten sonra malında ve çocuklarının menfaatleri hususunda tasarruf
yetkisini başkasına havale etmek" mânâsınadır.
Bu
âyette ise "lâm" ile kullanılmış olduğundan birinci mânâyadır. Sonra
bu âyetteki "hayır" kelimesinin, mal mânâsına olduğunda ittifak
edilmiştir. Çünkü sözlükte hayır; "faydalanılan herhangi bir şey"
demektir. Mal da böyledir. Kur'ân'da: "Musa; ey Rabbim! Ben gerçekten
senin bana indirdiğin hayra muhtacım dedi." (Kasas, 28/24) âyet-i kerimesinde
olduğu gibi hayrın özellikle malda kullanımı da vardır. Burada da böyle olduğunda
rivayetler birleşmiştir.
Ancak
burada "hayır" denen mal, azı da çoğu da içine alan mutlak mal mıdır,
yoksa çok mal mıdır? bunda ihtilaf edilmiştir. Zührî'den rivayet edildiği
üzere mutlak maldır, diyenler çoktur. Fakat Hz. Ali'den rivayet ediliyor ki,
o bir gün azatlı bir kölesinin ölüm hastalığında yanına gitmişti. Altı yüz
veya yedi yüz dirhem malı varmış. "Vasiyet etmeyeyim mi?" diye sormuş.
Hz. Ali: "Hayır, Allah Teâlâ: "Eğer bir hayır bırakırsa" buyurmuştur.
Senin ise çok malın yoktur." demiştir. Yine böyle Hz. Ali'den rivayet
edilmiştir ki: "Dört bin dirhem ve daha azı nafakadır." demiştir.
İbnü Abbas hazretleri de : "Sekiz yüz dirhemde vasiyet yoktur."
demiştir. Hz. Aişe (r.anha) de, vasiyet etmek isteyen, fakat çocuğu var, malı
da az diye ailesi tarafından engellenen bir kadın hakkında "Kaç çocuğu
ve ne kadar malı var?" diye sormuş. "Dört çocuğu ve üç bin dirhem
malı var." demişler. Bunun üzerine: "Bu malda fazlalık yok."
demiştir ki bunlar hayrın, çok mal mânâsına olduğuna delalet etmektedirler.
Gerçekten
böyle olmasaydı "eğer bir hayır bırakırsa" şartı pek faydalı olmazdı.
Çünkü bir ekmek veya avret yerlerini örtecek bir bez parçası olsun, az bir
mal bırakmadan çırılçıplak ölen insan, yok denecek kadar azdır.
Böyle
hayır, maruf gibi takdire, görüşe ve ictihada dayalı olan bazı şartlardan
dolayı bu vasiyetin vacib değil, mendub olduğu görüşünde olanlar bulunmuş
ise de doğru değildir. Çünkü kelimelerinden her biri vacibe delalet eder.
Bu bakımdan mal sahiplerinin, ana, baba ve yakınlarına meşru bir şekilde ve
uygun bir tarzda mal vasiyeti yapması, dinî bir farz olarak meşru kılınmıştı.
Bu
vacibliğin sebep ve hikmeti ise doğum ve yakınlık, daha doğrusu akrabalık
hakkı ve akrabalık topluluğunun kuvvet ve derecesine göre bozulmaktan korunması
olduğu da "lâm"ın mânâsından anlaşılmaktadır. Ancak bu hakkın meşru
şekilde tayini, miktarı, vefat edecek kimsenin görüşüne ve vasiyetine bırakılmıştı.
Sonra
Nisâ Sûresinde gelecek olan miras âyetleriyle Cenab-ı Allah, bu hakkın miktarlarını
bizzat tayin etmiş ve kullarını son nefeste buna ait görüş ve vasiyet mecburiyetinden
ve sorumluluğundan, akrabalar arasında bu yüzden çıkması düşünülen kırgınlık
tehlikesinden kurtarmıştır.
Böylece
burada vacibliği te'kitli bir şekilde gösterilen akrabalık ve ana baba hakkı,
daha fazla takviye edilmiş, fakat varis olacak akraba hakkında vasiyet neshedilmiş
(kaldırılmış)tir. Bunun için Peygamber (s.a.v.) Efendimiz, veda haccı senesindeki
hutbesinde: "Muhakkak biliniz ki, Allah Teâlâ, her hak sahibine hakkını
verdi. Bundan sonra varise vasiyet yoktur." buyurmuştur. Bu hadis-i şerif
ümmette meşhur ve müstefîz olduğundan dolayı mütevatir hükmündedir. Ümmet
bunu ittifakla kabul edip alarak kendisiyle amel etmiştir.
Yine
Peygamber (s.a.v.) Efendimiz: "Diğer varisler icazet (izin) vermedikçe
hiçbir varis için vasiyet caiz olmaz."(2) buyurmuştur. "Ahkâmu'l-Kur'an"da
açıklandığı üzere bu hadisi de sahabeden bir cemaat rivayet etmiştir. Bu bakımdan
varise vasiyet, miras âyetlerinin işareti veya bu hadislerin ibaresiyle kaldırılmıştır.
Acaba
varis olmayan diğer akrabalar hakkında vasiyet görevi şimdi yürürlükte değil
midir? Yani bu âyetteki vasiyetin vacib oluşu tamamen mi neshedilmiştir, yoksa
kısmen mi? Ancak bu noktada selef âlimlerinin ihtilafı vardır. Müfessirlerin
çoğuna ve muteber fakihlere göre yürürlükte değildir. Nesih geneldir. Seleften
bazı müfessirlere ve fakihlere göre ise vasiyetin vacib oluşu, varis olan
akraba hakkında neshedilmiş, varis olmayan akraba hakkında yürürlüktedir.
Nesih, tamamen değil, kısmidir. Hasan-ı Basrî, Mesrûk, Tavûs, Dahhâk, Müslim
b. Yesâr, Alâ b. Ziyad bu görüştedirler. İbnü Abbas'tan da biri çoğunlukla,
biri azlıkla beraber olduğuna dair iki rivayet vardır.
Hatta
meşhur tefsir bilgini Dahhâk demiştir ki: "Akrabasına vasiyet etmeden
vefat eden kimse, amelini günahla tamamlamış olur."
Tâvûs
da: "Bir kimse akrabasını bırakıp da yabancılara vasiyet ederse, yabancılardan
alınır, akrabasına iade edilir." demiştir.
Bunların
iki delili vardır:
1-
Bu âyet, genel olarak akrabaya vasiyetin vacib olduğuna delalet etmektedir.
Varis olan akraba hakkında miras âyetleri veya "Varis için vasiyet yoktur."
hadisi veya icmâ ile bu vacibin yerine getirilmesi terk edilmiş ise de, varis
olmayan akraba hakkında bu hükmün neshedildiğine dair bir delil yoktur. Bu
bakımdan "akrabalar" şeklindeki umumî lafız altında varis olmayan
akrabaya vasiyet görevi kaldırılmamış olup, bakîdir.
2-
Bir hadis-i Nebevîde: "Malı bulunan bir müslümanın vasiyeti yazılmış
olarak yanında bulunmadıkça, bir iki gece yatması caiz değildir." buyurulmuştur.
Yabancılara vasiyetin vacib olmadığı hususunda icma bulunduğundan bu vacib
vasiyetin, akrabaya mahsus olması lazım gelir. Bu vasiyetin vacib oluşunda
sünnet Kur'ân'ı desteklemektedir, demişler.
Çoğunluğun
ileri sürdükleri delillere gelince, bu da çeşitlidir:
1-
Burada: "Ana baba ve yakın akrabalar" buyurulduğu gibi, miras âyetlerinin
başında da: "Ana ve baba ile yakın akrabanın bıraktıklarından erkeklere
bir pay vardır. Yine kadınlara da ana ve baba ile yakın akrabanın bıraktıklarından
bir pay vardır. Bu, azından da çoğundan da farz kılınmış birer hissedir."
(Nisâ, 4/7) buyurulmuştur. "Ana ve baba ile yakın akrabalar" ünvanı,
her ikisinde de eşittir. Bunların, az veya çok, bırakılan maldan birer farz
nasibleri bulunduğu, önce özlü bir şekilde gösterilmiş, sonra genişçe açıklanarak,
tayin edilmiştir. Bundan dolayı, vasiyetin vacib olduğuna dair bulunan âyetin
konusu olan ana ve baba ile akrabalar, aynı anlam ve kapsamı ile zikredilmiştir.
Farz ve farîza fazlalık ve eksiklik kabul etmeyeceğinden hak, vasiyetten mirasa
çevrilmiştir ki bu, tam bir neshi ifade etmektedir. Sonra da mirasla ilgili
açıklamalar, bunu açıklamaktadır.
2-
Vasiyet gerektiren akrabalık hakkını, miras âyetleri tayin etmiştir. Bununla,
mirasta dahil olmayan uzak akrabanın, hak sahibi olmadığı da ortaya çıkmıştır.
O halde bu vasiyetin vacibliği ile ilgili âyet varislerden başkasını içine
almıyor ki, varise vasiyet etmenin neshinden sonra bâki kalsın. Diğer bir
deyimle: "akrabalar" kelimesi, ismi tafdil olup, izafî bir mânâ
ifade ederek, en yakın akrabayı gösterir. Miras da bunlar hakkındadır. Bu
bakımdan uzak akrabanın esasen vasiyetin vacib oluşuna dahil bulunduğu kabul
edilmiş değildir ki, kısmî neshe bir yol kalsın.
3-
"Akrabîn" kelimesi, akraba demek olduğuna göre miras âyetlerinde
"Bu hükümler, yaptığı vasiyyetten veya borcundan sonradır." (Nisâ,
4/11) buyurulmuştur. Bu "vasiyet" kelimesi "nekire" belirsiz
olduğundan dolayı bundan maksat, burada vacib olan "vasiyyettir"
denemez. Bu bakımdan şer'an vasiyet bulunmayabilir. Bir vasiyet bulunmadığı
takdirde bırakılan bütün mal, varislerin meşru hakkı olacaktır. İşaret ise,
işaret yoluyla, diğerlerinin bir hakkı bulunmadığını, dolayısıyle bunlar hakkında
da vasiyetin vacib olmadığını kaçınılmaz bir şekilde ifade eder.
Bunu
Fahreddin Razî, kıyas olmak üzere nakletmiş ise de, bu bir kıyas değil, nassın
işaretidir. Nassın işareti ise neshi ifade eder. Bu görüş, hepsinden daha
uygundur deniyor. O halde varis olmayan akrabaya vasiyet, yabancılara vasiyet
hükümlerine tabi olarak caiz ve malın üçte biri için geçerli olur. Fakat vacib
olmaz.
4-
Zikredilen hadis-i şerif de bu âyet gibi miras hükümlerinden önce varid olmuştur,
vacibliği neshedilmiştir. bununla beraber, bu ihtilaftan şu sonuca ulaşırız
ki, varis olmayan akrabaya vasiyet, en azından mendubdur.
Tefsirciler
arasında yalnız Ebu Müslim Isfahanî icmaa muhalefet ederek, bu âyetteki vasiyetin
vacibliği hükmünün neshedilmediği görüşüne sahip olmuş ve demiştir ki: Bu
âyet, miras âyetlerine kesinlikle muhalif değildir:
a)
Bu âyetin mânâsı, başka değil, ana ve baba ile akrabalar hakkında "Allah
size çocuklarınız hakkında miras taksimini şöyle emrediyor." (Nisa, 4/11)
âyetindeki ilâhî vasiyet olan mirastır. Yazılan budur. Yahut da ana ve baba
ile akrabaya ilâhî bir vasiyet olan miras hisselerinin tam ve eksiksiz olarak
verilmesi, yani terikeden mal kaçırılmaması hususunu vasiyet etmesi, ölmek
üzere olan kimseye farz kılınmış demek olur.
b)
Miras ile vasiyetin birleştirilmesinde bir çelişki yoktur. Miras, Allah'ın
ihsanı, vasiyet de ölmek üzere bulunan kimsenin ihsanı olur. Varis de iki
âyet hükmünce bunların ikisini de alabilir.
c)
Çelişki bulunduğu farz edildiği takdirde miras âyetini bunun neshedicisi değil,
tahsis edicisi yapmak mümkündür. Çünkü bu âyet, akrabaya vasiyeti vacib kılıyor.
Sonra miras âyeti, varis olan akrabayı çıkarır, varis olmayan akraba da bu
âyetin hükmü altında kalır.
Çünkü
ana ve babanın mirasçısı olanlar bulunduğu gibi din değişikliği, kölelik,
öldürme gibi verasete engel olan sebepler dolayısıyla varis olamayanlar da
bulunabilir. Akrabanın da farz hisse sahibi oldukları halde bu engelleyici
sebeplerden dolayı varis olmayanları bulunabileceği gibi, bazı durumlarda
sabit ve bazı durumlarda kendisinden önce ve daha ileri olan birisi bulunduğu
zaman sakıt olanları yine aynı şekilde zevi'l-erham gibi farz hisseden mutlak
olarak sakıt olanları da vardır. Bunun için, bunlardan varis olanlara vasiyet
caiz olmasa da varis olmayanlara, yakınlara bir ilgi gösterilmesi için vasiyet
vacib olur.
Aslında
Allah Teâlâ: "Adına birbirinizden dilek dilediğiniz Allah'tan ve akrabalık
bağlarını kesmekten sakınınız." (Nisa, 4/1) ve "Şüphesiz ki Allah
size adaleti, ihsanı ve akrabaya vermeyi emrediyor." (Nahl, 16/90) âyet-i
kerimeleriyle bunu te'kit de etmiştir.
İşte
Ebu Müslim mezhebinin görüşü budur. Bu üç şekilde neshi inkâr etmiştir. Görülüyor
ki bu zat en sonunda kısmen neshedildiği görüşünde olan ekalliyet mezhebini
(azınlığın görüşünü) savunmuş, fakat buna nesih demeyip, "tahsis"
deyimini kullanmıştır. Halbuki tahsis, tarih itibariyle birbirine yakın, yahut
da tarihleri bilinmediğinden birbirine yakın olduğu kabul edilen iki delil
arasında düşünülür. Miras âyetlerinin inişinin ise bu âyetten daha sonra olduğu
ittifakla bilinmektedir. Bu durumda ise tahsis değil, kararlaştırılmış olan
bir hükmün kısmen neshi gerçekleşmiş olur ki, bu ekalliyet mezhebidir.
İkinci
görüşünde "Mirasın sabit oluşu ile vasiyetin sabit oluşu arasında çelişki
yoktur, birleştirilmeleri mümkündür." demesi de mutlak olarak doğru değildir.
Miras hakkında "Farz kılınmış hisse" (Nisa, 4/7) ve "farz"
(Nisa, 4/11) buyurulmuş olması, eksiklik ve fazlalığı kesinlikle engellediğinden
yalnız mirasın vacib oluşu, vasiyetin vacib oluşuna aykırıdır. Bunun için
"Varis için vasiyet yoktur." buyurulmuştur. Diğer varislerin izin
vermesi şartına bağlı olan, ikisini birleştirmenin caiz oluşu ise, mutlak
anlamdaki aykırılığa engel değildir. Bunun için kendisi de bunu farzetmeye
lüzum görmüştür.
Birinci
görüşüne gelince bu da, bu âyetin, miras âyetlerinden başka hükmü ve mânâsı
yoktur, demektir. Böyle demek ise, bu âyeti nesihten kurtararak amel ettirmek
değil, ihmal etmektir. Çünkü münakaşa konusu olan hüküm ve mânânın tamamen
neshedildiğini itirafa eşittir. Bu sebeplerden dolayıdır ki, Ebu Müslim, nihayet
akalliyet mezhebine dönmeye mecbur olmuş, ancak buna "nesih" demeyip,
-haksız yere- "tahsis" demiştir.
Ebu
Müslim'i buna sevkeden asıl sebep "Biz, herhangi bir âyetten neyi neshedersek..."
(Bakara, 2/106) âyetinde sabit olan neshi siyak (sözün gelişi) karinesiyle
geçmiş kitaplara ve şeriatlara tahsis ederek, Kur'ân'da hükmü mensuh (kaldırılmış)
âyet bulunmadığını bir genel kaide halinde iddia etmiş olmasıdır ki, zamanımızda
Mısır yazarlarından bazısının buna uymak istediğini gördüğümüzden yukarda
bunun, nassın zahirini inkâr demek olduğunu kaydetmiştik. Böyle bir fikir,
usûl ilminde açıklanan nass ile zâhiri ayırd edememekten kaynaklanan bir taassub
olur.
"Biz
herhangi bir âyetten neyi neshedersek..." nazmı, ifadesinde zahir, kendisi
için sevk edildiği konuda nasstır. Nassın gelişi, zahirini tahsis edip kayıtlamaz.
Bunu söylemek, Kur'ân'da neshi inkâr etmek için, "Biz herhangi bir âyetten
neyi neshedersek..." âyetinin ifadesinde sebepsiz bir neshin olduğunu
söylemektir ki, bu da taassub sebebiyle düşünülmüş bir çelişkiden başka bir
şey değildir.
Tefsir
bilginlerinden ve Hanefî fakihlerinin büyüklerinden Cessas Ebu Bekr Râzî hazretleri,
"Ahkâmü'l-Kur'ân" tefsirinde bu zat hakkında der ki: "Fıkıh
ehli olmayan müteahhirinden bazısı şöyle bir zanda bulunmuştur ki; Peygamberimiz
Muhammed Mustafa (s.a.v.) şeriatinde nesih yoktur. Burada nesih adıyle zikr
edilenlerin hepsinden maksat, cumartesi gününü kutsal saymak, doğuya ve batıya
doğru namaz kılmak gibi geçmiş peygamberlerin şeriatlarının neshidir. Çünkü
Peygamberimiz, peygamberlerin sonuncusudur. Şeriatı da kıyamete kadar bâkîdir,
demiştir. Bu zanda bulunan bu adam belağattan ve lügat ilminin çoğundan nasib
almış olmakla beraber, bunun fıkıh ve fıkıh usulü ilminden bir nasibi yoktu.
Bununla beraber itikadı sağlamdı. Durumu açık olmamakla birlikte, kötü zanla
da itham edilmemişti. Fakat ortaya böyle bir söz atmasında isabetli olmamış,
ilâhî yardımdan uzak kalmıştır.
Böyle
bir söz, bundan önce kimse tarafından söylenmemiş, bilakis ümmetin selefi
ve halefi, Allah'ın din ve şeriatında birçok hükümlerin neshine akıl erdirmiş,
bize nakletmiş ve bu konuda şüpheye düşmemiş, neshin te'vilini (yorumunu)
caiz de görmemişlerdir.
Kur'ân'da,
âm, hâs, muhkem ve müteşabih bulunduğunu nasıl şüpheden uzak olarak kesinlikle
bilmiş, anlamış, bellemişlerse neshi de tıpkı böyle anlamış bellemişlerdir.
Bundan dolayı Kur'ân'da neshin varlığını reddeden, tıpkı Kur'ân'ın âm ve hâssını,
muhkem ve müteşabihini reddeden gibi olmuştur. Çünkü hepsinin gelişi ve nakli
aynı tarzdadır.
Bu
adam ise mensûh ve nâsih âyetlerde ve bunların hükümlerinde ümmetin, üzerinde
ittifak ettiği görüşlerinden hariç birtakım şeyler irtikab etmiş ve bununla
beraber ileri sürdüğü mânâlarda zorlamaya düşmüş, tatsız tuzsuz bir şeyler
yapmıştır. Onu, buna sevkeden neydi bilmiyorum? Ancak çoğunlukla zannım şudur
ki, bu adam bunu -ilmin şartlarından olan tarihî cereyanına bu konudaki âlimlerin
nakillerine dair bilgisinin azlığından ve selefin söylediği, ümmetin naklettiği
asıl malumatı bilmeksizin hemen görüşünü kullanıvermesinden dolayı yapmıştır.
Böylece "Kur'an hakkında sadece kendi görüşüyle söz söyleyen, isabet
de etse hata etmiş olur." hadis-i Nebevisinin mânâsı altına girmiştir.
Allah mağfiret eylesin. Neshin şekilleri hakkındaki tafsilat içinde fıkıh
usûlündeki kitabımıza müracaat oluna..."
Genel
olarak fıkıh usûlü kitaplarında ve tefsirlerde görüldüğü üzere önceden ve
sonradan İslâm âlimleri içinde bu şekilde neshi inkâr eden, Ebu Müslim Isfahanî'den
başka bir kimse yoktur. Bunun görüşüne göre de mirası hesaba katmadan yalnız
bu âyetle amel etmeye imkan yoktur.
Kısaca,
İslâm'ın başlangıcında bu âyet gereğince ya miras hiç yoktu da, evlad da dahil
olmak üzere ana ve baba ile akrabaya meşru bir şekilde vasiyet farz kılınmıştı,
yahut miras yalnız evlada mahsustu. Evlattan başka ana ve baba ile akrabaya
meşru bir şekilde vasiyet farz kılınmıştı ki, bu durumda ana ve baba gibi
evlad da akraba kavramına dahil değildir, örf de böyledir.
Yukarıda
Hz. Ali ve Hz. Aişe'den rivayet edilen sözler de bunu kuvvetlendirmektedir.
Herhalde evlad ile varis olmayan uzak akrabanın, "akraba" genel
kavramına dahil oluşları, kesin değil, şüphelidir veya zanna dayanmaktadır.
Miras âyetleri gereğince verasetin, evlattan başkasına da şamil kılınmasıyle,
bu âyette kesin olan vasiyetin vacibliği neshedilmiş ve bununla beraber akrabalık
hakkı daha fazla kuvvetlendirilmiştir. Bu âyette tamamen neshedildiği açıklanan
hüküm de yalnız bir yönden malî vasiyetin vacib oluşuna ait bulunan ve âyetin
ibaresiyle sabit olan hükümdür. Diğer işaretleri ve delaletleri ile usûl kaideleri
içerisinde amel edilebilir. "hayır" kelimesi, sonradan "mal"
ile tefsir edilmiş olmakla beraber işaret veya delaletiyle daha geniştir.
Dinde kul hakkı ve Allah hakkı ile ilgili borçlar ve emanetler ile diğer hakların
kazasına dair bazı vasiyetlerin vacib olduğu durumlar ve şahıslar da vardır.
Bu bakımdan, bu âyet, mutlak olarak vasiyetler hakkında bazı fıkhî hükümlerin
çıkarılmasına da kaynak olmuştur.
Bilinmektedir
ki vasiyet bir iş, yapılan bir vasiyeti yerine getirip yürütmek, diğer bir
iştir. Aslı gerek vacib ve gerekse mendub veya mübah olsun, belli bir şekilde
yapılmış olan meşru bir vasiyetin yerine getirilmesi, vasiyet edenden başka
diğer ilgililer için bir borç teşkil eder. "gereğince korkanlar üzerine
icrası vacib bir hak olarak" ifadesiyle buna işaret de edilmiştir.
181-
Bu itibarla gerek vacib olsun, gerek olmasın bilinen bir şekilde meşru bir
vasiyet yapıldıktan sonra onu değil iptale, değiştirmeye bile kimsenin yetkisi
yoktur. Bundan dolayı vasiyet edilenlerden veya şahitlerden, yahut da hakimlerden
ve diğer kimselerden her kim onu, o meşru vasiyeti bizzat işittikten veya
işitmiş gibi bildikten sonra değiştirir ve başkalaştırırsa, o değiştirmenin
günahı ve vebali ancak, onu değiştirenlerin boynunadır. Bunlar, Allah'ın hükmüne
karşı gelmiş olurlar. şüphesiz ki Allah her şeyi işitir ve bilir. O vasiyeti
de işitmiştir. Onu değiştirenleri ve bunların gizli veya açık sözlerini, fiillerini
bilir. Ona göre her birinin layık olduğu cezasını verir.
Vasiyeti
değiştirenler hakkında böyle belağatlı bir ilâhî uyarı vardır. Şu halde şahit
bulunmasa bile vasiyet edilen zatın bizzat vasiyet edenden işittiği meşru
vasiyeti, hükümsüz olarak yerine getirmesi caizdir. Seçilip vasiyet edilen
kişinin özel veliliği, hakimin genel veliliğinden daha kuvvetlidir. Vasiyet
edilen kişinin, ölenden işittiği diğer hususlarda da hüküm böyledir. Mesela
ölen bir kimse vasisi yanında, muayyen bir şahsa borcu olduğunu ikrar etmiş
olsa, o vasinin, imkan bulunca bu borcu varisin, hakimin ve diğerlerinin bilgisi
ve icazeti olmaksızın ödemeye yetkisi vardır. Dinî bakımdan ise bu, ona bir
vazife olur. Çünkü imkan varken vasiyeti terk etmesi, işittikten sonra değiştirmek
demektir. Bununla beraber delil yoksa böyle yapmak, vasi için sonradan kazaen
(hüküm bakımından) kefalet zararını gerektirebilir. Varisler, bundan haberdar
olur, ölenin böyle bir vasiyet ve ikrarını inkâr ederlerse, vasînin yalnızca
bilgisi isbata kafi gelmez de talepleri üzerine ikrariyle bağlanıp ödemeye
mahkum edilir.
182-Bu
gibi incelikler dolayısıyle vasî olmak, dinî açıdan önemli ve zor bir iştir.
İşte birinci âyetteki vasiyetin vacib oluşu neshedilmiş olmakla beraber, bu
âyette nesih yoktur. Yerine getirilmesinin vacib oluşu bâkîdir. Fakat bu da
meşrû olan vasiyetler hakkındadır. Bu bakımdan meşru olmayan ve iyiliği değil,
zulmü içine almış bulunan vasiyetlerin yerine getirilmesi vacib değildir.
O halde: Âsım'dan Şu'be, Hamza, Kisâî, Yakub ve Halefi Âşir kırâetlerinde
"vav"ın fethası ve "sad"ın şeddesi ile "müvassın"
okunmuştur. Her kim, yani herhangi bir veli veya vasî, vasiyet eden birinin
hata ile veya bile bile haktan saptığını, adalet ve iyilikten ayrıldığını
bilir, mesela vasiyetin vacib oluşunun neshedilmesinden önce yakın akrabasını
bırakıp uzaklarına veya akrabasını bırakıp yabancılara vermek ve nesihten
sonra, varis olan akrabasından bazısına mirasından fazla bir vasiyet yapmak
veya varisten mal kaçırmak gibi hakka uymayan bir vasiyet yapıldığına veya
yapılacağına vakıf olur, kısaca bir kötülükten korkar da, ilgililerin aralarını
düzeltir, zulmü, adalete çevirmekle aradaki kötülüğü kaldırırsa, böyle bir
değiştirmede, onun üzerine günah ve vebal yoktur. İbnü Abbas hazretlerinden
"Vasiyette zarar vermek, büyük günahlardandır." Mevkuf hadisi ve
arkasından da "Bunlar, Allah'ın sınırlarıdır, onları aşmayın." (Bakara,
2/229) âyetinin kırâeti rivayet edilmiştir.
Aynı
şekilde Ebu Hüreyre'den bir nebevî hadiste: diye rivayet edilmiştir ki anlamı:
"Bir adam yetmiş sene cennet ehli ameli yapar, sonra vasiyet ettiği zaman
vasiyetinde haksızlık eder de kötü ameli ile ölür ve bu sebeple ateşe girer.
Bir adam da yetmiş sene cehennem ehli ameli yapar, sonra vasiyetinde adalet
icra eder de iyi ameliyle ölür ve böylece cennete girer." demektir.
Yine
aynı şekilde "Bu hisseler, zarar verici olmamak üzere yapılan bir vasiyetten
veya borçtan sonra verilir." (Nisa, 4/12) âyetinde de zarar verircesine
yapılan vasiyet muteber tutulmamıştır. Bu bakımdan bunu değiştirmede de günah
yoktur. Çünkü Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir.
Böyle
güzel bir maksatla vasiyeti değiştirerek, ilgililerin arasını düzelten kimsenin,
bu değiştirmeden kaynaklanacak günahını Allah bağışlar. Belki de sevab verir.
Önceki değiştirme ise böyle değildir.
Görülüyor
ki, Cenab-ı Allah, o kimse bu vasiyeti hakka çevirmekle ilgililerin arasını
düzeltsin diye emretmiyor veya "sevabdır" demiyor da, "böyle
yaparsa günah yoktur" buyuruyor. Çünkü değiştirme işi esasen sevab cinsinden
olmadığı, bir de düzeltme maksadı, görüş ve kuvvetli bir zan üzere yapılabileceği
için, ancak bir ruhsat olarak meşru kılınmıştır. Demek ki başarılı olmadığı
takdirde böyle bir müdahale bile tehlikelidir.
İşte
vasiyeti yerine getirmek bu kadar önemli ve iyi bir maksatla da olsa değiştirilmesi,
tehlikeden uzak değildir. Bu iki âyette hiç nesih yoktur.
Şunu
da hatırlatalım ki vakıflar, ölümden sonraya kaldıkları için bir vasiyet mânâsı
taşımaktadırlar. Hatta İmam-ı Azam, vakfı ancak vasiyetin bir bölümü saymıştır.
Bunun için "her kim onu değiştirirse..." âyetinin uyarısı, lazımı
(gereği) olan vakıfları da içerir. Bu sebeple vakfiyelerde bu âyetin işlenmesi
adet haline gelmiştir. Vakıfların değiştirilmesi ve vakıfların şartları meseleleri
de "her kim bir kötülükten korkarsa..." âyetine bağlıdır. Caiz olanların
sevab olarak değil, nihayet bir ruhsat olarak yapılabileceği unutulmamalıdır.
Şimdi
bu gibi şer'î hükümlere, Allah'ın emir ve yasaklarına güzelce riayet edebilmek,
iyi bir nefis terbiyesine bağlıdır. Bu ise, insanda sabır ve nefs-i emmareyi
zabt ile Allah'ın emirlerine boyun eğme melekesini meydana getirecek etkili
bir ibadete, bedenî ve ruhî bir riyazata ihtiyaç gösterir.
İşte
Cenab-ı Allah da "yiyiniz ve şükrediniz" emirleriyle başlayan şer'î
hükümlerini hayattan ölüme kadar özlü bir şekilde beyan ederken, tam bu noktada
müminlere yeni bir ruhî hayatı üfleyecek olan orucu farz kılarak buyuruyor
ki:
Meâl-i
Şerifi
183-
Ey iman edenler! Oruç, sizden öncekilere farz kılındığı gibi size de farz
kılındı. Umulur ki korunursunuz.
184-
(Size farz kılınan oruç), sayılı günlerdedir. İçinizden hasta olan veya yolculukta
bulunan ise, diğer günlerde, tutamadığı günler sayısınca tutar. Ona dayanıp
kalacaklar üzerine de bir yoksulu doyuracak kadar fidye gerekir. Her kim de
hayrına fidyeyi artırırsa, hakkında daha hayırlıdır. Bununla beraber, eğer
bilirseniz, oruç tutmanız sizin için daha hayırlıdır.
183-Oruç,
dinin en büyük rükün (esas)lerinden ve güçlü şeriatın en kuvvetli kanunlarındandır.
Nefs-i emmare, bu cihadla terbiye edilir. Kötülüğe olan hırslar, bununla sakinleştirilir.
Oruç, bir kalb işi, bütün gün yiyecek, içecek ve cinsî münasebet gibi isteklerden
nefsi alıkoymaktan oluşan kutsal bir cihaddır. Hayatın lezzetini, iradenin
kıymetini tattıracak en güzel bir özelliktir. Fakat insan nefsine, ilâhî emirlerin
en meşakkatlisi görünür.
Bunun
için, Allah'ın hikmeti, derece derece, önce şer'î emirlerin en hafifi olan
namazın, ikinci olarak ortası olan zekatın, üçüncü olarak da en zoru olan
orucun emredilmesini gerektirmiş ve böylece mükelleflere bir alıştırma yapılmıştır.
Bunun için "Mütevazi erkeklerle mütevazi kadınlar, sadaka veren erkeklerle
sadaka veren kadınlar, oruç tutan erkeklerle oruç tutan kadınlar..."
(Ahzab, 33/35) âyetinde övgü makamında bile bu tertip gözetildiği gibi, İslâm'ın
binası hadisinde de "Kelime-i şehadet, Namaz kılmak, zekat vermek, Ramazan
orucu tutmak, Kâ'be'yi haccetmek" diye bu tertib gösterilmiştir.
Peygamberimizin
Medine'ye hicretinin ilk zamanlarında Hz. Peygamber tarafından ayda üç gün,
bir de aşûre gününde oruç tutmak, bir nafile olmak üzere emredilmişti ki,
buna ilk oruç denir. Hicretten birbuçuk yıl sonra kıblenin değişmesinden sonra
Şaban ayının onunda Ramazan orucu farz kılınmıştır.
Bazıları
bu âyetlerin ve buradaki sayılı günlerin, ilk oruc hakkında olduğu ve bunun
Ramazan âyetiyle tamamen neshedildiği görüşüne sahip olmuşlarsa da, doğrusu
bu âyetler hep Ramazan orucu hakkında inmiştir. Şöyle ki: Ey iman ile sorumlu
bulunup da iman etmiş olanlar! Ey akıllı ve büluğ çağına ermiş iman ehli!,
Sizden önceki peygamberlere ve ümmetlerine yazıldığı gibi sizin üzerinize
de oruç yazıldı, yani farz kılındı. Bundan dolayı oruc meşakkatinin sadece
size yüklendiğini zannedip de gocunmayınız. Oruç, öteden beri tatbik edilegelen
ilâhî bir kanundur. Buna insanlığın, terbiye ve düzen bakımından büyük bir
ihtiyacı ve tatbikinde hesapsız menfaati vardır.
Dilimizde
oruc demek olan "sıyâm, savm", sözlükte nefsi meylettiği şeylerden,
isterse bir söz olsun alıkoymak yani kendini tutmaktır. "Ben Rahmân'a
bir oruç adadım." (Meryem, 19/26) âyetinde bu mânâyadır. Mutlak olarak
tutmak mânâsına da gelir. "Tutulan atlar ve tutulmayan atlar" gibi.
Bu
konudaki âyetlerden ve Peygamberimizin öğrettiklerinden anlaşıldığına göre
şeriattaki mânâsı ise, nefsin en büyük istekleri olan yeme, içme ve cinsel
ilişki gibi bilinen zaruri ihtiyaçlardan, niyet ederek bütün gün kendini tutmaktır.
Tam anlamıyla tarif edilmek üzere: Ehliyetli bir insanın sabahın başlangıcından
güneşin batışına kadar karın hükmünü taşıyan, içine herhangi bir şeyi sokmaktan
ve cinsî ilişkiden, ibadet niyetiyle nefsini alıkoyması yani kendini tutmasıdır.
Buna
göre ağzına veya burnuna bir şey giderse bozmaz. Fakat dimağına ve bedenin
içine bir şey girerse bozar. Demek ki bedene şırınga ve aşağıdan lavman yapılması
da orucu bozar. Söz orucu bozmaz. Fakat nefisle cihad için susmak, zikir ve
fikirle meşgul olmak mendub ve daha uygundur.
Niyetsiz
ve yalnız geceleyin kendini tutmaya oruc denmez. Bu şekilde şer'î oruç, sözlükteki
orucdan daha özeldir. Burada geçmiş ümmetlere benzetmekten maksadın, vacib
oluşunun aslında, oruçun sıfatında veya sayısında veya vaktinde olması muhtemeldir.
Bir
rivayete göre Ramazan orucu ve aynı miktar oruç yahudilere ve hıristiyanlara
da farz kılınmıştı. Yahudiler, bunu terk etmişler ve yılda bir gün oruç tutmaya
başlamışlar ve bu günün, Firavun'un suda boğulduğu gün olduğu iddiasında bulunmuşlardır.
Oysa bunda da yanılmışlardır. Çünkü Firavun'un boğul-ması, aşûre gününde olmuştu.
Hıristiyanlara
gelince, onlar da Ramazan'da oruç tutarlarmış. Nihayet pek şiddetli bir sıcağa
tesadüf etmişler. Bunun üzerine yaz ile kış arasında mutedil, sabit bir mevsim
tayin edilmesinde âlimlerinin görüşü toplanarak orucu bahara tahsis etmişlerdir.
Bu değişikliğe keffâret olmak üzere de on gün daha ilave etmişler. Böylece
oruçları kırk güne çıkmıştır. Sonra hükümdarları hastalanmış veya aralarında
salgın ölüm olayı meydana gelmiş, bunun için de on gün daha ilave etmişler
ve orucu elli güne çıkarmışlardır. Daha sonraları, şeklinde de değişiklik
yaptılar ki, buna perhiz denir.
İşte
burada bu değişikliği dikkate almadan esas itibariyle, orucun sıfatında, veya
sayısında yahut da vaktinde olmak üzere üç noktadan biriyle benzetme yapılmış
ve bu kanunun eskiliği gösterilmiştir. Fakat bu benzetme, mücmel olduğundan
açıklamaya muhtaçtır. İlerde geleceği şekilde sırasıyla açıklanacaktır.
İşte
ey müminler! Size de oruç farz kılındı ki, korunabilesiniz. Oruç sayesinde
nefsinize ve şehvetlerinize hakim olma alışkanlığını elde ederek günahlardan,
tehlikelerden sakınıp takva mertebesine erebilesiniz.
Çünkü
oruç, şehveti kırar, nefsin heveslerini mağlub eder. Azgınlıktan, kötülükten
meneder. Dünyanın âdi lezzetlerini, makam ve yükselme davalarını küçük gösterir,
hayatın lezzetini tattırır, kalbin Allah'a bağlılığını artırır, ona bir meleklik
zevki ve saflığı bahşeder. Çünkü, "Kişi, karnı ve tenasül organı olmak
üzere iki deliği için koşar." darb-ı meseli hükmünce insanları her derde
sokan şehvetlerin esası, karın ve tenasül organı şehvetidir. İnsanın insanlığı
da bunlara hakim olmasındadır.
Oruç
ise ilk önce bu ikisini kırar, düzene koyar. Onların mecbur ettiği şeyleri,
zarurilikten kurtarıp, isteğe bağlı bir hale çevirir. Öyle ki, oruç tutmayan
insanlar, şehvetli arzularının önünde bir oyuncak gibi yuvarlanıp kıvrandıkları,
akıl ve iradelerine sahip olmayarak gelişi güzel günahlara sürüklendikleri
halde, oruç tutanlar, tersine bunlara hakim olur. Kendini zaptetmesini ve
nefsinin arzularını da ihtiyacına göre kullanmasını bilir. Bunun için Peygamber
(s.a.v.) Efendimiz, nefisleri azgın olanlar hakkında "Oruç tutsun, çünkü
orucun güzel bir tesiri vardır." buyurmuştur.
Oruç
tutmayan, sabretmesini bilmez, nefsini normal şekilde kullanma yollarını gözetmez.
Hele refah içinde yaşayanlar, hiç oruç tutmazlarsa, bütün hürriyetlerini şehevi
arzularına kaptırırlar. Şunun bunun ırzına ve malına tecavüzden kendilerini
alamazlar, haram helal seçmezler. Hatta vicdanları da istemeye istemeye, rezaletlere
atılırlar. Nihayet nefislerine de zulmederler, kendilerini akıl ve vicdanın,
din ve imanın aksine telef ederler.
"Kimi
vicdana dokundu kimi cism ü cana
Zevk
namına ne yaptımsa peşiman oldum" diyerek inlerler giderler.
Böyle
şehvet esiri olanlar, o kadar sabırsız ve o kadar aç gözlü olurlar ki, bir
gün aç kalmakla hemen ölüvereceğiz zannederler. Bu zanla da orucu zararlıymış
gibi kabul ederler. Halbuki oruç, gerek fert ve gerekse toplum açısından büyük
bir ruh terbiyesini içerdiği gibi, aynı zamanda midenin ve bedenin dinlenmesiyle
sıhhî ve tıbbî vücuda ait birtakım faydaları bulunan bir beden eğitimini de
içine almaktadır.
Oruc,
"Çaresiz sizleri biraz korku ve biraz açlıkla imtihan edeceğiz."
(Bakara, 2/155) âyetinde işaret buyurulan "biraz açlık"tan bir hissedir
ki, bu sayede uzun uzadıya ahiret açlıklarının önüne geçilecek ve büyük sabır
müjdelerine erişilecektir.
İnsanlık
tarihinde öyle zamanlar olur ki, günlerce açlığa dayanmayı alışkanlık haline
getirebilecek bir beden terbiyesinin, hayatın ayrılmaz parçalarından birisi
olduğu takdir edilir.
Bu
cümleden olarak, büyük savaş devirlerinde böyle bir melekenin gerekli olduğu
daima hissedilegelmiştir. Bu bakımdan "Oruç, ateşten koruyan bir kalkandır."
hadis-i şerifi ifade buyurulmuştur.
Orucun
bu şekilde bedene kuvvet, dayanıklılık nefsin arzularına ölçü bahşeden birtakım
ruhî ve bedenî faydaları; hayatın ve insanlığın tadını tattıran ve fakirlerin
hallerini hissettiren, sosyal ve ahlâkî yönden güzel menfaatleri bulunmakla
beraber bunların hepsi birer fayda olup, vacib (farz) oluşunun sebebi ve hikmeti
değildirler. Orucun vacib (farz) oluşunun asıl hikmeti, Allah'ın emrine boyun
eğmekle kulluk zevkini tatmak; ruhu, riyâ eserlerinden temizleyerek kuvvet
ve ihlası artırmak ve kendini bizzat Allah'ın korumasına teslim etmek için
nefisle cihad etmektir.
Nitekim
Cenâb-ı Allah, bir kudsî hadiste "Oruç, benim içindir. Onun mükafatını
ancak ben veririm." buyurmuştur. Böylece "gerek ki sakınasınız"
ifadesi, orucun hikmet ve menfaatlerini, faydalarını ve yararlarını, sebep
ve maksatlarını bütün genişliğiyle ifade eden ilâhî bir beyandır ki hepsini
maddî, manevi, din ve dünyaya ait maksatları içine alan "sakınma"
özelliğinde toplamıştır.
184-İşte
güç gibi görünecek olan oruç, bu kadar güzel bir ibadettir. Hem bu, her zaman
olmadığı gibi, çok bir müddet de değildir.
Size
farz kılınan oruç, sayılı günlerdedir. Yani senenin günlerine oranla az ve
sınırlı günlerdedir. Hem de sizin sağlığınızı bozmayacak ve gücünüzü tüketmeyecek
bir şekilde, mazeretlerinizi de gözeterek meşru kılınmıştır. Şimdi bu günlerde
sizden herhangi biriniz, oruçtan zarar görecek derecede hasta olur, yahut
bir yolculuk üzerinde bulunursa, bunların farzı, diğer günlerden, yani iyi
olduğu ve yolculuktan geldiği günlerden, aynı miktardadır. Bu şekilde hastaya
veya yolcuya eda farz değil, yemeye ruhsat vardır. Bunlar yerlerse, iyileştikten
veya ikamet ettikten sonra kaza ederler. Edanın vacib oluşu, sağlık ve ikamet
üzerine gerekli olur.
SEFER:
Esasen keşif, açmak mânâsı taşımaktadır. Bunun için "isfâr", yüzünü
açmak ve parçalamak mânâsınadır. Uzak bir yere gitmek de yolcunun her türlü
hal ve ahlâkını meydana çıkardığı için, ona da sefer denmiştir. Bu ise bir
gün, iki gün gibi az bir zamanda ortaya çıkamaz. Gerçekten âdet olarak da
yakın mesafeye sefer denmez. Ancak üç günlük yolun, şer'î bakımdan sahih sefer
olduğunda ittifak edilmiştir. Her gün için normal bir yürüyüşle altı saatlik
mesafe ölçü alınmıştır. Öyle ise bundan daha az yolculukta sefer ismi kesinlikle
sabit değildir. Kara ve deniz binitleri gibi vasıta ile gidenler için de âdet
olarak umumî ve orta halli olan vasıtaların tabiî ve normal seyri ölçüdür.
Çok
süratli ve çok yavaş olan özel vasıtalara itibar yoktur. Çünkü hüküm ve hikmet
fertte değil, cinste muteber sayılır. Bunun için karada yaya veya deve yürüyüşü,
denizde de mûtedil rüzgarla giden gemi yürüyüşü ölçü olmuştur.
Bu
sebeple sonradan tren ve vapur süratleri de çok süratli vasıtalardan sayılmıştır.
Gerçekten eski atlar ve bugünkü uçaklar gibi bunların fevkalade vasıtalardan
olduğu zamanlar olmuştur. Fakat zamanımızda birçok yerlerde bunlar çoğalıp
yerleşerek toplum için normal vasıtalar haline gelmiş ve diğerlerini bastırmış
olduğunda da şüphe yoktur.
O
halde yelken gemisi yerine vapurla, kara vasıtaları yerine trenle yolculuk,
çoğunlukla ve alışılmış olan yerler için bunların ölçü alınmalarının, nassın
sefer hakkındaki mânâsına daha uygun olduğu açıktır. Bu bakımdan trenle veya
vapurla yolculuk yapanların on sekiz saatini, vapur veya trenin orta ve normal
yürüyüşü ile hesap etmek gerekecektir. Bunların, nassın mânâsı değişmeksizin,
zamanların değişmesi ile değişen hükümlerden olduğu inkâr edilemez. Çünkü
nassın hükmü "sefer" kelimesindeki alışılmış mânâ üzerine kurulmuştur.
Şüphe
yok ki asıl sorumlu, yolcunun kendisidir. Onun, kendi mazeretinin derecesini,
kendisinin takdir etmesi lazım gelir. Ölçü göstermek ise, dinin ona tanıdığı
bir kolaylıktır.
Tren
ve vapurun alışılmış vasıtalar haline geldiğini inkâr etmek ise, bunları ve
zamanını bilmemektir. Mesela Eskişehir ile İstanbul arasında gelip giden tren
yolcularıyla, diğer yolcular mukayese edilirse, trenin ne kadar çoğunlukta
ve alışılmış bir vasıta olduğu ortaya çıkar. Fakat uçak ve otomobil böyle
değildir. otomobil, bugün geçmiş zamanın koşan atları mesabesindedir. Uçak
da henüz umumi nakil vasıtalarından değildir.
Böyle
olmakla birlikte bunun, denizdeki eski gemiler gibi hava yolunda tek muteber
bir vasıta sayılması da kıyas ve ihtiyata uygundur. Bunlarla beraber tren
ve vapurun mûtad (alışılmış) olduğu yerlerde de yaya ve yelken ile giden yolcunun
durumu geçmişteki gibi kabul edilmekten düşürülmez. Çünkü bunlar, bir kere
şeriatın itibar ettiği, gerçek olan tabiî ve normal ölçülerdir. Diğerlerinin,
normal vasıtalar hükmiyle, sözlük mânâsında çok kullanılmakla bunlara katılması,
bunların asıl olmalarını iptal edemeyecektir.
Hasta
ve yolcu gibi geçici özürlüler böyledir. Devamlı özürlü olan ikincisine gelince:
gerek eda ve gerekse kaza olarak oruca zor dayanabilen, orucu güçsünen yani
oruç, takatlerini tüketecek olanlar, mesela pek ihtiyarlamış veya iyileşme
ümidi olmayan müzmin bir hastalığa yakalanmış bulunanlar üzerinde, yedikleri
her oruç yerine bir fidye, yani bir yoksul yiyeceği farzdır.
Nâfi'
ve Ebu Cafer kırâetlerinde ve İbnü Âmir'den İbn Zekvan rivayetinde kelimesine
izafetle kelimesi tenvinsiz ve meksur şeklinde okunur. Böyle olunca, lâm mânâsında
"izafet-i beyâniye" ile, "bir yoksul yiyeceği fidye" demek
olur. Yine Nâfi, İbnü Âmir ve Ebu Cafer kırâ-etlerinde çoğul siğasiyle okunur
ki, "yoksullar yiyeceği fidye" demektir. Birincisinde her orucun
fidyesi, ikincisinde ise toplam orucun fidyesi anlaşılır.
Bir
yoksul yiyeceği şer'î bakımdan sa' denilen ölçekle buğdaydan yarım ölçek;
arpa, hurma, kuru üzüm ve benzerlerinden bir ölçektir. Bir sa', şer'î dirhemle
bin seksen dirhemdir. Şer'î dirhem, onu yedi miskal gelen ve "yedi tartı"
denen dirhemdir ki, bizim şimdiki dirhemlerimizden iki kırat kadar küçüktür.
Buna göre yarım sa' buğday, on altı kıratlık örfî dirhemle bir okka, yetmiş
iki buçuk dirhem demektir. Demek ki, İslâm şeriati nazarında en fakir bir
kimsenin iki öğün itibariyle bir günlük yemeği budur.
Bu
ölçü, fıtır sadakası ve diğer bütün keffaretlerde esastır. Ancak bu hesap,
fıtır sadakası gibi fakirin eline aynen veya kıymet olarak teslim edilmesi
takdirindedir. Çağırıp fiilen mübah olmak üzere yedirilmek istendiği zaman,
bir fakirin iki öğünde doyabildiği kadar yemesi muteberdir ki, adamına göre
daha az veya daha çok olabilir. Bu fidyede ise ibaha caizdir. Fidye, bir şeyin
yerini tutmak üzere verilen bedel demektir. Bu kelime ve mânâsındaki bedellik
durumu olmasaydı bu yoksul yiyeceğinin fıtır sadakası olması hemen akla gelirdi.
Fakat fidye kelimesi, bunun fidyeden başka ve oruç yerine verilecek bir bedel
olduğuna ve orucun asıl olduğuna delalet etmektedir.
"alâ"
harfi de vücûb ifade eder. Demek burada oruç asıl, fidye onun tezahürü takdirinde
vacib bir bedeldir. Yani hasta ve yolcunun, diğer günlerde orucu kaza etmesi
gibi kaza mânâsında bir bedeldir. Bununla beraber fidyenin asıl vacibde bir
ruhsat olması ve bundan dolayı oruç daha evla olmak üzere bir muhayyer vaciblik
ifade etmesi de mümkündür. Birçok tefsirciler, bu muhayyer vücub şeklini kabul
etmişler ve ileride gelecek olan: "Sizden her kim bu aya şahit olursa
onda oruç tutsun." (Bakara, 2/185) âyetinin mutlak oluşu ve neticesiyle
bu muhayyer vücubun her halde neshedildiğini söylemişlerdir.
Her
iki durumda da âyetin, hasta ve yolcu ifadesinde özür sahipleri için bir ruhsat
olmak üzere sevkedilmiş olduğunda şüphe yoktur. Hasta ve yolcuda yalnız eda
mazereti söz konusu iken bunda mutlak oluşuyla orucun hem eda, hem de kaza
mazereti nazar-ı itibara alınmıştır. Çünkü fidye, mutlak oruc bedeli olunca,
eda ve kazayı içine alan bir mazeret zamanında verilebilmesi lazım gelecek
ve bununla beraber onda bir nevi eda mânâsı da bulunacaktır.
Bundan
dolayı muhayyer vücub muhtemel olmakla birlikte, birinci şık tercih edilmektedir.
Yani bu fidye durumu, bir mazeret dolayısıyle eda ve kazaya tam imkan bulunmadığı
takdirde kaza ve kısmen de eda mânâsında olmak üzere meşru kılınmıştır ki,
"oruca dayanıp kalanlar" bu mazeretin daima sahibidir ve bunda nesih
yoktur. Şimdi bunu izah edelim:
YUTÎKÛNE:
İf'al babından ve "itâka" mânâsından muzari bir fiildir. "İtaka",
takat ve tavk kökündendir. Tavk, ""nın fethasıyle takat, ""nın
zammesiyle de boyna takılan gerdanlık veya ağır bir demir mânâsınadır. Takat,
kuvvet ve güç yetirme mânâsına bilenmekteyse de esasen aralarında bir fark
vardır. Vüsu', dediğimiz kuvvet, takatın üzerindedir. Çünkü vüsu', bir şeye
kolaylıkla güç yetirmek, takat ise zorluk ve meşakkatle güç yetirmektir. Bundan
dolayı "itâka", gücü yetmek, dayanmak mânâsına gelirse de esasında
güç yetişmek, güç tükenmek, zor dayanmak, hatta dayanamamak mânâsınadır. Bunlara
Arapça olarak sırasıyle tatvik, tatavvuk, tatayyuk ve ichad denir.
Bu
bakımdan "itâka", burada ya "istitaa: gücü yetmek" veya
"tatvik: güç tükenmek" mânâsına olacaktır. İstitaa mânâsına olursa
gücü yetenler, oruç tutmadıkları takdirde fidye versinler demek olur ki, muhayyer
bir vücub ifade eder ve oruç tercih edilir. "İtâka"ya bu mânâ verilirse
"Sizden her kim o aya şahit olursa onda oruç tutsun." emrinin mutlak
olarak sonucu ile birlikte neshedilmiş olduğunda şüphe yoktur. Bunun için
bu tefsiri yapanlar, bunun neshedilmiş olduğunda da ittifak etmişlerdir. Halbuki
bu mânâ, zahir bile olsa, iradesine engel olacak karine vardır. Çünkü kelimesindeki
"hû" zamiri, her halde "oruç" kelimesine aittir. Kendisinden
sonra gelen fidyeye gönderilmesi caiz değildir. Gerçi bunda rütbe itibariyle
zikredilmeden önce zamir getirme işi yoktur. Fidye, muahhar (geri bırakılan)
mübteda olduğu için rütbe itibariyle mukaddem (önce getirilmiş)dir. Fakat
"fidye" kelimesi müennes olduğundan buna müzekker zamiri gönderilemez.
Ondan sonraki "yiyecek" kelimesine göndermek ise nazmın güzelliğini
bozacak bir kusurdur. Kendisine uyulan şeyden uyana geçerek fidyenin bedellik
mânâsını unutturmaktır ve zikredilmeden önce bir kelimeye zamir göndermek
mânâsındadır. Zamirin, fidye ve taâma gönderilmesi caiz olmadığından mânâ:
"Fidyeye gücü yetenlere fidye vacibdir." demek olamaz. Zamirsiz:
"Gücü yetenlere fidye vacibdir." gibi anlaşıl-ması ise hiç caiz
olamaz.
"o
fidyeye gücü yetenler" buyurulmadığı gibi, sadece "gücü yetenlere..."
de buyurulmamıştır. Eğer maksat bu olsaydı, bunlardan birinin söylenmesi gerekirdi
ve zamirin hazfi daha veciz olurdu.
Şimdi
zamir "sıyâm"a râci olduğu halde "itâka"yı "vüsu':
kuvvet" ve "istitaat: gücü yetmek" mânâsına yoracak olursak,
mânâ şöyle olacaktır: "Oruca gücü yetenlere fidye vacibdir." Böyle
demekse akla uymayan bir çelişki teşkil eder. Çünkü oruca gücü yetenlere fidye
vacib olunca "oruç size farz kılındı" ifadesi gereğince, oruç tutması
lazım gelenler, oruca gücü yetmeyen acizlerden ibaret kalacaktır.
Buna
karşı, "Fidyenin vücubu, orucun vücubunu kaldırmıştır." da denemez.
Çünkü nazmın gelişinin, mazerette varid olması, yine fidye gelişinin, mazerette
varid olması, yine fidye kelimesi, sonra neshedenle neshedilen bir arada toplanamazken
"ve o kimselere..." ifadesinde toplanmaya delalet eden "vav"
buna engeldirler.
Hasta
ve yolcuya kaza vacib olduğu halde sağlıklı ve mukim olanın muhayyer olması
da diğer bir çelişki demektir. Belağatlı bir sözde böyle makul olmayan çelişkiler,
öyle kesin ve engelleyici bir karinedir ki, bununla "itâka"nın güç
yetmek mânâsına olmadığı kesinlikle ortaya çıkar. Bundan başka, kastedilen
mânâyı gösterecek bir de tayin edici karine vardır. Çünkü bunun gelişi, mazeret
ve ruhsat gelişidir. Zira kendisinden önce hasta ile yolcu hakkındaki ruhsat
zikr edilmiştir. Demek ki, bundan maksat, onlardan başka, fakat onlara benzer,
bununla birlikte diğer günlerde kaza ümidi bile bulunmayan bir sınıf olacaktır.
İşte o engelleyici karine ve bu tayin edici karine ile burada "itâka"nın
tatvik ve ichad gibi, son derece gücsünmek, güç tükenmek, zor dayanmak, hatta
dayanamamak mânâsına olduğu tayin edilir ki, bu mânâ mecaz olsaydı yine zaruri
olacaktı.
Gerçekten
dirayet yönünden böyle olduğu gibi rivayet yönünden de bunun "orucu çok
güçsünür, yani dayanamazlar" diye tefsir edilmiş bulunduğunu görüyoruz.
Sonra
şâz kırâet olarak: diye beş kırâet daha varid olduğunu ve bunların her biri,
kırâet itibariyle şâz olmakla beraber hepsinin, tefsir bakımından mühim bir
kuvvet ifade ettiğini de anlıyoruz ki, bunun sonucu ve tefsir olmak üzere
rivayet edilen "orucu çok güçsünür, yani dayanamazlar" demektir.
Bu mânânın da neshedilmemiş olduğunda ittifak vardır. Kelimenin böyle bir
olumsuzluk mânâsı taşıması, elde edilen mânâ itibariyledir. "Bizzat mahfuzdur"
demek, zaruri değildir. Nitekim dilimizde de: "Filan buna zor dayanır."
demek "dayanamaz" demektir. Daha açıkçası, dilimizdeki "dayanmak"
kelimesi de aynı şekilde hem olumlu, hem olumsuz mânâya gelir. Mesela "Filan
buna dayanır." demek, tahammül eder demek olduğu gibi "dayandı,
dayanacak, dayandı kaldı, dayanıp kalacak" tahammül edemedi, tahammül
edemeyecek demektir. İşte bu âyette "itâka" kelimesi de buna benzer.
Anlatılan
karineler muvcutken "dayanıp kalanlara...", "gücü yetenlere..."
demek olamaz. Örfen bunların eş anlamlı gibi kullanıldıkları inkar edilemezse
de esasta farkları vardır. Özellikle karine bulunduğu zaman bu farkı aramak
zorunludur. Kur'ân'da güç yetmek mânâsında hemen hemen genellikle "istitâa"
kelimesi kullanıldığı halde burada "güç yetirirler" buyurulmayıp
da "ona dayanıp kalırlar" buyurulması da ayrıca bir karine demektir.
Bu
kavramı anladıktan sonra şimdi de bunların konusunu, yani hasta ve yolcudan
sonra bu çeşit özür sahiplerinin kimler olduğunu tetkik edelim:
1-
"Asam" tefsirinde bunun da hasta ve yolcu hakkında olduğu gösterilmiştir.
Çünkü denilmiş, hasta ve yolcu, başlıca iki kısımdır. Bir kısmı hastalık ve
yolculuk halinde oruç tutabilir, bir kısmı tutamaz. Önce tutamayacak olanlar
hakkında: "diğer günlerde tutamadığı günler sayısınca..." diye kaza
farz kılınmış; sonra tutabilecek olanlara da muhayyer bir vacib olarak tutmak
veya fidye vermek arasında bir ruhsat verilmiştir. Buna göre "size farz
kılındı" ifadesi, sağlıklı ve mukim olanlara tam bir vücûb ifade eder.
de iki türlü hastalık ve yolculuk mazeretlerine aittir. Bunda "itâka"
hali, mazerette edaya "istitâ" ile tefsir edilmiş, fakat zikredilen
karineden dolayı bu mazeret hasta ve yolcuya tahsis edilmiştir. Bu görüş muteber
değildir.
2-
İmam Mâlik hazretleri, bunun "Ramazan geldiği halde üzerinde geçen Ramazan'dan
oruç borcu kalmış ve bu müddet içinde kazaya gücü yettiği halde kaza etmemiş
bulunan kimseler" hakkında olduğunu söylemiş ve "Çok yaşlı olana
fidye vacib değil, fakat verirse güzel görürüm." demiştir.
Demek
oluyor ki, İmam Malik, bunun mazeret olduğunu düşünmekle kelimesindeki zamiri
yalnız kaza orucuna göndererek tevil etmiş ve bu sayede "itâka"yı
"kazaya güç yetirme" mânâsına yorabilmiştir. Bunun zamanında ikinci
Ramazan'ın gelişi ile sene içinde kazaya imkan kalmamış olduğunu da düşünmüş
olması yönünden "itâka"nın güç yetirememe mânâsını da göz önünde
bulundurmuş demektir.
Böyle
olunca da bu tahsisin hangi yönden yapıldığı açık olmaz. Bir de bunun mânâsı
"Diğer günlerde, tutamadığı günler sayısınca tutar." ifadesindeki
mutlak olan "diğer günler"i, o senenin günleri diye sınırlayarak
senesi içinde kazanın vacib olduğuna hükmetmiştir ki, bizce doğru değildir.
Çünkü mutlak'ın hükmü, mutlak oluşu üzerine akıp gitmesidir. Kayıtlamak, ancak
neshedici bir delil ile olabilir. Bu ise yoktur. Öyle ise kazanın vacib oluşu
belirli bir vakitte sınırlı değildir.
3-
Birçok tefsirciler burada oruca "itâka"nın, güç yetme mânâsıyla
tefsirini ve muhayyer bir vücubla sağlıklı ve mukim olana yorulmasını, mümkün
görmüşler, fakat bunun: "Sizden her kim o aya şahit olursa onda oruç
tutsun." âyetiyle tamamen neshedilmiş olduğunu söylemişlerdir.
Bunlar,
neshedildiği hususunda ittifak etmekle beraber nüzul sebebinde ihtilaf etmişlerdir.
Bazıları "Oruç size farz kılındı." ifadesinin Ramazan hakkında olmayıp,
sayılı günlerin hicretin başındaki aşûre günü ile "eyyâm-ı bîz"
olduğu ve Ramazan ayı ile tamamen neshedilmiş bulunduğu görüşüne sahip olmuşlardır.
Çokları ise o günlerin, Peygamberin emri ile tutulduğuna ve "size farz
kılındı" ifadesinin Ramazan orucu hakkında olduğuna, ancak Ramazan orucunun
önce muhayyer olarak vacib kılınıp, sonra "Sizden her kim o aya şahit
olursa, onda oruç tutsun." âyetinin inişi ile muhayyerliğin ve fidyenin
neshedilerek orucun genel olarak farz kılındığına ve buna göre "Ona takat
getirenlere bir fidye gerekir." ifadesinin, neshedilen muhayyerlik halini
anlattığına hükmetmişlerdir.
Bu
iki görüşte en açık görünen nokta, "itâka"nın muhayyer vacib üzerine
güç yetirme mânâsıyla tefsirine bir imkan görülebilmiş olmasıdır. Fakat bu
mânâ, diğer taraftan birçok yönden zahire aykırıdır. Şöyle ki:
a)
Bu mânâda çok yaşlı kimsenin girme şekli açık olmaz. Halbuki çok yaşlı kimse
hakkında fidyenin vacib oluşu, üzerinde icma edilmiş gibidir. "Her kim
şahit olursa" ifadesindeki nesh bunu içine almadığında ittifak vardır.
b)
"Size oruç farz kılındı. Nitekim sizden öncekilere de farz kılınmıştı."
âyeti "mücmel" olmakla beraber orucun mutlak olarak kesin bir vacib
oluşunda "zahir"dir.
Yine
aynı şekilde "Sizden her kim hasta olur veya yolculukta bulunursa diğer
günlerde tutamadığı günler sayısınca tutar." âyeti hasta ve yolcu olanlar
hakkında yalnız orucu göstermiş ve ancak eda ve kazaya bir ruhsat vermiştir.
Fidyeye cevaz bırakmamıştır.
Buna
karşı sağlıklı ve mukim olan güçlü kimselere fidye ile muhayyerlik, iki yönden
çelişki ve imkansızlık ifade eder. Zamir fidyeye gönderilebilseydi, bu mânâ
mümkün olurdu. Halbuki zamirin buna gönderilmesi caiz görülememiş ve ittifakla
"oruç" kelimesine gönderilmiştir.
c)
Bunun hasta ve yolcu gibi mazeret makamında olduğu açık iken sağlıklı olma
haline yorulması zahire aykırıdır.
Daha
sonra nesih rivayetinin kaynağı şudur: İbnü Ebî Leylâ Muaz b. Cebel (r.a.)'den
rivayet etmiştir ki: "Peygamber (s.a.v.) Efendimiz Medine'ye teşrif ettiği
zaman aşûre günü ve bir de her aydan üç gün oruç tutmuştu. Sonra Allah Teâlâ
Ramazan orucunu farz kıldı, "Ey iman edenler! Oruç size farz kılındı."
âyetini indirdi. Râvi âyeti: "ona dayanıp kalanlara bir yoksul yiyeceği
fidye gerekir." ifadesine kadar okudu. Bunun üzerine dileyen oruç tutuyor,
dileyen bir yoksul doyuruyordu. Daha sonra sağlıklı ve mukim olanların hepsine
oruç farz kılındı. Yoksul doyurmak ancak oruca gücü yetmeyen çok yaşlı kimseler
hakkında sabit kaldı da Allah Teâlâ "sizden her kim hasta olur veya yolculukta
bulunursa..." âyetini indirdi.
Yine
İbnü Ebî Leylâ rivayet etmiştir ki; "Resulullah (s.a.v.) Medine'ye teşrif
buyurduğu zaman her aydan üç gün nafile olarak ve farz olmayarak oruç tutmalarını
emretmişti. Sonra Ramazan orucu nazil oldu. Halbuki o zaman toplum henüz oruca
alışmamıştı. Oruç kendilerine pek zor ve pek güç geliyordu. Bu yüzden tutamayan,
bir yoksul doyuruyordu. Bundan sonra "Sizden her kim o aya şahit olursa
onda oruç tutsun." âyeti nazil oldu. Bundan dolayı ruhsat ancak hasta
ve yolcu olanla sınırlı kaldı, hepimiz oruç tutmakla görevlendirildik."
Bunlarda
bir nesih işareti vardır. Fakat bunun çok yaşlı kimseden başkasında olduğu
birincisinde açıktır. Aynı zamanda bunlardan da: "oruç kendisine güç
gelen, yani dayanamayanlar" demektir. Ancak bu güç gelmek, dayanamamak
kavramı, hastalık, ihtiyarlık gibi bir özür ile eda ve kazaya gerçekten dayanamayanlara
daima şâmil olduğu gibi, sağlıklı ve mukim oldukları halde sırf alışkın olmadıklarından
dolayı halen dayanamayanlar veya pek çok zorlukla dayanabilenleri de geçici
olarak kapsadığı gösterilmiştir.
Buna
göre Cenab-ı Allah, sağlıklı ve mukim olanların, alışkın olmadıklarından dolayı
dayanamamalarının, gerçek olmayıp, bir vehimden ibaret bulunduğunu, kısa ve
belirli bir müddet içinde herkese tecrübe ile ispat buyurduktan sonra: "Sizden
her kim o aya şahit olursa onda oruç tutsun." âyetiyle farz oluşunu mutlak
olarak genelleştirmiş, ancak hasta ve yolcu için yemeye, sonradan kaza etmeye
ruhsat vermiştir. Çok yaşlı olup, normalde günden güne zayıflamakta olan erkek
veya kadınlar ve bunlar hükmünde olan dertliler de "ona dayanıp kalanlara
bir fidye gerekir" ifadesinin gerçek muhatapları olarak bâki kalmışlardır.
Dolayısiyle, bunun mensuh olduğundan söz edildiği zaman, bu neshin çok yaşlı
ve benzerinden başkası hakkında olduğunun unutulmaması ve bunun çok yaşlı
kimselere ne kadar uygun olduğunun da düşünülmesi gerekir.
4-
"Oruca dayanıp kalanlara" ifadesi, son derece ihtiyarlığa ulaşmış
olan çok yaşlı erkek ve çok yaşlı kadın hakkında nazil olmuştur. Bunlara fidyenin
kaldırıldığı hakkında ashabdan hiçbir rivayet yoktur. Tersine bu âyetin neshedilmediği
açıkça rivayet edilmiştir.
Buharî'nin
de rivayet ettiği şekilde İbnü Abbas hazretleri: "Bu âyet, nesh edilmemiştir.
Bu, oruca güç yetiremeyen yaşlı erkek ve çok yaşlı kadın hakkındadır.
Bunlar,
her gün için bir yoksul doyururlar." diye açıkça beyan etmiştir. Bu,
Hz. Ali'den, İbnü Ömer'den ve diğer sahabeden de rivayet edilmiştir.
"Ahkâmü'l-Kur'ân"da,
Fahreddin Razî'nin tefsirinde ve İbnü Hümam'ın Fethu'l-Kadir'inde zikredildiği
üzere çok yaşlı olan kimse hakkında bu mânâ, ashabdan aksi rivayet edilmeyen
bir icma olmuştur. Ashab-ı kiramdan Peygamberimizin hizmetçisi olan Hz. Enes
de yüz yaşını aşan ömrünün son zamanlarında bununla amel eder, orucu tutamaz,
yoksul doyururdu.
Kısaca
bu âyetin iniş sebebi, çok yaşlanmış kimselerdir. Bu bakımdan "itâka"nın
mânâsı güç yetmek değil, edâ ve kaza, her ikisi itibariyle oruca zor dayanmak
veya dayanamamaktır. Bu mânâ çok yaşlı erkek ve çok yaşlı kadın gibi zayıf
ve müzmin hastaya da şâmildir.
Bu
ikisinde zorluk ve dayanamama zannı, senede dayanmış olduğundan vehim değildir.
Alışkın olmadığından dolayı dayanamama zannı ise vehimdir. Eda ve kaza itibariyle
devamlı olan özür mânâsında dahil değildir. Bu mânâ üzerinde ittifak edilmiştir.
İşte doğru görüş budur. Hanefî mezhebi de bunun üzerinedir. Bizim tercihimize
göre burada ve özellikle bu noktada asla nesih yoktur.
Şafiî
hazretleri, daha da genişleterek, gebe ve emzikli olan kadınları da kendi
hesaplarıyla değil, çocuklarının telef olmasından korkarak oruçlarını yedikleri
zaman buraya dahil etmiş, fidyeye tabi tutmuştur.
Hanefilere
göre ise bunlar, yaşlılara kıyas edilemez, hasta hükmüne tabidirler. Gerek
kendileri ve gerekse çocukları korkusuyla oruçlarını yerlerse hasta gibi yalnız
kaza lazım gelir. Keffaret ve fidye vacib olmaz. Çünkü fidye, misli gayri
makul (dengi akılla belirlenemeyen)dur. Çok yaşlı kimse, bu nass ile kıyasa
aykırı olarak sabit olduğundan, kendisine başka bir şey kıyas edilemez ve
aynı zamanda çocuk hesabına fidyenin mânâsı yoktur. Çünkü ihtiyarlar esasen
"Ey iman edenler!.." gibi genel ifade içinde oruç hitabına dahildir.
Fakat çocuk, dahil değildir.
Özetle,
burada "itâka", "istitâat güç yetmek" ve "vüsu' kolayca
yapabilmek" mânâsına değil, oruca zor dayanmak, yani hem eda ve hem de
kaza durumuna göre devamlı bir mazeret sebebiyle dayanamamak mânâsınadır.
Bunu, fidyeye gücü yetmek mânâsına yorumlamaya da imkan yoktur. Gerçi oruca
zor dayanana fidyenin vacib olması için, fidyeye gücü yetmesi şart ise de
bu şart, "ona dayanıp kalırlar" ifadesinin mânâsı değil, "bir
yoksulun yiyeceği fidye" ifadesinin malî sorumluluğunun gereği olarak
sabittir. Âyetin mânâsı: "Oruca, eda ve kaza bakımından zor dayananlara,
eğer fidye vermeye güçleri yeterse, bir yoksul yiyeceği fidye gerekir."
meâlindedir.
Sırf
alışkın olmadıklarından dolayı oruca dayanamayacaklarını zannedenler, oruç
farzından fidye ile kurtulamazlar. Bunlar, bir azimle kendilerini oruca alıştırıverdikleri
halde göreceklerdir ki, çocuklar için bile mümkün olan oruca pek alâ tahammülleri
vardır. Gelecekten ümitsiz olmaya hakları yoktur. Bugün tutamadıklarını diğer
gün kazaya güçleri yetmektedir.
İslâm'ın
başlarında bunu Allah tarafından isbat için geçen geçici bir tecrübe devresini
tekrar tekrar tecrübeye kalkışmaya hak yoktur. "Her kim tecrübe edilmiş
bir şeyi tekrar tecrübeye kalkışırsa, ona pişmanlık gelir." "Ramazan
ayı ki..." âyetinin inişinden sonra böyle bir düşünceye sahip olan müslüman
yoktur ve olamaz. Ancak özür sahipleri başka.
Cenab-ı
Allah, bunları, bir kısmı hasta ve yolcu gibi geçici özür, bir kısmı da gücü
tüketen devamlı özür sahibi olmak üzere iki sınıfa ayırmış; birine kaza, birine
de fidye ruhsatını göstermiştir. Bu bakımdan oruç mazereti, önemli hastalık,
uzak yolculuk, devamlı bir zayıflıktır. Bu mazeretler içinde de orucun zarar
vereceği zannedilen hastalıktan başkası, kıyasa aykırı bir izindir.
Önemli
olmayan ve oruçla zarar değil, tersine menfaat görecek olan hastalıklar kelimesinin
tenvininden hariçtirler.
Oruca
gerçekten zararlı olan hastalıklar ise esaslı bir mazeret ölçüsüdür. Bu bakımdan
gebelik, emzirme gibi hastalık hükmünde bulunan özürler, hastalığa benzemektedir.
Fakat yolculuk ve fidye üzerine kıyas cereyan edemez. Bunlar benzersiz mazeretlerdir.
İşte
zor gibi görünen oruç, insanların böyle gizli ve açık ciddi ve meşru mazeretleri
gözetilerek farz kılınan; insanlara hayatın ve insanlığın lezzetini tattırarak
onlara birçok faydalar temin edecek ve ebedi tehlikelerden, fenalıklardan
koruyacak olan eski bir ilâhî farz, dinî bir esastır.
Şimdi
Her kim kendi gönlüyle nafile olarak herhangi bir hayır yaparsa ve bu cümleden
olarak fidye vermek lazım geldiği halde fidyeyi yoksul yiyeceğinden daha fazla
verirse yahut hem fidye verir, hem oruç tutarsa, bu kendisi için daha hayırlıdır.
ve zor da olsa oruç tutmanız sizin için fidye vermekten veya kazaya bırakmaktan
hayırlıdır. Eğer orucun faziletini bilirseniz böyle yaparsınız. Tutmamak caiz
olan zamanlarda bile tutarsınız.
Şimdi
bu sayılı günler hangi günlerdir?
Meâl-i
Şerifi
185-
O Ramazan ayı ki, insanları irşad için, hak ile batılı ayıracak olan, hidayet
rehberi ve deliller halinde bulunan Kur'ân onda indirildi. Onun için sizden
her kim bu aya şahit olursa onda oruç tutsun. Kim de hasta, yahut yolculukta
ise tutamadığı günler sayısınca diğer günlerde kaza etsin. Allah size kolaylık
diler zorluk dilemez. Sayıyı tamamlamanızı, size doğru yolu gösterdiğinden
dolayı Allah'ı tekbir etmenizi ister. Umulur ki şükredersiniz.
185-ŞEHR:
Esasen şöhret kökünden masdar olup bir şeyi açığa çıkarmak mânâsınadır. denir
ki, kılıcı kınından çıkarıp gösterdi, demektir. Nitekim dilimizde de "silah
teşhir etmek" denir. Bu mânâdan alınarak:
1-
Gökte görülen aya,
2-
Bu ayın görünüp, ışık verir bir hale gelmesi ve nihayet kaybolup, tekrar doğması
suretiyle bir devrinden ibaret olan zaman süresine şehr denmiştir ki, yirmi
dokuzla otuz gün arasında dönüp dolaşır. Gök bilimcileri bunu, "ayın
güneş ile iki kavuşumu arasında geçen süre" diye tarif ederler. Fakat
bu tarif, ilimde ileri gelenlere mahsus olup, halk için şehr kelimesine uygun
olan meşhur mânâ, hilalin iki görünüşü arasındaki süredir. Lügatın yapısı
da budur.
3-
Hilal nazar-ı itibara alınmayarak sırf gün hesabıyla otuz günlük süreye de
adet olarak şehr denir. Güneş yılının bölümlerinden her birine ay, şehr, mâh
denmesi de bu mânâdan alınmıştır.
Ramazan
kelimesinde iki görüş vardır:
1-
Mücahid'den rivayet edildiği üzere Allah'ın isimlerinden bir isimdir. Ramazan
ayı demek "Allah'ın ayı" demektir. Bir hadis-i Nebevî olmak üzere
şöyle rivayet edilmiştir: "Ramazan geldi, Ramazan gitti, demeyiniz. Ramazan
ayı geldi, Ramazan ayı gitti, deyiniz. Çünkü Ramazan Allah'ın isimlerinden
bir isimdir." Bununla beraber Beyhakî, bu hadise zayıf demiştir.
2-
Receb, Şaban gibi belirli bir ayın ismidir.
Birincisine
göre "şehr" dahil olmak üzere: "Ramazan ayı" terkibinin
tamamı bir özel isimdir. İkincisine göre isim yalnız Ramazan olup, "Şehrü
Ramazan" genel olanın, özel olana izafeti cinsinden bir izafet-i beyâniyedir.
Gerçekten
Kamerî aylardan üçü: Şehr-i Ramazan (Ramazan ayı), Şehr-i Rebiu'l-evvel (Rebîu'l-evvel
ayı), Şehr-i Rebîü'l-âhir (Rebîü'l-âhir ayı) şehr kelimesiyle beraber özel
isimdir. Şu kadar ki, kolaylık için "şehr" kelimesinin söylenmediği
zamanlar da vardır.
Ramazan'dan
şehr kelimesinin hazfedilmesinin tenzîhen mekruh olduğu İmam Muhammed'den
rivayet edilmiş ise de, kötü bir vehme sebep ve karışıklık olmayacak yerlerde
kolaylık için sadece Ramazan demek mekruh değildir. Nitekim Hadis-i Nebevî'de
de: "Her kim inanarak ve mükafatını Allah'tan bekleyerek Ramazan'da oruç
tutarsa, onun geçmiş günahları bağışlanır." buyurulmuştur. Geri kalan
dokuz ayın isimleri: Muharrem, Safer, Cumadelûlâ, Cumadelâhire, Receb, Şaban,
Şevval, Zilkade, Zilhıcce, Şehr'siz olarak özel isimdir. Yalnız Receb ayının,
Ramazan gibi olduğu da söylenmiştir.
Ramazan
isminin türetilmesine gelince, bunda da dört yol zikredilmiştir.
1-
İmam Halil'den nakledildiği üzere yaz sonunda güz mevsiminin başında yağıp
yeryüzünü tozdan temizleyen yağmur mânâsına 'den alınmıştır. Bu yağmurun yeryüzünü
yıkadığı gibi Ramazan ayı da iman edenleri günahlardan yıkayıp kalblerini
temizlediği için bu adla anılmıştır.
2-
Çoğunluğun görüşüne göre Ramazan 'dan alınmıştır. Ramaz; güneşin hararetinin
şiddetinden taşların son derece kızmasıdır ki, böyle pek kızgın yere de Ramdâ
denir. Bu bakımdan Ramazan, "Ramdâ"dan yanmak mânâsına fiilinin
masdarıdır. Yani kızgın yerde yalın ayak yürümekle yanmak demektir. Bu mânâda
"Kızgın yerde ayağı yandı." denir.
Baş
tarafına "şehr" kelimesi eklenerek "şehrü Ramazan" bu
mübarek aya özel isim yapılmıştır. Çünkü bu ayda açlık, susuzluk hararetinden
ıztırab çekilir. Yahut orucun harareti ile günahlar yakılır.
Bir
de deniyor ki, Araplar ayların isimlerini, eski dillerinden değiştirdikleri
zaman, her ayı rastladığı mevsime göre isimlendirmişlerdi. Eski dilde, "Nâtik"
ismiyle anılan bu ay da o sene şiddetli bir sıcağa rastladığından buna "şehrü
Ramazan" adını verdiler.
3-
Ezherî'den nakledilen görüştür ki, Ramazan, fiilinden alınmıştır ki, kılıcın
namlusunu veya ok demirini inceltip keskinletmek için iki kaygan taş arasına
koyup döğmektir. Bu aya bu ismin verilmesi de Araplar'ın bu ayda silahlarını
bileyip hazırladıklarından dolayıdır.
4-
Ramazan isminin esmâ-i hüsnâ (Allah'ın güzel isimlerin)'dan olduğu sahih ise
Ramazan ayı bizzat bununla isimlendirilmiş ve bunda özellikle Allah'ın rahmeti
ile günahların yanması dikkat nazarına alınmıştır. Bu mânâ ile oruç ayı, "Allah'ın
ayı" olmuştur.
Kısaca
Ramazan'ın sözlük mânâsında temizlik, yanmak, keskinlik mânâları bulunduğu
gibi, dinî bakımdan günahların yanması, Allah'a izafe mânâları etken olmuştur.
Bir
hadis-i Nebevî'de: "Başı rahmet, ortası mağfiret, sonu ateşten kurtulmaktır."
diye anlatılan Ramazan ayının en mübarek gecesi, Kur'ân'ın inişine de başlangıç
olmuştur. Bu âyette de özellikle bu sıfatla vasıflandırılmıştır.
el-KUR'ÂN,
Peygamberimiz Muhammed Mustafa (s.a.v.)'ya özel bir şekilde indirilip, bize
tevatürle nakledilen Allah kelamının adıdır ki, mushafların iki kapağı arasında
yazılıdır.
Bu
isimde iki kırâet vardır. İbnü Kesir kırâetinde vakıf ve vasılda, Hamze kırâetinde
yalnız vasılda hemzesiz olarak, diğer kırâetlerde hemze ile okunur. Hemzelisi,
"kırâet"den, hemzesizi "karn" maddesindendir. Hemze ile
yani tilavetle okunan; hemzesizi de parçaları ve mânâsı birbirine yakın, birbirini
tasdik eden ve birbirine uygun olan demektir. İmam Şafiî hazretleri bunun
hemzesiz olarak Tevrat, İncil gibi herhangi bir maddeden türemeyip Allah'ın
kitabının ismi olduğunu söylemiştir.
Katâde
ve Atâ yukardaki "sayılı günler"in Ramazan olmayıp, ilk oruç yani
her aydan üç gün veya bunlarla beraber "Aşure" gününden ibaret bulunduğu
görüşüne sahip olmuş ve bunun başlangıçta nafile, sonra farz kılınmış olmasında
ihtilaf etmekle beraber daha sonra bu âyetle Ramazan orucu farz kılınarak
kendisinden öncesinin tamamen neshedilmiş olduğunda ittifak etmişlerdir. Hz.
Muaz'ın görüşünün de bu olduğu söylenmiştir. Bunlara göre Ramazan orucunun
farz oluşunun delili: "Ey iman edenler! Oruç size farz kılındı."
âyeti değil, " O Ramazan ayı ki...", "Her kim o aya şahit olursa
onda oruç tutsun..." ilâhî emri olmuş olur.
Fakat
âlimlerin çoğunluğuna göre ilk oruç, sünnet ile sabit olmuş ve Ramazan orucunun
farziyeti de yukardaki şekilde "oruç size farz kılındı" âyetiyle
başlamıştır. "sayılı günler"den maksat da Ramazan'dır. "O ramazan
ayı ki..." âyeti de bunu beyandır. O halde mânâ:
Size
orucu farz kılınan sayılı günler, O mübarek Ramazan ayıdır ki, âyetleri, furkan
ve hidayetten ibaret deliller, tamamı bütün insanlara hidayet olmak üzere
Kur'ân bu ayda indirildi.
İNZAL,
bir defada, TENZİL de parça parça indirmek demektir. Kur'ân yirmi üç senede
parça parça indirilmiş olduğu halde burada Ramazan ayında inzalinin beyan
buyurulması dikkate değer. Bunda üç mânâ vardır:
1-
Tefsircilerin çoğundan vârid olan rivayetlere göre Kur'ân Ramazan ayının kadir
gecesi denen mübarek bir gecesinde dünya semasına, Beyt-i Mamur'a bir defada
indirilmiş, sonra yirmi üç senede tedricen, parça parça yeryüzüne indirilmiştir.
Demek ki Kur'ân'ın gerçekleri, yeryüzüne inişinden önce kâinat âleminde ve
yeryüzüne en yakın olan gökte bir Ramazan gecesi toptan tecelli etmiş ve yeryüzüne
inişi onu takib etmiştir.
2-
Kur'ân bu ayda inmeye başladı, demektir. "Zikr-i Kül, İrâde-i Cüz"
cinsinden mecaz olmakla birlikte Muhammed b. İshak'tan rivayet edilmiş, zahir
gibidir.
Bu
durumda Hira mağarasında "Rabbinin adıyla oku!" (Alak, 96/1) âyetinin
inişi Ramazan-ı şerifin kadir gecesine tesadüf etmiştir.
Hira
mağarası, Ramazan'ın sıcaklığı, gecenin sıkıntısı, pek büyük bir ilâhî gelişmenin
başlangıcı olmuş ve bundan itibaren Hz. Muhammed'in büyük kadir ve kıymeti,
apaçık âyetler ve açık seçik hak mucizelerle bütün varlık âlemine açıklanıp
ilan buyurulmuştur.
Bunda:
"Mübtelâ-yı
gama sor kim geceler kaç saat?" diyecek gamlı kimselere: "Ey iman
edenler! Sabır ve namazla yardım isteyin. Şüphesiz ki Allah, sabredenlerle
beraberdir." (Bakara, 2/153) mânâsı üzere ne büyük bir müjde vardır!
Bu şekilde gönül ehline Allah'ın huzurunda kanlı göz yaşları döktüren nice
ıztırab gecelerinin, pek büyük müjdelere, saadetlere başlangıç olduğu bir
gerçektir. Ne ilâhî hikmettir ki saadet nurları, gündüzlerin ışıklı alnından
çok, gecelerin hüzünlü yüzünden doğar. Çok gülenler ağlamaya namzed olurken,
ağlayanlar hele hak yolunda ağlayanlar da gülmeye hak kazanırlar.
3-
Hakkında bu şekilde Kur'ân indirilmiş bulunan Ramazan ayı demektir. Gerçekten
Kur'ân-ı Kerim'de bu mübarek aydan başka Allah'ın övgüsüne mazhar olarak ismi
açıkça söylenmiş bir ay yoktur. İşte Ramazan ayı, böyle mübarek bir aydır.
Bunun için orucun farz oluşu da bu aya tahsis edilmiştir. Adı geçen sayılı
ve sınırlı günler, işte bunun günleridir. Bu bakımdan siz müminlerden her
kim bu mübarek ayda şahit ve hazır veya bu mübarek aya şahit olursa bunda
oruç tutsun. Şühûd, esasen "gıyâb" karşılığı huzur demektir ki şehadet
ve müşahede de bu huzur cümlesindendir. Şehrin, zaman süresi olarak bunun
mefûlü fihi veya mef'ûlü bihi olması muhtemeldir. Birincisine göre, bu ayda
bilfiil hazır olan yani vatanında mukim olup yolcu olmayan, demektir. İkincisi
de şehri, açık ilim ile müşahede eden demektir. Zaman ise müşahede edilemeyeceğinden
buna şühûd, aklî bakımdan hazır demek olan kesin bilgi veya hilalin görünmesi
mânâlarından birini ifade eder. Bunun da iki mânâya ihtimali vardır:
a)
Her kim hilâli görürse tutsun, demektir. Bunda göremeyenler hakkında bir şey
söylenmemiştir.
b)
Herhangi biriniz hilali görürse her biriniz tutsun, demektir. Bunda da şühûd
ve şehadet ilmin sebepleri olarak sabit ve muteber bir şahit ile de Ramazan'ın
tutulabilmesi caiz olur.
Buna
göre ifadesinin şu mânâlara ihtimali vardır:
1-
Sizden her kim Ramazan'da mukim ise onu tutsun.
2-
Sizden her kim Ramazan'ı kesin olarak bilirse onu tutsun.
3-
Sizden her kim Ramazan'ın hilâlini görürse onu tutsun.
Birinci
ve ikinci mânâya göre "şehr" hakikatiyle bütüne sarf edilecek olursa,
vücub tamamında yöneleceğinden Ramazan'da oruç tutmak mümkün olmaz. Halbuki
farz olan budur. Bundan dolayı aya şahit olmak, ayın bir kısmına şahit olmak
mânâsınadır. Bu iki mânâya göre ilmin sebeplerinden söz edilmemiştir. İkinci
ve üçüncüde gelecek yolcu bölümü tahsis edici, birincisinde ise adîl (denk)dir.
Fahreddin
Râzî der ki: "Vâhidî ve Keşşâf sahibi gibi birçok muhakkikler (kritikçiler)
birinci mânâyı almışlardır. Fakat bana göre ikincisi daha evlâdır. Çünkü haziften
uzaktır.." Kısaca burada "hilâli görmek mânâsı" zaruri değil-dir.
O halde ilmin sebepleri söylenmemiştir. Bunu araştırmak lazım gelecektir.
Bu
meselede ilmin sebepleri için ictihada cevaz (izin) var mıdır? Şühûd, (şahid
olmak), hazar (mukîm, seferde olmamak) ile veya aklın huzuru demek olan kesin
bilgi ile tefsir edildiği takdirde, araştırmadan sonra bu konuda başkaca bir
nass (dinî delil) yoksa ilim sebepleri hakkında ictihada cevaz olması lazım
gelir. Bunun için bazıları başka nass yok zannıyla gök bilimi hesaplarıyla
da amel olunabileceğini söylemişlerdir. Fakat selef âlimlerinin çoğunluğuna
göre başka nass mevcut olduğundan bu mesele ictihat konusu değildir. Çünkü
bu âyet, bu tefsire göre herhangi bir şey söylememiş ise de bu konuda kitab
ve sünnetten müteaddit nasslar vardır.
Önce
Kitab'dan "Ey Muhammed! Sana hilâlleri soruyorlar. De ki o insanlar için
vakitlerdir." (Bakara, 2/189) âyeti gelecektir. Bu bize kesinlikle gösterir
ki, şer'an vakti tayin eden delil, hilaldir. Hilal ise göreceğimiz üzere görünenin
adıdır. Bundan başka hilâlin nasıl bilineceğini hadis-i şerifler göstermiştir.
1-
"Ay yirmi dokuzdur. Görmedikçe tutmayın ve görmedikçe yemeyin. Eğer üzeriniz
bulutlanırsa miktarını hesab ediniz." Acaba bu miktarı hesap ne demektir?
Bunu da şu hadisler göstermiştir:
2-
"Hilâli görünceye kadar oruç tutmayın. Üzeriniz bulutlanırsa otuz günü
ölçü yapınız."
3-
"Hilâl görüldüğü için tutunuz ve görüldüğü için bozunuz. Eğer sizinle
hilalin manzarası arasına bir bulut veya pus girerse otuzu sayınız."
4-
"Ramazan'ı göründüğü için tutunuz. Eğer aranıza bir bulut veya sis girerse,
Şaban ayının sayısını otuza tamamlayınız. Ramazan'ı, Şaban'dan bir gün oruç
tutmakla karşılamayınız."
5-
"Yani ay kâh otuz ve kâh yirmi dokuz olur. Görürseniz tutunuz, görürseniz
bozunuz. Eğer bulutlu olursa otuzu sayınız."
İşte
bunlar ve benzeri sahih hadisler, "Ey Muhammed! Sana hilalleri soruyorlar.
De ki: Onlar vakitlerdir..." (Bakara, 2/189) âyetine uygun olarak "Sizden
her kim o aya şahit olursa onda oruç tutsun." âyetindeki aya şahit olmanın
geçerli şer'î sebeplerini beyan etmişlerdir. Bundan dolayı bu meselede içtihada
yer yoktur. Bu husus gösteriyor ki, şer'an bir hilalden itibaren ayın en yüksek
ölçüsü otuz gündür. Otuzun tamam olduğu bilinince başkaca hiçbir delile ihtiyaç
yoktur. Fakat ay bazan yirmi dokuz da olur. O zaman delile ihtiyaç vardır.
Bu delil, hilalin görülmesidir. Yani delil getirerek bilmek değil, görerek
bilmektir. Görerek bilmek mümkün olan yerlerde ehlinden buna dayanan şahitliğin
de genel olarak geçerli bir delil olduğunda şüphe yoktur. Nassların araştırılmasına
göre, görmeyi duymakla amel etmek, görmeye dayanan bilgi ile ameldir.
Bundan
başka Ey İman edenler!.., her kim..., sizden.. ifadeleriyle oruç hitabı, genel
bir hitaptır. Bu gibi şer'î hükümlerde ve ilâhî hukukta fert üzerine hüküm,
toplum üzerine hükümdür. "Bir kişi üzerine hükmüm, cemaat üzerine hükmümdür."
Bunun için herhangi bir mümin üzerine hilalin görülmesiyle orucun vacib olduğu
sabit olunca, delalet yoluyla diğerlerine de vacib olur. Bu vücûb ve sabit
olma durumu ise ancak o müminin görüp şahit olmasıyla olur. Bu şehadet, ferdî
şekilde ise vücûb yalnız işitenlere sirayet eder. Yok eğer toplum halinde
ise ve bir mahkeme huzurunda sabit ise o zaman da umûma sirayet eder. O halde
sözü şahit olmaktan şahitliğe nakledelim:
Oruç,
"sırf Allah'ın hakkı", iftar ve bayram, kulların hakkıdır. Şer'î
kaideye göre kul hakkı ile ilgili hususlarda amel, en az iki adil şahide bağlıdır.
Fakat kul hakkı bulunmayan ve yalnız Allah'ın hakkı olup, sırf dinî mahiyette
bulunan hususlarda âdil ve şahidin tek olarak verdiği haberle de amel etmek
caizdir. Buna göre bayram için bir kişinin şahitliği asla kafi gelmez ise
de Ramazan için bunun cevaz ifade edebilmesi mümkündür. Ancak bunun açık bir
durumla tekzib edilmemesi (yalanlanmaması) de şarttır. Açık bir halin tekzib
edebileceği habere sahih haber gözüyle bakılmaz. Bu yüzden Hanefî imamları
ittifakla demişlerdir ki, gökte bir illet bulunduğu, yani hava açık olmadığı
zaman Şevval ve Zilhicce için en az iki âdil şahidin, Ramazan için yalnız
adil bir kişinin şahitliği kabul edilebilirse de, gökte illet bulunmadığı
zamanlar, ihbarlar için, ilim ifade edebilecek kalabalık bir topluluğun şehadeti
lazımdır. Bunun dışındakiler kabul edilmez. Çünkü ayın yirmi dokuzuncu günü
hilali araştırmak bütün müminlere farzdır. Bu bakımdan bunu birçok insanlar
layıkiyle arayıp gözettiği ve gökte bir engel de bulunmadığı halde birkaç
kimsenin görüp de diğerlerinin gözleri sağlam ve engelden uzak bulunmakla
beraber görememiş olmaları âdet olarak mümkün olmaz. Bu yüzden, bu halin zahiri,
"gördük" diyen birkaç kişinin şahitliğini yalanlar. Bunların hatasına
veya bir hayal görüp, hilal sandığına yahut da aklî imkanlarına dayanarak
yalan söylemiş olduklarına ihtimal verilir. "Ahkâmü'l-Kur'ân"da
der ki: "Bu, sahih bir asıldır. Akıllar sahih olduğuna hükmeder, şeriatin
emrinin kuruluşu da bunun üzerinedir. Bunda hata, büyük zarara sebep olur.
Bu yüzden halka şüpheler vererek dinlerini karmakarışık edebilirler. Bunun
için Hanefi imamları, şer'î hükümlerden bütün insanların bilmeye ihtiyacı
olan hususların sabit olmasının yolu, feyiz alma ve ilmin gereği olan haberler
olabileceğini ve bu gibileri ahad haberle isbatın caiz olmadığını söylemişlerdir."
Fakat
gökte illet bulunduğu zaman böyle görünür halin yalanlanması olamayacağından
Allah'ın hakkı olan Ramazanda bir, kulların hakkı olan bayramlarda iki âdil
kimsenin şahitliğini yalanlamaya da kimsenin hakkı yoktur.
Bundan
şu da anlaşılır ki, görünür durumun yalanlanması, müminlerin farzı yerine
getirmek için grup grup hilali aramaya çıktıkları zamandır. Yoksa bu vazife
ihmal edilir de araştırma tek tük birkaç kişiye kalırsa, gökte illet bulunmadığı
halde vazifeyi yerine getirmeyenlerin, getirenleri yalanlamaya hakları kalmaz.
Halin görünüşü, o birkaç kişiyi yalanlayıcı olmaz. Müteahhir (sonraki) âlimler,
bu dereceye düştükleri için büyük bir kalabalık şartından vazgeçerek diğer
mezheblerde olduğu gibi mutlak olarak iki âdil şahit ile yetinmeye lüzum hissetmişlerdir.
Kısaca
oruç, herkese farz-ı ayn olduğu için şer'an ayın sabit olma sebebi de herkes
için mümkün olan hilâli görmeye, olmadığı halde otuz gün ölçüsüne bağlanmıştır.
Bu yüzden ayın yirmi dokuzunda hilâli aramak herkese en azından farz-ı kifaye
olarak farzdır.
Gök
bilimi hesaplarına gelince:
1-
Bu hesap üzerine ay genel olarak ne yirmi dokuz, ne de otuzdur. İki kavuşum
veya iki hilâl arasındaki gök bilimi ayı, yirmi dokuzla otuz arasında daima
kesirlidir. Ortalaması ise yirmi dokuz buçuk gün eder. Halbuki oruç, sabit
olması için gün ölçüsüne bağlıdır. Şu halde gök bilimi hesabı, esas ölçüden
hariçtir.
2-
Gökbilimi hesabı ile hilâli bilmek, görmeye dayanan bir ilim değil, delil
göstermeye dayanan bir ilimdir. Bu bakımdan delil gösterme yerlerinde geçerli
olsa da, görme mevkiinde olamaz.
3-
Bu delile dayanan ilim, fen ehli olan ileri gelenlere mahsustur. Bu esas alındığı
takdirde halk taklide zorlanmış, oruç farzlarını eda için ibadetinde mutlaka
ileri gelenlerin aracı olmasına mecbur kılınmış ve görerek bilme zevkinden
mahrum edilmiş olur.
Böyle
olmaması içih hilâl hesabını anlayacak kadar gök bilimi tahsilinin de müslümanların
hepsine farz-ı ayın kılınması lazım gelir ki, bu da umumi olan İslâm dininin
kolaylık esasına aykırı bir teklif olur.
4-
Ay ve güneşin bir araya gelmesi, gizli ve izafi işlerdendir. Bunun açık delili,
ayın görülmesidir. Şer'an gizli işlerde bir şeyin delili, o şeyin yerine konulacağından,
görmeye itibarın zaruri olması lazım gelir. Halbuki hesap esas alındığı takdirde
ölçünün, hilalin görülmesine değil, kavuşumun meydana gelip, bitmesine bağlı
olması lazım gelir. Bu bakımdan hesap açısından hilalin görülmesine itibar
etmenin ne fen açısından, ne de din açısından bir mânâsı olmaz. Bu gibi hikmetlere
dayanarak, gökbilimi hesabına itibar hakkında bir nass varid olmamıştır.
Bu
da fennin mutlak kıymetsizliğinden değil, belki oruç konusu nokta-i nazarından
genel olamayacağı içindir. Gök bilimi tahsili, herkese farz kılınacak ilk
derecedeki tahsillerden olamayacağı için buna karşılık senenin bazı mukaddes
günlerinde müslümanlara hilâli aramayı öğretecek rasathaneler yaparak herkesin
bu zevkleri tatması için teşviklerde bulunmak, elbette daha güzeldir.
Görülüyor
ki muteber olan haber, görmeye dayanan bilgiyi nakil demek olan ve zahiren
tekzib edilemeyecek bulunan adil kimsenin şahitliğidir. Yoksa hiç kimse şüphe
etmez ki, para için din ve vicdanını satıp, yalan yere şahitlik edebilecek
birkaç fasıkın ihbarına itimat etmektense hesapla amel etmek daha evladır.
Peygamberimiz,
Şaban'ın son günü orucu ile Ramazan karşılamayı da yasakladığı için, Şaban
olduğu bilinen bir günde yalan bir haber ile oruç tutmak veya Ramazan olan
bir günde yalan bir haber ile bayram yapmak da günah olacağından bu konuda
ihtiyat lazımdır. Bundan dolayı büyük bir çoğunluğun şahitliği bulunmadığı
zaman dinlenecek şahitler hakkında gök bilimi hesabını, halin zahiri gibi
muteber tutmak, zamanımızın durumuna uygun olacaktır. Müslümanlar, her halde
hilâli arama farîzasını unutmamalıdırlar.
Özetle
orucun vücubunun sebebi, hilâli görmektir. Daha doğrusu ayın bir bölümünü
görmektir. Yirmi dokuzda hilali görmekle, bu olmadığı takdirde otuza tamamlamakla
hazar halinde Ramazan ayına girmiş olan her mükellef mümine bu ayda oruç tutmak
farzdır.
Her
kim mühimce hasta, yahut bir yolculuk üzerinde ise, bunların orucu da Ramazan'dan
başka günlerden tutamadıkları günler sayısıncadır.
Yani
bunlara Ramazan'da ruhsat vardır, tutmayabilirler. Tutmazlarsa diğer günler
adedi adedine kaza etmeye borçludurlar. Kaza ettikleri takdirde günahkâr olmazlar.
Fakat mukim ve sağlıklı olanlara bu ruhsat yoktur. Onlar kazaya bırakırlarsa,
farzı terk etmekle günahkâr olurlar. Bilerek bozdukları takdirde kazadan başka
keffaret de lazım gelir. İşte yazılmış orucun sayılı günleri, Ramazan ayı
ile beyan ve farziyeti kesinlikle te'kid edildikten sonra mazeretlerin itibardan
düştüğü zannedilmemesi için hastalık ve yolculuk mazeret ve ruhsatları da
tekrar zikredilmiştir.
Bu
tekrar dolayısıyla, yukardaki âyetlerin Ramazan orucu hakkında olmadığı ve
olsa bile, ilk duruma ait olan muhayyer vücub hakkında olup bu kesin ifade
ile neshedilmiş bulundukları ve bu yüzden, "Ona dayanıp kalanlara bir
fidye gerekir." fıkrasının tekrar edilmediği cihetle tamamen neshedilmiş
olduğu, "itâka"yı güç yetmek ile tefsir eden birçok müfessirler
tarafından ortaya atılmıştır.
Fakat
burada "itâka"nın mânâsı, zor dayanmak olup, bunun neshedilmediği
ve en azından çok yaşlı ve iyileşme ümidi kalmayan hasta haklarında neshedilmediği
sabittir. Şâfiî'ye göre gebe ve emzikli kadına da şamil ve hatta çok yaşlı
olana fidyeyi vacib görmeyen İmam Mâlik'e göre bu nass, kaza borcu olup da
gücü yeterken senesi içinde kaza etmeyenler hakkında sabit olduğu yukarda
izah edilmişti. Burada tekrar edilmemesi, neshedildiğinden değil edaya mahsus
geçici mazeret olan hastalık ve yolculuğun zikri ile eda ve kazayı içine alan,
devamlı mazeret olan güç zayıflığının daha evla bir yolla sabit olduğunun
anlaşılmasından dolayıdır.
Bu
noktayı şu da kuvvetlendirir: Allah böyle orucu farz kılmakla sizi zora, sıkıntıya
sokmak istemez, tersine size kolaylık vermek ister.
Hastalık
ve yolculukta ise bazen zorluk olabilir.
Bunun
kolaylığı da yemeye ruhsattır. Buna göre zararı gerektiren ve zorluk olacak
mazeretler hakkında ruhsatlar vermiştir. Bu hikmetten dolayıdır ki, oruca
niyet edip de oruçlu olduğunu unutarak yiyip içen veya karı koca ilişkisinde
bulunan kimsenin orucunun bozulmayacağı nebevî hadiste beyan buyurulmuş ve
buna "Allah'ın ziyafeti" denmiştir.
Yine
bu kolaylık esasından dolayı bunama, delilik gibi teklife engel bir hali bulunmayan
ve az çok genel hitapla mükellefler arasında dahil bulunan; aklı başında,
fakat edâ olsun kaza olsun oruca zor dayanabilecek, oruç bütün gücünü tüketip
zarar verecek olan ve normalde günden güne yıpranıp kötüye giden çok yaşlı
erkekler ve kadınlar, aynı şekilde genç olduğu halde iyileşmesi ümitsiz bir
müzmin hastalıktan dolayı ihtiyarlar gibi güçsüz bulunan zayıflar hakkında
da malî kudretleri bulunmak şartıyla yukardaki fidye ruhsatı haydi haydi sabittir.
Çünkü bunlar için kaza da bir zorluk alacağından kolaylık fidye şeklindedir.
Kısaca
Cenab-ı Allah, zor gibi görünen orucu farz kılmakla esasen mümin kullarını
hayat mücadelesine, zorluktan kurtarıp, kolaylığa ve rahatlığa kavuşturmayı
dilemiştir. Oruçla kolay kolay nefisle cihad etmeye alışılacak, lüzumunda
sabır yolları öğrenilecek, hayatın zorlukları yenilecek, ahiret saadetine
erişilecektir.
Fakat
böyle zorlukları, kolaylığa çevirecek olan oruç; hastalık, yolculuk ve ihtiyarlık
gibi bazı durumlarda kolay olmaz da zor olabilir. İşte o zaman da kaza veya
fidye kolaylığı ve ruhsatı meşru kılınmıştır. Hatta zahirîler, bu âyetlerin
zahirine bakarak yolculukta dört rekatlı namazları iki rekat kılmak gibi,
orucu yemenin vacib olduğunu bile söylemişler, yolcu olana başka günlerde
oruç tutmak farzdır, demişlerdir. "Yolculukta oruç tutmak iyilikten değildir."
hadisini de delil getirmişlerdir. Ebu Hüreyre (r.a.) de buna dayanarak "Yolculukta
oruç tutana yine kaza lazım gelir." demiştir. Fakat bundan başka bütün
sahabe, tâbiîn ve fıkıh âlimleri yolculukta orucun namaz gibi olmayıp, caiz
olduğunda ve tutarsa kaza lazım gelmeyeceğinde ittifak halindedirler. Bu konuda
Ebu Hüreyre şâzdır. Çünkü Peygamber (s.a.v.) Efendimiz'in yolculukta oruç
tuttuğu, müstefîz haberle sabittir.
Ebu
Saîd el-Hudrî, Enes b. Malik, Cabir b. Abdullah, Ebu'd-Derdâ, Seleme b. Muhabbık
ve İbnü Abbas (r.anhüm) yolculukta Peygamberimiz'in oruç tuttuğunu rivayet
etmişlerdir. Bundan başka Hamze b. Amr el-Eslemî (r.a.) Resulullah'a: "Ben
yolculukta oruç tutarım." dediği zaman Peygamber efendimiz'in: "Dilersen
oruç tut, dilersen ye." buyurduğu da sabittir. Adı geçen Hamze, Urve
b. Zübeyr ve Ebu Meravih ikamet halinde ve yolculukta dehir (sene) orucu tutarlardı.
Bu
âyetlerde ise hasta ve yolcuya orucu yemenin vacib olduğuna dair bir işaret
yoktur. Bu bakımdan "Yolculukta oruç tutmak iyilikten değildir."
hadisi de bazı özel durumlara mahsustur. Nitekim Mekke'nin fethi yılında Peygamber'le
ashab, Ramazan'da oruç tutmuşlardı. Sonra Resûlullah (s.a.v.): "Düşmanınıza
yaklaştınız, yemek sizin için daha kuvvetlidir. O halde iftar ediniz."
buyurdu. Ebu Saîd el-Hudrî: "Vallahi ben bu emirden önce görüyordum ki
Resûlullah ile beraber tutuyordum." demiştir.
Bu
sefer, Ramazan'ın onu geçtikten sonra vâki olmuş ve yeme emri "Usfan"
ile "Emeç" arasında "Kadîd" denen yerde verilmiştir. Demek
ki, "iyilikten değildir..." hadisi bu gibi özel sebeplere mahsustur.
Bundan dolayı yolculukta oruç yasak değil, belki "Oruç tutmanız sizin
için daha hayırlıdır." mutlak ifadesiyle daha faziletlidir bile.
Hz.
Enes de: "Biz "her kim hasta veya yolculukta olursa..." âyeti
nazil olduğu vakit yolculuklarımızda aç acına gider ve konakladığımız zaman
da karnımız doymazdı. Fakat bugün tok olarak gidiyoruz ve tok olarak konaklıyoruz."
demiş ve uşağına yolculukta orucu emretmişti.
Cenab-ı
Allah'ın bu ruhsatı, kolaylaştırmak içindir. Yolculuktaki namaz gibi azimet
mânâsında değildir. Hasta için yemenin vacib olmadığı üzerinde ittifak edilmişken
zahirîlerin yolculukta yemeyi vacib saymaları doğru olamaz. Zaman olur ki,
hasta ve yolcu için, vaktinde herkesle beraber eda olarak tutmak, daha sonra
yalnız başına kaza olarak tutmaktan daha zor olabilir. Bu da kolaylık dileğine
aykırı olur.
Kısaca
Allah, kolaylık ister. Bir de: Ayın günlerinin sayısına göre eda veya kaza
olarak orucun sayısını tamam etmenizi, -Âsım'dan Ebu Bekir Şube rivayeti ve
Yakub kırâetinde "kâf"ın fethası ve "mim"in teşdidi ile
okunduğuna göre: sayıyı tamamlamanızı, ve size hidayet etmesine veya hidayet
ettiğine hamd ederek Allah'a tekbir ve tazî-minizi, ve sizin gibi müminlerden
beklenen şükrünüzü ister.
Bu
bağlamaya göre tamamlamanızı, tamamlamanızı ister demektir ki, "lâm"lar
tâ'lil olmayıp, "sizi temizlemek ister" (Maide, 5/6) "Söndürmek
istiyorlar" (Saff, 61/8) âyetlerindeki "lâm"lar gibidir. Fakat
"lâm"ları talile yorarak âyetin sonunda "Allah bütün bunları
böyle meşru kıldı." ifadesinin takdir edilmesi,ince ve hoş bir leff ü
neşri içine almakla daha beliğ olduğunu Keşşâf sahibi beyan eder.
Bu
durumda mânâ :"Allah kolaylık ister,zorluk istemez.Sayıyı tamamlamanız
için,Allah'ın size hidayetine hamdederek kendini tekbir ve tazim etmeniz için
ve birde şükredesiniz diyedir ki,Cenab-ı Allah bütün bunları,böyle meşru kıldı."
ifadesinin takdir edilmesi, ince ve hoş bir leff ü neşri içine almakla daha
beliğ olduğunu Keşşâf sahibi beyan eder. (2)
Bu
durumda mânâ: "Allah kolaylık ister, zorluk istemez. Sayıyı tamamlamanız
için, Allah'ın size hidayetine hamdederek kendini tekbir ve tazim etmeniz
için ve bir de şükredesiniz diyedir ki, Cenab-ı Allah bütün bunları, böyle
meşru kıldı." Yani şahide ayın orucunu, hasta ve yolcuya yemenin mübah
oluşunu ve yedikleri takdirde aynı sayıyı gözeterek kazayı meşru kıldı. Sayıyı
tamamlamak, sayıyı gözetmenin; tekbir, öğrettiği kaza şekli ve fıtır sorumluluğundan
çıkışın; şükür de ruhsat ve kolaylığın illeti olur. Her iki mânâya göre Ramazan
orucunun günlerin sayısı ile tamamen tutulması ve bayram ayı görülmedikçe
otuzun tamamlanması, Allah'ın isteğidir.
Kazada
sayıyı gözetmenin istenmiş olması, edada sayıyı tamamlamanın istenmiş olmasından
dolayıdır ve kazanın vücub sebebinin, edanın vücub sebebinden ibaret bulunmasından
kaynaklanmaktadır. Sayı, her günün kendi orucuna sebep ve ölçü olduğunu gösterir.
O halde ayın görülmesi, icmâlî sebeb olmakla beraber tafsilî sebeb, günlerdir.
Bunun için oruç, ilk önce sayılı günler olmak üzere farz kılınmış, ay, bunun
beyanı olmuştur. "sayıyı tamamlamanız için..." sözü, 'ay'ı günlerin
sayısına bağlamıştır. Bundan dolayı Ramazan'da birkaç oruç yiyen kimsenin,
bütün ayı kaza etmesi gerekmez.
Yukarıda
"sayılı günler", sonuçta "sayıyı tamamlamanız için" denilmeyip
de sadece "ayı tamamlamanız için..." denilseydi böyle olması lazım
gelirdi. Hatta gecesiyle, gündüzüyle bütün ayın bir oruç olması gerekirdi.
Demek ki, Ramazan'ın içinde mükellefiyetin değişmesi, muteberdir. Ortasında
büluğa erenler sorumlu olduğu gibi, sorumluluk şartlarını kaybedenlerden de
düşer. Yine aynı şekilde Ramazan'ın başında ikamet halinde olan bir kimse,
Ramazan içinde yolculuğa çıkarsa yine ruhsata kavuşur. Ancak oruçlu olarak
çıktığı günü, bu ruhsata dahil olmaz. Çünkü "veya bir yolculuk üzerinde
olursa..." buyurulmuştur. Sayı da gün üzerine kurulmuştur.
Vücûb
sebebi, yalnız başından ayın görülmesi olsaydı, bunlar caiz olmazdı. Bununla
beraber başından tamamına bir niyetle de oruç sahih olabilir. Çünkü ayın görülmesi,
icmâlî bir sebeptir.
ALLAH'I
TEKBİR (Allah'ı Ululama): Esasen Allah'ı tazîm ve saygı demektir ki, üç mânâ
ile olur:
a)
Akd-i kalb (kalbin bağlanması),
b)
Söz,
c)
Amel.
a)
Akd-i Kalb (kalbin bağlanması) Allah'ın birliğine, adaletine itikatla marifetin
sağlamlığı ve şüphelerin yok oluşudur.
b)
Söz, Allah'ın yüce sıfatlarını ve güzel isimlerini ikrardır.
c)
Amel de namaz, oruç ve diğer farzlar ve şer'an caiz görülmüş şeyler gibi kulluk
amelleriyle ibadet etmektir.
Bu
söz ve amelin makbul olması da, kalbin itikadına yani imana bağlıdır. Çünkü:
"Her kim mümin olarak ahireti ister ve onun için çalışmasını da yaparsa,
işte onların çalışmaları makbul olur." (İsrâ, 17/19) âyetinde çalışmanın
makbul oluşu, mümin olmak durumuyla kayıtlanmıştır.
İtikat
ve iman oruca mahsus olmayıp, her ibadette geçerli olduğu ve diğer ibadetler,
çeşitli sebeplere bağlı olup Ramazan orucuna dayalı bulunmadığı cihetle bu
âyete uygun olan mânâ, bu tekbirin, Ramazan'ın sayısını tamamlamaya bağlı
olarak bayrama işaret olması ve buna layık olan da tekbir lafzının açıkça
söylenmesidir. Tekbir lafzı, "Allahü Ekber" demektir. Bunun en mükemmel
bir şekli de tehlil ve hamdi de içine alan: 'dir ki "tekbir" adıyla
bilinmektedir.
Bu
âyette tekbirin ile sılalanma (ulanma)sı da hamd mânâsının kapsamına dayalı
olduğundan buna pek uygundur.
Bu
tekbirin ise, insanın Şevval hilalini gördüğü zaman kendi içinden yapacağı
tekbir olması caiz olduğu gibi, selef âlimlerinden birçoğunun anladığı şekilde
bayram namazına çıkarken yapılan tekbir veyahut bayram namazının tekbirleri
olması da caizdir. Yani her biri muhtemeldir. Bunlardan birine özel bir delalet
yoktur. Bu bakımdan bunların biri, âyet ile vacibdir, denilemez. Açık veya
gizli olması vacibdir, hiç denilemez.
İbnü
Abbas hazretlerinden rivayet ediliyor ki: "Müslümanlar, Şevval hilâline
baktıklarında bayramlarını bitirinceye kadar tekbir almaları, üzerlerine haktır.
Çünkü "sayıyı tamamlamanız için ve size hidayet etmesi üzerine Allah'ı
tekbir etmeniz için..." buyurulmuştur."
Hz.
Ali, Ebu Katâde, İbnü Ömer, Saîd b. Müseyyeb, Urve, Kasım, Harice b. Zeyd,
Nâfi b. Cübeyr b. Mut'ım ve diğer ashab-ı kiramdan rivayet edilmiştir ki,
bayram günü musallaya (bayram namazgahına) çıktıkları vakit tekbir alırlardı.
Ebu
Bekr Râzî "Ahkâmü'l-Kur'ân"da bunları nakl ederken derki: "İbnü
Abbas'ın azadlısı Şu'be şöyle demiştir: "Ben İbnü Abbas'ı musallaya (cemaatle
namaz kılınan yere) yedip götürürdüm. İnsanların tekbir aldığını işitir; "İnsanlara
ne oluyor? İmam tekbir mi aldı?" derdi. Ben: "Hayır!" derdim.
O da: "İnsanlar deli midirler?" derdi.
Bundan
anlaşılıyor ki, İbnü Abbas musalla yolunda tekbiri hoş görmemiştir. Bu, delalet
eder ki, O'na göre âyetteki tekbirden maksat, imamın hutbede aldığı o tekbirdir
ki, insanlar da beraber alabilirler. Hilal tekbiri rivayetinde de açıkça söylemenin
vacib olduğuna dair bir delalet yoktur.
Bu
delillerin özü olmak üzere Hanefî mezhebinde tercih edilen şudur ki, bu tekbirlerin
hiç biri vacib değildir. Bayram hilalini görünce gizlice genel mânâsıyla tekbir
müstehabtır. Peygamber (s.a.v.)'den ve sadr-ı evvelden (ilk asır müslümanlarından)
rivayet edildiği için bayramlarda musallaya giderken ise tekbir sünnettir.
Ancak Ramazan bayramında gizlice ve kurban bayramında açıktan almak müstehabdır.
Âyetteki
tekbir, mutlak olduğu için bütün bunları kapsamına alırsa da hepsinin vacib
olduğunu ifade etmez. Nihayet bayramın gelişi ile mutlak bir tekbirin vacib
olduğunu ifade ederse, o da bayram namazı ve ondaki tekbirler olabilir. Şu
halde mânânın özü: "Ramazan'ı tamamlayıp, tekbir alarak bayram namazını
kılınız." demek olur. "Gerek ki şükredersiniz" ifadesi de bayram
sevincini ve bayramın bir şükran tarzı ile yapılması hususuna özel bir işareti
içerir. Bu şekilde oruç farizasının ta yukarıdaki "yiyiniz.. ve şükrediniz"
(Bakara, 2/172) emirlerine uygunluğu ne kadar anlamlı olmuştur. Bu cümlelerle,
bu âyette Cebriye mezhebini iptal edecek deliller vardır.
Rivayet
edildiğine göre Arabinin birisi, Resûlullah (s.a.v.)'e: "Rabbimiz yakın
mıdır, gizlece münacat mı edelim? Yoksa uzak mıdır, bağıralım mı?"(2)
diye sormuştu. Bu sebeple Cenab-ı Allah, tekbir ve şükrana layık olan ilâhî
zatını tarif edip vasıflandırarak, duanın oruçla kuvvetli ilgisini anlatmak
ve hükümlerinin icrasına riayet edilmesini emretmek için, hitabı değiştirmekle
Resulüne buyurmuştur ki:
Meâl-i
Şerifi
186-
Şayet kullarım, sana benden sordularsa, gerçekten ben çok yakınımdır. Bana
dua edince, duacının duasını kabul ederim. O halde onlar da benim davetime
koşsunlar ve bana hakkıyla iman etsinler ki, doğru yola gidebilsinler.
186-*}
Kullarım, sana benden sorduklarında cevabı şudur: Ben, gerçekten yakınım,
yani bana dua ettiği vakit, dua edenin duasını kabul ederim, onu her halde
bir cevab ile karşılarım. Demek ki, Allah'ın yakınlığının mânâsı, bu şekilde
çabucak kabul etmektir. Yer yakınlığı, cihet yakınlığı demek değildir.
Allah'ın
zatının bu şekilde vasıflandırılmasında ve tarifinde:
1-
Kâinatın yaratıcısı olan Hak Teâlâ'yı bilmez, işitmez, kör, sağır bir kuvvet
farz ederek namaz, oruç, dua gibi ibadetleri, müracaatları faydasız, lüzumsuz
gibi zanneden cahil tabiatçıları, yine kaderin başlangıcı olan Allah'ın ilmini,
kazanın başlangıcı olan Allah'ın iradesini de bir kadere tabi tutarak Allah'ın
seçip dilemesini inkâr eden icabiye mezhebini şiddetli bir şekilde red vardır.
Yaratıcı kudreti inkar etmek, sırf cahillik olduğu gibi, hakkın ilminin yaratıcılığını
inkar etmek de aynı şekilde sadece bilgisizliktir.
2-
Allah'ı zor bilir, zor işitir gibi zannedip de dua ve ibadetinde bağırıp çağıranlara,
gürültü, patırtı edenlere red vardır. Nitekim bu âyetin iniş sebepleri arasında
rivayet edilmiştir ki: Bir savaşta ashab-ı kiram, seslerini yükselterek tekbir,
tehlil, dua ediyorlardı. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz "Siz sağıra veya
gaibe dua etmiyorsunuz. Her halde işiten ve yakın olan birine dua ediyorsunuz."
buyurmuştu. Yukarda zikredilen nüzul sebebinden de anlaşıldığı üzere bu âyet,
Allah'ı uzak zannedip de dualarında bağıranları ve icabiyeyi reddetmesi, bunun
gereği olarak haydi haydi sabittir. Bunun için duanın şartlarından biri de
alçak gönüllülük ve boyun eğmektir. Zira insanlar, Allah'tan uzak olsalar
da "Allah yakın"dır. Bize şah damarımızdan daha yakındır. "Biz
o insana, şah damarından daha yakınız." (Kâf, 50/16) âyeti bunu açıklamaktadır.
Hatta bize, bizden çok yakındır.
İmam
Fahreddin Râzî der ki: "Bu "Ben yakınım" ilâhî sözünde aklî
bir sır vardır. Şöyle ki: Mümkün olan şeylerin mahiyetlerinin, varlıklarıyla
vasıflandırılması, ancak Allah'ın var etmesiyledir. Bundan dolayı Allah'ın
icadı, mümkün olan şeylerin mahiyetleriyle varlıkları arasına girmiş gibidir.
Bu yüzden Allah Teâlâ, her mümkünün mahiyetine o mahiyetin varlığından daha
yakındır. Hatta bu konuda daha yüksek bir kelam vardır: "Yaratıcı, o
yüce zattır ki, mümkün olan şeylerin mahiyetlerinin mevcud olması O'nun içindir.
Bu böyle olduğu gibi cevherin cevher, karaltının karaltı, aklın akıl, nefsin
nefis olması da O'nun içindir. Mahiyetlerin var olması O'nun tesir ve yaratmasıyla
olduğu gibi, her mahiyetin, o mahiyet olması da O'nun tesir ve yaratmasıyladır.
İşte bu bakımdan Allah Teâlâ her mahiyete kendinden daha yakındır.."
Râzî'nin
birinci ifadesi, mahiyetlerin yaratılmamış olmasına, ikinci ifadesi de yaratılmış
olmasına göredir. Bunda varlıkla mahiyetin farkı yoktur. Felsefeciler ve tasavvufçular,
birincisini; kelamcılar, ikincisini kabul etmektedirler. Birincisinde ilmin
iradeye; ikincisinde iradenin ilme itibarla bir önceliği var demektir. Çünkü
Allah'ın sıfatları zatı ile (ma'î) beraber olmakla birlikte nisbî açıdan bir
ilgi bulunabilir.
Şunda
hiç şüphe yoktur ki, Allah Teâlâ, bütün zarurilerin zarurisidir. Mümkün olan
şeylerin varlıkla vasıflandırılmasının zaruri olmadığı herkesçe kabul edilmektedir.
Fakat isterse mümkün olsun herhangi bir şeyin, kendi ile yorumlanması o şeyin,
o şey olmakla vasıflandırılması, zarurî şeylerin en kuvvetlisi görünür. Bunun
bizzat bir zaruret olduğunda da şüphe yoktur. Bunun içindir ki mahiyetler,
o mahiyetler olmak mânâsına yaratılmamış zannedilmiştir. Fakat bunun zat için
ve zattan dolayı bir zaruret olduğu iddia edilemez. Böyle bir iddia, bi zatihî
(zatı ile) ve li zatihî (zatı için) zaruret başlangıcının, zatı için varlığı
vacib olanın müteaddid (birden fazla) olduğunu söylemektir. Halbuki bi zatihî
(zatı ile) ve li zatihî (zatı için) sebeplerin sebebi birdir, o da Allah Teâlâ'dır.
Allah'ın varlığını ispat eden illiyet (sebeplilik, nedensellik) kanunu gereğince
ilk sebep olan hakkın zatı üzerinde bir kader farz etmeyi gerektirecek yaratılmamış,
ezelî mahiyetlerden bahsetmek, aynı şekilde Allah'ın zatı üzerinde ifade icab
edecek bir başlangıç olmak, icabiyenin ilimde dayandıkları illiyet kanununa
dönüp bozmak demektir. Hakikatte her şeyin, o şey; bir mümkün mahiyetin, o
mahiyet olması hakkındaki zaruri hüküm, hakkın zatının, zatı ile ve zatı için
vacib olduğu düşüncesine bağlı bir zarurettir.
Önce
zatı için hakkın vacib oluşu düşünülmemiş olsaydı, "insan insandır",
hükmü zaruri olarak kabul edilemezdi. Bu şekilde her işin aslının tasdiki,
vacibin tasdikine bağlıdır. Bundan dolayı bütün vaciblerin, zaruretlerin kaynağı
Cenab-ı Hak'tır. Mümkün olan şeylerin varlıkları, vacib olan varlıktan istifade
etmiş olduğu gibi, bütün işler ve mümkünlerin mahiyetleri de hakkın varlığından
alınmıştır. Allah'sız varlık olamayacağı gibi, Allah'sız mantık da olamaz.
Bu
bakımdan Allah'ın, bu âyet gereğince yakın olduğunda şüphe olmadığı gibi "biz
daha yakınız." (Kâf, 50/16) âyeti gereğince, bize bizden daha yakın olduğunda
da aklen ve naklen tereddüt edilmemesi lazım gelir. Biz kendimizin ve başkalarının
arzu ve temennilerini duyup, bilebiliyor ve onlara işittiğimiz zaman cevap
da verebiliyorsak, bize bizden daha yakın olan Allah Teâlâ'nın dualarımızı,
yalvarmalarımızı daha önce işiteceğine iman etmek kaçınılmaz olur.
Bakara
Sûresi
(Devamı)
DUA:
Esasen davet gibi çağırmak mânâsına masdardır. Sonra küçükten büyüğe, aşağıdan
yukarıya meydana gelen talep ve niyaz mânâsına âdet olmuş ve isim olarak da
kullanılmıştır ki dua dinledim, dua okudum denir. Duanın hakikati, kulun,
şanı yüce olan Rabbinden mütevazi bir şekilde medet, ihtimam ve yardım dilemesidir.
İlimden
dem vuran bazı cahiller, duayı faydasız bir şey zannetmişlerdir. Bunların
başında yaratıcı kudreti, bir kör kuvvet zanneden kör kuvvetçiler vardır.
Fakat bunlardan başka "icab" veya "cebir" nazariyelerine
saplananlardan da bu konuda birtakım şüpheler ileri sürmeye kalkışanlar olmuştur.
Şöyle ki:
1-
Dua ile istenen, Allah yanında ya olacağı bilinmektedir veya bilinmemektedir;
olacağı bilinmekteyse, olması vacibdir, duaya hacet yoktur. Olacağı bilinmemekteyse
olması imkansızdır, yine duaya hacet yoktur.
2-
Bu âlemdeki bütün olayların, ezelî olan bir müessir (etken)e dayandığında
şüphe yoktur. O halde bu ezelî etkenin, ezelde varlığını gerekli kıldığı şeyin
olması vacibdir. Gerekli kılmadığının da olması imkansızdır. Bunlar ezelde
sabit ve takdir edilmiş olunca duanın da elbette tesiri olamaz. Bu nokta değişik
deyişlerle de ifade edilir.
Derler
ki kaderler, geçmiş; kazalar yakındır. Dualar bunu ne artırır, ne de eksiltir.
O halde duanın faydası ne?
Peygamber
(s.a.v.) Efendimiz bile: "Allah kaderleri, halkı yaratmadan şu kadar
ve şu kadar sene önce takdir etti." Yine: "Olacak şeylerde kalem
kurudu." buyurmamış mıydı? "Dört şeyden ferağat hasıl olmuş, onlar
bitirilmiştir; ömür, rızık, yaratma ve huy." hadisi de rivayet edilmiş
değil midir? O halde duadan ne fayda?
3-
Allah, gaybları bilmektedir. Gözlerin hain bakışını, kalblerin gizli tuttuğu
niyetleri bilir. O halde duaya ne hacet? Cebrail (a.s.) bile bu meâldeki kelâm
ile ihlas ve kulluğun en yüksek derecesine ermiş, Hz. İbrahim ateşe atılırken:
"Bana o kimse yeter ki isteğim, O'nun, hâlimi bilmesidir." demekle
dostluk makamını kazanmıştır diyorlar. Aklî deliller ve sahih hadislerle sabit
olduğuna göre, doğru kimselerin makamlarının en yükseği, Allah'ın kazasına
razı olmak değil mi? Dua ise nefsin isteğini, Allah'ın isteğine tercih ve
insanlık hissesini talep ve aramak demek olduğuna göre buna ters olmaz mı?
Fâtiha
sûresinde açıklandığı üzere bir kudsî hadiste: "Her kimi, benden istemekten
benim zikrim meşgul ederse, ben ona, isteyenlere verdiğim şeyin en üstününü
veririm." buyurulmamış mıdır? Bundan dolayı duayı terk etmenin daha evla
olduğu bu yönleriyle sabit olmaz mı demeye kadar varanlar olmuştur. Bunlara
karşı aklı başında olanların ve âlimlerin büyük çoğunluğu, duanın, kulluk
makamlarının en önemlisi olduğunda şüphe etmemişlerdir. Bu hususta aklî ve
naklî pek çok deliller vardır:
1-
Görülüyor ki yukardaki şüphelerin başı, kader meselesinden "cebir"
ve "icab"a dayanmaktadır. Halbuki bununla duayı inkara kalkışmak
çelişki olur. Çünkü bu durumda insanın dua etmesi ve duaya iman etmesi, ezelde
olacağı bilinen bir şey ise, o dua her halde yapılacaktır. Buna şüphe atarak
iptale çalışmak, cebir ve kaderden bahsetmek mânâsızdır. Eğer olmayacağı biliniyorsa
inkara kalkışmaya hacet yoktur. Dua zaten yapılmayacaktır. Ezelde duaya bağlı
olarak takdir edilen taleblerin de her halde dua şartıyla olacağının bilinmiş
olması lazım gelir.
Meselâ
yemek yemek şartıyla doyması takdir edilmiş olanın, istemek ve azmetmek şartıyla
muvaffak olacağı takdir edilmiş olanın doyması, muvaffak olması, yemeye, istemeye
ve azme bağlı olduğu gibi, dua da öyledir.
Bundan
dolayı birinci ve ikinci şüphelerde mutlak olmak üzere yapılan tekrar etme
eksiktir. Taleb ile, dua ile kayıtlı olarak, olacağı bilinen takdirler vardır.
2-
Cenab-ı Allah her şeyden öncedir. Bu mânâ iyi düşünülünce anlaşılır ki kadere
mahkum olan Allah değil, yaratıklardır. Kaderler önce ise, Cenab-ı Allah da
kaza ve kaderden öncedir. Dua, bu önceliği ikrar ve itiraf olduğu için kulluk
makamlarının en önemlisidir. Bize gelince, Allah Teâlâ'nın ilmi, kaza ve kaderin
niteliği, akıllarımızın dışındadır. Kaderin sırrı, meydana gelmesinden önce
bilinemez. Bu şekilde Allah'ın hikmeti, kulun ümit ile korku arasında koşup
korunmasını gerekli kılmıştır. Ümit ve arzu, başarının sebebi; korku ve çekinme,
başarının düzenleyicisidir. Yaşamak, bu iki özelliğin dengesidir. Varlıkla
yokluk arasında dönüp dolaşan mümkinin mahiyeti de budur. Bunun için Allah'ın
ilmi, hepsini kuşatmıştır. Allah'ın kaza ve kaderi herkes için geçerli olmakla
beraber sorumluluk da doğrudur. Biz, hem kanunsuz yaşamadığımızı biliriz;
hem de iradenin ve azmin bir kanun olduğunu biliriz. Ümit ve korku, talep
ve azim kanunlarının birisi de duadır. Bütün olaylar sebeplere bağlı ise,
dua da o sebeplerden biridir.
3-
Ashab-ı Kiram, Resulullah'a cebir ve kader meselesini sormuşlar: "Ey
Allah'ın Resûlü nasıl görürsün? bizim amellerimiz, bitirilmiş bir şey midir,
yoksa yeni başlayan bir iş midir?" demişler. "Bitirilmiş bir şeydir."
buyurulunca: "O halde amel nerede kalır?" sorusunu sormuşlardı.
Bunun üzerine: "Çalışınız, herkes kendisi için yaratılmış olan şeye kolaylıkla
ulaşır." buyurulmuştu. Hem kaderin geçtiğini, hem de kolaylığa kavuşmuş
olmak için çalışıp amel etmenin lüzumunu göstererek, işin ne cebir ve ne sırf
icab, ne de mutlak hürriyet olmadığını; belki ikisi arasında orta bir yol
ve icab ile seçimin toplamı "iki iş arasında bir iş" olduğunu göstermiş,
boyun eğdirmemiş, kolaylığa erdirmiştir. Şaşıranlar, bu orta noktanın ya aşırısına
veya ihmaline düşenlerdir.
4-
Duadan maksat bildirmek değil, kulluk göstermek; tevazu ve alçak gönüllülük
arz ederek müracaatta bulunmaktır. Maksat bu olunca, kaza ve kaderine rıza
ile beraber Allah'a dua etmek, insanlık hissesini tercih değil; Allah'ın kudretine
her şeyden fazla saygı duymaktır. Bu da en büyük makamdır. Cebrail'in ve Hz.
İbrahim'in zikredilen sözleri de yerine göre duanın en beliğ olanıdır. İstenenin
açıkça ifade edilmesi, duanın zaruretlerinden değildir. Zaman olur ki edep
ve yerini bilen huzur ehli için hâl, sözden daha edepli olur. "Ey Rabbim
huzurundayım, hâlim sana malum." demek, söyleyenin makamına, kalbinin
doğruluk ve ihlas derecesine göre, en belağatlı dualardan daha belağatlı olur.
Daha doğrusu dua açık olduğu gibi kinaye ve ima ile de olur. Bu bakımdandır
ki ikram sahibi ve çok cömert olan Allah'a karşı hamd ve övgü arz etmek, duayı
da içine alır. Bu sebeple: "Duanın en üstünü, Allah'a hamd olsun, demektir."
buyurulmuştur.
5-
Dua hakkında naklî deliller o kadar çoktur ki, bunları ancak kâfirler inkar
edebilirler. Bu cümleden olarak bu âyetten başka: "Bana dua ediniz ki
size icabet edeyim." (Ğâfir, 40/60), "Rabbinize yalvara yalvara
ve için için dua ediniz." (A'râf, 7/55), "Yoksa sıkıntıya düşen
kimseye, kendisine dua ettiği zaman icabet eden mi?" (Neml, 27/62), "De
ki: Duanız olmasa Rabbim size ne kıymet verir?" (Furkan, 25/77), "Hiç
olmazsa böyle şiddetimiz geldiği zaman bari yalvarsaydılar. Fakat onların
kalbleri katılaşmıştır." (En'âm, 6/43) gibi nice âyetler vardır. Bunların
sonuncusu gösteriyor ki Allah, dua edip istemeyenlere gazab eder. Daha önce
Fâtiha sûresinin, dua ve mesele ta'limi sûresi isimlerini de taşımakta olduğu
ve bununla dua âdâbının öğretildiği geçmişti.
Duanın
önemini anlamak için, yalnız konusu üzerinde bulunduğumuz âyeti düşünmek yeterli
olacaktır. Çünkü Cenab-ı Allah, kitabının on dört yerinde soru ve cevabı zikretmiştir
ki bunların bazısı: "Ey Muhammed! Sana ruhtan soruyorlar. De ki..."
(İsrâ, 17/85), "Ey Muhammed! Sana dağların kıyametteki halini sorarlar.
De ki..." (Tâhâ, 20/105), "Ey Muhammed! Sana kıyametten sorarlar,
ne zaman kopacak? diye. De ki..." (A'râf, 7/187) gibi itikatla; bazısı
da: "Ey Muhammed! Sana neyi infak edeceklerini soruyorlar. De ki..."
(Bakara,
2/215), "Ey Muhammed! Sana içkiden ve kumardan soruyorlar. De ki..."
(Bakara, 2/215) gibi ibadetle ilgilidir.
Bunların
cevapları da üç şekilde gelmiştir: Çoğunda yerinde buyurulmuştur ki, bu da
cevabın çabukluğuna ve hemen tebliğine tenbih vardır.
Üçüncüsü
de dua hakkındaki bu âyettir ki burada: "Kullarım sana benden sordukları
zaman..." âyetinde veya diye açıkça söylenmeyerek cevabında doğrudan
doğruya "Ben yakınım." buyurulmuş, vasıta kaldırılmış, yakınlık
da duaya icabetle açıklanmıştır ki bunda büyük bir incelik vardır. Cenab-ı
Allah, duada kulu ile kendisi arasına bir vasıtanın girmesini istemiyor ve
sanki diyor ki: "Kulum, vasıtaya dua vaktinden başkasında muhtac olabilirse
de, dua vaktinde benimle onun arasında vasıta yoktur."
"Ben
yakınım" buyurulup "kullarım bana yakındır" buyurulmaması da
gayet anlamlıdır. Çünkü kul, varlığı mümkün olduğundan, kul olması yönüyle
yokluğun merkezinde ve faniliğin en aşağı noktasındadır. Bunun Hak Teâlâ'ya
bizzat yaklaşması mümkün değildir. Bu bakımdan yakınlık kul tarafından değil,
Allah tarafındandır. Şimdi bu iki nükte düşünülürse, şu gerçeğe erilir ki
dua eden kimsenin gönlü, Allah'tan başkasıyla meşgul olduğu müddetçe gerçekten
dua etmiş olmaz. Allah'tan başka şeylerin hepsinden uzak olduğu vakit de Hakk'ın
birliğinin marifetine dalar. Bu makamda kaldıkça kendi hakkını düşünme ve
insanlık nasibini talepten kaçınır, bütün vasıtalar kaldırılır ve o zaman
Allah'ın yakınlığı hasıl olur. Çünkü kul, kendi arzusuna yönelik olduğu sürece
Allah'a yaklaşamaz, o arzu engelleyici bir vasıta olur. Bu, kaldırıldığı zaman
ise: "Ben işimi Allah'a bırakıyorum. Şüphesiz ki Allah kullarını görür."
(Ğâfir, 40/44) âyetindeki havale, tam bir samimiyetle ortaya çıkmış bulunur.
Göz, Hakk'ın gözü olarak görür; kulak, Hakk'ın kulağı olarak işitir; kalb
Hakk'ın aynası olarak bilir, duyar, ister. O zaman milyonlarca sebeplerin,
asırlarca zamanların yapamadığı şeyler, Allah'ın dilemesi hükmüyle, "ol"
demekle oluverir.
İşte
dua, böyle bir yakınlık vasıtasıdır ve dolayısıyla ibadetlerin en üstünüdür.
Nitekim Peygamber (s.a.v.) Efendimiz: "Dua, ibadetin iliğidir."
buyurmuştur. Diğer bir hadis-i şerifte ise: "Dua ibadetten ibarettir."
diyerek: "Bana dua ediniz ki, size icabet edeyim." (Ğâfir, 40/60)
âyetini okumuştur.
Dikkat
edilirse görülür ki duayı önemsemeyenler, ibadeti önemsemeyenlerdir. Bunlar
ise Allah'ın yakın olduğunu ve duaya cevap verdiğini bilmeyen ve hatta Allah'a
ortak kabul edenlerdir. Bunlar, Hakk'a yalvarmaktan kaçınırlar da yaratıkların
takdirine kavuşmayı cana minnet bilirler.
İşte
Cenab-ı Allah bu konudaki bütün şüpheleri defetmek ve kullarını irşad için
duanın önemine ve oruç halinin, buna en uygun bir hal olduğuna işaret ederek
oruç emrinden sonra Peygamberine buyuruyor ki:
Kullarım
sana benden sorarlarsa ben yakınım, bana dua ettiği zaman, dua edenin duasına
cevap veririm. Öyle ise onlar da benim emirlerime candan icabet edip, tutunsunlar.
ve bana inansınlar, orucun faziletleri hakkındaki açıklamalarımı tasdik etsinler
ki rüşdlerine ersinler, doğruca arzularına kavuşabilsinler.
Bilinmektedir
ki dua ile emirler, aynı sîga (kip) ile yapılan birer taleptirler. Bir düşkünün:
"Aman yetiş!" diye bağırışı, bir dua; buna karşı yardım edecek birinin:
"Haydi kalk!" demesi bir icabet ve bir emirdir. Küçüklerin yardım
istemesine yardımla cevap vermek, büyüklüğün alâmeti olduğu gibi; büyüğün
emrine itaat de edep gereği olmasından başka küçüklerin menfaatleri icabından,
akıl ve hikmet gereğinden olan bir görevdir. Aklın gereği üzere harekete ise
rüşd (erginlik) denir.
Büyüklerin
büyüğü, âmirlerin âmiri, hâkimlerin hâkimi olan Allah Teâlâ ise, ululamaya
ve şükretmeye en layık olan mutlak büyüktür. Bilinmekte olan deyiş ile her
yerde hâzır ve nâzır, yaratıklarının her türlü ihtiyacını çabucak yerine getirmeye
kâdir ve onlara, kendilerinden daha yakındır. "Bana dua ettiği vakit
dua edenin duasına icabet ederim." diye ayrıca bir icabet vadinde de
bulunmuştur.
İşte
o büyük Allah'tır ki kullarına ve sırf kullarının menfaati hesabına birtakım
hükümler koymuş ve bu konuda oruçla ilgili emirler vermiştir. Allah, o yücelik
ve büyüklüğü ile kendini kullarından uzak tutmaz ve taleplerine icabet ederse,
acizlik ve yokluk içinde koşan kulların, O'nun emirlerine icabet ve candan
sarılıp itaat etmelerinin lüzumu, edep ve ahlâk açısından öncelikle sabit
olacak bir farz teşkil eder. Hatta sadece ahlâk değil, akıl ve menfaatin gereği
olan bir rüşd ve doğruluk olur.
Bu
bakımdan ancak Allah'a ve hükümlerine iman ile icabet ve itaat edenlerdir
ki akıl ve rüşdlerini ispat etmiş olurlar ve arzularına doğruca erebilirler.
Bu şekilde âyet, oruç hükümlerinin icrasına riayeti ilan için belağatlı sebepleri
ve hikmetleri kapsayan kuvvetli bir buyruk olmuştur. Bu kuvvetli buyruk, mutlak
oluşu ile bütün emir ve hükümleri kapsamakta ise de özellikle oruç emrini
takip etmesi dikkate değer. Oruç, nefsin arzularına aykırı bir yükümlülük
olarak göründüğü için diğerlerinden daha zor ve zahmetli kabul edileceğinden,
bu özel pekiştirme ile, ihmal edilmesinden sakındırılmıştır. O halde dua hakkındaki
geniş açıklamayı, gelecek olan diğer âyetlere bırakarak oruca devam edelim.
Rivayet
ediliyor ki başlangıçta müslümanlar oruç tutacakları zaman ancak akşamdan
yatsı namazını kılıncaya veya uyuyuncaya kadar yiyip içebilirler ve karı koca
ilişkisinde bulunabilirlerdi. Yani imsak, yatsı namazından veya uykudan itibaren
başlardı. Bir gün Hz. Ömer yatsıdan sonra hanımıyla ilişkide bulundu ve hemen
pişmanlık duyup Peygamber'in huzuruna geldi, özür beyan etti. Derken orada
hazır bulunanlardan bir takım kimseler de yatsıdan sonra aynı şeyi yaptıklarını
aynı şekilde itiraf ettiler. Bunun üzerine şu âyet nazil oldu:
Meâl-i
Şerifi
187-
Oruç gecesi kadınlarınıza yaklaşmanız, size helâl kılındı. Onlar, sizin için
bir örtü, siz de onlar için bir örtü durumundasınız. Allah, nefsinize güvenemeyeceğinizi
bildiği için müracaatınızı kabul buyurdu ve sizi bağışladı. Şimdi onlara yaklaşın
ve Allah'ın sizler için yazdığını isteyin. Ta fecrin beyaz ipliği siyah iplikden
size seçilinceye kadar yiyin, için. Sonra da ertesi geceye kadar orucu tam
tutun. Bununla beraber siz mescitlerde îtikaf halinde iken onlara yaklaşmayın.
Bunlar, Allah'ın sınırlarıdır, sakın onlara yaklaşmayın. Allah, âyetlerini
insanlara böyle açıklıyor ki sakınıp korunsunlar.
187-Ey
müminler Oruç gecesi kadınlarınıza yaklaşmak, size helâl kılındı. Gecenin
hangi saatinde olursa olsun herkes eşiyle karı koca ilişkisinde bulunabilir.
Önceden olduğu gibi yatsıdan veya uykudan sonra geceleyin cinsî temas oruca
engel olmaz. Buna aykırı olarak "Sizden öncekilere farz kılındığı gibi."
(Bakara, 2/183) ifadesinden çıkarılan geçmiş şeriatlerin hükmü, yine ilk oruçta
Peygamberin sünnetinden alınmış olan eski hüküm bundan sonra kaldırılmıştır.
Böylece Ramazan orucu, önceki oruçları kaldırmıştır ki bundan kitabın, sünnetin
hükmünü kaldırmasının caiz olduğu da anlaşılır.
REFES:
Çirkin söz, yani kinaye olarak söylenmesi gereken şeyi açık söylemektir ki
kinaye olarak cinsî birleşmeye de denir. Burada bu mânâda olduğu üzerinde
ittifak edilmiştir. Yani sözlü refes değil, fiilî refestir.
Cenab-ı
Allah, Muhammed ümmetine kolaylık dilediğinden orucun vaktini kısaltmış, geceleri
neshetmiş, cinsi birleşmeyi helal kılmıştır. Çünkü onlar sizin elbiseniz,
örtünüz, siz de onların elbisesi, örtüsüsünüz.
Bu
açık bir istiaredir. Açıklanacak olursa mânâ şu olur. İki noktadan böyle birbirinizin
elbisesi durumundasınız:
a)
Bir taraftan elbise gibi birbirinize sarılır, sarmalaşırsınız,
b)
Diğer taraftan elbisenin ayıpları örtmesi, soğuk ve sıcaktan koruması gibi,
her biriniz, diğerinin hâlini gizleyip örter, namusunu muhafaza edip, günahlardan
korur. Aranızda böyle bir beraberlik ve ilişki vardır. Allah bilmektedir ki,
bundan önce muhakkak siz, kendinize hiyanet ediyordunuz. O beraberlik dolayısiyle
sabredemiyor, nefislerinizi, se vabın eksiltilmesine ve azaba maruz kılarak
kendinize haksızlık ediyordunuz. Bundan dolayı Allah, sizin yüzünüze baktı,
tevbenizi kabul, ve sizden oruç gecesi cinsî münasebet günahını af edip sildi.
şimdi onlara yaklaşın, ve Allah'ın sizin için ezelde yazdığı, takdir ettiği,
Levh-i Mahfuz'a nakşettiği nesli isteyin. Diğer bir mânâ ile Allah'ın meşru
kıldığı üreme yolunu arayın. Üçüncü bir mânâ ile Kadir gecesini arayın.
MÜBÂŞERET:
Beşere, beşereye gelmek, yani çıplak deri, deriye dokunmaktır. Bu münasebetle
cinsî ilişkide mübâşeret denir ki burada maksadın bu olduğu üzerinde ittifak
edilmiştir. Bu "Mübaşeret ediniz, yaklaşınız!" emrinin, "yiyiniz"
gibi ibâha (mübahlık bildirmek) üzerinde de ittifak edilmiştir. Yani, "Mübaşerette
bulununuz." demek, "Cinsî münasebette bulunabilirsiniz, yasak değildir."
demektir. Bunun arkasında "Allah 'ın sizin için yazdığı nesli isteyin."
ifadesi, şunu gösteriyor ki birleşmeden maksat çocuk olmalı, yalnızca şehevî
arzuyu tatmin peşine düşülmemelidir. Çünkü şehvetin yaratılmasının ve nikahın
meşru kılınmasının hikmeti, üreme ve cinsin devamıdır. Sadece şehveti tatmin
değildir. Bu "isteyin" emrinin, azli yasaklamak olduğu da söylenmiş
ise de, "ibtiğa" fiilinin mef'ulü olan açık olmadığından kesin değildir.
Ancak hadislerden de anlaşıldığı üzere mekruh olduğuna işaretten de uzak kalamaz.
Kısaca
oruç gecesi, o şekilde cinsî münasebette bulunun, ve yiyin, için ta siyah
iplikten beyaz iplik size seçilinceye kadar bunlar helal ve mübahtır. Fakat
yanlış anlamayınız, hangi beyaz iplik bilir misiniz? Fecirden olan, fecr-i
sadıktan bir parça bulunan beyaz iplik. Yani sabahleyin şafak sökünceye, tan
yeri iplik gibi ağarıncaya kadar, bütün gece bunlara izin vardır. İmsak vakti,
sabahın bu beyaz ipliğin ortaya çıkacağı andır. Burada kelimesinin sonrası,
öncesine; ıstılahî tabiri ile gaye mugayyâda dahil olmadığı için, beyaz iplik
seçildiği zaman imsakın da başlamış bulunması farzdır. Şüpheli olursa yememek
müstehabdır. Yenirse kaza lazım gelmez. Çünkü seçilip ortaya çıkmak kesin
bilgi demektir.
Bu
"fecirden ibaret" kaydının, sonradan nazil olduğu rivayet edilmiştir.
Şöyle ki: Bundan önce bazı kimseler biri beyaz, biri siyah iki iplik alır;
bunlar birbirinden seçilinceye kadar imsak yapmazlarmış. Bu hadise üzerine
"fecirden ibaret" açıklaması nazil olarak, kastedilen mânâ açıklanmış;
beyaz iplik hakikat olmayıp, bilinen bir mecaz olan fecrin başlangıcı olduğu
ve şer'î günün buradan başladığı anlaşılmıştır.
Bunun
için usûl ilminde bu beyanın, ihtiyaç vaktinden sonra olup olmadığı münakaşa
edilir ki doğrusu değiştirme beyanının, ihtiyaç vaktinden geri bırakılması
caiz değildir. Bu rivayete göre ihtimalin kalkması, değişme beyanı değil;
tebdil beyanı, yani nesih sayılması gerekir. İmsakın hakikati, fecr-i sadık
(doğru fecir)tır. Fecr-i kâzibe ancak "kâzib, yalancı" kaydıyla
fecir denir. Bunun için günün başlangıcının ve imsakın vacib oluşunun, fecr-i
sadıkın başından başladığına dair icma (ittifak) vardır. Böyle olmakla birlikte
buna şöyle bir soru yönetilmiştir: Beyaz ipliğe benzeyen sabah beyazlığı,
fecr-i kâzibin beyazlığı olmalıdır. Çünkü bu, dik ve uzun olduğundan ipliğe
benzer. Fecr-i sadıkın be yazı ise ufukta daire şeklinde olur. Bu yüzden imsakın,
fecr-i kâzibden başlaması lazım gelmez mi? Cevab: Lazım gelmez. Çünkü yemenin
haramlığını gösterecek olan beyazlık miktarı, fecr-i sadıkın başlangıcı ve
ilk anıdır. Fecr-i sadık, ilkin yayılmadan önce küçük ve ince olur. Ufukta
daire şeklinde olması, ipliğe benzetilmesine engel değildir. Hatta fecr-i
kâzib ile fecr-i sadık arasında şöyle bir fark vardır: Fecr-i kâzib incecik
doğar, fecr-i sadık önce incecik görülür ve uzayarak yükselir. Beyaz iplik
burada bilinmektedir. Bundan dolayı öyle bir soruya asla yer yoktur.
Ebu
Hüreyre hazretleriyle Hasen b. Salih b. Cinnî, cünüb olup da gusletmeden sabahlayanın
orucunun sahih olmayacağı görüşüne sahip olmuşlardır. Fakat bu âyette fecrin
açılmasına kadar cinsî münasebet caiz kılınmış olunca, guslün sabaha ertelenmesi
de zaruri olarak caiz kılınmış olacağından âlimlerin çoğunluğuna göre vaktinde
imsak eden kimsenin cünüb de olsa orucu sahih olur.
İşte
bu izin içinde fecrin, beyaz iplik gibi doğu ufkunda görülmeye başladığı anı
aşmamak şartıyla gecenin sonuna kadar yiyip içiniz, cinsî münasebette bulununuz,
sonra o andan itibaren tutup, ertesi geceye kadar orucu tamamlayınız, orucu
tam olarak tutmuş bulununuz. Yani yalnız yiyip içmekten ve cinsî münasebetten
değil, bunlara ilave olmak üzere, bedeninizin iç kısmına herhangi bir şeyin
girmesinden oruç niyetiyle kendinizi menediniz. İşte meşru olan oruç, böyle
niyetle fecrin başlangıcından günün sonuna kadar, tam olarak kendini oruca
mani olacak şeylerden alıkoymaktan ibarettir. Orucun şer'î mânâsı, bu tafsilat
ve buna bağlı açıklamalar çerçevesinde sözlük mânâsına ilave edilen kayıtlar
ve şer'î sınırlarla sözlükteki imsaktan, özel bir türdür. Bu kayıtlar da imsak
vaktinin ölçüleridir. "orucu tamamlayınız" sözü, oruç niyetini gerektirdiği
gibi "sonra" sözü de bu niyetin, gündüzün de olabileceğini gösterir.
İbadetler, isteğe bağlı birer fiil olmaları bakımından istemek demek olan
niyetle beraber olmaları, mahiyetlerinin gereğinden bulunduğu gibi, "Ameller
ancak niyetlere göredir." hadis-i şerifi gereğince, şeriatin genel kaidelerinden
olduğu da bilinmektedir.
Bu
bakımdan orucun farzları üçtür: a) vakit, b) niyet, c) imsak. Bu âyet gereğince
orucun vakti, fecrin doğuşundan güneşin batışına kadar olan şer'î gündür.
Güneşin doğuşundan batışına kadar olan örfî veya astronomik gün değildir.
Niyetin de, günün çoğuna eklenmiş olması gerekir. Fakat kendini oruca mani
şeylerden çekme işinin, günün başından sonuna kadar bütün günde tamamen bulunması
farzdır.
Beyaz
ipliğin görülmesinden itibaren tutulmazsa oruç sahih olmaz. Gecenin başından
sonuna kadar hiçbir bölümü, orucun vakti değildir. Bunda orucu bozan şeylerin
hepsi mübahtır. Bazı kimseler, fecirden güneşin doğuşuna kadar sabah vaktinin,
şer'î güne dahil olmasına dayanarak, güneşin batışından kızıllığa kadar, yani
akşam vaktinin de kıyasen gündüzden sayılması lazım geleceği ve hatta yıldızlar
doğuncaya kadar orucun devam etmesi gerekeceği görüşüne sahip olmuşlarsa da
bu kıyas fasiddir. Çünkü günün başında "fecirden" buyurulmuş, sonra
tamamlamaya: "geceye kadar" ile son verilmiştir. Güneşin batmasından
sonra, doğu tarafından karanlık ortaya çıkar çıkmaz da akşam olmuş, örfî gece
girmiştir. Burada gayenin mugayyaya dahil olmasının ihtimali yoktur. Bunu
sabaha kıyas etmek nassı değiştirmek demektir. Zaten nüzul sebebinden anlaşıldığı
üzere akşamdan yatsıya kadar olan zaman, gecelerin oruca dahil olduğu geçmiş
zamanda bile dahil değildi.
Bununla
beraber Caferiye mezhebinde bulunan Acemler, yıldızı görmeden iftar etmezler.
"sonra orucu geceye kadar tamamlayınız" emrine dikkat edilir ve
orucun sözlük mânâsının da kendini çekip tutmak demek olduğu düşünülürse;
şer'î orucun, sözlükteki tutmak mânâsından hiçbir eksiği olmaması, sırt ve
karın bütün organların oruç üzere bulunmasının gereği anlaşılır. Mesela, dilin
orucu, yalandan, dedikodudan, gereksiz sözlerden onu tutmak; gözün orucu,
şüpheli yerlere bakmaktan onu alıkoymak; kulağın orucu, çalgı ve oyun aletleri
gibi şeyleri dinlemekten uzak durmak olduğu gibi; nefsin orucu, şehvet ve
arzulara karşı kendini tutmak; kalbin orucu, dünya sevgisinden uzak durmak;
ruhun orucu, nimetlerden ve ahiret lezzetlerinden kendini tutmak; sırrın orucu,
Allah'tan başkasını görmekten kendini uzak tutmaktır. Tamamlama emri, bütün
bunlara delalet ederse de hepsinin vücub yoluyla olduğu iddia edilemez. Öncesinde
özellikle yeme, içme ve cinsî münasebetten söz edilmiş olması karinesiyle
farz olan imsak, bunlardan ve bunlara ait olan şeylerden bedenin içi hükmünü
taşıyan iç kısmını tutup alıkoymaktır ki bu da gusülde yıkanmayan yerlerdir.
Bunun dışındakiler mendub ve fazilet cinsindendir, orucun adabındandır. Bu
şekilde İslâmî oruçta geceler, vakitten hariç tutulmuş ve başka zaman helâl
ve mübah olan şeyler, oruç gecelerinde de helâl kılınmış olduğundan, ey müslümanlar!
gündüzleri oruç tutmakla beraber, geceleri bunları yapabilirsiniz. Fakat siz
mescitlerde itikaf halindeyken ne gece, ne de gündüz kadınlarınızla asla cinsî
temasta bulunmayınız.
Sözlükte
itikaf, bir yerde kendini hapsederek durup beklemektir. Dinî açıdan bir mescitte
itikaf niyetiyle durmaktır. Buradaki mescit kaydı, işte bu dinî mânâyı tayin
eder. Başka bir kayıt bulunmadığı için bu bekleyiş, bir saat bile olsa, şer'î
itikaf bulunabilecek gibi görünür. İmam Muhammed'in zahir rivayeti de böyledir.
Bu durumda itikafta orucun şart olmaması lazım gelir. Buna nafile itikaf denir
ki oruçlu oruçsuz sahih olur. Fakat âyetin gelişine bakılırsa itikafın, orucu
gerektirdiği anlaşılır. Zira, "Onlarla cinsi münasebette bulunmayınız."
yasağı, oruç gecelerindeki cinsî münasebetin mübah olduğu hükmünü tahsis yerinde
olmakla, itikafta orucun şart olduğuna ve bundan dolayı itikaf müddetinin
bir günden daha az olamayacağına delalet eder ki bu da asıl şer'î itikaftır.
"Oruç olmadıkça itikaf yoktur." hadisi de bunu teyid eder.
İmam-ı
Azam'dan bunun ancak büyük bir camide olabileceği ve en azından beş vakit
namaz kılınan bir mescitten başkasında sahih olamayacağı rivayet edilmiştir.
"Câmi bir mescitten başkasında itikaf olmaz." hadis-i şerifi gereğince
mescit, mükemmeline yorumlanmış demektir. Ancak kadınlar için evlerindeki
mescitten başkasında itikaf caiz olmaz. Peygamber (s.a.v.) bunu yasaklamıştır.
İtikaf, şarta bağlı veya kesin adakla vacib olur. Ramazanın son on günü içinde,
yani yirmisinden sonraki günlerde müekked sünnet, diğerleri müstehabdır. Çünkü
Buharî ve Müslim'de de rivayet edildiği üzere Peygamber (s.a.v.) Efendimiz,
Medine'yi teşriflerinden vefatına kadar Ramazanın son on gününde itikafa devam
etmiştir. Ancak bir defasında temiz eşlerinden Hz. Aişe, Hz. Hafsa ve Hz.
Zeyneb'in de sonradan gelip Mescid-i Şerif'te birer çadır kurarak itikafa
girmeleri üzerine bunları menetmiş ve kendisi de o sene Ramazanda itikafı
terk edip ta Şevval'in ilk on gününde itikafa girmiştir. Bu ise hiç terketmemeye
denktir. Bunun için Zührî demiştir ki: "Acaba insanlar itikafı nasıl
terk ediyorlar? Halbuki Resulullah, bazı şeyleri yapar, terkederdi. İtikafı
ise vefatına kadar terketmedi." Bu kadar devamın, vacib olduğuna delil
olması lazım gelirdi. Fakat ashabdan itikaf yapmayanlar da bulunuyordu ve
Resulullah, bunlara bir şey demiyordu. Onların bu hâlini reddetmemekle beraber
devam etmek ise vücub delili değil, sünnet delili olur. Bununla beraber bir
Ramazanda bırakmış olması da vacib olmadığına delalet edebilir. Fakat Şevvalde
yine yapmış olması da itikafsız hiçbir sene geçirmediğini ispat eder. Bundan
dolayı yapmayanları hoş görmesi yönü olmasaydı, hiç olmazsa senede bir itikaf
vacib olurdu.
İtikaf,
eski şeriatlerdendir. Katâde'den rivayet edilmiştir ki önceleri bir adam itikafa
girerdi ve arada çıkar, eşiyle yatar, yine dönerdi. Bu nass ile, bu durum
yasaklanmıştır. Bu yüzden İslâm şeriatinde kadınlarla cinsî münasebette bulunmak
itikafı bozar. Önceki gibi burada geçen "mübaşeret" kelimesinden
maksat da cinsî münasebettir. Fakat İmam Şafiî hazretlerinden bir rivayette
bu ikincisi, cinsi münasebetten daha geneldir ve iki cildin birleşmesi mânâsınadır
ki buna göre şehvetle kadına dokunmak da itikafı bozar. İşte anılan hükümler,
Allah'ın koyduğu kanunlardır, yahut yasak sınırlardır. Bu yüzden onları aşmak
öyle dursun, onlara yaklaşmayın bile. Nitekim bir hadis-i şerifte de: "Her
hükümdarın bir korusu vardır. Allah'ın korusu da yasakladığı, haram kıldığı
şeylerdir. Koru etrafında otlayanlar da içine düşme tehlikesiyle karşı karşıyadır."
buyurulmuştur. Böylece haram ve yasaklara yaklaşmaktan sakındırılmıştır ki
fıkıh ilminde bundan sedd-i zerîa (zararı önleme) kaideleri çıkarılmıştır.
Görüyorsunuz ya Allah insanlara, koyduğu hükümleri gösterecek âyetlerini böyle
edebî bir beyan ile açıklıyor. Ki korunabilsinler, emir ve yasaklarına aykırı
davranmaktan sakınıp, Allah'ın korumasına kavuşmuş olsunlar.
Şimdi
ey müminler! Bu sayılı günlerin oruçlarını ikmal edip tamamladıktan ve Allah'ın
yasak sınırlarına yaklaşmama terbiyesini aldıktan sonra siz yine, "yiyiniz"
iznine dönerek, bayram yaparak yiyip içeceksiniz. Yiyin, fakat:
Meâl-i
Şerifi
188-
Bir de aranızda mallarınızı batıl sebeplerle yemeyin. İnsanların mallarından
bir kısmını bile bile günah ile yemek için, o malları hakimlere rüşvet olarak
vermeyin.
188-Bu
âyet, çok büyük bir hukukî ve sosyal esası içine almaktadır. Bu öyle bir sosyal
hayat tesisinin başlangıcıdır ki buna riayet eden insanlar, mahkûmluk bağından
kendilerini kurtararak mutlulukla yaşarlar, zalimlerin zulüm pençesine düşmezler.
Ancak bunu hakkiyle tatbik edebilmek, oruç gibi nefsî terbiye ettirecek ibadetlerin
kıymetini bilmek ve onu güzel bir şekilde eda edip "nefs-i mutmainne"
makamını elde etmekle mümkün olur. Buna işaret için bu âyet, oruç âyetlerini
takib etmiştir. Şöyle ki:
Ey
müminler! Yiyin, fakat birbirinizin mallarını aranızda batıl bir şekilde (meşru
bir sebep olmaksızın) yemeyin.
Bir
malın haram olması, ya kendisindeki bir mânâdan veya kazanma şeklinden dolayıdır.
Birinci
kısım: Malların aslı, ya madenlerden, ya bitkilerden veya hayvanlardandır.
Madenler yerin parçalarıdırlar. Bu yüzden zehir gibi, yiyenlere zararlı olma
yönünden başka bir şekilde haram olmazlar. Bitkilerin de hayatı, sağlığı veya
aklı yok edenlerden başkası haram olmaz. Hayatı yok edici olanlar, zehirler;
sağlığı ortadan kaldırıcı olanlar, tedavi dışında kullanılan ilaçlar; aklı
yok edici olanlar da sarhoşluk verenlerdir. Hayvanlara gelince, bunlar yenen
ve yenmeyen kısımlarına ayrılır. Yenmesi helâl olan da şer'î usûl ile kesilmedikçe
helâl olmaz. Kesilenin de bütün parçaları helâl değildir. Hayvanın işkembesinde
bulunan yem kalıntısı ve kan haramdır ki tafsilatı fıkıh kitaplarındadır.
İkinci
kısım: Elde edilmesi yönündeki bozukluktan dolayı haram olanlardır. Şimdi
bir malı almak ya irade dışı bir sebeple olur, miras gibi. Yahut da alanın
isteğiyle olur. Bu da ya sahibinden alınmış olmaz, kazanıp elde etme gibi.
Yahut da sahibinden alınmış olur. Bu da ya zorla alınır, veya karşılıklı rıza
ile. Zorla alınan, ya mülkiyetin masumluğu düştüğünden dolayı alınır, ganimetler
gibi. Yahut da alanın, o şeyi hak etmiş olmasından dolayı alınır, zekat vermekten
kaçınanların zekatı ve vacib olan nafaka gibi. Karşılıklı rıza ile alınan
da ya bir karşılıkla alınır, alış-veriş, mehir ve ücret gibi. Yahut da karşılıksız
olarak alınır, hibe ve vasiyet gibi. Böylece kazanma ve elde etme için altı
kısım, ortaya çıkar ki, tafsilatı, fıkıh kitaplarındadır.
Düşününüz,
Ramazan günleri, lezzetlerinden ve kendi öz malını bile yemekten Allah'ın
emrine uyarak nefsini yasaklayan insanlar, sonra başkalarının malını haksız
olarak nasıl yerler? Elin malına nasıl göz dikerler? Elbette bunlara yaraşan
daima helâl yemektir. Sakın haksız mal yemeyin. Yiyip de insanların mallarından
bir kısmını günahla, günahkârlıkla yiyesiniz diye, mallarınızla hakimlere,
hükümetlere düşmeyin. Halkın mallarından yemek için hakimlere, hükümetlere
bağlanmayın, rüşvet vermeyin, yani bunları bile bile yapmayın.
Muamelelerinizde
birbirinizin malına ve hukukuna iyi riayet ederseniz, yaptığınız anlaşma ve
sözleşmelerde haksızlıktan, tartışmaya sebep olacak ve işi mahkemelere düşürecek
bozuk şartlardan sakınırsanız; hakimlere, hükümetlere boyun eğmekten kurtulursunuz.
Her nasılsa mahkemeye düştüğünüz zaman, gerek hakimi ve gerek birbirinizi
yalan dolan, şarlatanlık ve rüşvet gibi batıl sebeplerle ikna ve bağlamaya
uğraşmazsanız; hakimlerinizi bozmamış, zulme meydan vermemiş, haksız yere
birbirinizin malını yememiş, yedirmemiş olursunuz. Hatta mahkemede lehinize
hüküm verilmiş olsa bile sırf bundan dolayı kendinizi haklı sanmamalısınız,
hakkın aslını gözetmelisiniz. Nihayet hüküm ve hükümeti, yeme yeri sayarak
halkın malını yemek için hükümeti vasıta edip bağlanmaktan sakınırsanız; hükümetiniz
yükselir, hâkimiyetiniz artar. Vazifeler hakkiyle görülür. Allah'ın kullarının
işi hakkiyle düzeltilir, haksızlığa sed çekilir, bunun sonucunda siz mutlu
bir hayat yaşarsınız.
BATIL:
Sözlükte zâil, yani varlıkta durmayan, yok olan demektir. Bundan dolayı "batıl
sebeplerle": yok yere, haksız, gerçek sebep olmaksızın, itibara değer
meşru bir sebep olmaksızın demek olur.
Haksız
yere mal yemeye kalkışmak bütün kötülüklerin başıdır. Bundan sakınmanın, dinî
terbiyenin istenen en büyük neticesi olduğu, bu âyetin, oruç âyetlerini takib
etmesinden anlaşılır.
Rivayet
edilmiştir ki Abdân el-Hadremî, İmrü'l-Kays el-Kindî'den bir parça yer dava
etmişti ve delili yoktu. Bundan dolayı Resulullah İmriü'l-Kays'a yemin ettirmeye
karar verdi. O da yemin etmek istedi. Hemen Peygamber (s.a.v.): "Gerçek
şu ki, Allah'a olan ahidlerini ve yaptıkları yeminlerini az bir para karşılığı
satanlar..." (Âl-i İmrân, 3/77) âyetini okudu. Okuyunca İmrü'l-Kays yeminden
çekindi ve adı geçen araziyi Abdan'a teslim etti. Bunun üzerine, işte bu,
"yemeyiniz" âyeti nazil oldu.
Bir
de iki hasım, Peygamberimizin huzuruna muhakeme olmaya gelmişlerdi. "Resulullah
buyurdu ki: "Ben de sizin gibi bir insanım, siz ise bana muhakeme için
geliyorsunuz. Olabilir ki bir kısmınız delilini diğerinden eksik ifade eder.
Ben de dinlediğime göre hüküm veririm. Bundan dolayı her kimin lehine, kardeşinin
hakkından bir şeye hüküm verirsem, ona bir ateş parçasını hüküm vermiş olurum.'
Bunun üzerine taraflardan ikisi de ağladılar ve her biri: 'Benim hakkım arkadaşımın
olsun.' dedi. Resulullah da: 'Haydi bakınız, araştırınız, sonra kur'a atınız.
ondan sonra da birbirinizle helâlleşiniz' buyurdu. "
Yukarıda
kıble meselesi münasebetiyle hacc ile ilgili söz geçmiş ve tavaftan bahsedilmişti.
Fakat henüz müminler için engeller ortadan kalkmamış bulunduğundan haccın
hükümlerinin açıklanmasına sıra gelmemişti. Şimdi orucun farzından sonra İslâm
binasının beşincisi olan haccın hükümlerine geçme sırası gelmiş ise de, bu
hususta daha bazı hazırlıklara ihtiyaç bulunması ve bunların vakit ve zaman
ile de ilgili olması sebebiyle şer'î bakımdan bir zaman ölçüsü tayini, hikmet
ve menfaat gereği olduğundan; oruç ve yeme için ayın görülmesi meselesi münasebetiyle
bir yönden eksiği tamamlama, diğer yönden hazırlık olmak ve aynı zamanda başlı
başına bir terbiye kânunu olacak pek mühim öğütleri de içinde taşımak üzere
buyuruluyor ki:
Meâl-i
Şerifi
189-
Sana hilâllerden soruyorlar. De ki: Onlar insanlar için de, hac için de vakit
ölçüleridir. Bununla beraber iyilik, evlere arkalarından gelmeniz değildir.
Fakat iyiliğe eren, kötülükten korunan kimsedir. Evlere kapılarından gelin,
Allah'tan korkun ki, kurtuluşa eresiniz.
189-EHİLLE:
Hilâlin çoğuludur. Hilâl: "Ayın insanlara ilk göründüğü sıradaki hâlidir."
Bu tariften anlaşılır ki hilâl kelimesi, görme mânâsını taşımaktadır. Hatta
görülmesi üzerine haykırıldığından dolayı, bu isimle adlandırıldığı beyan
olunuyor. Zira bu maddenin mânâsının esası, sesi yükseltmektir ki dilimizdeki
"ay!.. sesi de buna uygundur. Bundan dolayı henüz görünmesi mümkün olmayana
gerçek olarak hilâl denmez. Ayın başından iki gece hilâl adını alır. Çünkü
ilk görünüşü bunlardan birinde olur. Sonra ay adını alır. Ebu'l-Heysem demiştir
ki: "Kamere, ayın başından iki gece, yine ayın sonundan da iki gece hilâl
denir. Arasında da "kamer (ay)" adı verilir."
"Mevâkît"
kelimesi, vakit maddesinden "mikat"ın çoğuludur. Va'd, miad gibi
vakit, bir iş için farz kılınan zamandır. Zaman geçmişe, hâle, geleceğe ayrılan
müddettir. Mutlak müddet de bütün hareketin uzamasıdır. Mikat, belirli bir
yer mânâsına da gelir ki Mekke'ye dışardan gelenlerin ihramsız geçmesi caiz
olmayan yerler demek olan ihram mîkatları bu mânâdadır. Buna göre mîkat müşterek
bir lafızdır. Bununla beraber ihram mîkatları, mekanlardan olmakla beraber;
bunlara ulaşma, ihramın vacib olduğu zamanı göstermesi itibariyle bir vakit
alâmeti sayılabilirler. Mîkat, vakit nişanesi diye tarif edilirse manevi müşterek
olması da mümkündür.
Ey
Muhammed! Ramazan ayı dolayısıyla sana hilâllerden sorarlar, yahut soruyorlar.
İbnü Abbas, Katâde, Rebi' ve diğerlerinin nakline göre müslümanlardan bazıları:
"Hilâlin eksilmesinin, tamamlanmasının, güneşe aykırı oluşunun faydası
ne?" diye sormuşlar ve rivayet edilmiştir ki bunu Ensardan Muaz b. Cebel
ile Sa'lebe b. Ğunm: "Ey Allah'ın Resûlü! Bu ne hâldir?
Hilâl,
iplik gibi incecik beliriyor, sonra artıyor, tamamlanıyor, sonra da eksile
eksile önceki hâline dönüyor." diye sormuşlardı.
Bundan
başka yine rivayet olunuyor ki:
1-
Cahiliye devrinde bir erkek bir şeye niyet eder de zor gelirse, evine kapısından
girmez, arkasından girermiş ve tam bir sene böyle kalırmış.
2-
Ensardan bir kısmı umre yaptıkları vakit gökle aralarına bir engel sokmazlar,
bundan sakınıp zahmete girerlermiş. Bu yüzden ihrama girdiklerinde eğer acil
bir ihtiyaçları varsa eve, bağa, çadıra kapılarından girmezlermiş. Bina sahibi
olan mahalle halkı evin arkasından bir delik deler, oradan girer çıkar veya
arkadan bir merdiven atar, damdan aşarlar; çadır halkı olan göçebeler ise
çadırlarının arkalarından dolanırlarmış ve bu cahiliye adetini "iyilik"
sayarlarmış.
3-
Cahiliye halkı ihrama girdikleri zaman evlerinin veya çadırlarının arkalarını
delerler, oradan girer çıkarlarmış. Ancak dinî gayretlerinden dolayı "humûs
= kahramanlar" denilen kabileler, yani Kureyş, Kinâne, Huzâa, Sekif,
Haysem, Amir ibn Sa'saa oğulları, Nasr ibn Muaviye oğulları ihramlı oldukları
zaman dinî işlerde kuvvetlilik davasıyla evlerine girmezler, çadırda gölgelenmezler,
tere yağı ve keş yemezlermiş.
Bir
gün Resulullah ihrama girmiş. Bir de ihramlı birisi varmış. Resulullah ihramla
harab bir bağın kapısından girmiş. O adam da görüp arkasına düşmüş. Ona "Çekil!"
denmiş. O da "Niçin?" diye sormuş. "Sen ihramlı olduğun halde
kapıdan girdin." buyurmuşlar. O adam durmuş da "Ey Allah'ın Resulü!
Ben senin sünnet ve irşadına razıyım. Sen girdin, ben de girdim." demiş.
İşte zikredilen soru ile beraber, bu hadiselerden biri bu âyetin inmesine
sebep olmuş; bu adetler, bu şiddetler, bu aksilikler de kaldırılmıştır. Bu
soruya cevap olarak de ki : O hilaller, insanlar için ve hac için mîkatlardır,
vakit işaretleridir. İnsanlar, vakte ihtiyacı olan işlerinin ve özellikle
haccın vakitlerini bunlarla tayin ederler ki bu mânâ: "Allah aya menziller
tayin etti ki yılların sayısını ve vakitlerin hesabını bilesiniz." (Yunus,
10/5), "Biz, geceyi ve gündüzü iki alâmet yaptık. Sonra gece alâmetini
giderip gündüz alâmetini gösterici kıldık ki Rabbinizden lütuf talep edesiniz,
yılların sayısını ve vakitlerin hesabını bilesiniz." (İsrâ, 17/12) âyetlerinde
de ayrıca açıklanmıştır.
Açıklaması:
Aylarla
zaman takdirinde, yani ayın bir zaman ölçüsü kabul edilmesinde insanlara birtakım
faydalar vardır ki bunların bir kısmı dine, bir kısmı da dünyaya aittir.
Dinî
olanlar:
1-
"O Ramazan ayı ki, Kur'ân onda indirildi." (Bakara, 2/185).
2-
Hac: "Hac, belirli aylardadır." (Bakara, 2/197).
3-
a) Ölüm iddeti: "Kocaları ölen kadınlar, kendi kendilerine dört ay on
gün beklerler." (Bakara, 2/234).
b)
Âdetten kesilmiş olan kadınların iddeti: "Onların iddeti üç aydır."
(Talâk, 65/4).
4-
Vakitlere bağlı adaklar ve hilâl ile bilinebilecek mendub bir oruç.
Dünyaya
ait olanlar da ödünç alıp verme, kiralar, vaadler, hamilelik ve emzirme müddeti
ve bunlara benzer şeyler olmak üzere pek çoktur. Günler ve günlerin bölümleri
olan saatler için, namaz vakitlerinde olduğu gibi, günün de bir mîkat olduğunda
şüphe yoksa da pek çok işler için ay hesabı daha lüzumludur. Ayın değişiklikleri,
yaratılış itibariyle bu hususta güneşin durumundan vakit hesabına daha çok
elverişli ve halk için kolaydır. Ay yaratılış itibariyle başlı başına bir
ölçü olmalıdır. Güneşin hacminde bir değişme görülmediğinden dolayı yeryüzüne
göre doğuş yerlerindeki değişiklikleri ve burçlar üzerindeki hareketleri gizli
işlerden olmakla ay denmesine münasip olmayacağı gibi, güneş yılında ay, açık
bir ölçü değil; nihayet dört mevsime veya seneye göre itibarî ve gizli bir
ölçü bölümüdür. Halbuki ay, dörtlükleriyle, haftaların da gerçekten ölçüsüdür.
Dünyanın her tarafında hafta hesabının birliği de bu ölçünün yaratılışa uygunluğundan
dolayıdır. Nihayet ay, geceleri itibariyle gün hesaplarına da açık bir alâkaya
sahiptir. Buna göre günlerin isimleri genellikle buna tatbik edilerek yedi
olmuştur.
İşte
insanların faydası açısından ayın değişmesinin açık hikmeti, vakit hesabı
için böyle bir ölçü olmasıdır. Bunun için güneş yılı hesabında uydurma suretiyle
de olsa bir ay hesabına mecburiyet vardır ki buna tabi olmak, insanlara gerçekten
çok, kuruntu ve varsayımlara sapma alışkanlığı verir.
Bunlardan
başka ayın cisminde her gün görülmekte olan bu değişiklik, gök cisimlerinin
de değişikliğe uğramakla karşı karşıya bulunduğuna ve yok olmasının mümkün
olacağına açık bir misal teşkil eder. Bu itibarla Allah'ın kudret ve birliğinin
büyük alâmetlerinden olan göklerin yaratılışı içinde ayın, düşünürlerden başka
en basit insanlara bile âlemlerin Rabbi olan Allah'ın iradesini anlatan seçkin
bir mucize ve O'na kulluk etmek için vakit tayinine delâlet edecek ilâhî bir
işaret olduğunda da şüphe yoktur. "Gökte burçlar yaratan, orada bir kandil
ve aydınlatıcı bir ay yapan Allah'ın şanı ne yücedir." (Furkan, 25/61).
Bütün bu mânâlar "O hilâller, insanlar için vakit ölçüleridir."
cevabında toplanmış ve oruçtan sonra sözkonusu olan hacca dikkat çekmek için
özellikle "Hac" kaydı da zikredilmiş, anılan soruya böylece bir
hikmet cevabı verilmesi emredilmiştir.
Bu
soru ile, adi sebepleri, gök bilimi gereğince astronomik sebeplerin açıklanmasını
isteyenler de bulunabileceğinden, soranlara bu cevabı söyle, şunu da ilave
et: Bununla beraber, iyilik ve hayır denilen özellik, evlere arkalarından,
sırtlarından gelmek değildir.
Bu
ifadenin bir gerçek mânâsı, bir de kinaye mânâsı vardır. Gerçek oluşu itibariyle,
cahiliye halkının ihramda yaptıkları bu aksilik bir ibadet olmadığı gibi;
kinaye mânâsı itibariyle de Resulullah'a gök bilimi sorusu sormak, hikmeti
ve Allah'ın hükümlerini açıklayıp tebliğ etmek için gönderilmiş olan Peygamberi
-hâşâ- bir gök bilimci ve Kur'ân'ı bir astronomi kitabı yerine koymak ve normal
bilgilerin maksatlarıyle peygamberlik ilminin istediği şeyleri birbirinden
ayıramamak, işe tersinden başlamak demektir. İşlere böyle tersinden başlamakla
hayra erilemez, iyilik ve hayır, böyle aksilikle değildir. İyilik sahibi,
ancak Allah'tan korkup, korunandır. Yani Yukarıda: "Yüzünüzü... çevirmeniz
iyilik değildir." âyetinde: "Fakat hayır ve iyilik, Allah'a, ahiret
gününe, meleklere, kitaba ve peygamberlere iman edenlerin davranışlarıdır."
ifadesinden "İşte takva sahipleri onlardır." (Bakara, 2/177) ifadesine
kadar vasıfları anlatılan kimselerdir. Bu cümleden olarak peygamberin arkasına
düşerek bağın kapısından girip gölgelenen kimsedir. Bunu bilin. Ve evlere
kapılarından gelin. İşlere doğru yoluyla, uygun şekilde girişin, eksiklik
etmeyin, bir soru sorarken de halinizi bilin, gereksiz şeylerle uğraşmayın.
Bu cevap ve bu emir, çok anlamlı bir darb-ı mesel şeklinde kulağınıza küpe
olsun da peygambere hilâlin değişmesinin astronomik sebebini sormaktan şimdi
vazgeçin. Önce kavminizin cahiliye adeti olan şu aksiliğin ortadan kaldırılmasıyla
kurtuluşunuzu düşünün ve onun sebeplerini sorun. Kurtuluşa ermeniz için de
Allah'tan korkun ve yukardaki takva özelliklerini kazanarak Allah'ın koruması
altına girin ve şu emri dinleyin:
Meâl-i
Şerifi
190-
Size savaş açanlarla Allah yolunda çarpışın. Fakat haksız saldırıda bulunmayın.
Çünkü Allah, haksız saldırıda bulunanları sevmez.
191-
Onları nerede yakalarsanız öldürün ve sizi çıkardıkları yerden onları çıkarın.
O fitne, öldürmeden daha şiddetlidir. Yalnız Mescid-i Haram yanında onlar
sizinle savaşmadıkça siz de onlarla savaşmayın. Fakat sizi öldürmeye kalkışırlarsa,
hemen onları öldürün. Kâfirlerin cezası böyledir. 192- Artık şirkten vazgeçerlerse,
şüphesiz ki Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir.
193-
Hem bir fitne kalmayıp, din yalnız Allah'ın oluncaya kadar onlarla çarpışın
. Vazgeçerlerse, düşmanlık ancak zalimlere karşıdır.
194-
Hürmetli ay hürmetli aya ve bütün hürmetler birbirine karşılıktır. O halde
kim size saldırdıysa, siz de ona yaptığı saldırının aynıyle saldırın da ileri
gitmeye Allah'tan korkun ve bilin ki Allah, takva sahipleriyle beraberdir.
195-
Allah yolunda mal harcayın da kendinizi ellerinizle tehlikeye bırakmayın ve
güzel hareket edin. Çünkü Allah güzellik ve iyilik edenleri sever.
190-Baştaki
olduğu ve Resulullah'ın, o zaman savaşanla savaşır, elini çekenden de el çeker
bulunduğu ve Berâe (Tevbe) Sûresindeki: "Müşriklerle topyekün savaşın."
(Tevbe, 9/36) diye genel olarak savaş emredilinceye kadar böyle yaptığı, Rebî'
b. Enes (r.a.)'den rivayet edilmiştir.
Müslümanlar,
önce müdafaa şeklinde de olsa savaştan menedilmişler ve her ne olursa olsun
sabır ve anlaşmaya memur kılınmışlar, daha sonra savaş âyetleriyle bu yasaklama
kaldırılmıştır. Fakat savaş âyetleri iki çeşittir: Bir kısmı sadece izin ve
cevaz ifade eder; bir kısmı da savaş ve cihadı emrederek vücub ifade eder.
Bu âyet ise sadece savaş âyeti değil, savaşmayı emreden âyettir.
Hz.
Ebu Bekr es-Sıddîk, Zührî ve Saîd b. Cübeyr gibi birçok kimselerden savaş
hakkında nâzil olan ilk âyetin Hac Sûresindeki: "Kendilerine savaş açılan
müminlere savaş için izin verildi. Çünkü onlara zulmediliyordu."
(Hac,
22/39) âyeti olduğu da rivayet edilmiştir. Bu bakımdan Rebî' rivayetinin mânâsına
göre, bu "savaşınız" âyetinin, ilk savaş emri âyeti olması gerekir.
Tefsir alimlerinin çoğunun görüşü de budur.
Bu
emir: "Allah'ın emri gelinceye kadar siz onları af ediniz, onlara aldırmayınız."
(Bakara, 2/109) âyetinde vaad edilmiş olan emirdir. Bu savaş emirleriyledir
ki son peygamberin, kılıç ve cihadla emredileceği hakkında geçmiş kitaplarda
özel vasıfları da ortaya çıkmış, bu şekilde de ilâhî mucize gerçekleşmiştir.
Bu
âyetin, kendisinden sonra gelen kısımla veya Berâe (Tevbe) Sûresindeki: "Müşriklerle
topyekün savaşınız." (Tevbe, 9/36) âyetiyle neshedilip edilmediğinde
ihtilaf edilmiştir.
Birincisinin,
düşman hücumuna karşı savunma harbine mahsus bir emir olduğuna taraftar olanlar
neshedildiğine; doğrudan harb ilanına da ihtimali olduğunu anlayanlar da muhkem
olduğuna kânidirler. Gerçi Berâe (Tevbe) Sûresindeki âyetlerde, doğrudan Allah
yolunda harb ilanının ve taarruz savaşının da meşru ve icabına göre vacib
olduğunda ihtilaf yoksa da; mesele birinci emrin, bugün mensuh mu, yoksa kendisiyle
amel edilir mi olduğunu tayin etmektir.
Peygamberimizin,
Medine'ye ilk hicret senesinden itibaren seriyyeler tertib edip etrafa gücünü
büyük gösterdiği; fakat bunların sırf emniyet ve huzurun teminini sağladığı,
etraftaki düşmanların hâl ve durumlarını keşfetmek için gönderilmiş karakollardan
başka bir şey olmadığı ve düşman tarafından savaşa girilmedikçe bunlara harb
ve öldürme emri verilmediği bir gerçektir. Hatta Bedir, Uhud, Ahzab, diğer
ismiyle Hendek savaşlarının hep müdafaa zaruretiyle yapılmış harbler olduğu
ve bu hâlin birçok zaman devam ettiği de muhakkaktır. Ama savaş hakkında ilk
varid olan izin ve ilâhî emirler, yalnız müdafaa harbine mahsus olup peygamberi,
doğrudan harp ilanı ve taarruzdan dinen ve şartsız olarak men mi ediyordu?
Yoksa bu hususu, siyasetin gereğine tabi tutarak sonraki emirler gibi, icabına
göre taarruza da müsait olduğu halde, tatbikini bugünkü gibi görüş ve siyasete
mi bırakıyordu? Kısaca bu konudaki sonradan gelen naslar, esas itibariyle
neshedici midir? Yoksa beyan edici ve açıklayıcı mıdır? İşte mesele budur.
Rebî' rivayetinin zahirine göre neshedildiği, Hz. Ebu Bekr rivayetinin zahirine
göre de muhkem olduğu anlaşılıyor. Halbuki ihtimal sabit ve kullanılması mümkün
iken neshedildiğine hükmetmek caiz olamayacağından birçok müfessir muhkem
olduğu görüşüne sahiptir ki biz de buna taraftarız.
Râğıb
der ki: "Önce özellikle yumuşaklık, öğüt ve güzel mücadele ile emredilmiş,
sonra savaşa izin verilmiş, sonra haktan kaçana karşı harp ve çarpışma ile
emrolunmuştur ki bunlar derece derece siyasetin icabına göre varid olmuş emirlerdir."
Bu
noktada Avrupalıların, İslâm dini hakkında iki çelişkili fikir yaymakta olduklarını
görüyoruz:
1-
Bir kısmı, doğrudan harp ilanının kararlaştırılmış, caiz bir mesele olduğunu
bahane ederek İslâm'ın, saldırgan ve sırf kılıç kuvvetiyle yayılmış bir din
olduğunu iddia etmek suretiyle onun ilmî, edebî, hukukî, ahlâkî, sosyal bakımdan
müsbet olan manevî nüfuzunu inkar etmek istiyor. Bu fikir, İslâmî delillerin
ilmî kuvvetine karşı koyma imkanı göremediklerinden dolayı; İslâm'ın hiç bir
dinde görülmemiş olan yayılma mucizesini, sırf kılıç kuvvetine dayandırarak
onu Hıristiyanlık taassubuyla hissî bir yoldan vurmak isteyen eski Hıristiyanların
neşriyat kalıntılarıdır. Halbuki bunlar, bu saldırı ile kendi davalarını iki
yönden çelişkiye düşürmektedirler. Çünkü bir taraftan Hıristiyanlığın emrine
aykırı olarak, Haçlılar devrinden beri Hıristiyanları hep silaha ve tecavüze
sevketmişler; diğer taraftan da genel olarak harbi, din fikrine ters göstermekle
hem kendilerini, hem de mensub oldukları geçmiş ilâhî kitapları yalanlamışlar;
aynı zamanda bununla son Peygamber'in cihad ile görevlendirileceği hakkında
geçmiş kitaplardaki mucizeleri gizlemek istemişlerdir.
İslâm'ın
sırf kılıçla yayıldığı iddiası, tarihe ve İslâm'ın hükümlerine karşı iftiradır.
Gerçek şu hadis-i şerifin içindedir: "Allah Teâlâ, Kur'ân ile defetmeyeceği
bazı kötülükleri kılıç ile defeder."
İlmî
ve aklî deliller söz anlayan, ilme saygı duyan, insafı olanlar içindir. Bunları
tanımayan ve fırsat bulduğu zaman her hakkı ve her çeşit mukaddesatı çiğneyen
ve çiğnemek için bekleyenlerin bozgunculuğunu önlemek, ancak kılıçla mümkün
olur. Bunun için aslında iyi bir şey olmayan harp, ilim ve akıl, öğüt ve irşad
dinlemeyen ve sırf şehvetlerden, garazlardan doğan büyük büyük fitnelere göre
şerrin en zararsızı olur. Böylece itibarî bir güzellik kazanır. İcabına göre
müdafaa, icabına göre taarruz harplerine girişmek, dini bir vazife ve güzel
görünen bir şey bile olur. Böyle olması için de bunun ancak Allah yolunda,
hak yolunda, hak uğrunda yapılması ve bu niyetle hareket edilmesi lazım gelir.
Çünkü başka maksat takib edenler, fitneyi defetme bahanesiyle daha büyük fitneler
icad ederler. Zulme boyun eğmek, zulmü desteklemek olduğu zaman, dinin gereğine
aykırı olacağı gibi; hak ve hayrı genelleştirmeye çalışmamak da din fikrine
aykırıdır. Fitneler hem bastırılmalı, hem önüne geçilmelidir. Hak ve hayra
engel olan şeyler ortadan kaldırıldığı zaman İslâm, her hâlde bütün insanlığın
koşarak geleceği tek ilâhî dindir.
2-
Buna karşılık ikinci kısma gelince bunlar: "İslâm dininde harb yalnız
müdafaa halinde meşru kılınmış, müdafaa mecburiyeti olmadıkça harb caiz görülmemiş
ve İslâm silahla değil; silahı terk etme teorisiyle, ilim ve akla, hak düşünceye
verdiği önemle, ikna gücü ve diliyle yayılmıştır." diyorlar. Bunlar İslâm'ı
savunur gibi görünerek Kur'ân'daki bütün savaş emirlerinin, müdafaa harbine
mahsus olduğunu ve müslümanlıkta doğrudan harp ilanına ve taarruza cevaz olmadığını
iddia ediyorlar. Bunlar da Avrupa ve Hıristiyanlık açısından daha ince ve
derin bir siyaset fikri takib eden, bazı yeni kalem sahiplerinin fikirleridir.
Bu zatlar, pek alâ bilirler ki harbin caiz olmasının müdafaa hali ile sınırlı
olması, netice itibariyle müdafaa imkanının da çekilip alınmasına sebeptir.
Gerektiğinde düşmanın önüne geçebilmek için doğrudan taarruz edebilme hakkından
mahrum olanlar, her zaman denemezse de çoğunlukla müdafaa gücüne de sahip
olamazlar. Bu ise müdafaa hakkının da alınması demektir.
Bunu
bildikleri için işgalleri altına aldıkları müslümanları maddi ve manevi bakımdan,
silahtan soyutlamak için görünürde İslâm dininin lehinde görünen telkinlerle
yine İslâm aleyhinde ince bir tertib yapmış oluyorlar.
Birinciler:
"Müslümanlık ne fena şey! Çünkü silah emrediyor." diyorlar. Berikiler
de: "Müslümanlık ne iyi şey! Çünkü silahı bırakmayı emrediyor."
diyorlar. Bu iki fikir, netice itibariyle müslümanların silahını almak maksadında
birleşiyor. Yeni olan, bu ikinci fikri gerçekten insanlık ve İslâmiyet lehinde
ilmî bir fikir zannederek bu sayede İslâm'ın yayılmasına hizmet edeceğiz hayaliyle
desteklemeye ve yukarıdaki nesih meselesini aksine yorumlamaya çalışan bazı
İslâm yazarlarını da işitiyoruz. Bunlar da, onlara uyarak ilk nazil olan ve
neshedildiği rivayet olunan savaş âyetlerinin, hem müdafaaya mahsus olduğunu,
hem de neshedilmemiş bulunduğunu iddia ettikleri gibi; sonra nazil olan ve
müdafaaya mahsus olmadığı açık ve üzerinde ittifak sağlanmış bulunan âyetleri
de aksine sırf müdafaaya mahsus göstermek istiyorlar. Sonradan gelenin, öncekinin
açıklaması veya hükmünü kaldırıcısı olması lazım gelirken önceki, sonrakinin
beyanı veya neshedicisi imiş gibi idare-i kelâm ediyorlar. Bunlar, İslâm'ın
asıl ruhu olan hak ve hakikat fikrini bırakıp yanlış bir ümid için aksini
desteklemek demektir.
Doğrusu
İslâm dininde ilk emirlerden itibaren müdafaa hakkı meşru olduğu gibi, ihtiyaç
hâlinde, Allah yolunda olmak üzere taarruz hakkı da meşrudur. Hatta gerektiğinde
bir vazifedir. Ancak bu mânâ iledir ki bu ilk emir neshedilmiş değildir, denebilir.
Allah yolunda olma kaydı, her harbin esasıdır. Bu, düşünülmedikçe harp ve
çarpışmaya asla cevaz yoktur.
Bundan
dolayıdır ki Avrupalıların düşündükleri mânâ ile, "Saldırgan harbin,
İslâm dininde yeri yoktur." demek caiz olabilir. Din fikrine ters düşecek
harp de ne müdafaa, ne taarruzdur. Allah yolunda ve hak bir iş uğrunda olmayan,
tağut fikri ve sırf saldırma maksadiyle olandır. Halbuki İslâm'da harp halinde
bile, harbi güzel gösterebilecek gayeye aykırı olarak saldırma haramdır. Bunun
için taarruz harbinde de riayet edilmesi gereken harp hukuku vardır. Bunu,
insanlık tarihinde ilk önce İslâm dini ortaya koymuştur. "Haksız yere
taarruz etmeyiniz. Çünkü Allah, haksız taarruz edenleri sevmez." (Bakara,
2/190). Bu bakımdan, "İslâm dini sırf silah kuvvetiyle yayılmış bir saldırı
dinidir." demek, sırf iftira olduğu gibi, "İslâm'ın yayılmasında
silahın hiç hizmeti yoktur." demek de Kitap ve Sünnete aykırı bir yalan
olur.
İslâm,
sırf silah kuvvetiyle yayılmış olsaydı, o silahı tutan ellerin, az bir zaman
içinde nasıl toplanıverdiğini, Kisraların, Kayserlerin silahlarına nasıl galip
geldiklerini izah etmek mümkün olmazdı. Bu, kesinlikle gösterir ki dinin kendisi
ve peygamberlik mucizeleri, silahtan önce başlı başına üstünlüğünü yürüten
yegane faktördür. Bununla beraber, İslâm'ın feyzi, silahsız olarak yalnız
maneviyatla sınırlı olsaydı, Resulullah'ın silah kullanmasına ve Kur'ân'ın
savaş emirleri vermesine hiç de lüzum kalmazdı. Bu da kesin olarak gösterir
ki din işinde silahın da önemli bir yeri vardır. Bütün gerçek, "Allah
Teâlâ, Kur'ân ile defetmeyeceği bazı kötülükleri kılıç ile defeder."
Rivayet
edildiğine göre Hudeybiye senesi müşrikler, Resulullah'ı Kâbe ziyaretinden
menetmişler, gelecek sene gelmesi ve Mekke-i Mükerreme'nin üç gün süreyle
boşaltılması şartıyla bir antlaşma da yapmışlardı. Ertesi sene (Hicrî, 7)
Resulullah, bu antlaşma gereğince kaza umresi için döndüğünde müslümanlar,
müşriklerin verdikleri sözde durmayacaklarından endişe etmişler, Harem-i Şerif'te
ve haram ayda muharebe etmeyi de hoş görmemişlerdi ki bu âyet, bunun üzerine
nâzil olmuştur.
Bunların,
haccın hükümlerini açıklama hususunda sevk olunmuş bulunması, bunu teyid etmekte
ve tilavet tarzı, kendisinden sonraki kısmın da beraber nâzil olduğunu bildirmektedir.
Bu âyetlerin, bu gelişi düşünülünce anlaşılır ki bu savaş ve öldürme emirleri,
İslâm kıblesinin selameti, antlaşma hükümlerinin muhafazası ve hac farizasının
edasının sağlanması açısından engelleri kaldırma gereğine dayanmaktadır. Bunlar
da Hz. Ebu Bekir rivayetinin mânâsının kuvvetini bildirmektedirler. Gelelim
mânâya:
Evlere
kapılarından girin ve Allah'tan korkun.
191-Allah
yolunda savaş da edin, o kimselerle ki, sizinle fiilen savaşıyor veya savaşacaktır.
Allah
yolunda savaş, hak din uğrunda sırf i'lâ-yı kelimetullah (Allah kelâmını üstün
getirmek) için cihad demektir ve bu husus, savaşın meşru olması için "Allah
yolunda" olmak üzere iyi bir niyetin lüzumunu ifade etmektedir. "Müfâ'ale
babı" fiilin önce fâil, sonra mef'ûlden meydana geldiği hususunda açık
olduğu için, "sizinle savaşanlar" sözü harp ve öldürmeye taarruzun,
düşman tarafından olmasını bildireceğine göre, bu emrin, yalnız müdafaayı
meşru kıldığı ve bundan dolayı, "Onları nerede yakalarsanız öldürün."
(Bakara, 2/191), "Onları nerede bulursanız öldürün." (Nisa, 4/89),
"Kafirlerin size yakın olanlarıyla savaşın." (Tevbe, 9/123), "Müşriklerle
topyekün savaşın." (Tevbe, 9/36) emirleriyle neshedilmiş bulunduğu, yukarıdaki
şekilde nakledilmişse de "savaşın" fiili de aynı babdan olduğu için
bu noktada bir çelişki şüphesi bulunacağından birini veya her ikisini sırf
iki kişi arasında müşareket mânâsına yorumlamak gerekir. Bu mânâ ile bilfiil
çarpışmak, taarruz ve müdafaadan daha genel olur. Nitekim Ebu Hayyân tefsirinde
"sizinle savaşanlar" ifadesinin zâhiri, "Doğrudan veya müdafaa
şeklinde haklı olarak savaşı yerine getirmek demektir." diye taarruz
veya müdafaadan daha genel olduğu gösterilmiştir. Bir de muzari fiilin geleceğe
de ihtimali vardır. Bu durumda savaşa ehliyet ve kudreti olup da harp edecek
halde bulunanlar demektir. Bu mânâ, Hz. Ebu Bekir'den ve Ömer b. Abdülaziz'den
rivayet edilmiştir. Bunda birincisi, öncelikle sabit olur. Genel mânâda müştereklik
veya genel mânâda mecaz lazım gelmez. Birincisinde kuşatanlar veya harp ilan
edenler hariç kalır. İkincisinde bunlar da girer. Harp ilan etmeyen veya kadın,
çocuk, çok yaşlı, manastırdaki rahibler gibi çoğu zaman harb etme kudretine
sahib olmayanlar hariç kalır. Bunlarla savaş caiz olmaz. Son emirlerde de
durum böyledir. O halde bu iki mânâya da ihtimali olan bu âyet mensuh değildir.
Bu
şekilde savaşın, fakat gerek savaşta ve gerekse diğer hususlarda Allah'ın
emirlerini ve tayin ettiği sınırları aşmayın. Taarruzda haksızlık yapmayın.
Yani bu arada harbe kalkışmayanları, kadınları, çocukları, rahipleri, harb
zamanında zayıflığından ve acizliğinden dolayı genel durumuna göre savaşacak
bir halde olmamakta bunlar gibi olanları da öldürmeye kalkışacak kadar ileri
gitmeyin. Yine aynı şekilde öldürme işinde "müsle" yapmayın. Yani
öldürdüğünüz kimselerin burnunu, kulağını ve diğer organlarını kesmeye kalkmayın.
Nitekim
çocukları, kadınları, manastırlarda bulunanları öldürmekten ve yine "müsle"den
Resulullah'ın menettiği, geniş eserlerle sabittir. Resulullah'ın halifesi
Hz. Ebu Bekr es-Sıddîk'ın da kumandan Yezid b. Ebi Süfyan'a harb hukukunu
içine almış olarak yazdığı vasiyetlerde bunları ve yine çok yaşlı olan kimseyi
öldürmekten, imar edilmiş bir şeyi tahribden, yemekten başka bir maksat için
sığır ve koyun kesmekten, meyveli ağacı yakmak ve diğer bir suretle bozmaktan
menetmişti. Bu arada bazı müfessirler, harb ilanı haberi ulaşmadan, birden
bire basmanın da sınırı aşma cümlesinden olduğunu söylemişlerdir. Bazıları
da yukarıda zikredilen "mukâtele" (çarpışma) mânâsından dolayı bu
sınırı aşmayı bizzat taarruza yormuşlar ve bu sebeple neshedildiğine de hükmetmişlerdir
ki bu Rebi'in görüşüdür. Buna göre, "neshedilmiştir", denmenin mânâsının,
doğrudan taarruz mutlak olarak sınırı aşma değil; durumun gereğine göre meşrudur
demek olduğu unutulmamalıdır. Kısaca, açıklandığı üzere sınırı aşmayınız,
Çünkü Allah, sınırı aşanları sevmez, onları sevaba değil, azaba layık görür.
Allah
yolunda savaşın ve onları nerede yakalarsanız öldürün. Hıll (harem dışı) ve
harem demeyin, onlar taarruz etsin diye beklemeyin, böyle yapın ve sizi çıkardıkları
yerden, yani Mekke'den onları çıkarın, vatanınızı onların elinden kurtarın.
Burada
bu çıkarma emri, temkinle ilgili bir emirdir. Bu vaad Mekke'nin fet-hi ile
yerine getirilmiştir. Gerçi öldürme, aslında fena bir şeydir. Fakat fitne
de öldürmeden daha şiddetlidir, daha ağırdır. Çünkü öldürmenin zahmet olması
çabuk geçer, fitneninki devam eder. Öldürme, insanı yalnız dünyadan çıkarır.
Fitne ise hem dinden, hem dünyadan eder. Bunun için fitneye tutulmaktan ise
o fitneyi çıkaranları öldürmek veya ölmek, yahut da çıkardıkları fitneyi kendi
başlarına yıkmak elbette daha iyidir. "Ehven-i Şerreyn" (iki şerrin
en zararsızı) tercih edilir." kaidesi de bu gibi naslardan çıkarılmıştır.
FİTNE:
Aslı, sözlükte, karışığını almak için altını ateşe koymaktır. Bundan sıkıntı
ve belaya sokmak mânâsında kullanılmıştır ki burada bu mânâyadır. Yani vatandan
çıkarmak gibi, insanları azaba uğratacak bela ve sıkıntı öldürmekten daha
ağırdır. Ölümden daha ağır ne vardır, demeyiniz. Çünkü ölümü temenni ettiren
durum, ölümden daha ağırdır. Bu sözün gelişinde insanı vatanından çıkarmanın
da ona, ölümü temenni ettirecek fitne ve sıkıntı cümlesinden olduğuna işaret
vardır. Şirk küfrü yaymak, dinden dönmek, Allah'ın yasaklarını çiğnemek, genel
sükuneti bozmak, vatandan çıkarmak hep birer fitnedirler. Müminin -Allah korusun-
dönüp kâfir olması, öldürülmesinden ağırdır. Doğru yola girmiş olan müminlerden
bazı kimseler, Mekke müşrikleri tarafından küfre döndürülmek için azaba uğratılıyor,
onlar da, "Allah yolunda öldürülenlere 'ölüler' demeyin. Hayır onlar
diridirler." (Bakara, 2/154) ilâhî emri gereğince ölmeyi göze alıp Allah'ın
izni ile dayanıyorlardı. Bu şekilde haram ayda ashabdan bazılarını müşrikler
öldürmüşler, bu da müslümanların gücüne gitmişti. İşte bütün bunlar "Fitne
öldürmeden daha ağırdır." prensibinde özetlenerek harb ilânının sebebi
kısaca ifade buyurulmuş ve müslümanlar fitneyi ortadan kaldırmak için Allah
yolunda ya gazi veya şehid olmaya teşvik edilmiştir. Nüzul sebebi özel ise
de söz, fitnenin mahiyetinin, öldürmenin mahiyeti ile karşılaştırılmasını
ifade ettiğinden hüküm geneldir.
Bununla
beraber, Mescid-i Haram yanında, Mekke içinde önce onlar sizinle savaşa başlamadıkça,
siz de onlarla savaş etmeyiniz. Fakat, Onlar sizinle savaşır da sizleri öldürürlerse,
siz de onları öldürünüz. Kafirlerin cezası böyledir.
Hamze,
Kisaî, Halef-i Âşir kırâetlerinde: okunur ki, "Mescid-i Haram yanında
onlar sizden birini öldürmedikçe siz de onları öldürmeyiniz, eğer onlar sizi
öldürürse siz de onları öldürünüz." demektir.
Bundan
anlaşılır ki Kâbe haremi ve Mekke-i Mükerreme içinde taarruz suretiyle öldürmek
caiz değildir. İlk vazife yalnız çıkarmaktır. Fakat orada öldüren, öldürülür.
Hatta Mekke içinde bir öldürme yapan kimse Kâbe haremine sığınırsa orada yine
öldürmek caiz değildir. Çıkarılır da kısas yapılır. "Hani biz Kâbe'yi,
insanlar için sevab yeri ve her türlü düşman taarruzundan emin bir sığınak
yapmıştık." (Bakara, 2/125), "Ona giren her türlü tecavüzden emin
olur." (Âl-i İmran, 3/97). Fakat Harem-i Şerif içinde öldürme yapan orada
öldürülür. Bu emir, kendinden önceki kısmı tahsis etmektedir.
"Ahkâm-ı
Kur'ân"da denilir ki: "Bir hitapta nâsih ve mensûh bulunamayacağı,
tilavet birliği ve iniş nizamı da bu iki âyetin bir hitapta nazil olduğunu
bildirdiği ve aksine sahih bir nakil mevcut olmadığı cihetle, 'Onları nerede
bulursanız öldürün.' ifadesi kendinden önceki kısmın hükmünü kaldırıcı olmayıp
açıklayıcı olduğu gibi bu nehiy (yasaklama) de 'Onları öldürün.' emrinin tamamını
neshedici değil, tahsis edici olur. Sonra bu nehiy de hiçbir emirle neshedilmiş
değildir, muhkemdir. Gerçi, 'Müşrikleri nerede bulursanız öldürün.' (Tevbe,
9/5) emrinin sonra nâzil olduğunda ihtilaf yoksa da bunun, 'Mescid-i Haram
yanında onlarla savaşmayın,' yasağına bağlı olarak amel ettirilmesi mümkün
olduğuna göre neshe delâleti yoktur. İbnü Abbas, Ebu Şüreyh, Huzâî ve Ebu
Hüreyre hazretlerinden rivayet olunduğu üzere Mekke'nin fethi günü Peygamber
(s.a.v.) irâd buyurduğu hutbede:"Ey insanlar! Allah Teâlâ gökleri ve
yeri yarattığı gün, Mekke'yi hürmetli kıldı ve o benden önce kimseye helâl
kılınmadı. Benden sonra da kimseye helâl kılınmayacaktır. Bana da ancak bir
günün bir saatinde helâl kılındı ve yine kıyamet gününe kadar hürmetli oldu."
buyurmuştur ki bu bir saat de müşrikler tarafından orada öldürme olayının
meydana getirildiği saat demektir. Bu hadis-i şerif, bu âyetteki mukayyed
(şartlı) yasaklamanın muhkem olduğuna delâlet eder. Buna karşı Rebi' ve Katâde'nin,
Peygamber'den bir rivayet olduğu bilinmediği halde buna mensûh demeleri, kendi
ictihadları olmak üzere kabul edilebilir..." Bu şekilde bu hüküm bakîdir,
nesih sabit değildir.
192-
Eğer onlar küfürden vaz geçerlerse, Allah da çok bağışlayıcıdır, çok merhamet
edicidir. "Sizi çıkardıkları yerden, onları çıkarın." kaydının delâletiyle,
bu âyetin, Kitab ehli hakkında olmayıp, Arap müşriklerine mahsus olduğu anlaşılır.
Kitab ehlinin vergi ile boyun eğmesi de makbul olabildiği halde, Arab müşrikleri
ya İslâm'a girmeye veya kılıca mahkumdurlar. Bu nokta şu âyetle delillendiriliyor:
193-
Onlarla o şekilde savaşın ki, hatta fitne, yani şirk ve ayrılık olmasın da,
din hep Allah için olsun, yalnız Allah'a boyun eğilip, itaat edilsin. Halbuki,
"Allah katında gerçek din İslâm'dır." (Âl-i İmrân, 3/19). Bu bakımdan,
bunlarda gerçek tevhid dini olan İslâm'dan başka bir din bulunmasın. Fitnenin
başı olan şirk kalksın. Bunun için Peygamber (s.a.v.): "Ben bu insanlarla
"Lâ ilâhe illallah" diyecekleri ana kadar savaşmakla emredildim.
Onu dedikleri zaman benden canlarını kurtarırlar." buyurmuştur.
Diğerleri
cizye ile de kanlarını korumaya sahip olabilecekleri halde, bunlara bu izin
verilmemiştir. Bundan başka özellikle Mekke'de müslümanlardan başkasının ikametine
de izin verilmemiştir. Bundan dolayı, küfürden vaz geçip, İslâm'ı kabul ederlerse,
artık zalimlerden başkasına savaş düşmanlığı yoktur.
194-
İyi ama bu savaş, âdete göre muharebenin yasak olduğu haram aya tesadüf ederse
ne olacak? Haram ay, haram aya; hürmetler, hürmetlere kısastır. Burada hürmet,
muhafaza ve saygı gösterilmesi vacib olan, el uzatılması caiz olmayan şey
demektir ki malları da içerir. Bu atıfta tahsisten sonra genelleştirme vardır.
Bu bakımdan: Her kim size saldırır, hürmet ve masumluğunuzdan bir şey bozarsa,
onun size saldırdığı kadar, yani aynısı olmak şartıyla siz de ona, karşılık
olarak saldırınız. Çünkü, "Bir kötülüğün cezası, ona denk bir kötülüktür."
(Şûrâ, 42/40) Bir tecavüze karşı ayniyle karşılık vermek tecavüz değil, tecavüzün
cezasıdır. "Kötülüğe ilk başlayan daha zalimdir." Buna tecavüz ve
sınırı aşma denilmesi, fiilin kendisindeki benzerlik dolayısıyla bir müşâkeledir.
Aslında
çirkin olan bir şey, böyle bazı şartlar altında itibarî bir güzellik kazanır.
Bundan dolayı ilk başlayanın fiili, gerçekten ve hükmen çirkin ve sırf zarar
olduğu halde, onun tepkisi demek olan karşısındakine bir hak vermiş olur.
Böyle olabilmesi ise benzeri olma şartına bağlıdır. Benzerine riayet mümkün
olmayan hususlarda kısas yapılmaz. Kıymetli şeyler birbirine takas edilmez.
Hukukun derecelerine uymak gerekir. Mesela: gasbedilen bir şey mevcud ise
aynen alınır. Misliyat (aynı şeyler)tan ise, aynı cinsten misli ile; değil
ise malî misli olan kıymeti ile ödettirilir.
Kısaca
meşru olan, kayıtsız şartsız karşılık vermek değil, ayniyle karşılık vermektir.
Misle riayet edilmeyince, doğrudan bir zarar meydana getirilmiş ve zarara
zarar ile karşılık verilmiş olur. Halbuki İslâm'da, "Doğrudan zarar vermek
caiz değil, zarara zararla karşılık vermek de caiz değildir." Fakat zararı
ortadan kaldırmak lazımdır. Zarar ise zarurî olarak misli ile takas edilerek
ortadan kaldırılabilir. Yoksa diğer bir zarar ortaya atılmış olur. Takas demek
olan kısas kelimesi, bu aynı olma mânâsını taşıdığı halde yanlışlık yapılmaması
ve hükümde asıl maksat olduğu gösterilmemesi için sonuç olarak ayrıca da delil
getirilmiştir.
İşte
aynı ile olması şart koşulan, "Hürmetler, hürmetlere kısastır."
genel kaidesi gereğince, haram ay da aynı haram aya takas edilir. Düşmanlar,
geçen Hudeybiye senesi Zilkâde ayında müslümanlara taş ve ok atarak savaşa
kalkışmakla bu haram ayın hürmetini çiğnediler. Bu sene de bunu bahane ederek
antlaşma hükmünün yürütülmesine engel olacakları zannında bulunuyorlar. Siz
de buna aynıyla karşılık vererek aynı Zilkâde ayında savaştan sakınmazsınız.
Hasen'den rivayet edildiğine göre, Arab müşrikleri Hz. Peygamber'e: "Haram
ayda savaşı yasaklasan!" demişler. "Pek iyi!" buyurmuş. Müşrikler,
bunu fırsat bilip, haram ay içinde sözleşmeyi değiştirmeyi kurmuşlar. Bunun
üzerine bu âyet inmiştir.
Fakat
İbn Abbas, Rebi' b. Enes, Katâde ve Dahhâk'ten rivayet edildiğine göre Kureyş,
Hudeybiye senesi Resulullah'ı ihramlı olarak haram ay olan Zilkâde ayında,
haram belde olan Mekke'den geri çevirmişlerdi. Cenâb-ı Allah da ertesi yıl
yine Zilkâde'de Resulünü Mekke'ye soktu da umresini kaza ettirdi. Bunu, geçen
Hudeybiye senesi meydana gelen men ve engellemeye takas etti. Nüzul sebebi
de bu oldu ki birincisine göre âyet, Mekke'ye girmeden önce inmiş olup görünürde
emir ve inşa ve zımnen (kapalı şekilde) geleceğe ait vaad ve haberdir. İkinciye
göre de girdikten sonra inmiş ve müşriklere: "İşte bu geçen senekine
kısastır." diye açıkça ihbarı (haber vermeyi) ve bununla beraber haram
ayda doğrudan başlama şeklinde olmaması şartıyla savaşı mübah kılma emrini
içine almış bulunmaktadır. Âyetin gelişi birincisine daha uygundur. Her halde
bu âyetler, "kaza umresi yılı" diye söylenen hicretin yedinci yılında
Kâbe ziyareti esnasında inmiştir. Ancak daha sonra "haram ay âdeti"
mutlak olarak neshedilmiş olduğundan, bu âyetin, haram ayda doğrudan ve ilk
olarak harp ilanına izin vermeyen hükmü, berâe" âyetleriyle kaldırılmıştır.
Bunda ittifak vardır. Bundan başka ayniyle karşılık verme hakkındaki genel
hükümleri ise ittifakla bakîdir.
Bunları
yapınız, kendinizi koruyunuz, ve biliniz ki, her halde Allah, korunanlarla
beraberdir. Ayniyle karşılık vermek caiz ise de kayıtsız olarak korunmanın
gereklerinden değildir. Tatbikinde aynını geçmemek için iyi dikkat ediniz,
Allah'tan korkunuz ve en iyi şekil hangisi ise onu yapınız ve her halde korununuz,
müttakî olunuz, korunma âyetlerini unutmayınız. Bundan anlaşılıyor ki: "Doğrusu
Allah sabredenlerle beraberdir." (Bakara, 2/153) âyeti mutlak değildir.
Sabır, sakınma şartına bağlıdır ve yerine göre dereceleri vardır. Meydana
gelmiş musibetlerle henüz olmamış musibetlere karşı sabrın farkı vardır. Defedilip
kaldırılmasında mümkün olduğu kadar sürat gösterilecek hususlar vardır. Korunurken
de korunma âyetlerinde: "Sıkıntılı ve geniş zamanlarında ve savaş anında
sabrederler." (Bakara, 2/177) ifadesinin kapsamı unutulmamalıdır. Evlere
kapılarından girilmelidir. Şu da hatırda tutulmalıdır ki, harp ve çarpışma
denilen şey, parasız ve malsız olmaz, masraf da ister.
195-Bunun
için: Allah yolunda infak da yapın. Mal hazırlayıp harp ihtiyaçlarına sarfedilmek
üzere vergi, yardım verin. Fakat yalnız mal kazanmak sevdasına düşüp de, Kendi
kendinizi tehlikeye de bırakmayın. Sadece para kazanma ve istirahat etme sevdasının,
insanları, esirlik istilası ve mahkûmluk gibi büyük tehlikelere düşüreceğini,
bu tehlikenin önüne geçmenin ancak Allah yolunda harbetmek ve harbe alışmakla
mümkün olacağını unutmayın.
Bu
âyetin gelişi ve nüzul sebebi, Allah yolunda harb ve çarpışmadan ve o uğurda
mal harcamadan kaçınmanın bir tehlike olduğunu hatırlatmak içindir. Tirmizi
ve Ebu Davud'da da tahric olunduğu üzere rivayet ediliyor ki: "Emeviler
devrinde Abdurrahman b. Velid kumandasında bir İslâm ordusu, Kostantiniye
yani İstanbul şehrine gaza etmişti. Ebu Eyyub el-Ensarî hazretleri de bu askerler
arasındaydı. Rumlar şehrin surlarına arkalarını dayamışlardı. O sırada müslümanlardan
bir zat, kaledeki düşman üzerine açıktan hücum etmiş, bunu gören İslâm cemaati:
'Bırak, bırak! Lâilahe illallah, kendi kendini tehlikeye atıyor.' demişlerdi.
Bunun üzerine Hz. Ebu Eyyûb el-Ensarî: 'Ey müslümanlar! Bu âyet biz Ensar
topluluğu hakkında nazil oldu. O vakit ki Allah Peygamberine yardım etti ve
dini olan İslâm'ı galibiyete mazhar kıldı. O zaman biz artık mallarımızın
başında durup onların ıslahı ile meşgul olalım mı? demiştik. Allah Teâlâ:
'Allah yolunda sarfediniz. Kendi kendinizi ellerinizle tehlikeye bırakmayınız.'
(Bakara, 2/195) âyetini indirdi. Bundan dolayı kendini tehlikeye atmak, mallarımızın
başında durup, onları ıslah ile uğraşmamız ve cihadı terketmemizdir.' demiştir.
Bunun üzerine hiç durmayıp Allah yolunda cihada girişmiş ve nihayet şehid
olup, İstanbul'da defnolunmuştur."
Ebu
Eyyub el-Ensarî böylece kendini tehlikeye atmanın, Allah yolunda cihadı terketmek
demek olduğunu ve âyetin bu hususta nazil olduğunu haber vermiştir. İbnü Abbas'tan,
Huzeyfe'den, Hasen, Katâde, Mücâhid, Dahhak'tan da böyle rivayet edilmiştir.
Bera' b. Âzib ve Ubeyde es-Selmanî hazretlerinden, "Elleriyle kendini
tehlikeye atmak, günah işlemekle mağfiretten ümidi kesmek" demek olduğu
da rivayet edilmiştir. Bunun, infak karinesiyle: "Harcamada israf edip,
yiyecek, içecek bulamayacak dereceye vararak telef olmak" mânâsına olduğu
da söylenmiş, "Düşmana tesir etmeyecek bir şekilde harbe atılmak"
demek olduğu da belirtilmiştir ki Ebu Eyyub'un itiraz ettiği ve nüzul sebebini
söylediği cemaatin görüşü de bu idi.
"Sebebin
özel oluşu, hükmün genel oluşuna engel olmayacağından" ve bu mânâların
toplanmasında da çelişki ve terslik bulunmadığından âyetin tamamına şamil
olması da caizdir. Bunun için İmam Muhammed, "Siyer-i Kebir"inde
der ki: "Tek başına bir adam, bin kişiye hücum edecek olsa, eğer kurtulma
veya düşmanı kırma ve tesir etme ümidi varsa, sakınca yoktur. Kurtulma veya
düşmanı kırma ümidi yoksa mekruhtur. Çünkü müslümanlara bir faydası olmaksızın
kendini ölüme atmış olur. Bunu yapacak olan kimse ya kurtulmak veya müslümanlara
bir faydası bulunmak ümidi olursa yapmalıdır. Kurtulma ve düşmanı kırma ümidi
olmadığı halde diğer müslümanlara cesaret versin ve böylece düşmanı tepelesinler
diye misal gösterilecek bir örnek olmak üzere yaparsa sakınca yoktur..."
Bu
yasaklama sahihtir. Bundan dolayı dine veya müminlere hiçbir menfaati olmaksızın
kendini öldürmek uygun değildir. Fakat kendini öldürmede dine ait bir menfaat
varsa; o zaman da bunu yapmak, pek şerefli bir makam olur ki Ce-nab-ı Allah,
Resulullah'ın ashabını bununla övmüştür: "Allah, müminlerden canlarını
ve mallarını kendilerine cennet vermek üzere satın aldı. Onlar Allah yolunda
savaşırlar da öldürürler ve öldürülürler." (Tevbe, 9/111). Yine: "Allah
yolunda öldürülenleri sakın ölüler sanma. Bilakis onlar diridirler. Rableri
yanında rızıklanırlar." (Âl-i İmrân, 3/169) buyurmuştur. Ebu Eyyûb el-Ensarî
hazretleri de bu makamı göstermiştir. Bundan dolayı sırf huzura düşkünlükte
tehlike bulunduğu gibi, harp bakımından da tehlike bulunabilir. O da düşmana
tesir icra etmeyecek, boş yere bir müslümanı yok edecek olan husustur.
Müslümanlara
faydası olmadığı gibi aksine zararı bilinirse, o zaman harbe atılmak ve kendini
öldürmek hiç caiz olmaz. Fakat insanlık gafleti, harbi, mutlak bir tehlike
zannedebileceği için; bu âyet mal kazanacağız, rahat edeceğiz diye dalıp,
cihadı terketmenin tehlike olduğunu hatırlatma hususunda nâzil olmuş ve o
şerefli makamı göstermiştir. Demek ki barış tehlikesi, ibare ile; savaş tehlikesi
de işaret ile hatırlatılmıştır.
Ey
müminler! Bunlara dikkat edin, ve her hususta iyilikle muamele edin, yaptığınızı
güzel yapın, sizden asıl istenen, iyiliktir. Çünkü, Allah hep iyilik edenleri
sever. Bunun için harcamayı da en güzel şekilde yapın ve herhangi bir kötülüğü,
en güzel biçimde ortadan kaldırın. Aynı ile karşılık vermeyi, daha güzeli
mümkün olmadığı zaman yapın. Kötülüğün cezası kötülük ise de, "Sen kötülüğü
en güzel iyilikle bertaraf et." (Müminûn, 23/96) emri gereğince kötülüğü
de en güzel şekilde savın. Harbi de en güzel sebep, en güzel vasıta kabul
edip en güzel şekilde yapın ve ancak Allah yolunda yapın. Yapın da:
Meâl-i
Şerifi
196-
Hac ve umreyi de Allah için tamam yapın. Eğer bunlardan alıkonursanız, o zaman
kolayınıza gelen bir kurban gönderin. Bununla beraber bu kurban, kesileceği
yere varıncaya kadar başlarınızı tıraş etmeyin. İçinizden hasta olana veya
başından bir rahatsızlığı bulunana tıraş için oruç veya sadaka yahut da kurbandan
ibaret bir fidye gerekir. Engellemeden kurtulduğunuz zaman da her kim hacca
kadar umre ile sevab kazanmak isterse, ona da kolayına gelen bir kurban gerekir.
Bunu bulamayana ise üç gün hacda, yedi de döndüğünüzde ki tam on gün oruç
tutması lazım gelir. Bu hüküm, ailesi Mescid-i Haram civarında oturmayanlar
içindir. Allah'tan korkun ve bilin ki Allah'ın azabı gerçekten çok şiddetlidir.
196-Bu
âyet de kendisinden önceki kısım gibi kaza umresi yılı denilen, hicretin yedinci
yılında nazil olmuştur.
HACC:
"Hâ"nın fethası ve kesresiyle önceden de zikredildiği üzere sözlükte
kastetmek demektir. Fakat mutlak kasıt değil, büyük ve önemli bir şeyi kastetmektir.
Dînen: Tahsis edilen bir zamanda, tahsis edilen bir yeri özel bir şekilde
ziyarettir ki hac niyetiyle, tahsis edilen yer ve zamanda ihrama girip, Arafat'ta
vakfe, sonra Kâbe'yi ziyaret tavafından ibaret olan mahsus (özel) fiillerdir.
İhram, vakfe, tavaf, bu üç fiil, gerek farz ve gerek nafile haccın farzlarıdır.
İhram şart, vakfe ve tavaf da rükündür. Tahsis edilen yer ve zaman da şartın
şartı olan şartlar cümlesindendir. Buna göre haccın şartları, rükünleri ve
bunlardan başka vacibleri, sünnetleri, müstehabları, yasakları vardır. Şöyle
ki:
A)
Rükünleri: Vakfe ve tavaftır.
B)
Şartları: Sahih olmasının şartı ve vücûbunun şartı olmak üzere iki çeşittir:
1-
Sahih olmasının şartı: Müslüman olmak, niyet ile ihram, tahsis edilen yer
ve zamandır. Hac aylarından önce hiç biri sahih olmaz.
2-
Vacib olmasının şartı: Bu da ikidir:
a-
Vacib olmasının kendi şartıdır ki İslâm, hürriyet, akıl, büluğ, hacca gitme
gücü, vakit, İslâm yurdunda bulunmak veya düşman yurdunda ise haccın farz
oluşunu bilmiş olmaktır.
b-
Edasının vacib oluşunun şartıdır ki vücut sağlığı, hissî engeller bulunmaması,
yol güvenliği, kadın hakkında iddet bekleme durumu olmaması, kocası veya bir
mahreminin, yanında beraber bulunmasıdır.
C)
Vâcibleri:
1-
İhramı mîkattan veya bir sakıncası yoksa daha önceden giymek,
2-
Arafat'ta vakfeyi, güneşin batışına kadar uzatmak,
3-
Müzdelife'de de vakfe yapmak,
4-
Safâ ile Merve arasında yedi şavt sa'y etmek,
5-
Sa'yi, ona hazırlık olan bir tavaftan sonra yapmak.
6-
Tahsis edilmiş olan yerde taş atmak,
7-
Halk veya taksîr, yani başını kazıtmak veya saçlarını kısaltmak,
8-
Mekke'ye dışardan gelenler için "tavaf-ı sader" denilen veda tavafı
yapmak,
9-
Tavafa Hacer'ül-Esved'den başlamak,
10-
Tavafı sağdan yapmak,
11-
Özrü yoksa tavafta yürümek,
12-
Tavafta, cünüblükten ve abdestsizlikten temizlenmiş olarak bulunmak,
13-
Avret yerlerini örtmek,
14-
Tavafın yedi şavtından son üçünü yapmak (ilk dördü farzdır).
15-
Sa'ye Safâ'dan başlamak,
16-
Kıran ve temettu' haccı yapanlar için kurban kesmek,
17-
Her yedi tavaftan sonra iki rekat namaz kılmak.
18-
Şeytan taşlama ile tıraş olma arasındaki tertibe riayet etmek.
19-
Kurban kesme günlerinde kurban kesmek.
20-
Tıraşı yerinde ve zamanında olmak.
21-
Ziyaret tavafını, kurban bayramının ilk üç gününde yapmak. Bu vâciblerden
biri terk edilirse kurban kesmek gerekir.
D)
Sünnetleri:
1-
Kudûm tavafı yapmak, yani Mekke'ye girince Kâbe'yi tavaf etmek.
2-
Kudûm tavafında veya farz tavafta "remel" yapmak, yani tavafın üç
şavtında -devrinde- harp meydanında savaşa çıkmış pehlivan gibi omuzlarını
titreterek yürümek.
3-
Safâ ile Merve arasındaki iki yeşil direk arasında koşmak.
4-
Tahsis edilen günlerde geceleyin Mina'da yatmak.
5-
Mina'dan Arafat'a güneş doğduktan sonra, Müzdelife'den Mina'ya da güneş doğmadan
önce hareket etmek.
Bunlardan
başka daha birtakım hususlar ki müstehabları ve edepleri ile beraber tafsilatı
fıkıh kitaplarındadır.
E)
Haccın Yasakları: Bu da iki çeşittir:
1-
Şahsın kendinde yapmaktan men edildiği şeylerdir ki cinsi münasebet, saç ve
kıl kesmek, tırnak kesmek, koku sürünmek, başını ve yüzünü örtmek, dikişli
bir şey giymektir.
2-
Başkasına yapmaktan men edildiği şeylerdir ki birisini tıraş etmek; gerek
Harem ve gerekse Hıll bölgesinde av yapmaktır.
İhramdan
çıkıncaya kadar bunların hiç biri yapılamaz, yapılırsa ceza lazım gelir. Gerçi
Haremin ağacını kesmek dahi yasak ise de bu yasaklık, hacca ve ihrama mahsus
değildir. Şâfiî mezhebinde Safâ ile Merve arasında sa'y ve bir görüşe göre
tıraş veya saçları kısaltmak da haccın farzlarından ve hatta rükünlerindendir.
Haccın
şer'î sebebi Beytullah'tır. Çünkü hac, ona muzaf olur da "Beytin haccı"
denir. Beyt ise bir olup tekrar edilmediğinden hac, müslümana ömründe bir
kere fevren, yani ilk imkan senesinde farz olur. Sonraya bırakma yoluyla farz
olup acele edilmesinin daha faziletli olduğu da rivayet edilmiştir. Bu âyetlerin
nâzil olduğu kaza umresi yılında Peygamber efendimiz, Zilkâdede umre suretiyle
Kâbe'yi ziyaret etmiş ve bir yıl önce müşriklerin engellemeleriyle tamamlayamadığı
umreyi bu şekilde kaza ettikten sonra antlaşmaya göre üç günden fazla Mekke'de
kalamayacaklarından hacdan önce geri dönmüştü.
Ertesi
yıl, hicretin sekizinci yılında Hudeybiye antlaşmasının müşrikler tarafından
bozulmasından dolayı, Ramazan-ı Şerifte hareket edilmiş ve Ramazanın son on
gününde Mekke fethedilmiş; Şevval içinde Huneyn savaşı, Taif kuşatması yapılmış,
Resulullah, yine bir umre yaparak hac vaktinden önce Medine'ye dönmüştür.
O sene Mekke'de vali bırakılan Attab b. Üseyd, Arab geleneğine göre insanlara
hac yaptırmıştı. Daha ertesi hicretin dokuzuncu yılında Hz. Ebu Bekir es-Sıddîk
(r.a.) Hz. Peygamber tarafından hac emiri tayin buyurulmuş, ilk olarak bu
yıl İslâmî hac yerine getirilmişti. Bundan sonra Beyt-i Şerif'in (Kâbe'nin)
çıplak olarak tavaf edilmemesi ve müşriklere hac yaptırılmaması ilan olunmuş
ve nihayet hicretin onuncu yılında bizzat Resulullah, ilk ve son olarak haccı
eda etmiş ve hac ibadetini tamamen öğretmişti... Bu seneye "Haccetü'l-vedâ"
denilmiş ve ertesi yıl Peygamberimiz vefat etmiştir. Bundan dolayı Resulullah'ın
yaptığı bu son haccın, farzı eda için olduğunda şüphe yok ise de öncekilerin
farz olduğu sabit değildir. Bu, "Hac ve umreyi Allah için tamam yapın."
(Bakara, 2/196) emri, haccın aslının farz olduğunu kesin olarak ifade etmeyip,
başlanmış olan herhangi bir hac ve umrenin tamamlanmasının vacib olduğunu
ifade ettiğine göre hac, daha sonra: "Yoluna gücü yeten her kimsenin,
o beyti haccetmesi, insanlar üzerinde Allah'ın bir hakkıdır." (Âl-i İmrân,
3/97) delili ile farz kılınmış ve Peygamber tarafından da ilk imkân senesinde
ertelenmeden yerine getirilmiştir.
Bununla
beraber haccın daha önce bu âyetlerle kaza umresi senesinde farz kılınmış
olması düşünülmekte ve bu takdirde Peygamber tarafından gecikmeli olarak eda
edilmiş olması da muhtemel bulunduğundan haccın farz oluşunun fevrî (tehirsiz)
olup olmaması imamlar arasında ihtilaflıdır. İmam-ı Azam'dan iki rivayet vardır.
Birini İmam Ebu Yusuf, diğerini İmam Muhammed tercih etmiştir. Daha sahih
olanı, Ebu Yusuf rivayeti olan fevrîdir. İmam Mâlik'ten tercih edilen rivayet
ise İmam Muhammed gibi sonraya bırakmadır.
Haccın
hikmetine gelince, bunun, dini ve dünyevi birçok faydayı kapsadığı her türlü
şüpheden uzaktır. Bu cümleden olarak kıble işinde açıklanan, "Nerede
bulunursanız bulunun, Allah hepinizi bir araya getirecektir." (Bakara,
2/148) ifadesinin yüce kapsamındaki sosyal birliği fiilen tecelli ettirecek
olan en büyük ve en geniş bir kulluk nişanesidir ki bunun şümûlünün genişliğini,
yer küresi üzerindeki hiçbir yerde bulmak mümkün değildir. Zira Kâbe-i muazzama
kadar kutsallığı eski olan hiçbir tevhid mabedi yoktur. Kâbe'nin, İbrahim
milletiyle ilgisi, bütün semavî dinlerce kabul edilmiş; hatta Hz. Adem'e kadar
ulaştığı da rivayet edilegelmiştir.
Mekke'nin
hürmeti, (saygınlığı) ta yeryüzünün yaratılmasıyla mevcuttur. Kâbe'yi haccetmek,
insanlığı bütün esas kökeninden birleştirmeye yönelik ve buna yardımcı olduğu
halde; ondan sonra ortaya konan mabedler ve yerler nispeten özel oluşlarından
dolayı böyle herkesi birleştirmeye uygun değildir. Hatta bizzat Peygamber'in
kabrinin toprağı Kâbe'den efdal olduğu halde, Kâbe için mevcud olan haccın
sebepleri ve özellikleri bunda bile tasavvur olunamaz. Şu halde Allah nezdinde
hacca en layık olan birlik kıblesinin, herhalde "eski ev" yani Kâbe
olduğunda hiç şüphe yoktur. Bundan başka Kâbe arayanlar, tevhide değil; şirk
ve ayrılığa çalışmış olurlar.
Sonra
hac, bir taraftan namaz gibi bedenî, diğer taraftan zekat gibi malî yönleri
içeren toplayıcı bir ibadettir. Aynı zamanda cihad mânâsını da taşımaktadır.
Nitekim bir hadis-i şerifte vârid olduğuna göre: "Hac, bir cihaddır,
umre tatavvu (nafile)dur." Yine bu münasebetledir ki burada hac meseleleri,
cihad emirleriyle beraber nâzil olmuştur.
UMRE:
Sözlükte ziyaret mânâsınadır. Dinî bakımdan ihram, tavaf, sa'y, sonra da tıraş
olmak veya saçları kısaltmaktan ibaret olan özel bir ziyarettir. Umre, küçük
bir hac demektir ki ihram şartı, tavaf ve sa'y rükünleri, tıraş olmak veya
saçları kısaltmak vacibidir. Demek ki bunun hacdan mahiyet itibariyle farkı;
vakfe rüknünün bulunmaması, sa'yin rükün olmasıdır. Hüküm itibariyle farkı
da hac farzdır; umre ise farz değil, nafile bir ibadettir. Bununla beraber
göreceğimiz üzere bunun da farz olduğunu söyleyenler vardır. Şimdi bir senenin
hac aylarında, hac ile umrenin birlikte yapılması veya yapılmamasına göre
haccın üç çeşidi vardır: bunlar da ifrad haccı, temettu' haccı ve kıran haccıdır.
a)
İfrad haccı: Mekke'ye dışardan gelenlerin, mikattan yalnız hac niyetiyle ihrama
girip, kudûm tavafını yaptıktan sonra hacla ilgili fiiller bitinceye kadar
Mekke'de ihramlı olarak kalmalarıdır. Bunda umre bulunmayıp bir tek hac yapılmış
olduğundan buna müfrid haccı veya ifrad haccı denir. Mekke'ye dışardan gelenlerin,
ihramsız geçmeleri caiz olmayan mikat yerleri beştir: Zülhuleyfe, Zati ırk,
Cuhfe, Karn, Yelemlem'dir.
b)
Temettu' haccı: Mikattan umre niyetiyle ihrama girip, umre için tavafı ve
sa'yi yaparak tıraş olup ihramdan çıkmak; sonra Mekke'de bir Mekke'li gibi
kalıp, nihayet terviye gününde hac için haremden ihrama girerek haccı tamamlamak
ve kurban kesmektir. Uzun süre ihramda kalmamak için umreden bu şekilde istifade
edildiğinden dolayı buna temettu' haccı adı verilmiştir.
c)
Kıran haccı: Mikattan hem umre ve hem de hac, ikisine birden niyet ile ihrama
girip, Mekke'ye varınca önce umre için tavaf ve sa'y, sonra hac için kudûm
tavafı ve sa'y etmek, daha sonra ihramdan çıkmaksızın sonuna kadar hac fiillerini
yapmak ve kurban kesmektir. Cahiliye devrinde umre ile haccın, hac aylarında
birlikte yapılması caiz değildi. Bu âyet, bunların meşru olduğunu açıklamak
için nazil olmuş ve şükranesi olmak üzere kurbanı da vacib kılmıştır. Şöyle
ki:
Yukardaki
emirleri yerine getirin. Allah için hac ve umreyi de tamamlayın. Yani isterse
nafile olsun, hac ve umreden birine veya ikisine başladınız mı tamamlayın,
eksik bırakmayın. Yahut da tamam olarak icra edin. Ne başından, ne de sonundan
hiçbir eksik bulunmasın.
Geçen
Hudeybiye senesi umreye başlanmış, fakat müşriklerin harbe kalkışmaları üzerine
tamamlanamamıştı. Onun için bu sene hem onun tamamlanmasiyle kazası emredilmiş,
hem de bu münasebetle inkişafa hazır bulunan haccın meşru kısımlarına da işaret
buyurulmuştur. "Amellerinizi iptal etmeyin!" (Muhammed, 47/33) yasağında
da açıklanacağı üzere genel olarak nafileler bile başlamakla farz olur ve
eksik bırakılırsa kazası lazım gelir. Bundan anlaşılır ki bu tamamlama emrinde
henüz haccın veya umrenin doğrudan vacib olduğuna dair kesin bir delil yoktur.
Hac, bundan sonra "Beyt (Kâbe)i haccetmek, insanlar üzerinde Allah'ın
bir hakkıdır." (Âl-i İmrân, 3/97) nassı ile farz kılınmış ise de, umrenin
doğrudan vacib olduğuna dair bir nas yoktur. Fakat birçok âlimler ve tefsirciler
umrenin de vücûbunu, yani farz olduğunu söylemişlerdir.
Hz.
Âişe, İbnü Abbas, İbnü Ömer, Hasen-ı Basrî, İbnü Sîrîn, umre vacibdir demişlerdir.
İmam Şâfiî de bunu tercih etmiş ve tamamlamanın vacib oluşunun, aslın vacib
oluşunu gerektireceği görüşüne sahip olmuştur. Bunun tersine Abdullah b. Mes'ud,
İbrahim Nahaî ve Şa'bi'den umrenin "nafile" olduğu rivayet edilmiştir.
Mücâhid de: "Allah için hac ve umreyi tamamlayın." ilâhî sözünde
"Biz hac ve umre ile emrolunmadık." demiştir. Aynı zamanda tamamlamanın
mânâsında da seleften çeşitli rivayetler vaki olmuştur.
Hz.
Ali'den, Said b. Cübeyr'den ve Tavus'tan rivayet edilmiştir ki: "Tamamlanmaları,
ehlinin evinden bunlar için ihram etmektir." demişlerdir. Mücahid: "Tamamlanmaları,
bunlara girdikten sonra sonlarına ermektir" demiştir. Said b. Cübeyr
ile Atâ: "Tamamlanmaları, bunları sonlarına kadar Allah için yerine getirmektir.
Çünkü ikisi de vacibdir." demişlerdir. İbn Ömer ile Tavus'tan: "Tamamlanmaları,
ifradlarıdır." diye rivayet edilmiş, Katâde de: "Umreyi tamamlamak,
umreyi hac aylarının dışında yapmaktır." demiştir.
Görülüyor
ki, bunların aslı ilk plânda iki mânâya yöneliyor: Birinde "Başladığınızı
tamamlayın." demek, diğerinde de gerek başından ve gerekse sonundan tam
yapın demek oluyor. Bir de tam yapmanın şeklinde ihtilaf edilmiş bulunuyor.
Birinci mânâda doğrudan vücub ihtimali yoktur. Fakat ikinci de vacib olması
da olmaması da muhtemeldir. Halbuki farziyet yani kesin vücub, ihtimal ile
sabit olamayacağından, bu âyetten hac ve umrenin farz olduğunu anlamak mümkün
olamaz. Bunun için Hanefi mezhebinde umre ayrıca farz olan bir ibadet değildir.
Hac da dahil, hayır ve nafile kabilinden bir ibadettir. Her nafile gibi başlamakla
vacib olup tamamlanması lazım gelir. Gerçekte umreye "hacc-ı asgar"
(küçük hac) denir. Böyle olduğu halde büyük hacda dahil olmayan müstakil bir
hac farz olsaydı iki hac farz olması gerekirdi. Halbuki Akra b. Habis: "Hac
her sene midir, yoksa bir kere midir, ey Allah'ın Resulü?" sorusuna cevaben
Resulullah'ın: "Bir keredir, fazlası nafiledir." buyurduğu sabittir.
Yine Câbir hadisinde: "Umre kıyamet gününe kadar hacda dahildir."
ve "hac, cihad, umre nafiledir." diye rivayet edilmiştir. Bundan
dolayı umrenin doğrudan vücubuna kesin delil bulunmamakla beraber, vacib olmadığına
dair sahih haber de vardır.
Fakat
gerek hac ve gerekse umreye nafile olarak da başlanmış olsa, bütün nafilelerde
olduğu gibi başlamak ve gerekli kılmakla vacib olacaklarından tamamlanmalarının
farz olduğunda da şüphe yoktur. Bu bakımdan: İhramdan sonra ihsar meydana
gelir, zorlayıcı bir engele tutulup, hacdan veya umreden kalırsanız , kurban
cinsinden kolayınıza gelen bir şey lazımdır.
HEDY
( ): Deve, sığır, davar cinsinden Beytullah'a hediye edilen kurbanlıkların
ismidir ki en azı bir koyun veya keçidir. "Büyük baş hayvan"ın yedide
biri de yeterli olur, ... ve gibi tekiline de "hedye" denir.
İhsar,
sözlükte mutlak men (yasaklama) mânâsınadır. Dini bakımdan, ihramdan sonra
şer'î bir özürle haccın vakfe ve tavaf iki rüknünü de yerine getirmekten veya
umreden menedilmiş olmaktır. Âyette ihsar, mutlaktır. Bundan dolayı gerek
düşmanın engellemesi, gerekse kırıklık gibi bir hastalık ve topallık gibi
bir sakatlık veya harcanacak malın kayboluşu yahut da kadın hakkında mahreminin
bulunmaması engellerinin alıkoyması da ihsardır.
Fakat
İmam Şâfiî, nüzul sebebi dolayısıyla yalnız düşmanın engellemesine tahsis
etmiştir. Başlanmış olan hac ve umrenin tamamlanmaları vacib olunca, ihramdan
sonra ihsara uğrayanların, bunları tamamlamadıkça en azından bir sene ihramdan
çıkamamaları gerekeceği, bunun ise pek zor bir iş olacağı için kolaylaştırma
bakımından ihsar halinde meşru olarak ihramdan çıkabilmek üzere kurban göndermek
vacib kılınmıştır. Fakat, kurbanlık, varacağı yere ulaşıncaya kadar başlarınızı
tıraş etmeyiniz. Yani ihramdan çıkmayınız. Bundan dolayı ihsara uğrayan ihramlı
bir kimse, ihramdan çıkmak isterse Harem-i Şerife kolayına gelen bir kurban
gönderir. Gönderdiği kimse ile bir gün kararlaştırır. O gün gelip de kurbanının
kesildiği zannı hasıl olduğu zaman başını tıraş edip ihramdan çıkabilir. Çünkü
kurbanın varacağı yer, "Kâbe'ye ulaşacak bir kurbanlık." (Maide,
5/95) ifadesinin delaletince Harem'in içidir. Abdullah b. Mes'ud, İbn Abbas,
Atâ, Tavus, Mücâhid, Hasen, İbn Sîrîn bu görüştedirler. Hanefilerin ve Süfyân-ı
Sevrî'nin görüşleri de budur. Fakat İmam Mâlik ve Şâfiî, ihsara tutulan kimse
için kurbanın varacağı yerin, ihsar yeri olduğunu ve yerine ulaşmasının da
o mevkide kesilmesinden ibaret bulunduğunu söylemişlerdir. Kur'ân'ın zahirine
aykırı olan bu mânâya gitmelerinin sebebi de Hz. Peygamber'in Hudeybiye ihsarında
kurbanını bulunduğu yerde kesmiş olmasıdır. Hudeybiye mevkii ise Harem'in
dışında Hıll kısmındadır. Fakat Hudeybiye'nin bir tarafı Hıll, bir tarafı
Harem'dir. Resulullah'ın konak yeri Hıll'de, namazgâhı da Harem tarafındaydı.
Yani ihsar yeri, Hudeybiye'nin Mekke altına doğru olan tarafıydı ki burası
Harem bölümündendir. Resulullah'ın kurbanını Harem'de boğazlamış olduğu da
Zühri'den açıkça nakledilmiştir. Bu bakımdan âyetin nassını, zahirinin aksine
yorumlamaya gerek yoktur. Demek ki her iki takdirde kurban kolay gelmezse,
kolay gelinceye veya tavaf edinceye kadar ihsara tutulan kimse, ihramında
kalmaya mecbur olacaktır. Kurbanlık gönderen de yerine ulaşmadan önce tıraş
olamayacaktır. Ancak, ihramda bulunan sizlerden gerek ihsara tutulmuş ve gerekse
tutulmamış herhangi biriniz tıraşa muhtac olacak derecede hastalanır, yahut
başında kehle (bit) ve yara gibi bir eziyeti bulunur da vaktinden önce başını
tıraş ederse, ona da oruç veya sadaka yahut da kurban, bu üç çeşidin birinden
bir fidye vacib olur.
Bunun
nüzul sebebi, Ka'b b. Ucre hadisesi olmuştur. Meşhurdur ki Hudeybiye senesi
Resulullah Ka'b b. Ucre'ye uğramış, başının bitlendiğini görmüş, "Galiba
bitlerin sana eziyet veriyor?" diye sormuş. "Evet, ey Allah'ın Resulü"
deyince: "Tıraş ol da üç gün oruç tut veya altı yoksula bir fark hurma
tasadduk et yahut da bir koyun kurban kes." diye emretmişti. Bir fark,
üç sa'dır. Bu hadisin bir rivayetinde altı sa' tabiri vardır ki bu daha uygundur.
Nüzul sebebi ihsar ve kehle (bit) eziyeti olmakla beraber, âyetin mânâsı ihsara
tutulan, tutulmayan, her türlü hastalık ve eziyet hususunda geneldir. Hastalık
ve eziyet, baş tıraşına muhtaç kılabileceği gibi, elbiseye ve koku kullanmaya
da ihtiyaç duyurabilir. Bu şekilde hüküm, ihram hâlindeki hac yasaklarının
hepsini içine alarak fidye şartıyla ruhsatı kapsar ki geniş açıklaması fıkıh
kitaplarındadır. Sonra ihsardan emin olduğunuz, yahut güven ve genişlik içinde
bulunduğunuz zaman, her kim hac zamanına kadar umre ile istifade etmek, yani
umreyi hacla birleştirerek kıran haccı yapmak veya umre ihramından çıkmakla
hac ihramına kadar serbest kalmak ve ihram yasaklarından yararlanmak suretiyle
temettu' haccı yapmak isterse, bu temettu' sebebiyle kurban çeşitlerinden
kolayına gelen bir şey vacibdir. Yani kıran haccı veya temettu' haccı yapanların,
kurbanlık gönderip, sonunda bir kurban kesmeleri vacibdir.
Bu
kurban, İmam Şâfiî'ye göre zorlama kanıdır, sahibi yiyemez. Çünkü ona ve İmam
Mâlik'e göre ifrad haccı, temettu' ve kırandan daha efdaldir. Onun için bu
kurban, umre ile haccın birlikte yapılmasından doğan eksikliği telafi içindir.
Fakat biz Hanefilere göre bu kurban şükür kanıdır. Çünkü aslında kıran, temettu'dan;
temettu' da ifraddan daha efdaldir.
Böyle
cahiliye adetini nesheden kıran veya temettu' suretiyle iki ibadetin birden
edasına muvaffak olmak, ayrıca şükrü gerektiren bir nimettir ve kurban bunun
içindir. O halde bundan sahibi de yiyebilir. Bu ihtilafın sebebi de "veda
haccı"nda Resulullah'ın haccının, hangisi olduğu hakkındaki rivayetlerin
farklı oluşudur.
Bu
konuda en büyük, en güzel ve en kapsamlı esas, Sahih-i Müslim'de, İbnü Ebî
Şeybe, Ebu Davud, Neseî, Abd b. Hamid, Bezzar ve Dârimî Müsnedleri gibi diğer
hadis kitaplarında rivayet olunduğu üzere Cafer-i Sadık hazretlerinin babası
vasıtasıyla Cabir b. Abdullah (r.a.) hazretlerinden gelen sahih rivayettir.
Geniş bilgi için yerine ve bu cümleden olarak Hanefi fıkhından Hidaye şerhi
Fethü'l-Kadir'e müracaat edilebilir.
Bundan
dolayı her kim kurbanlığı bulamazsa, üç gün hacda, yedi de döndüğünde oruç
tutması gerekir. Hacdaki hac ayları içinde tutulur ki müstehab olan Zilhiccenin
yedinci, sekizinci ve dokuzuncu günleridir. Dönüşteki de hac fiillerini bitirince
ve Şâfîi'ye göre ailesine kavuştuğunda tutulmalıdır. İşte kurban yerine geçecek
olan bu oruçlar, toplam itibariyle tam ondur. Sakın ikisine de ihtimali vardır
veya muhayyer bırakılmıştır, şeklinde üç veya yedi gün yeter zannedilmesin.
Anlatılan temettu' veya Şâfiî'ye göre kurban hükmü ve oruç, ailesi Mescid-i
Haram civarında oturanlardan olmayan kimseler içindir. Bunlar, oturdukları
yer mikat dışında olan ve Mekke'ye uzaktan gelmiş bulunanlardır. Çünkü mikat
halkı ve onlardan beridekiler, Mekke'ye ihramsız girebildikleri için Mekke
halkı hükmündedirler. Mekke'den çıkanlar da mikatı geçmedikçe, Mekke'ye yine
ihramsız dönebilirler. Bundan dolayı Mescid-i Haram civarında oturanların
gerçekten ve hükmen dışında bulunanlar, mikatın gerisinde bulunan âfâkiler
demek olur.
Fakat
İmam Şâfiî bunları, Mekke'de namazları seferi kılacak kadar bir yolculuk mesafesinden
gelenler; Tavus, Mekke haremi dışından olan Hıll halkı; İmam Mâlik de Bizzat
Mekke halkının dışındakiler diye anlamışlardır.
Kısaca
kıran ve temettu' haccı, mikat dışında oturan halktan bulunan ve Mekke'ye
ihramsız girmeleri caiz olmayan âfâkiler hakkındadır. Âfâki olmayan Harem
ve Hıll halkı ancak ifrad haccı yapmalıdırlar.
İşte
hac ve umreyi böyle Allah için tamamlayınız, ve Allah'a isyandan sakınınız,
özellikle hac işinde son derece takva sahibi olunuz, ve biliniz ki, Allah'ın
azabı pek şiddetlidir.
Gelelim
haccın vaktine:
Meâl-i
Şerifi
197-
Hac, bilinen aylardadır. Her kim o aylarda hacca başlayıp kendisine farz ederse;
artık hacda kadına yaklaşmak, günah işlemek ve kavga etmek yoktur. Siz hayırdan
ne işlerseniz, Allah onu bilir. Kendinize azık edinin. Şüphesiz ki azıkların
en hayırlısı Allah korkusudur. Ey akıl sahipleri! Benden
korkun!
198-
Rabbinizin lütfunu istemenizde size bir günah yoktur. Arafat'tan indiğiniz
zaman Meş'ar-i Haram yanında (Müzdelife'de) Allah'ı zikredin. O'nu, size gösterdiği
şekilde zikredin. Doğrusu siz, bundan önce gerçekten sapmışlardandınız.
199-
Sonra insanların akıp geldiği yerden siz de akıp gelin. Allah'tan bağışlanmanızı
isteyin. Çünkü Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir.
200-
Nihayet hac ibadetlerinizi bitirdiğiniz zaman, önceleri babalarınızı andığınız
gibi, hatta daha kuvvetli bir anışla Allah'ı anın. İnsanlardan kimisi: "Ey
Rabbimiz! Bize dünyada ver!" der. Onun için ahirette hiçbir kısmet yoktur.
201-
Yine onlardan: "Ey Rabbimiz! Bize dünyada bir güzellik ve ahirette de
bir güzellik ver ve bizi ateş azabından koru!" diyenler vardır.
202-
İşte onlar için, kazandıklarından bir nasib vardır. Allah, hesabı çok çabuk
görür.
197-
Hac bilinen aylardır. Yani haccın vakti öteden beri insanlar arasında belli
olan aylardır. İslâm şeriatı, bu belli ayları değiştirmemiş, fakat cahiliye
devri Arapları "Nesî" dedikleri usûl ile bazan hac mevsimlerini
değiştirdiklerinden dolayı, bilinen vaktin aslını tesbit edip iyice yerleştirmiştir.
Bu bilinen aylar, Şevval ve Zilkâde ayları ile Zilhicce ayının onuna kadar
olan süredir. İbnü Abbas, İbnü Ömer, Nehaî, Şa'bî, Mücâhid ve Hasenü'l-Basrî
hazretleri, onuncu gününün de dahil olduğunu açıklamışlardır ki Hanefî mezhebinin
görüşü de budur. Haccın son bir rüknü olan ziyaret tavafı bu gün yapılır.
Bununla beraber İmam Şâfiî, Zilhiccenin ancak dokuzunu saymış; Arafat'ta vakfeye
yetişemeyenin, kurban kesme günü olan onuncu günü, imsak vaktinin girişi ile,
haccının geçmiş olacağını düşünerek bu günü hac vaktinden saymamıştır.
İmam
Malik hazretleri de cem'in (çoğulun) en az miktarı üçtür diye Zilhiccenin
hepsinin, hac aylarına dahil olduğunu söylemiştir ki Urve b Zübeyr'in görüşüdür.
Fakat gerek bu ve gerekse Şâfiî'nin görüşü, örf ve adete aykırıdır. Şu hâlde
haccın vakti, bilinen bu iki ay on gündür. Üçüncü aydan bir kısmının hac vaktinde
dahil olması, cem'i kıllet ile "eşhür aylar" denmesine yeterli görülmüştür.
Hac fiilleri, bir taraftan namaz vakitleri gibi zarfa, bir taraftan da oruç
vakti olan gün gibi ölçüye benzeyen bu vakit içinde yapılır. Cahiliye devri
Araplarının yaptığı gibi bu vakti değiştirmek caiz olamaz. Acaba haccın önceki
şartlarından birine, yani ihrama da bu vakitten önce başlanamaz mı? Şâfiî:
"Hayır, böyle bir ihram, ancak umre olur." demiştir. Fakat bütün
Hanefiler, İmam Mâlik, Sevrî ve Leys b. Sa'd, hac vaktinden önce gerek umre
ve gerekse hac için ihramın caiz olduğu ve ancak gerek ifrad, gerek temettu'
ve gerekse kıran şekillerinde geri kalan fiillerin, bu aylar içinde yapılmasının
lazım geldiği görüşündedirler. Yani hac vaktinden önce hac ihramı, haram değil;
sünnete aykırı olduğundan mekruhtur. "Ey Muhammed! Sana yeni doğan aylardan
soruyorlar. De ki: Onlar, insanların vakitle ilgili işleri ve hac için zaman
ölçüleridir." (Bakara, 2/189) âyetinde bu izne işaret vardır ki geniş
açıklaması, "Ahkâm'ül-Kur'ân"da ve fıkıh kitaplarındadır.
Şimdi
hac vakti, bu bilinen ve kararlaştırılmış olan aylar olunca, Her kim bu aylarda
haccı farz kılar; yani ihram, telbiye veya kurbanlık göndermekle kendine gerekli
kılarsa, artık hac günlerinde ne cinsel ilişki veya cinsel ilişki ile ilgili
sözler, ne yasak şeyleri işlemekle şer'î sınırlardan çıkmak, ne de hizmetçileri
veya arkadaşları ile mücadele ve tartışma, hiç biri yoktur. Sadece aslında
yasak ve çirkin olan şeylerden başka normal durumlarda mübah olan şeylerin
bir kısmı da hacda yasaktır. Hac böyle tam bir temizlik, tam bir bağlılık
ve eşitlik üzere bir uyum ve düzen içinde yapılmalıdır. Burada haccın ahlâkî
gereklerine kapsamlı bir tenbih vardır ki geniş açıklaması, fıkıh ve hac ibadeti
ile ilgili kitaplarda aranmalıdır. Böylece hacda namaz, oruç ve zekatta bile
bulunmayan ferdî (bireysel) ve sosyal bir nefis terbiyesi, bir ahlâkî alıştırma
hikmetleri bulunduğu unutulmamalıdır.
Bu
temizliklerle beraber, gücünüzün yetebildiği herhangi bir hayır yaparsanız,
Allah onu bilir. Yani ecrini ihsan eder. Fakat hiçbir kötülüğünüzü görmek
istemez. O halde, bütün hazırlığınızı görün. Azığınızı, yol ihtiyaçlarınızı
iyice hazırlamış bulunun da takva sahibi olun. Çünkü en hayırlı azık takvadan
ibarettir.
Âyette
geçen "zâd" kelimesi, yiyecek, içecek, giyecek, binecek ve diğer
ihtiyaçlara harcanacak mal demektir ki dilimizde "levazım" denir.
Bunun azık diye tercemesi bilinmektedir. Gerçi azık daha çok yiyecek ve içeceğe
denmektedir. Fakat
"zâd" da bu şekilde kullanılmaktadır. Çünkü bunlar en zorunlu olanlarıdır.
Deniliyor ki Yemenliler hacca azıksız olarak gelirler ve "Biz Allah'a
tevekkül ediyoruz, O'na güveniyoruz." derler, neticede halka yük olurlardı.
Bu bölüm onlar hakkında inmiş, dilencilikten ve halka yük olmaktan korunup
sakınmaları için azık edinme emri verilmiştir. Bu şekilde bu âyet-i celile
gösteriyor ki takva, istenilen şeylerin en özelidir. Her fenalıktan korunup
takva mertebesine ermek için de azığını ve gerekli şeylerini hazırlamak lazımdır.
Bunu hazırlamayan ve hazırlamak için çalışmayanlar, ihtiyacın sevki ile kötülüğe
düşebilirler. Aynı zamanda insanların diğer azıkları ne kadar bol olsa, takva
hisleri bulunmadıkça yine mutlu olamazlar, kötülükten korunamazlar, helak
edici şehvetlere bir ihtiyaç gibi atılırlar. Şu halde azık hazırlamak, takvaya
sebep olacağı gibi, takva hissi de azık hazırlamak için en büyük bir etkendir.
Buna göre hayırlı azık takva ve takva en hayırlı azık demektir. Bu âyet-i
celile, bu şekilde şunu da anlatıyor ki insan için iki yolculuk kararlaştırılmıştır.
Birisi dünyada yolculuk, birisi de dünyadan yolculuktur. Dünyada yolculuk
için yiyecek, içecek, binecek ve gerektiğinde harcayacak azık ve yiyecek lazım
olduğu gibi, dünyadan yolculuk için de azık lazımdır. Bu da Allah'ı bilmek
ve Allah'ı sevmekle Allah'ın koruması altına girmek ve Allah'tan başkasından
yüz çevirmekle, Allah'tan başkasına ihtiyaç arzetmemekledir ki bu takva azığı,
öbüründen daha hayırlıdır.
Bunu
bilip her iki yolculuk için hazırlığınızı iyi görün, ve benim emirlerime aykırı
davranmaktan sakınıp, benden korkun. Ey
temiz ve tam akıllılar!
198-Böyle
takva hissi ile ihtiyaçlarınızı iyi hazırlamak, ilâhî emir ve tam akıl gereği
olduğu için, Rabbinizin herhangi bir lütuf ve ihsanını istemenizde size hiçbir
vebal ve günah yoktur. Yani isterse hac aylarında olsun, kazanç ve ticaretle
rızıklarınızı, ihtiyaçlarınızı kazanmaktan yasaklanmış değilsiniz. Geçen emirlere
uymak şartıyla hac ticarete, kazanca engel değildir.
Deniliyor
ki Araplar cahiliye devrinde hac mevsimlerinde Ukaz, Mecenne, Zülmecaz gibi
pazar ve panayırları açarlar ve onlardan geçimlerini sağlarlardı. İslâm dini
gelince hacda bunlardan sakınmaya başlamışlar, bu âyet de bunun hakkında inmiştir.
Sonra,
Arafat'tan akıp gittiğinizde, yani arefe günü Arafat dağında cemaatle birlikte
vakfeden boşanıp aktığınızda, Meş'ar-i Haram yanında yani Müzdelife'de Allah'ı
zikredin ki bu gece, akşam ve yatsı namazlarının burada birlikte kılınması,
bu zikir emrinin yerine getirilmesidir. Çünkü
namaz en büyük zikirdir. Bundan başka, ve Allah size böyle güzel hidayetler
bahşettiği gibi, siz de orada vakfe yapıp, telbiye, tehlil ve dualarla, bilebildiğiniz
güzel güzel zikirlerle O'nu anın. Bilirsiniz ya siz bundan önce sapıklıklar
içindeydiniz. İman ve ibadetten haberiniz yok, ne yaptığını bilmez şaşkınlar
topluluğundandınız.
ARAFAT:
Arefe günü hacıların vakfeye durdukları dağın adıdır ki Mekke'ye on iki mil
mesafededir ve oradaki dağların en yükseğidir. Zilhiccenin sekizinci gününe
"terviye günü" dendiği gibi, dokuzuncu gününe de "arefe günü"
denir ve bu gün Arafat'ta vakfeye çıkılır. Esas itibariyle "arefe"
kelimesinin çoğulu veya çoğulu gibi olan "Arafat" isminin, bu dağa
ne sebeple özel isim olduğu ve bunun doğrudan konulmuş bir isim mi, türetilmiş
veya nakledilmiş mi olduğu hakkında çeşitli görüşler vardır. Türetilmiş olduğu
görüşünde bulunanlar da tanımak mânâsına "marifet"ten veya "itiraf"tan,
yahut da güzel koku mânâsına "arf"tan türetilmiş olduğunda ihtilaf
etmişlerdir. Bu ihtilaflar sebebiyle isimlendirilme şekli kesin olarak tesbit
edilmiş değilse de her biri Arafat dağının bir özelliğini göstermiş olması
itibariyle isimden çok o ismin sahibinin anlatılmasına yararlı olmuştur.
Hz.
Âdem ile Havva'nın burada karşılaşıp birbirlerini tanımış olmaları; Hz. İbrahim'in,
burayı görünce geçmiş vasıflarla tanıması, yine onun, Cebrail'in hitabı ile
hac ibadetini burada tanımış olması; Hz. İsmail'in, annesinden bir müddet
ayrılıp sonra burada karşılaşarak tanışmış olmaları; hacıların burada birbirleriyle
güzel bir şekilde tanışmaları; burada vakfeye duranların, Hak Teâlâ'nın, Rabliğini
ve yüceliğini, herkesin O'na muhtaç oluşunu ve O'nun hiçbir şeye muhtaç olmayışını
ve insanlığın miskinlik ve ihtiyacını itiraf etmeleri; nihayet hacıların,
günah pisliklerinden temizlenerek Allah katında cennetlere layık olan güzel
manevi bir koku kazanmaları gerçekten Arafat dağının özelliklerindendir. Arefe
ve Arafat, ikisi de bu dağın adıdır. "Arefe günü" buna bağlıdır,
bunun günüdür. "Kâfirleri ümitsizliğe düşürme günü", "dini
tamamlama günü", "nimeti tamamlama günü", "Rıdvan -rıza-
günü" isimleri de Arefe gününün özel isimlerindendir.
MEŞ'AR-İ HARAM: En sahih rivayete göre Müzdelife'de "Kuzah dağı"
adı da verilen ve üzerinde "Mîkâde" denen, "hürmet edilen alamet"
demek olan silindir şeklinde bir taş bulunan tepedir. Önceleri odunlarla ocaklar,
Harun Reşid zamanında büyük mumlar, daha sonra büyük kandiller yakılırdı.
Nihayet üzerine bina yapılmıştır. Asıl Meş'ar-i Haram bu, Meş'ar-i Haram'ın
yanı da Müzdelife'dir. Arafat'ın "Urene" vadisinin içinden başka
her tarafı vakfe yeri olduğu gibi Müzdelife'nin de "Muhassir" vadisinden
başka her tarafı vakfe yeridir. "Meş'ar-i Haram'ın yanında" buyurulması,
Muhassir vadisinin istisnasıyla Müzdelife'ye ve meş'arin yakınında zikrin
daha faziletli olduğuna işarettir. Gerek Arafat ve gerekse Müzdelife vakfeleri
hakkında birçok hadis-i şerifler vardır. Bu cümleden olarak, Resulullah: "Hac,
Arefe demektir; Arefe'ye yetişen, hacca yetişmiş olur." Yine aynı şekilde
Müzdelife'de: "Bizimle beraber bu namazı kılan ve bizimle beraber şu
vakfe yerine duran ve ondan önce gece veya gündüz Arefe'de vakfe yapmış olan
kimsenin haccı tamam olur ve tavaf yapıp ihramdan çıkması zamanı gelir."
buyurmuştur.
199-Herkes
Arafat'ta vakfe yaparken Kureyş ve onların dindaşları olanlar, yani yukarılarda
açıklandığı üzere dinî kahramanlık iddiasıyla "humûs" adıyla anılanlar,
Arafat'a çıkmazlar da cemaatleriyle Müzdelife'de dururlar ve: "Biz Allah'ın
dostlarıyız, Haremin hizmetçileriyiz." diye diğer insanlardan öne geçmek
ve üstün olmak isterler, onlarla vakfe yerinde eşitliğe razı olmazlardı. Bu
sebeple şu âyet inmiş ve Arafat'ta bulunmanın vacib olduğuna işaret için buyurulmuştur
ki: Bundan sonra insanların öteden beri akıp geldiği yerden, yani Arafat'tan
akıp geliniz, yalnız Müzdelife ile yetinip eşitliği bozmayınız. ve şimdiye
kadar yaptığınız muhalefetten dolayı da Allah'tan bağışlanma dileyiniz. Şüphe
yok ki Allah, çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir. Siz bağışlanma dilerseniz,
rahmetiyle O, günahlarınızı bağışlar da muhaliflere mahsus olan azabından
korur. Şüphe yok ki, genel olarak akıp gelmenin Arafat'tan yapılmasının lüzumlu
oluşu, hacda herkesin Arafat'ta bulunmasına bağlıdır ve Arafat'a yetişmeyen,
hacca yetişmemiş olur.
200-
Sonra hacla ilgili ibadetlerinizi bitirdiğinizde, önceden atalarınızı anıp,
zikrettiğiniz gibi şimdi de öyle ve hatta daha kuvvetli bir şekilde Allah'ı
zikrediniz. Bu zikir emri de haccın arkasından Mina günlerine işarettir. İslâm'dan
önce Araplar, âdetleri üzerine hac ibadetlerini bitirdikten sonra Mina'da
mescid ile dağ arasındaki yerde dururlar, atalarının övgülerini ve özel günlerini
anıp hatırlarlardı. Bunun yerine şimdi Mina'da Allah'ın zikri ile meşgul olmak
emredilerek o adetin kaldırılmasına ve bundan başka hacdan alınan kutsal uyanışın
devamının gerektiğine işaret buyuruluyor ki şeytan taşlamak ve tekbirler almak,
bunun son ve seçkin bir hatırasıdır ve bu şekilde kelime-i tevhiddeki şirki
kaldırma mânâsı, bütün amelî gerekleriyle yapılarak gösterilmiş olmaktadır.
Bu
âyetle gösteriliyor ki haccın elde edilen sonuçları, yalnız atalar hatırası
gibi dar bir sahada durarak onları hatırlama hayaliyle gururlanmak değildir.
Aile ve yakınlarından, vatanından ayrılıp mallar harcayarak, sıkıntılara katlanarak
hac yolculuğuna dayanan, gurbetin, ihram ve vakfenin ruha ve bedene ait tesirleri
altında bütün bir sosyal denize dalıp, eski ve mukaddes bir tarihin yüce prensipleri
arasında insan hayatının uğradığı değişiklikleri, âlemin ince safhalarını
seyreden, fanilerin acizliklerini, bakî olanın, ebedîlik sırrını sezen akıllı
ve olgun insanların, bu ibadetten alacakları ruhî uyanış, her türlü şirk eserlerini
atıp tam birliğe doğru yürümek, nefsin şahsî, ailevî ve kavmî gururunu, tabiatın
şehevî arzularını, ruh levhasının batıl ve yok olucu nakışlarını silip Allah'a
dua ve yalvarış ve istiğfarla ve başka şeylerden ilgiyi kesmekle daimî zikir
içinde duyguları arz etmek ve kalblerde tek olan Allah'ın nurunun tecellisini
(ortaya çıkışını) görmek gibi güzel bir sonuç ile sonuçlanmalıdır.
Böyle
ama, insanların hepsi, bu gayeye ermek için zikir ve dua eder mi dersiniz?
Hayır, Şu insanların bir kısmı vardır ki, Ey Rabbimiz! Bize vereceğini dünyada
ver, der, ve bunun ahirette hiçbir nasibi veya isteyeceği bir payı olmaz.
Göreceği bütün yardım ve lütuf dünyaya mahsustur.
İmam
Fahreddin Razî tefsirinde der ki: "Mutlulukların mertebeleri üçtür: Ruha
ait, bedene ait ve dışarıya ait. Ruha
ait mutluluk ikidir. Birisi ilimle görüş kuvvetinin tamamlanması, biri de
üstün ahlâk ile amel kuvvetinin tamamlanmasıdır. Bedene
ait mutluluk da ikidir. Sağlık, güzellik. Dış mutluluk da ikidir. Mal, makam.
'Bize dünyada ver.' talebi de bu kısımlardan her birini içine alır."
Çünkü ilim, dünyada süslenmek ve emsalinden öne geçmek için istenirse dünyadan
olur. Yine aynı şekilde üstün ahlâk da dünyada başa geçmek ve dünya menfaatlerini
zapt ve idare etmek için istenirse bu da dünyadan olur. Öldükten sonra dirilmeye
ve kâinatın sonuna imanı olmayanlar da gerek ruha ve gerekse bedene ait herhangi
bir fazileti isterlerse ancak dünya için isterler.
201-
Yine insanlardan diğer bir kısım vardır ki, "Ey Rabbimiz! Bize hem dünyada
hasene (iyilik), hem ahirette hasene (iyilik) ver ve bizi ateş azabından koru!"
der, böyle dua eder.
HASENE:
İnsanın nefsinde, bedeninde, durumlarında kavuşmakla sevineceği her nimettir
ki isim mânâsıyla güzel ve güzellik demektir. Esasen hasen yani güzel, sevince
sebep olan ve arzu edilen herhangi bir şey demektir ki hüsün, güzellik onun
nefsinde etkili olan özel bir hâldir. Buna göre hüsün (güzellik), aslında
ortada bulunan bir iş olmakla beraber, kıymeti sübjektif tesirleri itibariyledir.
Yani hüsün, istihsan (güzel saymak)dan önce gelir. Fakat ortaya çıkışı onunladır.
Bunun için güzel üç çeşittir: Ya akıl ve basiret yönünden güzel bulunmuş,
veya heves yönünden güzel bulunmuş, yahut da hüsün yönünden güzel bulunmuş
olur. Halk güzelliği hissiyle ve genellikle gözüyle arar. Kur'ân'da bulunan
hüsünler (güzellikler) ise genellikle basiret yönünden güzel bulunmuş olanlardır.
Hasen,
hasene ve hüsnâ arasında fark şöyledir: Hasen, hem zatlara hem mânâlara söylenir.
Hasene de sıfat olduğu zaman böyle ise de isim olunca manevi şeylerde bilinmektedir.
Hüsnâ ise ancak manevi şeylerde söylenir. Kavuşulması, başlangıçta sevince
sebep olan hasenelerin bir çoğu, sonu ve neticesi itibariyle felakete de sebep
olabilir. Bu bakımdan asıl hasene, akıl ve basiret açısından güzel olan, sonucu
iyi hasenelerdir (iyiliklerdir). Bunun için yalnız başlangıcı dikkate alarak
dünya hasenesi (iyiliği) istemek, akıl işi değildir. Bunu isteyenler, o güzellik
sevincinin her hâlde rahatsızlığını, belasını görürler. Önceki kısımdan olan
insanlar, istediklerinin başlangıçta olsun bir hasene olup olmadığını da hesaba
katmayarak sadece "ver ve dünyada ver" diyorlardı. Buna karşılık
olan basiret sahipleri ise başı ve sonu gözeterek "Ey Rabbimiz! Hem dünyada
hasene, hem ahirette hasene ver!" derler. Hatta bu kadarla da yetinmeyip,
ateş azabından mutlak bir korunma da talep ve dua ederler.
Ehl-i
Hakk'ın hâli lezzet, kâli lezzettir bütün.
Böyle
bir hüsnün peşinden koş da mağmûm (kederli) olma hiç.
O
halde böyle dünya ve ahiret haseneleri nelerdir? Tefsirciler diyorlar ki:
Dünyada sağlık, geçinecek rızık, hayırda başarılı olmak, ahirette de sevabdır.
Hz. Ali'den bir rivayette: "Dünya hasenesi, saliha bir kadın, ahiret
hasenesi huridir, ateş azabı da kötü karıdır." diye vârid olmuştur ki
misal ile açıklamadır.
202-Kısaca
insanların bir kısmı yalnız dünyayı, bir kısmı da hem dünya ve hem ahiret
güzelliğini ister, işte bu iki kısım insanlar yok mu? bunların ikisinin de
istek ve dua şekillerine göre kazançlarından bir nasibi vardır. Öncekiler
yalnız dünyada bir nasib alır, ahiretten mahrum kalır. Berikiler de hem dünyadan
hem ahiretten nasib alırlar. Allah da hesabı çabuk görendir, bütün bunların
hesabını bir anda görebilir. Tefsircilerin çoğu "onlar" ism-i işaretinin
ikinci kısma ait ve nasîbin onlara mahsus olduğunu göstermişlerse de Ebu Hayyan'ın
açıkladığı üzere her iki kısmı içine alması, "Her kim ahiret kazancını
isterse, onun kazancını artırırız. Her kim de dünya kazancını isterse ona
da ondan veririz. Ama onun için ahirette hiçbir nasib yoktur." (Şûrâ,
42/20) âyetine pek uygundur.
Şimdi
bunları dikkat nazarına alıp, niyetinizi iyice düzeltin:
203-
Ve özellikle sayılı günlerde Allah'ı tekbirle zikredin. Ki, bu günlere teşrik
günleri denir. Hacla ilgili âyetlerde bir "sayılı günler", bir de
"bilinen günler" vardır. "bilinen günler" Zilhiccenin
ilk on günü veya "eyyâm-ı nahir" (yani Zilhiccenin on, onbir ve
on ikinci günleri), "sayılı günler" de ittifakla "Eyyâm-ı teşrîk"
(yani Zilhiccenin onbir, on iki ve on üçüncü günleri) ile tefsir edilmiştir.
Teşrîk, yüksek sesle tekbir almaktır. Hz. İbrahim'e nisbet edilen ve yüksek
sesle alınan ve bilinmekte olan hususî tekbire teşrîk tekbiri denir. Arefe
günü sabahından kurban bayramının dördüncü günü akşamına kadar tekbir ve zikir
günleridir ve "sayılı günler" bunun beşine de muhtemeldir. Böyle
olmakla birlikte birincisi arefe, üçü eyyam-ı nahir, beşincisi yalnız teşrîk
günüdür. Fakat "teşrîk günleri" deyimi, özellikle Zilhiccenin on
birinci, on ikinci, on üçüncü, yani Kurban bayramının ikinci, üçüncü, dördüncü
günlerine denir ki bu günler Mina'da tekbir alıp taş atma günleridir. Aynı
zamanda bu günler, kurban etlerini serme günleridir ki teşrîkin bir mânâsı
da budur. Şu halde tekbir günleri, beşe kadar ulaşıyorsa da, arefe ve bayram
günü zikir ve tekbiri "eyyâm-ı malûmata" yani bilinen günlere dahil
olduğundan hac ibadetlerinin yapılmasından sonrası ile ilgili olan "eyyâm-ı
ma'dudât" yani sayılı günlerin zikredilmesi, özellikle "teşrîk günleri"
denen bu üç gün demek olur. "Kim dönmek için acele ederse" ifadesinin
gelişi de bunu teyit etmektedir. Hacdan sonra şeytan taşlamak, Kur'ân'da açıkça
anlatılmamış, fakat bunun ayrıca Allah'ı tekbir etmeye (Allah'ı büyüklemeye)
bir sebep olduğuna işaret buyurulmuştur. Rivayet edildiğine göre bu günler,
Hz. Ömer (r.a.) çadırında tekbir alır ve etrafındakiler de alır, hatta yolda
ve tavafta bulunan bütün halk tekbir alırlardı. Kısaca yukarıdaki, "Atalarınızı
andığınız gibi, şimdi de Allah'ı anın." (Bakara, 2/200) âyeti, mutlak
zikri; ona atfedilen, "Sayılı günlerde Allah'ı zikredin." ifadesi
ise teşrik tekbiri ile özel zikri emretmektedir ki özetle mânâ şudur:
Arefe
ve nahir (Kurban bayramı günün)de bilinen zikirlerden başka, hac ibadetinin
bitişiyle hacıların dönmesi için sayılı olan üç teşrîk günleri içinde de,
namazların arkasında ve taş atmak gibi diğer sebeplerle açıktan tekbirler
alarak Allah'ı zikrediniz ve bunu yapmadan dağılmayınız. Şu halde bu arada
her kim iki gün içinde işini bitirip yani vatanına hareket için acele ederse
onun üzerine günah yoktur. Fakat bir gün içinde değil. Bu sebeple, bu iki
günün birincisine yani "karar günü" denir ki bu günde Mina'da bulunulur.
İkincisine de "birinci hareket günü" denir ki hacıların bazıları
bu gün Mina'dan hareket eder. Bu iki gün, bayramın ikinci ve üçüncü günleri
olup hem eyyâm-ı nahirden, hem eyyâm-ı teşrîktendirler. Ve Her kim geri kalıp
da şeytan taşlamasını "ikinci hareket günü" denilen ve son teşrik
günü olan üçüncü güne bırakırsa ona da günah yoktur. Acele etmek ve geri kalmak
muhayyerdir. Fakat bu muhayyerlik ve günah olmayışı, mutlak değil, takva sahibi
olan hacı içindir ve onun kalbine heyecan düşürmemek, ilâhî bir taleptir.
Çünkü takva sahipleri, en küçük bir kusurdan sakınır ve aslında Allah katında
hacı, böyle takva sahibi olanlardır. Bu sebeple, hepiniz de Allah'tan korkunuz.
ve biliniz ki, siz ancak O'nun huzuruna toplanacaksınız.
204-Böyle
iken, insanlardan bazısı vardır ki, onun dünya hayatı hakkındaki sözleri,
senin hayretini celbeder ve çok beğenecek olursun. O, kalbindekine Allah'ı
şahit de tutar, kalbime, vicdanıma Allah şahittir ki bu böyle, şu şöyle gibi
yeminler ederek, tatlı tatlı diller dökerek seni kandırmak için parlak parlak
sözler söyler. Halbuki, gerçekte onun düşmanlığı yamandır ve aslında murdar
olan kimselerin düşmanlığı pek yaman, pek gaddar olur.
205-
Senden ayrılınca veya bir iş başına gelince, yeryüzünde bozgunculuk çıkarmak
ve ekinleri, nesilleri mahvetmek için koşar, dolaşır. Allah da bozgunculuğu
sevmez, fesada razı olmaz.
206-Buna
göre, o bozguncuya: "Allah'tan kork", denilince de , onu izzet-i
nefsi tutar, daha fazla günaha sokar. Ona da cehennem yetişir. Bu cehennem
de ne kötü yataktır.
CEHENNEM:
Azab yurdu olan ateşin özel ismidir ve müennes (dişi) dir. Arapça "Cehman"
kelimesinden alınmış olup bu da "cehm"den türetilmiştir. Cehm, sert
ve çirkin olmak; cehman dibi görünmez derin kuyu demektir. Şu halde vezninde
cehennem, alem (özel isim) ve müennes olduğundan dolayı gayr-ı munsarıf olmuştur.
Bunun "Kehennam"dan Arapçalaştırılmış, yabancı bir kelime olduğu
ve gayr-ı munsarıf oluşunun, ucme ve alem olmasından kaynaklandığı da söylenmiştir.
Bu
âyetler, Sekîf Oğullarından Ahnes b. Şerîk hakkında inmiştir. Bu münafık,
Zühre Oğullarının kendisiyle andlaşma yaptığı bir kimseymiş. Hz. Peygambere
gelmiş, müslüman olduğunu açıklamış. Diller dökerek muhabbetten söz etmiş,
yeminler etmiş, sonra Peygamberin huzurundan çıkınca müslümanların bir çiftliğine
uğramış, ekinleri yakmış, hayvanları telef etmişti. Nüzul sebebi bu olmakla
beraber, âyetin mânâsının, bu gibi vasıflarla vasıflanmış olan münafıkların
hepsini kapsadığını, tefsircilerin birçok araştırıcıları açıklamışlardır.
Bu münasebetle âyet, bir iş başına geçirilecek insanların, dillerine bakılmayıp
durumlarının incelenmesi gerektiğini bildirmek için, insanlardan üçüncü bir
kısmın özelliklerini göstermiştir.
207-Bununla
beraber insanların, bütün bunlardan başka seçkin bir kısmı vardır. Şöyle ki:
İnsanlardan bazısı da vardır ki, Allah'ın rızasına ermek için canını bile
verir, yahut Allah rızası için dünyasını ve hatta canını bile verir de kendini
ebedî olarak satın alır. O bilir ki mülk kendisinin değil Allah'ındır. En
üstün gaye mal değil, Allah'ın rızasıdır. Allah rızası için canını veren,
kendini ebedî acılardan kurtarmış ve en büyük ticarete ermiş olur. Bunlar,
Allah'ın hâs (seçkin) kullarıdır. Din ve ibadet uğrunda sıkıntılara katlanırlar,
Allah yolunda harp ve cihad alanlarında canlarını ortaya atarlar veya öldürüleceğini
de bilse iyiliği emredip, kötülükten menederler. Bunların, bütün gözettikleri
nokta, Allah rızasıdır. Yaptıklarını Allah için yaparlar, istediklerini Allah
için isterler. Bunlar, kendilerini ne dünyaya, ne ahirete değil; ancak Allah'a
satarlar ve Allah'ın rızasını almakla da kendilerini, Allah'tan başka bütün
şeylerden ve nefs-i emmârelerinden (kötülüğü emreden nefislerinden) satın
almış, âzâd etmiş olurlar. Bunlar,
"Ey Rabbimiz! Bize dünyada bir iyilik, ahirette de bir iyilik ver ve
bizi ateş azabından koru!" (Bakara,
2/201) diyenlerden daha mutludurlar. Nefs-i râdiye (Allah'tan razı olan nefis)
makamından da geçip, nefs-i merdıyyeye (Allah'ın, kendisinden razı olduğu
nefse) ererler. Allah da kullarına çok şefkatlidir. Büyük şefkatinden dolayıdır
ki onlara takvayı teklif ve tavsiye etmektedir. Kulların kendi rızaları, onları
Allah'ın rızası kadar esirgemez. Kendi rızasını Allah'ın rızasında, kendi
iradesini Allah'ın iradesinde fâni kılmış (yok etmiş) olanlar, selamet ve
saadetin en yüksek derecesine ererler. Fakat şurası da unutulmamalıdır ki
bazı insanlar, şeytanî bir gururla kendi gönüllerinin eğilimlerini, sırf Allah'ın
rızası zannederek taassub ve cahiliye gayreti ile Allah'ın şeriatının aksine
hareket eder ve kendilerini faydasız yere tehlikeye atarlar. Allah'ın emrettiği
yerde ölmeyi istemez yasakladığı yerde gönlünün zorlamasına uyarak intihar
etmeye kalkışır. Bu iki durumu ayırd etmek için Resulullah'ın ashabının hâlleri
ile hâricîlerin hallerini karşılaştırmak yeterlidir. Meselenin ruhu, sırf
Allah rızası için olmaktır ki bu da Allah'ın şeriatına bakarak, hareketleri
Allah'ın emirlerine uydurmakla olur. "Kendinizi, ellerinizle tehlikeye
atmayınız." (Bakara/ 2/195) âyetine bak.
Bu
âyetin nüzul sebebi hakkında üç rivayet vardır:
Birincisi:
İbnü Abbas'tan Süheyb b. Sinanı Rûmî hazretleri hakkında indiği rivayet edilmiştir.
Mekke müşrikleri bu zatı tutmuşlar, dininden döndürmek için işkencelerle azab
etmişlerdi. Suheyb, Mekkelilere karşı: "Ben ihtiyar bir adamım, malım
ve servetim de var. Benim sizden veya düşmanlarınızdan olmamın size hiç zararı
olmaz. Ben bir söz söyledim, ondan caymayı iyi görmem. Malımı ve servetimi
size veririm, dinimi sizden satın alırım." demişti. Onlar da buna razı
olmuşlar, salıvermişlerdi. Oradan kalkıp, Medine'ye gelirken bu âyet inmişti.
Medine'ye girerken Hz. Ebu Bekir rast gelmiş: "Alışverişin kârlı olsun
ey Suheyb!" demişti. O da: "Senin alışverişin de zarar etmesin."
demiş, "O ne?" diye sorduğunda: "Allah Teâlâ, senin hakkında
bir âyet indirdi." deyip, bu âyeti okumuştu.
İkincisi:
Hz. Ömer ve Ali'den iyiliği emredip, kötülükten meneden bir zat hakkında inmiştir,
diye rivayet edilmiştir.
Üçüncüsü:
Hicret gecesi Resulullah'ın yatağında yatan Hz. Ali hakkında indiği rivayet
edilmiştir.
208-
Geçen açıklamaları dinledikten sonra şu hitaba dikkat ediniz:
Ey
iman edenler! Hepiniz böyle tam bir teslimiyet ve bütün varlığınızla barış
ve selamete giriniz, kâmil bir müslüman olunuz. Şeytanın adımlarına, insanları
yoldan çıkaran kâfirlerin ve sapıkların söz ve hareketlerine uymayın, isyan,
bölücülük ve şeytanlık yollarına sapmayın. Çünkü o şeytan size gizli de gelse
her halde açık bir düşmandır. İkinci bir mânâ ile: O, sizin Allah ile ve birbirinizle
aranızı açacak ve sizi perişan edecek bir düşmandır. Üçüncü bir mânâ ile:
O, sizi şaşırtmak için beliğ (belagatlı) ve parlak söz söylemesini bilen büyük
bir düşmandır.
ES-SİLM
: Nâfî, İbn Kesîr, Kisâî, Ebu Ca'fer kırâetlerinde "sîn"in fethasiyle,
şeklinde, diğerlerinde kesresiyle şeklinde okunur ki, mânâ birdir. İkisi
de barış ve selamet demektir. Bu da aslında İslâm'ın, boyun eğme mânâsıyla
ilgilidir. İslâm, Allah'a boyun eğmek ve ihlas demek olduğu gibi, bir de buna
dayanmakla selamete girmek mânâsını ifade ediyor. Şu halde bu âyet ile iman
ve İslâm'ın manası, dünya ve ahirette, barış ve selamete girmek demek olduğu
anlatılarak bütün iman edenler, İslâm'ın kemaline davet olunuyor. Nitekim
bir hadis-i şerifte olgun müslüman: "Müslüman odur ki müslümanlar, onun
dilinden ve elinden selamet bulur." diye tarif edilmiştir. Bu ise müslümanın
elinden ve dilinden diğerlerini gücendirecek hiçbir zarar ve eziyet çıkmayıp,
aksine selamet ve menfaat sebepleri çıkması gerektiğini bildirmektedir ki,
"Kim iyilik yaparak kendisini ihlas ile Allah'a teslim ederse..."
(Bakara, 2/112) âyetinin yüce mânâsının, tam olarak tatbikiyle bütün hukukî
ve ahlakî kânunlara riayeti emretmektedir.
Savaş
ve hac âyetlerinden sonra ruh halleri bakımından insanları dört sınıfta özetledikten
sonra müminlere bu âyetle hitap edilmesi, haccın, sosyal uyanıştaki önemine
ve tevhid inancı ile cihad ve haccın istenen sonucunun, genellikle barış ve
selamet temini olduğuna ve bu konuda üstün ahlâkı, hukukî ve sosyal incelikleri
içeren geniş bir amelî şeriatın bütün kapsamıyla tatbikinin gerekliliğine
dikkat çekmektir.
Bundan
dolayı ey müminler! Allah'ın emirlerine boyun eğmekle öyle mükemmel bir sosyal
görünüm ve öyle muntazam bir İslâm yurdu meydana getiriniz ki aranızda isyandan,
kavga ve anlaşmazlıktan, birbirinize eziyetten, eğrilikten, Allah'ın haklarına
ve kulların haklarına tecavüzden, kısaca Allah rızasına aykırı hareketlerden
eser bulunmasın da, herkes, güven ve karşılıklı sevgi, rahatlık ve tam bir
huzur içinde vazifeleriyle meşgul olsun, geleceğine ve ahiretine tam bir sevinçle
yürüsün ve bunu bozacak fesatlara meydan verilmesin. Dünya hayatı hakkında
parlak sözler söyleyip de kalbleri en merhametsizce düşmanlıklarla dolu olan,
şeytanca hareket edenlerin arkasından gidilmesin.
209-
Size beyyineler, aklınızı erdirecek açık deliller geldikten sonra da kusur
eder, barışa ve selamete girmekten ayrılırsanız, biliniz ki, Allah, gerçekten
aziz ve hakimdir, çok güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir. Benzeri bulunmaz,
yenilmeyen gâlib, güç ve kuvvet sahibidir ki hükmüne karşı gelinmez, dilediğini
yapar, emrini derhal yerine getirir. Bununla beraber hikmet sahibidir, her
hikmeti bilir, yaptığını hikmetle sağlam olarak yapar. İnsanların barış ve
selametle, İslâm nizamı ile yaşaması da hikmetindendir. Azîz olan Allah, bu
nizama karşı gelen ve şeytanlık yollarına sapıp, tevhid hükmünü ve barış hükümlerini
bozmaya çalışan günahkârların haklarından gelir, belalarını verir, eğer tehir
ederse (geriye bırakırsa) o da hikmetindendir.
210-Böyleleri,
başka bir şeye bakmazlar, ancak beyaz buluttan gölgelikler, örtüler, tüller
içinde Allah'ın ve meleklerin onlara gelivermesine, ve işin bitirilivermesine
bakarlar.
Ebu
Cafer kırâetinde olduğu üzere üzerine atfedilerek esre ile şeklinde okunduğuna
göre: "Bunlar, artık başka bir şeye değil, ancak beyaz buluttan gölgelikler
ve melekler içinde Allah'ın onlara gelivermesine ve işi bitirip, akıl ermez,
ümit edilmez bir şekilde kendini ve Allah'lığını onlara gösterivermesine bakarlar."
Allah, "Kendisinin benzeri gibi bir şey yok." (Şûrâ, 42/11) olduğundan
cisim şeklinde gelip gitmekten münezzeh (uzak)tir. Şu halde bu âyet, birçok
vecih ve mânâlara muhtemel ve müteşabihtir (mânâsı açık değildir). Bunun,
muhkemlere (mânâsı açık ve kesin olan âyetlere) müracaatla tevilinde başlıca
iki mânâ vardır: Allah'ın gelmesi, Allah'ın emir ve iradesinin, tam bir kudret
ve şiddetle ortaya çıkmasından kinayedir. Sadece buna bakmak da bu günahkârların
cezalandırılmaları hususunda her türlü sebep ve vasıtalar bitmiş, tükenmiş
ve ancak her şeyi bitirecek olan Allah'ın emir ve iradesinin ortaya çıkışı
kalmış olması demektir ki bakmak, durup beklemek demek olur. Buluttan yağmur
umulursa da, beyaz buluttan yağmur yağmayacağı için bunlar, o sırada Allah'tan
rahmet ümit etseler bile âdete aykırı bir ümit olacağından, böyle rahmet ümit
ederken yağmur yerine ateş çıkması gibi birden bire belalarını buluvermeleri
düşünülmüş olur. İkinci olarak, Allah'ın gelmesi, muhal (imkansız) olduğundan
bunların, Hakk'ın emrine imanlarını imkansız bir şeye bağlamış oldukları ve
doğru haberler ve delillerin yol göstermesiyle meydana gelen uyarıya ortaya
çıkmasından önce inanmayacakları ve dolayısıyla hiç ihtimal vermedikleri bir
anda belalarını bulacakları ifade edilmiş olur. Her iki takdirde bu mânâların
müteşabih olarak ifade edilmiş olması, bunların, âlemin nizam ve intizamını
bozma yoluna sapmalarından dolayı, işleri son derece çığırından çıkaracaklarını
ve artık akıl ve insan kudreti içerisinde işleri düzene koyma ihtimali kalmayacağını
ve kendilerinin de akıl ermez bir şekilde belalarını bulacaklarını anlatmış
olur. Hakikat ile kinayenin birleştirilmesi mümkün olacağına göre özetle mânâ
şu olabilir: Böyle günahkârlar, "Bize Allah'ı açık bir şekilde göster."
(Nisa, 4/153) diyen Musa kavmi gibi Allah'ı görmedikçe akıl ve nakil yolundan
doğru haberler ve açık deliller ile iman etmek istemez ve meydana gelişinden
önce hiçbir uyarıya kulak asmaz, Allah'a ve Allah'ın korkutup uyarmalarına
inanmak için, Allah'ın kendisini bütün kudretiyle açıktan gösterivermesini
ve gelecek musibetlerin fiilen başlarına gelivermesini gözetirler. Bunun için
ilim ve imana önem vermezler de şeytanlık peşinde koşarlar. Barış
ve selameti bozarlar; dinden, imandan faydalanıp da felâketten kurtulmak istemezler.
Böyle olduklarından dolayı işler, insan akıl ve kudreti içersinde düzenlenebilmekten
öyle çıkar ve durumları o kadar bozulur ki belalarını bulmaları için yalnız
Allah'ın emir ve iradesinin ortaya çıkması kalır. Çünkü onsuz da hiçbir şey
olmaz. O zaman da her iş biter, kıyametler kopar insanlara geçmişte kazandıklarından
başka birşey kalmaz.
Önce
ve sonra bütün işler, zorunlu olarak Allah'a döndürülür veya ancak Allah'a
döner. Çünkü İbnü Âmir, Hamza, Kisâî ve Halef'ül-Âşir kırâetlerinde daima
"tâ"nın fethası ve "cîm"in kesresiyle okunur.
İşlerin
Allah'a döndürülmesi ve dönmesi zorunlu olunca da O'nun emirlerine, isteklerine
karşı gelmeyip hep birlikte barış ve selamete girmek gerekir.
211-Aksine
hareket edenlerin durumuna misal ararsan, İsrail oğullarına sor. Biz onlara
ne kadar açık âyetler verdik. Onlar, bu âyetleri dinledikleri zaman ne oldular,
dinlemeyip durumlarını değiştirdikleri zaman ne oldular? Allah'ın nimetini
(bunlar gibi) her kim değiştirir, bozar da zarar ve bozgunculuk peşinde koşarsa,
Allah'ın onlara cezası da her halde pek şiddetlidir.
212-Bu
gibi bozgunculukları da dünya debdebesine tutkunluklarından dolayı kâfirler
yapar; çünkü dünya hayatı, kâfirler için çok süslenmiş, gözlerine güzel gösterilmiş
ve kalbleri, bu alçak hayatın sevgisiyle dolmuştur. Bu sebeple bunlar, dünyadan
başka birşey istemezler. Ve Resulullah'a iman edip, dünyaya iltifat etmeyen
müminlerden bir kısmını ve özellikle sabreden fakirleri küçümserler. Takva
sahibi olan o müminler ise kıyamet gününde onların üzerindedir.
Dünyadan
başka bir şey istemeyen o kâfirler, cehennemin en aşağı tabakasında inleyecekler;
bu takva sahipleri de cennet-i âlâda salına salına, nazlı nazlı dolaşan kimseler
olacaklardır. Bu, Allah'ın bir kısmetidir. Ve Allah, gerek dünyada ve gerekse
ahirette dilediğine hesapsız rızık verir.
Ebu
Cehil ve arkadaşları, Allah'ın bahşettiği servetlerle zevk ve safaya dalarlar
da ahireti inkar ederler ve Ammar, Suheyb, Ebu Ubeyde, Salim, Âmir b. Fihr,
Habbâb, Bilal hazretleri gibi müminlerin fakirleriyle, "O, bizim peygamberimiz
olsaydı O'na bizim ileri gelenlerimiz tâbi olurdu." diye eğlenmek isterlerdi.
Abdullah b. Übey ve arkadaşları da zevk ve safaya dalarlar ve müminlerin zayıflarıyla
alay etmek isterler, "Şunlara bakın! Muhammed, bunlarla gâlip geleceğini
zannediyor." derlerdi. Kurayza Oğulları, Nadir Oğulları, Kaynuka Oğulları
Yahudilerinin âlimleri de muhacirlerin fakirleriyle eğlenmek isterlerdi. İşte
bu âyetin nüzul sebebi, bu olaylardan birisi olmuştur ve bu konuda bu şekilde
üç rivayet vardır.
İşte
ahireti ve dünyanın sonunu düşünmeyip, sadece dünya hayatına meylederek sevgi
beslemek; öteden beri insan cinsinin asıl yaratılıştaki birliğini bozan, barış
ve sükuneti ihlal eden, gelip geçici bir sebep ve bir hatanın başıdır. Aslında:
Meâl-i
Şerifi
213-
İnsanlar tek bir ümmetti. Ayrılmaları üzerine Allah, rahmetinin müjdecileri
ve azabının habercileri olmak üzere peygamberler gönderdi ve beraberlerinde
hak ile ilgili kitap indirdi ki, insanların, aralarında ihtilaf ettikleri
şeyler hakkında hakem olsun. Bunda da sırf o kitap verilenler, kendilerine
bunca deliller geldikten sonra tuttular, aralarındaki hırs ve kıskançlık yüzünden
anlaşmazlığa düştüler. Bunun üzerine Allah kendi izniyle, iman edenleri, onların
hakkında anlaşmazlığa düştükleri hakka, ulaştırdı. Allah, dilediğini doğru
yola iletir.
214-
Yoksa siz, kendinizden önce gelip geçenlerin hali (uğradıkları sıkıntılar)
başınıza gelmeden cennete girivereceğinizi mi sandınız? Onlara öyle yoksulluklar,
öyle sıkıntılar dokundu ve öyle sarsıldılar ki, hatta peygamber ve beraberinde
iman edenler: "Allah'ın yardımı ne zaman?" derlerdi. Bak işte! Gerçekten
Allah'ın yardımı yakındır.
213-Hatırlatma:
"İnsanlar tek bir milletti. Ve Allah rahmetinin müjdecileri ve azabının
habercileri olmak üzere Peygamberler gönderdi" âyeti, "İnsanlar
tek bir milletti sonra görüş ayrılığına düştüler de Allah rahmetinin müjdecileri
ve azabının habercileri olmak üzere Peygamberler gönderdi." demektir.
Çünkü âyetin daha öncesi ve daha sonrası bunu gösterdiği gibi, "İnsanlar
ancak bir tek milletti. Sonra görüş ayrılığına düştüler." (Yunus, 10/19)
âyetinde bu kayıt açıkça yer almaktadır. Bundan başka Abdullah b. Mes'ud kırâetinde,
bu âyette de "görüş ayrılığına düştüler" şeklinde yer almaktadır
ki bu kırâet mütevatir değilse de meşhur olduğundan gereğince amel etmek vaciptir.
İlk başta bütün insanlar bir tek ümmetti. Hz. Adem hikâyesinden de anlaşılacağı
üzere, insanların hepsi bir kökten türemişlerdi. Yaratılmış oldukları ilk
yaratılış gereğince, hak olan ilâhî kânuna göre hareket ediyorlardı. Bir tek
toplum ve bir tek millettiler. İnsanlar yeryüzünde var oldukları daha ilk
andan itibaren dinsiz ve toplumsuz yaşamış değillerdir. Hayvanların yaşantısı
bile gözden geçirilirse görülecektir ki dünyaya ilk gelişinde anasının koynunda
dahi olsa toplumsal bir ortamda yetişmeyen hiçbir hayvan yoktur. Her doğan
bir tabiat üzere doğar. İnsanlar da yaratılışları gereği yaratılışın başında
bir tek toplum idiler. Sonradan görüş ayrılıklarına düştüler de, Allah hakka
itaatin ve ona uymanın sevabını müjdeleyen, hakka aykırı davranmanın ve karşı
gelmenin cezasını anlatarak korkutan peygamberler gönderdi. Ve bunlarla birlikte
hakka dair kitap da indirdi ki, insanlar arasında görüş ayrılıklarına düştükleri
konularda hakim olsun, çekişmeyi ve haksızlığı ortadan kaldırıp hakkı yerine
getirsin. Ebu Cafer kırâetinde "Ya"nın zammesi ve "kâf"ın
fethasiyle meçhul kipi üzere okunur ki, "İnsanlar arasındaki görüş ayrılıklarında
Hak kitap ile hüküm olunsun, yürütme yapılsın." demek olur. Her iki halde
de hüküm ve yürütmenin sebeb ve amacı sadece hakkı orta yere koyup tanıtmak
değil; hakka uygun olarak görüş ayrılıklarının giderilmesi ve barış ortamının
kurulması olduğu anlaşılır. Sonra insanlar bu indirilmiş kitap hakkında da
görüş ayrılıklarına düştüler. Kitapta görüş ayrılıklarını çıkaran da başkaları
değil, ancak o kitaba nail kılınmış olan Kitap ehlidir. Hem bunlar bu görüş
ayrılığını, kendilerine açık âyetler, anlamı açık ve kesin hüküm bildiren
deliller geldikten sonra aralarındaki azgınlık ve kıskançlıktan, ileri gitmek
ve peygamberlerle bile yarış etmek iddiasından dolayı çıkardılar. Eğer bu
görüş ayrılığı açık ve kesin hükümlü âyet ve delil bulunmayan, âyetlerde değinilmeyen
noktalarda açıklanmamış delilleri ve hakkı araştırmak için olsaydı, insanların
görüş ayrılıklarını olabildiğince azaltacak şeriatın izin verdiği bir ictihat
olabilirdi. Ancak bunlar böyle yapmadılar. Deliller geldikten sonra hakkında
nas bulunan konularda görüş ayrılığına düştüler. Oysa nassın bulunduğu konularda
ictihada izin yoktur. Bu gibi âyetlerden dolayıdır ki bu kaide, fıkıh ilminin,
her konuya uygulanabilecek genel kurallarından birini oluşturmuştur. Hakkında
açık ve kesin hüküm bildiren âyet bulunan noktalarda ictihat etmek, insanlar
tarafından hak kânuna aykırı olarak, kendi kendine kânun koymaktır. Bu ise
hakka uygun olarak görüş ayrılıklarını ortadan kaldırmak değil, karşı ve zıt
görüş ileri sürmektir. Böylece Kitap ehli, insanların dünya sevgisi ile çekişmelerine
ve görüş ayrılıklarına tam anlamı ile hakim olmak için bahşedilmiş bulunan
hak olan kitabın âyetlerine ve delillerine karşı azgınlıkla ve haddi aşmakla
yeniden görüş ayrılıkları çıkarmak suretiyle insanların akıllarını karma karışık
ettiler. Hukuk ayaklar altında çiğnendi, ahlâk ve toplum düzeni bozuldu, nimetler
sona erdi, bunun sonucu olarak da hatır ve hayale gelmez belalara düştüler.
Sonra, Allah bunların görüş ayrılığına düştükleri hakka, Hz. Muhammed'i göndererek
ve Kur'ân'ı indirerek kendi izni ile iman edenlere doğru yolu gösterdi. Ve
işte Allah böyle dilediğine doğru yolu gösterir ve doğrultur.
İnsanlığın
yeryüzüne geldiği ilk andan Hz. Muhammed'in gönderilişine kadar geçen insanlık
tarihinin bir özeti olan bu âyet-i kerime insanlığın yaratılışını, peygamberlik
olayını, hukukun kaynaklarını, kanun koymanın nedenlerini, hükümetin yürütülmesinin
sırlarının aslını kapsayan büyük bir sosyoloji ilminin temellerini içermektedir.
Bu nedenle tefsir bilginlerinin bu noktadaki ilmî görüşlerini özetlemek yararlı
olacaktır:
Yukarda
"Vasat Ümmet" (Orta yolu benimseyen ümmet) de görmüştük ki ümmet,
insan gruplarının uyup izledikleri topluluk diye tanımlanmıştı. Ancak bu mânâ,
daha çok "ümmet-i vasat" (orta yolu benimseyen ümmet) ismini vermeye
yaraşan özel bir anlamdır. Oysa bu "vasat" (orta yolu benimseme)
kaydından soyut olarak ümmet, "Bir şey üzerine toplanıp birbirine uyan
topluluk" demektir ki "uymak" anlamına gelen "itimam"dan
alınmadır. Bu âyet ise, geçmişte insanların bir tek ümmet olduklarını açıklıyor.
Dolayısıyla bu nokta araştırmaya değer bir noktadır. Ve bu noktada tefsir
bilginleri görüş ayrılığına düşmüşlerdir.
1-
Gerçeği arayıp ortaya çıkaran bilginlerin çoğunluğu, ilk insanların, Allah'ın
birliğine iman ettikleri ve insanların bir tek din üzere bir araya gelmiş
bir tek millet oldukları görüşündedirler. Âyetin devamında, "Peygamberlerin,
görüş ayrılıkları üzerine gönderilmiş olduklarının açıklanması da bunu gösterir."
diyorlar. Ve zaten, insanların yaratılışında "Tevhid" temel kural,
şirk, küfür ve görüş ayrılığına düşmek kural dışıdır. Kayıtsız ve şartsız
olarak, "Vahdet" ve "görüş ayrılığı olmaması"ndan söz
edildiği zaman, Hakk'ın tevhidi ortaya çıkar. İlk insanların birliklerini,
şirk, küfür ve görüş ayrılıkları üzerine birleşme şeklinde yorumlamak için
ortada haklı bir delil yoktur. Kesin olarak yaratıcının birliği duygusu ve
düşüncesi, insanın içindeki duygularda, birçok ilâhın var olduğu duygu ve
düşüncesinden önce gelir. Müşriklik, tevhidden sonra, ilâh üzerinde görüş
ayrılıklarından ortaya çıkan çekişmenin ifadesidir. Buna göre dinler tarihinde,
daha önce geçmiş insan topluluklarında eski gibi görünen şirk ve küfür, temel
ve yaratılıştan var olan birliğin bozulmasından kaynaklanan gelip geçici ikinci
bir durumdur. Her doğan çocuk Hakk'a karşı samimi olarak doğar; nankörlüğü,
yalancılığı sonradan öğrenir. İnsanlık ailesinin fertleri çoğaldıkça, insanların
amel ve arzularının birbiri ile çelişmesi çoğalmaya başlamış, bundan da görüş
ayrılıkları ve şirk ortaya çıkmıştır. Yüce Allah'ın ilâhî irşadı ile, insanların
akılları ilerledikçe tevhid yoluna dönülür olmuştur. Dolayısıyla barış ve
İslâm'ın temeli olan Hakk'ın tevhidi (Allah'ın birliği) inancı, insanlığın
ilk yaratılışında var olan ve Hz. Adem'den itibaren Adem oğullarının hislerine
aşılanmış bulunan ezelî ve mutlak bir temeldir.
Bu
görüşü ileri sürenler, bu "tek ümmet"in kimler olabileceğinde çeşitli
rivayetler nakletmişlerdir: Mücahit'ten, "Bu tek ümmet, yalnız Âdem'dir."
dediği nakledilmiştir. Buna göre Ümmet, "Muhakkak ki İbrahim başlıbaşına
bir ümmet idi. Tek bir hanif olarak Allah'a itaata koyulmuştu." (Nahl,
16/120) âyetinde olduğu gibi, bir topluluğun yerine bedel bir tek kişi veya
"önder" anlamı ile mecaz olarak bir tek kişiye de "ümmet"
denildiği açıklanıyor. "Adem" sözcüğü bir özel isim olmayıp da,
cins ifade eden bir özel isim olsaydı o zaman mecâz olmazdı. Ancak bu mânâ,
yani Adem'in cins ifade eden bir özel isim olması öteden beri bilinen anlama
aykırıdır.
Âyette
yer alan "Bir tek ümmet", Adem, Havva ve ruh olarak onun sırtından
çıkarıldıkları sırada "Adem oğulları"ndan ibarettir ki bunlar fıtrat
(bozulmamış yaratılış) üzere idiler. (Übeyy ve İbn Zeyd'den.)
Hz.
Adem'in devrinden Hz. Nuh'un devrine kadar geçen on asrın insanları hak üzere
idiler, görüş ayrılıklarına düşmeleri üzerine Hz. Nuh gönderilmiştir. (İbnü
Abbas ve Katâde'den).
Görülüyor
ki bu rivayetlerde, birlik yönünün, Hak kânun olduğunda görüş birliği bulunmakla
birlikte, bunun bal arıları gibi bazı hayvanlarda olduğu üzere sadece bir
yaratılış olarak içgüdü hâlinde bir tercih sözkonusu olmaksızın zorunlu olan
bir araya geliş mi? Yoksa aklî ve fikrî gelişmelerle ilgili, öğretmeye ve
tercihe dayalı bir birleşme midir? Yani insanlığın bir araya gelmesi, başlangıçta
tabii ve zorunlu mu? Yoksa sun'î ve iradeye bağlı mıdır? Bugün bu görüş ayrılığı,
Avrupa'nın Hukuk ve Sosyoloji bilginleri arasında hâlâ geçerlidir. Bizim tercih
ettiğimiz görüşe göre, insanlığın yeryüzüne geldiği ilk zamanlarda insanların
bir araya gelmeyi düşünmesi ve bunu hissetmeleri yüce Allah'ın bunu gerekli
kılması ile zorunlu, fiilî tatbikatı ve gelişmesi ise insanların seçimi ve
tercihi ile olmuştur. Çünkü peygamberlik, çalışıp çabalamakla elde edilemeyen
zorunlu bir ilimdir ve Hz. Adem peygamberdir.
2-
İkrime ve Katâde gibi bazı tefsircilerin görüşlerine göre, söz konusu bir
tek ümmet, küfür ve batıl din üzere idiler. Ve bir deyimle hayvanlar gibiydiler.
Peygamberler geldiler, bu insanlara iman ve hak aşıladılar. İman edenler etti,
etmeyenler etmedi. Bu şekilde mümin ve kâfir olmak üzere çeşitli milletler
meydana geldi. Bunlar âyette, "görüş ayrılığına düştüler" şeklinde
bir ifadenin var sayılmasına gerek görmemişlerdir. Bu görüşe göre, bu bir
tek ümmet, "Küfür, bir tek millettir." kavramı uyarınca, "İmansızlıkta
ortak, hak tanımaz, insan suretinde bir sürü hayvanlardır." demek oluyor,
fakat bu şekilde şu üç soru ile karşılaşırız:
Birincisi:
Âyetin daha sonraki ifadesine göre, peygamberlerin, görüş ayrılıklarını ortadan
kaldırmak ve yeryüzünde hakkı yerleştirmek için gönderilmiş oldukları anlaşıldığı
hâlde, eğer, "görüş ayrılığına düştüler" hükmünü orda var saymazsak,
peygamberlerin görüş ayrılıkları çıkarmak için gönderilmiş oldukları gerekecek
ve gönderilmelerinin geri bırakılması anlamsız olacaktır. Bu itirazı tefsirciler
önemli saymışlardır. Buna cevap olarak denilebilir ki: "İnsanlığın yeryüzüne
geldiği ilk zamanlar tıpkı çocukluk dönemi gibi idi. Ve bunlarda küfrün anlamı,
henüz ilâhî yükümlülük mevcut olmadığından dolayı 'iman etmemek' demekti.
Peygamberler terbiye kânunu gereğince, derece derece aklın gelişip ilerlemesi
sürecinin başında gönderilmişlerdir. Ve ayrılıklar çıkarmak için değil, ilerleme
ve gelişme sağlamak için gönderildiler. Bunun üzerine ayrılık, iman etmeyenlerden
çıktı, peygamberlerden değil." Bu cevap, zamanımızın Avrupasının görüş
ve anlayışına uygun düşmektedir. Fakat o ilk durumlarını koruyanlara "ayrılık
çıkardı" demek doğru olmayacağına göre, herhalde bu anlayış ve yaklaşıma
göre, peygamberlere bir "ayrılık çıkarma" isnadı gerekir. Bu hüküm
ise, âyetin ilerde gelecek ifadesine ve mazmumun ruhuna aykırıdır. Bundan
dolayı tefsircilerin bu itiraza önem vermeleri yerindedir.
İkincisi:
Hz. Adem, insanlığın babası ise, peygamber olmaması; peygamber ise insanlığın
babası olmaması gerekecektir. Çünkü hem peygamber hem insanlığın babası olduğuna
göre, evlatları küfür ile ona aykırı davranmış olacaklar; bu şekilde teklif
(yükümlü kılmak) varsa da ilk insanlar "ümmeti vâhide" (tek ümmet)
olmamış, görüş ayrılıklarına düşmüş olacaklardır. Oysa Hz. Adem'in insanlığın
babası ve ilk peygamber olması üzerinde görüş birliği olan bir noktadır. Bu
soru, birinci görüşe karşı sorulamaz. Çünkü Hz. Adem'in çocukları başlangıçta
ona uymuşlar ve hak üzere "ümmeti vâhide" (tek bir millet) oluşturmuşlar,
sonra görüş ayrılıklarına düşmüşlerdir. Bunun üzerine sayısız peygamberler
gönderilmiştir. Ancak bu takdirde, "Peygamberler" kelimesinde sonradan
gelme durumu, Hz. Adem'den başkasına sarfedilmeyi zorunlu kılmaktadır. Arapçada
başında "elif-lam" olan çoğul bir kelime en azından, üçten başlayacağı
için, birden çok peygamberin gönderilmesi sonradan ortaya çıkan görüş ayrılıkları
üzerine gerçekleşmiş olacaktır. Ve Hz. Adem'in gönderilmesi bu hükme dahil
olmaz. Bu ise Hz. Adem'in insanlığın babası olmasına engel olmaz. Ancak bu
mânâ, ikinci görüşe yeterli değildir.
Üçüncüsü:
Bu görüşte, "ümmet" kelimesinin sosyal mânâsı da olumlu olarak gerçekleşmez
ve bu durumda üçüncü bir görüşü benimsemek gerekir. Şöyle ki:
3-
Burada "tek bir ümmet" demek, bir tek cins veya bir tek sınıf demektir.
Yani bu ilk insanların üzerinde emirler ve yasaklar yoktu. Onlar hiçbir şer'i
kânuna tâbi değildiler, herşeyin serbest olduğu bir dönemi yaşıyorlardı. "Allah
gönderdi" ifadesi gösteriyor ki şeriatler daha sonra peygamberler ile
gelmiş ve bilinen anlamı ile din ve insanların sosyal bir görünüm alması o
zaman başlamış, iman ve küfür ayrımı o zaman ortaya çıkmıştır. O halde öncekiler,
hayvanlar veya çocuklar gibi mükellef olmaktan bağımsız ve ilâhî hükümlerle
yükümlü olmaktan uzak olmak itibariyle bir "cins" idiler veya bir
cevherden ve bir babadan gelmiş olmaları açısından bir "sınıf" idiler.
Çeşitli sınıflar, ırklar, milletler ayrılmış değildi, vatandaş ve yabancı
yoktu. Dolayısı ile bunlara "bir tek ümmet" denilmesi, gerçek anlamı
ile, din ve şeriatte bir araya gelmiş insan topluluğu demek değil; tek bir
cins, veya tek bir sınıf demektir. Bu görüş Ebu Hayyan'da İmam Mâturidî hazretlerinin
görüşü olarak ileri sürülmüştür. Buna göre demek olur ki: İnsanlar ilk zamanlar,
Avrupalıların "doğal durum" dedikleri gibi, kayıtsız ve şartsız
bir bağımsızlık içinde bulunuyorlardı. Hiçbir yükümlülüğe ve hiçbir yasaklık
durumuna boyun eğmiyorlardı ve üzerlerinde hiçbir âmir ve hâkim tanımıyorlardı.
Henüz insanlar az, yeryüzü geniş, araziden elde edilen ürünler geçimlerine
yeterli idi. Serbest serbest yaşıyorlar, yalnız insanların dışındaki hayvanlara
karşı mücadele ediyorlardı. İnsanlar arasında mücadele ve mücadele ihtiyacı
yoktu. Yaratılışları, durumları bir, fıtrî eğilimleri bir, hareket tarzları
birdi. İlk babadan gördükleri gibi gidiyorlardı, hep böyle hareket edebilselerdi
kânuna, hükûmete muhtaç olmayacaklardı. Ancak nesilleri çoğaldıkça, bulundukları
yerler darlaştıkça yığılma ve karşılıklı engellemeler meydana geldi. Cahillik
ve hayat sevgisi yüzünden görüş ayrılıklarına düştüler. Sınıf sınıf, grup
grup oldular. İşte o zaman bu ayrılıkları ortadan kaldırmak için içlerinde
yüce Allah'ın katından, geleceği gören, acı-tatlı haberler veren, iyiden,
kötüden, helal ve haramdan, görev ve yasaklama kurallarından söz eden peygamberler
gönderildi. Peygamberlerin dediklerine uygun davrananlar iman ile birleşti,
aykırı davrananlar da bunlara karşı koymak için bir araya geldiler. Böylece
"mümin" ve "kâfir" olmak üzere çeşitli milletler ortaya
çıktı. Sonunda peygamberlerin sonuncusu evrensel tevhid için gönderildi. Bu
açıklama, "ayrılığa düştüler" ifadesini var saymaya ve âyetin devamına
da uygun olabilir. Ancak bu takdirde, kelimenin söylendiğinde hemen akla geliveren
ilk anlamına aykırı iki nokta ortaya çıkar:
Birincisi:
Ümmet kelimesi, açık olan sosyal anlamında kullanılmamış olur.
İkincisi:
Çocukluk devri gibi de olsa insanın her türlü kânundan uzak bir hürriyet ve
kayıtsız şartsız herşeyin mübah sayıldığı bir devir yaşamış olduğu kabul edilemez.
Bir yandan bütün hayvanlar, çoğalma prensiplerinde yaratılışa ait bir ana
kucağı ve terbiye dönemi yaşamış, her canlı organ bile bir görev ve yasaklık
kânununa tabi bulunmuş olduğu; diğer taraftan, "Hani Rabbin: Adem oğullarının
bellerinden zürriyetlerini alıp da onları kendilerine 'Ben sizin Rabbiniz
değil miyim?' diye şahit tuttuğu zaman, 'Evet, Rabbimizsin' dediler."
(Â'râf, 7/172) ezelî hitabı ile de bu nokta temelinden takviye edilmiş bulunduğu
halde; insanın yaratılışını, dünyaya geldiği ilk zamanlarda basit bir biçimde
bile olsa medeni ve sosyal prensiplerden ayrı olarak kabul etmek, hem istishap
(geçmişte var olan bir hükmü aleyhinde onu çürüten bir delil olmadıkça şu
anda da var kabul etmek, şu anda olan bir durumu hakkında bir delil olmadıkça
geçmişte de var kabul etmek) deliline, hem de naklin delâletine aykırı olur.
Dolayısıyla Hz. Adem'den itibaren bir mükellefiyet, yükümlülük sırrı kabul
etmek zorunludur. "Şu ağaca yaklaşmayınız." (Bakara, 2/35, Â'râf,
7/19) yasağı, yükümlü kılmanın ezelî olduğunu ifade ettiği gibi, Hz. Adem'in
peygamberlik meselesi de bunu gerektirir. Nitekim insan yaratılış itibariyle
medenidir ve "insan" sözcüğü "müâneset"ten türemiştir.
Deniliyor ki bu da sorumlu tutulma ve sosyal bir varlık olma sırrının insan
yaratılışında yerleştirilmiş bulunduğunu ifade eder. Bu ise bir hak kânundur
ve imanın ve şeriatların prensibi ile ilgisi olan bir hak kânundur. Ve bunun
mutlak olarak şuursuz bir olay olduğunu iddia etmek doğru değildir. Bu bir
zorunlu duygudur. Bununla birlikte şuursuz da olsa yine hak kânundur. Bunu
inkâra değil imana başlangıç olarak almak gerekir.
4- Mûtezile mezhebinden Kadı Abdülcebbar ve ona tabi olanlar demiştir
ki: Peygamberlerin gönderilmesinden önce insanlar aklî şeriatlere sarılma
bakımından bir tek ümmet idiler. Aklî şeriat yaratıcı olan Hak Teâlâ'nın varlığını
ve sıfatını kabul ve nimetine şükürle hizmetinde bulunma; zulüm, tecavüz,
yalan, cehalet, saçmalık ve benzerleri gibi aklın kötü gördüğü davranışlardan
kaçınma esasına dayanmaktadır. Çünkü bunlar aklen kavranırlar. Madem ki ayette,
"Allah, peygamberler gönderdi" ifadesi, peygamberlerin gönderilişinin,
zamanda daha sonralık ifade eden "fâ" ile sonradan olduğunu göstermiştir.
Demek ki bunlardan önce yaşamış tek ümmetin birliği, peygamberlerden yararlanılmış
olmayan bir şeriattır; böyle bir şeriat ise, aklın ürünü bir şeriat olabilir.
Fakat Hz. Adem ilk insan ve peygamber değil miydi? O hâlde peygamberlerin
gönderilmesinden önce, sırf akıl ile yükümlü olan insanlar varsayımı nasıl
doğru olur? Kâdî Abdülcebbar bu soruyu kendine sormuş ve cevap olarak demiştir
ki: Herhalde Hz. Adem başlangıçta çocukları ile, akıl ürünü olan şeriatta
bir araya gelmişlerdir, sonradan Cenâb-ı Allah, kendisini çocuklarına Peygamber
olarak göndermiştir. Ve herhalde onun peygamberliğinin ilk şeriatı ortadan
kalkmış da insanlar akıl ürünü şeriatlara uymuşlar ve daha sonra diğer Peygamberler
gönderilmiştir. Ebu Müslim Isfahânî de Kâdî'nin bu görüşünü tercih etmiştir.
Bunlara göre akıl, Peygamberlerden önce "İlahî bir elçi" olmuş oluyor.
Peygamberlik de akılları, kendi kendilerine kavrayamayacakları yararlı şeylere
ve mükemmelliklere ulaştırmış oluyor. Fakat bu görüşte de isbatı mümkün olmayan
iki nokta vardır. Birincisi: Aklın, hükümlerin dayanağı olan hüsün (güzel)
ve kubuh (çirkin) ta bizzat hakim olup olmayacağı ve aklen vacip olan şeyin,
amel açısından da vacip olmasını gerektirip gerektirmeyeceği meselesidir ki
bu, "Usûl ilmi" ile "Akâid ilmi"nin önemli konularındandır.
İkincisi: Başlangıçta insanların, adalet ve zulmü rakib bilecek ve üzerine
muamele kuracak derecede aklen hüküm çıkarmaya güç yetirip yetiremeyecekleri
ve bu kadar derin bir şuur ile hareket edip edemeyecekleri meselesidir. Bu
iki nokta bu gün bile kesin değildir.
5-
Bazı tefsir bilginleri de demişlerdir ki, âyet ilk başta bir tek ümmeti açıkça
beyan ediyor. Fakat bunun iman üzere mi, yoksa küfür üzere mi olduğunu açıklamıyor.
Bu nokta delile muhtaçtır. Dolayısıyla bu konuda hüküm vermeyip, "İlim
Allah katındadır." diye durmak gerekir.
6-
"Burada dan maksat, ilk yaratılıştan bu yana bütün insanlar değildir.
Bu 'tek ümmet' Hz. İbrahim ve Hz. Musa'nın kavmidir. Peygamberlerden maksat
da bunlardan sonraki Peygamberlerdir" diyen tefsirciler de vardır. Ve
bu son görüş âyetin kendisinden önceki kısma bağlantısı açısından uygun gibiyse
de, âmm lafzını tahsis (fertlerinin tümünü kapsayan genel anlamlı "insanlar"
kelimesini, fertlerinin bir bölümünü ifade eder biçimde özel anlamlı kılmak)
zahire aykırı olduğu gibi; âyetin mânâsında genel görünen yüksek sosyal bir
varlık olma sırrına da yeterli değildir. Biz de şunu hatırlatmak isteriz ki:
Aklın en önemli değeri, illiyet (sebeplilik) kanunu gereğince, sebebden neticeye
ve neticeden sebebe intikaldedir. Bu ise, içgüdü, yaratılış veya içgüdüsel
akıl ve "bedihî = açık akıl" denilen, zorunlu prensiplere ve tecrübelere
bağlıdır. Peygamberlik ise, teorilerin gayelerini bile zorunlu ilimler halinde
kavrayan ve aşılayan ilâhî bir kuvvettir. Ve incelendiğinde, insanlığın sapıklıklarının,
aklî ilerlemeler ile şehvete ait ilerlemelerin içiçe girmesinden ve akılların
şehvet için kullanılmasından kaynaklanır. İlk yaratılış bu sapıklıktan uzak
olduğu gibi, peygamberlik de gerek ilmî ve gerek amelî olarak bundan uzaktır.
Mesela bal arılarının sanatı, şaşmak bilmeyen içgüdüsel bir sanattır. Ve bütün
peygamberlikler de böyle şaşmak bilmeyen ilâhî bir vahiydir ki, "Rabbin
bal arısına vahyetti." (Nahl, 16/68) âyeti ile buna işaret buyurulmuştur.
Dolayısıyla bir yaratılış meselesi olan peygamberlik, bir taraftan akılların
ve iradelerin başlangıcı, diğer taraftan sonudur. Bunun için bir "ilk
peygamberlik", bir "ikinci peygamberlik" vardır. Kitap, ikinci
peygamberliktedir, bu ikisi arasında hak tanımayan, azgınlık ve zorbalık üzere
hareket eden bir küfür hâli vardır ki hak, kendi kudret ve iradesinden ibaret
zanneder, genel barış ortamını bozar. İnsan ilk yaratılıştan itibaren insandır.
Din, dil ve biraraya gelmenin başlangıcı o zamandandır. Hz. Adem'in peygamberliği
ilk peygamberliktir, yeryüzüne ilk gelenlerin akılları bununla ilerlemiş;
dünya sevgisi, çeşit çeşit şehvetler ve insanlığın görüş ayrılıklarına düşmeleri
üzerine ikinci peygamberlik olayı meydana gelmiş ve kitaplar inmiştir. Dolayisıyla
ilk görüşte olduğu üzere, ilk insanların ilk yaratılış ve ilk peygamberliğe
dayalı, fıtrî iman ile hak kânun üzere bir tek ümmet olduklarını kabul etmek
gerekir. Ve âyetin devamı, bize Hakk'ın birliğinin bu şekilde ezelî olduğunu
ve toplumsal sırrın başlangıcını, ilahî irşadların yapılış şekillerini, hukukun
ve kânun koymanın ilk şartlarını ve peygamberlerden sonra, onlarla yarış ederek
açık naslara karşı görüş ayrılıkları çıkaran ve hukukun kurallarını zulüm
ve zorbalıkla çiğnemeye kalkışanların ortaya çıktığını açıklamaktadır. O halde
"nâs" (insanlar) kelimesini, genel anlamından ve "ümmet"
kelimesini açık anlamından çıkarmaya bir neden yoktur. Mâturidî hazretlerinin
görüşü olarak ileri sürülen bu görüş de bunun bir çeşit açıklaması olarak
kabul edilebilir. Bu âyetten şu da anlaşılıyor ki her peygamber,zamanında
gönderildiği insanlar arasında üzerinde görüş ayrılığı olan Allah'ın emrini
açıklayarak ayrılıkları ortadan kaldırmış ve tevhidi öğretmiştir. Bu konuda
açık naslar ve kesin deliller getirmiştir. Bu nedenle müminlerin ve âlimlerin
görevi, hakkında nas olan bir konuda görüş ayrılığı çıkarmak değil; nasların
hüküm getirmediği hukuki olaylarda açıklanmayan delillerden hak ve gerçekleri
araştırmakla görüş ayrılıklarını ortadan kaldıracak hükümleri çıkarabilmek
ve böylece "icmâ-ı ümmet"in yollarını ilmen ortaya koymaktır. Kısacası,
kişisel görüş ayrılıkları olmasaydı, insanlar hakime, hükme ve ceza hükümlerine
muhtaç olmayacaklardı. Ve çeşitli milletler ortaya çıkmayacaktı. Savaşa, vuruşmaya,
hükme, hükûmete gerek kalmayacak, fıtratın (yani yaratılışın) kânunları yeterli
olacaktı. Mademki görüş ayrılığına düştüler ve ferdî anlaşmazlıklardan millî
anlaşmazlığa da geçtiler. O hâlde Hak düşmanları ile boğuşmaya mecbur olacaklardır.
Bununla boğuşabilmek için de kendi aralarında Hakk'a iman ve ona uymakla yardımlaşma
ve Hakk'ın koruması sayesinde dünyada ve ahirette korunmak ve genel bir barış
ortamını kurmakla yükümlüdürler.
Ve
Hz. Muhammed'in peygamberliği ile Kur'ân-ı Kerim, insanlığı bu şekilde başlangıcından
sonuna kadar paralel bir biçimde Hakk'ın tevhidi (birliği)ne ve genel barışa
erdirmek için gelmiştir.
214-
Şimdi bu hidayet gelmekle ey Muhammed ümmeti! Siz, sizden önce geçen ümmetlerin
durumu sizin başınıza hiç gelmeden, meşakkatler, sıkıntılar, çekmeden, bütün
ilâhî hükümleri amelî ibadetler ile tatbik etmeden, sırf iman ile "dâr-ı
selâm" (barış yurdu) olan cennete girivereceğinizi mi zannettiniz? o
geçmiş ümmetlerin başına nice sıkıntılar ve çaresizlikler geldi de, sarsıldılar,
o kadar sarsıldılar ki , hatta başlarında bulunan peygamber ve onunla beraber
iman edenler "Allah'ın yardımı ne zaman?" diyecek dereceye vardılar.
Ancak iyi biliniz ki, Allah'ın yardımı mutlaka yakındır. Siz bu iman ve hidayetten
ayrılmadıkça, yakında o yardımı görecek, muradınıza ereceksiniz. Resulullah,
Mekke'de müşriklerin karşı gelmesinden sonra, muhacirler ile yurtlarını ve
mallarını bırakarak Medine'ye hicret ettiği zaman, öncelikle Yahudilerin düşmanlıklarıyla
karşılaşmıştı. Bu sebeple bu âyet indi. Uhud veya Hendek savaşları nedeniyle
indiği de rivayet edilmiştir. Bu âyet gösteriyor ki "Ittırat" (düzgün
bir biçimde olayların birbirini izlemesi) kanunu gereğince, Muhammed ümmeti,
bütün eski milletlerin geçirmiş olduğu birtakım durumlarla yüzyüze gelecek,
ayrılıklar görecek, karşı koymalara uğrayacak, sıkıntılar ve zorluklar geçirecek;
sarsılmayıp dayananlar, sonunda başarılı olacaklardır. İlk yaratılışta olduğu
gibi, Hz. Muhammed'in peygamber olarak gönderilmesinden itibaren de insanlığın
yaratılışı hakkın gerçekleştiği noktada yeni bir gelişme sağlamaya başlayacak,
"Gerçekten zaman, Allah'ın yeri ve gökleri yarattığı günkü şekline dönmüştür."
hadis-i şerifinin anlamına göre Hz. Muhammed'in asrı bütün ölçülere bir başlangıç
olacaktır. Bundan sonra da dünyada hakka karşı yine azgınlık ve düşmanlık
ortaya çıkacak, geçmiş milletler gibi gruplar meydana gelecek ve bütün bunlar
içinde Peygamberin ve ashabının yoluna giden ve kitapla, sünnetle ve cemaat
ile korunmasını bilip, Allah'ın birliğine imanı amellerin en özeli kabul eden
hak taraftarları fırka-i naciye (kurtuluşa eren grup), "İnsanların içinden
kimi vardır ki, Allah'ın rızasına ermek için kendini feda eder." (Bakara,
2/207) âyetinin delalet ettiği mânâya uygun hareket ederek sabır, sebat ve
çabalarla, ilâhî yardıma erecek, hakkın üstün geldiğini görecek ve genel barışı
kuracaklardır. Ve başarılı olmak için tarihten ibret alıp ona göre korunmalıdır.
Ayrılıklardan
korunmak ve bu yardıma ermek için:
Meâl-i
Şerifi
215-
Ey Muhammed! Sana nereye infak edeceklerini soruyorlar. De ki: Hayır olarak
verdiğiniz nafaka, ana baba, yakınlar, öksüzler, yoksullar ve yolda kalmışlar
içindir. Hayır olarak daha ne yaparsanız herhalde Allah onu bilir.
216-
Savaş size farz kılındı, gerçi o size hoş gelmez. Olabilir ki siz, bir şeyden
hoşlanmazsınız; oysa ki o sizin için bir hayırdır. Yine olabilir ki, siz bir
şeyi seversiniz, oysaki o sizin için bir kötülüktür. Allah
bilir, siz bilmezsiniz.
217-
Ey Muhammed! Sana haram aydan ve o ayda savaşmaktan soruyorlar. De ki: O ayda
savaşmak, büyük bir günahtır. Bununla beraber Allah yolundan alıkoymak, O'nu
inkar etmek, insanları, Mescid-i Haram'dan menetmek ve halkını oradan çıkarmak,
Allah yanında daha büyük bir günahtır ve fitne, öldürmekten daha büyük bir
vebaldir. Onlar, güçleri yeterse, sizi dininizden döndürmek için sizinle savaşmaktan
hiçbir zaman geri durmazlar. Sizden de her kim, dininden döner ve kâfir olarak
can verirse artık onların bütün amelleri, dünyada ve ahirette boşa gitmiştir.
İşte
onlar, cehennemliklerdir. Onlar orada ebedi olarak kalacaklardır.
218-
Şüphesiz ki iman edenlere, Allah yolunda hicret edip, cihad edenlere gelince,
işte onlar, Allah'ın rahmetini umarlar. Allah, çok bağışlayıcıdır, çok merhamet
edicidir.
215-Ey
Muhammed! Neye harcayacaklarını, yani ne gibi yerlere harcama yapacaklarını
sana soruyorlar. Uhud savaşında şehit olan çok yaşlı ve malı çok birisi olan
Amr b. Camuh, Resulullah'a, "Mallarımızı nelere harcayacağız ve nerelere
vereceğiz?" diye sormuştu. Bunun üzerine bu âyet indi. Cevap olarak de
ki, az veya çok hayır cinsinden, yani çeşit çeşit mallardan vacip veya nafile
olarak Allah rızası için harcadığınız veya harcayacağınız mal önce ana-babanız,
ikinci olarak en yakın akrabanız, üçüncü olarak ihtiyaç içindeki yetimler,
yoksul fakirler, yolda kalmış yolcular içindir. Babalarınıza
dedelerinize bakmak ilk görevinizdir. Diğer yakınlarınız onları izler ve bu
şekilde, "Yakınlık derecesi daha yakından uzağa doğru" kuralına
göre, harcama yapmak vacib olur. Bunlardan başkasına da zekât ile vacip olarak
ve diğer sadakalarla nafile olarak mal harcanır. Bunlardan başka, herhangi
bir hayır daha yaparsanız , elbette onu Allah pek iyi bilir ve karşılığını
verir.
216-Bu
hayır cinsinden olmak üzere, genel barışı kuracak ve hakkı birleştirecek olan
savaş üzerinize farz kılındı. Yani Allah yolunda savaşmak üzerinize yazıldı,
gerektiğinde bazen farz-ı ayn ve bazen de farz-ı kifaye olur. Oysa o sizin
hoşunuza gitmez, bazı şeyler sizin için sırf hayır ve yarar olduğu halde,
siz ondan hoşlanmayabilirsiniz, savaş da böyledir, diğer bazı şeyler de sizin
için kötü ve zararlı olduğu halde, siz ondan hoşlanıp sevebilirsiniz. Hoşlanıp
hoşlanmamak sadece bir duygudur. Sadece bununla iyilik ve kötülük, yarar ve
hayır belirlenemez; bunlar gerçeği ve işlerin sonuçlarını bilmeye dayanır.
Bunu
da Allah bilir. Siz bilmezsiniz. İnsanlar ne kadar bildiklerini iddia etseler,
yine bilmedikleri bildiklerinden çoktur. Uzun bir gelecekle ilgili olan bütün
iyiliklerini ve kötülüklerini bilmezler. İnsan aklı, güzel ve çirkine tam
olarak hakim olamaz. Bunlara
hakim olan Allah'tır. Bu nedenle size yararınız için emirler verir, kötülükten
korunmanız için yasaklar koyar. İnsanlar işin başında duygulara bağlıdırlar.
O anda duyguları ile karşı karşıya gelen hoş ya da kötü şeylerin etkisine
kapılırlar. Oysa bunların iyilik veya kötülük olması ilerde bunların sonucu
olacak yararlara veya zararlara bağlıdır. Bu ise duygu anında bilinemez. Bazen
uzun bir deneyime muhtaç olur. Ve çoğunlukla deneyimi de mümkün olmaz ve deneye
kalkışma durumunda iş işten geçmiş olur. Allah, bunları kitabıyla ve tarihî
örnekleriyle bildirir. Yukarıda kısaca özetlendiği gibi, insanlık tarihî azgınlık
tecavüz ve ayrılık ile dopdolu olduğundan dolayı; genel barış ortamı sağlanıncaya
kadar bu durum üzere savaş ve çarpışma, kaçınılması mümkün olmayan bir zorunluluktur.
Allah, hakka bağlı olanların iyiliklerinin onların korunmalarında olduğunu
bildiği için savaşı size farz kılmıştır. Gerektiğinde siz onu yapacak, Hakk'ın
tevhidi ile tam bir barış ortamına gireceksiniz. Şehit olmalar, zaferler,
ganimetler size "hayır" olacaktır.
217-Bu
âyette savaş için zaman belirlenmediğinden dolayı, ey Muhammed! sana haram
ayları, o haram aylarda savaş etmeyi soruyorlar. Resulullah Bedir savaşından
iki ay önce ve "İlk Bedir Savaşı"ndan döndükten sonra, amcasının
oğlu Esed kabilesinden Abdullah b. Cahş'ı, Sa'd b. Ebi Vakkas, Ukâşe b. Muhsın,
Ukbe b. Gazvan, Ebu Huzeyfe b. Utbe b. Rebîa, Süheyl b. Beyzâ, Âmir b. Rebiâ,
Vakıd b. Abdullah, Halid b. Bekr (Allah kendilerinden razı olsun) den oluşan
bu sekiz kişi ile beraber müfreze olarak göndermiş ve kumandan olan Abdullah'a
bir mektup vermiş ve iki gün gitmedikçe bu mektuba bakmamasını, sonra bakıp
içindeki emri yerine getirmesini ve arkadaşlarından hiç birine zorlamada bulunmamasını
emretmişti. Abdullah iki gün yol gidince, mektubu açıp baktığında, "Bu
mektubuma baktığın zaman, hemen Mekke ile Taif arasındaki 'Batnı nahle' isimli
yere varıncaya kadar yürü. Orada Kureyş'i gözetle ve haberlerini bize bildir."
diye yazılı olduğunu görünce, "Sem'an ve Taaten" (başüstüne) dedi.
Sonra arkadaşlarına, "Resulullah bana, Nahle'ye varıp, Kureyş'i gözetlememi,
haberlerini almamı emretti ve sizden herhangi birinize zorlamada bulunmayı,
yani sizi zorlamayı bana yasak etti. Dolayısıyla hanginiz şehit olmak ister
ve şehitliği arzularsa gelsin, istemeyen dönsün; bana gelince, ben Resulullah'ın
emrini yapacağım." dedi ve hareket etti. Arkadaşları da beraber hareket
ettiler, hiçbiri geri kalmadı, Hicaz'a doğru gittiler. Necran denilen bir
madene vardıklarında, Sa'd b. Ebî Vakkas ile Utbe b. Gazvan'ın bir gün birbiri
arkasına bindikleri binitleri kayboldu. Aramak için bu ikisi kaldılar, Abdullah
ile diğerleri gittiler, Nahle'ye indiler. Derken oraya Kureyş'in kuru üzüm
ve başka yiyecekler ve ticaret malları yüklü kervanı geldi. Kureyş'ten Amr
b. Hadramî, Osman b. Abdullah b. Muğire ve kardeşi Nevfel b. Abdullah b. Muğire
ve Hişam b. Muğire'nin kölesi Hakem b. Keysan vardı. Bunlar onların yakınlarına
indiler, Ukâşe b. Muhsin bunlara yanaşıp baktı, başını da kazıtmış idi. Bunu
gördükleri zaman emin oldular, "Bunlar bize birşey yapamaz." dediler.
O gün Cumadelâhirenin sonu ve ertesi günü Receb idi, bu da Haram aydı. Bundan
dolayı müslümanlar Receb girmeden çarpışmayı gerekli gördüler. Teym kabilesinden
Vakıd b. Abdullah, Amr b. Hadramî'yi bir okla öldürdü. Osman b. Abdullah ile
Hakem b. Keysan esir oldular. Nevfel b. Abdullah kaçtı, onu yakalayamadılar.Abdullah
b. Cahş ve arkadaşları kervanı ve bu iki esiri alıp Medine'ye Resulullah'a
getirdiler. Bu ganimet İslâm'da ilk ganimet ve bu öldürme müşriklerden ilk
öldürme idi. Abdullah arkadaşlarına: "Bu ganimetin beşte biri Resulullah'ındır."
demişti ve oysa o zaman daha "beşte bir" farz kılınmamıştı. Geldikleri
zaman Resulullah: "Ben size haram ayda savaşı emretmemiştim." diye
buyurdu. Abdullah: "Ey Allah'ın Resulü! İbnü Hadramî'yi öldürdük, akşam
Recep hilâlini gördük; bilmiyoruz Recebde mi yoksa Cumadelâhirde mi bunu yaptık."
dedi. Bundan dolayı Resulullah o ganimetten hiçbir şey almadı. Bunu görünce,
bu kişiler mahvolduklarını zannettiler ve "Tevbelerimiz hakkında birşey
inmedikçe kımıldamayız." dediler. Müslümanlardan bunlara: Bu hususta
emrolunmadığınız bir şeyi yaptınız, size savaş emredilmediği halde haram aylarda
savaş mı ettiniz?" diyenler oldu. Kureyş de "Muhammed ve arkadaşları
halkın geçinmeleri için gerekli şeyleri tedarik etmek üzere çalıştıkları ve
korkuda bulunanların güvencede bulunduğu haram ayları helâl saydılar, Recep
ayında kan döktüler." diye yaygara yaptılar. Mekke'de bulunan müslümanlar
da "Bunlar bunu Cumâdelâhirede yaptılar." diye suçlamayı reddediyorlardı.
Yahudiler de bununla, Resulullah aleyhine kendi hesaplarına "tefe'ül"
ediyorlar (hayra yoruyorlar); Amr b. Hadramî'yi Vâkıd b. Abdullah öldürmüş,
Amr: "Harb mamurlaştı, (imar edildi)", Hadramî: "Savaş hazırlandı",
Vâkıd b. Abdullah: "Savaş ateşlendi" diyorlardı. Kısacası söz çoğaldı
ve tefsircilerin çoğunluğuna göre, bu âyet, bunun üzerine indi.
Ey
Muhammed! Cevaben de ki bu ayda savaş, büyük bir günahtır, fakat Allah yolundan,
hak olan dinden alıkoyma ve Allah'ı inkar ve Mescid-i Haram'dan yasaklama
Mescid-i Haram halkını, Muhammed ve arkadaşlarını ondan çıkarmak da Allah
katında o savaştan ve diğer büyük günahlardan daha büyük bir günahtır. Fitne
de savaşmaktan daha büyüktür. Öyle halkı dışarı çıkarmak, şirk ve küfür, insanları
daha baştan veya daha sonra İslâm'dan menetmek, dinsizliği yaymakla herkesi
belaya sokmak, İbn-i Hadramî'nin öldürülmesinden, daha fecîdir, daha acıdır.
Oysa fitne taraftarı olan düşmanlar güçleri yeterse sizi dininizden çevirinceye
kadar sizinle savaşıp duracaklardır. Ve siz müslümanlardan herhangi biriniz
dininden döner de kafir olarak mürtetlikten tevbe etmeyerek giderse, artık
bu nitelikle nitelenmiş olanların bütün amelleri, İslâm halinde yaptıkları
iyiliklerin, güzel amellerin hepsi dünyada ve ahirette boşa gider, telafisi
mümkün olmayacak bir biçimde tutulur, yaşama hakkı kalmaz. Uğraşıp didinmeleri
boşa gider. ve bunlar cehennemliktirler. O ateşte ebediyen, kalırlar. Acaba
o günah olan savaşı yapan müfrezeyi oluşturan kişiler nevolacak dersiniz?
219-Ey
Muhammed! Sana şarap içmeyi ve kumar oynamayı, şarabı ve kumarı soruyorlar.
Bunu
soranlar Hz. Ömer ve Muaz ile birlikte sahabeden birtakım kişilerdi. "Ya
Resulallah şarap hakkında bize bir fetva ver, çünkü aklı gideriyor."
dediler ve bu âyet indi.
HAMR:
Âyet metninde yer alan "hamr" kelimesi, örtmek anlamına masdar olduğu
halde, çiğ üzüm şırasından keskinleşmiş ve köpüğünü atmış olan şaraba isim
olmuştur. Çünkü şarab aklı bürüyüp örter ve bir deyim ile, kafayı dumanlar
ki buna "humar" denilir. "Hamr" kelimesinin bu üzüm şarabına
isim olarak verilmesi özel bir isimlendirmedir. Bu nedenle "hamr"
kelimesi bir de genel olarak akla humar veren, yani "kafayı dumanlandıran
şey" anlamına kullanılır ki bu mânâya göre sarhoşluk veren şeylerin hepsi
"hamr"dır. İbnü Ömer hazretlerinden rivayet edilmiştir ki şarabı
haram kılan âyet indiği gün, şarap beş şeyden: üzümden, hurmadan buğdaydan,
arpadan, darıdan idi. Ve hamr, aklı bürüyüp örten demektir. Ebu Davud'da Numan
b. Beşir'den rivayet olunduğu üzere, Resulullah (s.a.v.) buyurmuştur ki: "Üzümden
bir şarap, hurmadan bir şarap, baldan bir şarap, buğdaydan bir şarap, arpadan
bir şarap vardır." demektir. Buna dayanarak İmam Mâlik ve Şâfiî ve bunlardan
önce veya sonra gelmiş bir çok âlimler ve fıkıhçılar, Kur'ân'daki hamr (şarab)ın
genel anlamı ile mutlak olarak sarhoşluk verici demek olduğuna ve dolayısıyla
her çeşit sarhoşluk verici nesnelerin Kur'ân âyeti ile aynen haram bulunduğuna
ve her birinin yalnız sarhoşluk verme derecesi değil, damlalarının bile içilmesinin
ve kullanılmasının, alınıp satılmasının asla caiz olamıyacağına hükmetmişlerdir.
Çünkü bundan sonra Maide Sûresinde: "İçki, kumar, putlar ve fal okları
hep şeytanın işinden olan murdar bir şeydir. O halde ondan kaçının."
(Maide, 5/90) buyurularak aynen "rics", yani pis olduğu beyanı ile
kaçınma emri buna dayandırılmıştır. Fakat İmam-ı A'zam Ebu Hanife hazretleri
ile beraber sahabe ve tabiinden birçok alimler ve fıkıhçılar "hamr"
kelimesinin açık ve kesin olan anlamı, özellikle üzüm şarabı olduğundan; inkarı,
insanı küfre sokacak biçimde Kur'ân âyeti ile "li aynihi" (bizzat)
haram olan şarabın bu olduğuna ve diğer sarhoşluk verici nesnelerin aynen
ve bizzat değil, sarhoşluk verici olmalarından dolayı Kur'an'ın bu âyetine
kıyası uygun düşerek, "Her sarhoşluk verici şey haramdır." gibi
hadis-i şeriflerle haram olduklarına ve dolayısıyla hamrın aynen necis olması
yüzünden bir damlasının bile içilip kullanılması kesinlikle haram ve müslüman
için alınıp satılması caiz olmadığına; ancak üzüm şarabı bulunmayan ve ondan
yapılmış olmayan diğer sarhoşluk verici nesnelerin haramlığı, ancak sarhoşluk
verme niteliği ile sabit olduğundan, içilmekten başka bir şekilde kullanılmaları
için, alınıp satılmasının da caiz olabileceğini söylemişlerdir. Demek olur
ki Kur'ân âyeti, üzüm şarabının aynen, haramlığında kesin hüküm ifade eder.
Bu âyetin diğer sarhoşluk verici nesneleri kapsamına alması sözcük olarak
değil haramlığın hikmeti olan "sarhoşluk verme" sebebi dolayısıyla
ve hadisi şeriflerin açıklamaları iledir. Kur'ân'daki sözcüklerin genel anlam
ifade etmesi muhtemel ise de, özel anlamda olduğu gibi kesinlik ifade etmez.
Buna göre, İslâm dininde genel olarak sarhoşluk veren şeylerin, sarhoşluk
verici olarak kullanılmaları haram; fakat üzüm şarabı aynen ve mutlak olarak
haramdır. Ve bunu inkar eden kâfirdir. Üzüm şarabının ve bundan yapılmış olan
sarhoşluk verici şeylerin, bizzat kendisi necistir. Öbürlerinin
ise necis olması şüphelidir. Mesela üzerine şarab, şampanya, rakı, konyak
dökülmüş olanlar, her halde yıkamadıkça namaz kılamazlar. Fakat üzüm şarabından
yapılmış olmayan ispirto, bira ve diğer sar -hoşluk verici şeyler içilemezse
de elbiseye veya bedene sürülmesi de namaza engel olur diye iddia edilemez.
Ebu Hanife hazretleri bu şekilde şaraptan başka sarhoşluk veren şeylerin bizzat
kendisinin ve damlasının necis ve haram olmadığına ve dolayısıyla sarhoş etme
derecesine varmaksızın, fasıklara ve kâfirlere benzeme kastı da bulunmaksızın,
kuvvet için az bir miktarda içilmesinin caiz olabileceğini söylemiş ise de,
"Fethu'l-Kadîr" de "Kitabu'l-Eşribe"de açıklandığı üzere,
üç mezheb ile Hanefi mezhebinde dahi tercih edilen, "Çoğu sarhoşluk veren
şeyin azı da haramdır." hadis-i şerifi gereğince, çoğu sarhoş edenin
azının da haram olmasıdır. Şer'an içme açısından bütün sarhoş edici şeyler,
âyetin genel anlamı ile hamr (içki)dır. Günümüzün fen bilimcilerinin, Kimya
ilmine göre düşünceleri de "ihtimar" (kendiliğinden köpürüp kabarma,
ekşiyip mayalanma) denilen kimyasal bir olay olma itibarıyla, her çeşit sarhoşluk
vericinin hamr özelliğinde ortak olmasıdır ki buna Arapça "el-kuhl"
kelimesinin frenkleştirilmişi olan "alkol", "el-küûl"
veya sadece "küûl" derler. Bu, hamrın genel anlamına uygun ise de,
aynı zamanda özel anlamının esas olduğuna da işaret etmektedir. Doktorluk
ve tedavi açısından konuya bakınca, bu açıdan konu, "Kim mecbur kalırsa,
diğerinin hakkına tecavüz etmemek ve zaruret miktarını geçmemek şartı ile..."
(Bakara, 2/173) ruhsatına uyarak, zaruret ve zaruret hükmünde bulunan ihtiyaç
meselelerinden birisi olur.
İslâm
dininde şarabın ve sarhoşluk verici nesnelerin yasak edilmesi tedricen (aşama
ile) olmuştur. İslâm'ın geldiği ilk zamanlar, henüz şarap mübahtı. Bu konuda
derece derece dört âyet inmiştir. Önce Mekke'de, "Hurma bahçelerinin
ve üzüm bağlarının meyvelerinden de, hem bir sarhoşluk verici şey çıkarırsınız,
hem de bir güzel rızık." (Nahl, 16/67) âyeti inmişti. O
zaman müslümanlar da içerler, Hz. Peygamber
ses çıkarmazdı. İkinci olarak yukarıda geçtiği üzere Hz. Ömer, Muaz ve diğer
bazı sahabelerin, "Ey Allah'ın Resulü, şarap hakkında bize bir fetva
ver, çünkü o aklı gideriyor." diye hükmünü sormaları üzerine bu âyet
indi ve ilk haram kılma bununla başladı. Bu âyette yasaklık açık olmakla birlikte
caiz olma ihtimali de yok değildi. Bunun
üzerine hemen terk edenler bulunduğu gibi, henüz terk etmeyenler de vardı.
Sonra bir namaz olayı üzerine, "Ey iman edenler! Sarhoş iken namaza yaklaşmayın."
(Nisa, 4/43) âyeti indi. Bunun üzerine içenler pek azaldı ise de yine vardı.
Bir gün İtban b. Mâlik, Sa'd b. Ebi Vakkas ile beraber birkaç kişiyi davet
etmiş, içki içmişler, sarhoş oldukları zaman, övünmeye ve şiir söylemeye başlamışlar.
Bu sırada Sa'd, Ensardan birinin hicvini (şiir yolu ile yerme) konu alan bir
şiir okumuş, o da bir çene kemiği ile ona vurup başını yarmıştı. Bundan dolayı
Sa'd, Hz. Peygambere giderek şikâyet etmiş, bunun üzerine Resulullah'ın: "Allahım!
Şarap hakkında bize yeterli beyanda bulun!" diye, dua etmesi üzerine
Mâide Sûresindeki: "Ey iman edenler! İçki, kumar, putlar ve fal okları
hep şeytanın işinden olan murdar bir şeydir. O halde ondan kaçının ki kurtuluşa
eresiniz. İçki ile kumarda şeytan sırf aranıza düşmanlık ve kin düşürmeyi
ve sizi Allah'ı anmaktan ve namaz kılmaktan alıkoymayı ister. Artık vaz geçiyorsunuz
değil mi?" (Maide, 5/90,91) âyetleri inmiş ve bununla şarabın haramlığı
son derece şiddetli bir şekilde yasaklanmıştır. Hz. Ömer bunu dinleyince,
"İnteheynâ ya Rabbî" yani tamamen vazgeçtik ya Rabbî demiştir. Hz.
Ali'nin: "Bir kuyuya bir damla şarap düşse, sonra oraya bir minare yapılsa,
o minarede ezan okumazdım ve bir damla şarap bir denize düşse sonra o deniz
kuruyup da yerinde otlar bitse orada hayvan gütmezdim." dediği, Abdullah
b. Ömer hazretlerinin de: "Bir parmağımı şaraba sokmuş olsam, o parmak
bende kalmazdı, yani keser atardım." dediği nakledilmiştir ki ilâhî emir
üzerine Resulullah'ın ashabının, ne büyük iman ve takvaları bulunduğunu anlamalıdır.
Allah cümlesinden razı olsun.
MEYSİR:
Meysire gelince yüsür veya yesardan mimli masdar olarak kumar oynamak anlamınadır.
Kumarda ya kolaylıkla zahmetsiz mal çarpmak veya çarptırmak vardır. Kumar
demek de zar gibi ne olacağı belli olmayan tehlikeli bir şeye bağlanarak mal
vermek veya almak demektir. Cahiliye devrinde Araplar gerek kendilerine ve
gerekse Acemlerden ve diğerlerinden belledikleri "nerd" yani tavla,
"satranç" ve diğerleri gibi oyunlarla kumar oynarlardı. Kısacası
frenklerin piyango dedikleri tarzda bölüşme yolu ile bir kumarları vardı ki
bunu "hayır" bile sayarlar ve övünerek yaparlardı. Şöyle ki: Zar
yerinde "ezlâm ve aklâ" denilen on adet okları vardı. Bunlara: Fezz,
tev'em, rakib, hils, nafis, müsbil, muallâ, menih, sefih, vağd derlerdi. Menih,
sefih, vağddan başka diğerlerinin bir hissesi bir payı olurdu. Meselâ, piyango
çekilmek üzere, bir deve kesilir, yirmi sekiz hisseye ayrılır; fezze bir,
tev'eme iki, rakibe üç, hilse dört, nefise beş, müsbile altı, muallaya yedi,
hisse ayrılır. Menih, sefih vağd okları boş ve mahrumdur. Bu on kalemin hepsi
"rebâbe" denilen bir torbaya atılıp adaletli kişinin önüne konulur,
o da torbayı çalkalayıp elini sokar, katılan herkes adına bir ok çeker, hissesi
bulunan ok çıkanlar belirlenmiş olan hisseyi alırlar, boş ok çıkanlar da mahrum
kalırlar ve fakat devenin bedelini öderler. Hisse çıkanlar da da paylarına
çıkan hisseyi fakirlere verirlerdi. Böylece meysir öncelikle diğer kumarlara
göre ehven-i şer (şerrin en hafifi) görünen ve hayır zannedilen böyle dağıtım
ve bölüşme; yani piyango tarzına denilmiş ve bundan, bütün kumarlara da "meysir"
denilmiştir. Hatta bir hadis-i şerifte, çocukların aşık ve ceviz oynamalarının
bile meysirden olduğu beyan edilmiştir. İki kişiden biri diğerine şu kadar
yumurtayı yiyebilsen şu senin olsun demişti. Bunlar Hz. Ali'ye hüküm vermesi
için başvurdular. Hz. Ali bu kumardır diye izin vermedi. Zaten hayır namına
piyango haram olunca diğer kumarların haydi haydi haram olacağı anlaşılır.
Şarap ile kumarın bir soruda bir araya getirilmesi de sarhoşluk veren şeylerle
kumarın beraber bulunduklarına işarettir.
Cevaben
de ki: bunlarda büyük bir zarar ve günah vardır. Genel olarak ikisi de malları
telef ve insanları perişan eder. Çoğu zaman bunlar birbirini sürükler. Önce
şarap aklı giderir ; akıl ise hem dinin, hem dünyanın dayanağıdır. Artık sarhoşlukla
öyle cinayetler yapılır ve kumarbazlıkla öyle fenalıklara düşülür ki bunlar
saymakla bitmez, ancak "büyük günah" adı ile anlaşılır. Bununla
birlikte, bunlarda insanlara bazı yararlar da vardır. Bu cümleden olarak biraz
neşe ve lezzet duyulur, birçok ticareti yapılır. Korkaklara cesaret ve mizaca
kuvvet gelir. Kumarda , bazıları bedavadan mal ele geçirir. Günahları da faydalarından,
zararları yararlarından çok büyüktür.
Şu halde yararları gerçek ve sağlam bir yarar değildir. Verdikleri
neşe humar (aklı örtmek)a dönüşür. O gelip geçici cesaret, felaket nedeni
olur. O gelip geçici mizaç kuvveti, sağlığı bozar; kazanılan malın hayrı olmaz,
bir kâr yüz zarar getirir. Buna tutulanlar yakalarını zor kurtarır. Kısacası
neşe ve lezzetleri kişisel ve gelip geçici olduğu halde; zararları, ortaya
çıkardıkları kötü sonuçlar, hem kişisel ve sosyaldir, hem bedensel ve hem
de ahlâkidir. Bulaşıcı hastalıklar gibi herkese geçicidir. Cezasını başında
çekmeyenler sonunda çekerler. Hayali olan bir parça kâr için, kesin ve genel
bir zarara düşmek de akıl işi değildir. Zararı gidermek, yarar sağlamaktan
önce gelir. Şu halde bunların aklen haram olması gerekir. Bu âyet de böyle
delâlet-i iltizamiye (dolaylı bir delaletle) şer'an bunların haramlığını ifade
etmiş olur. Kur'ân'da şarap hakkında başka bir âyet olmasaydı, sadece bununla
şarabın haramlığı sabit olurdu. Ancak bu haram kılma, bizzat ifadenin kendi
kelimesinden açıkça anlaşılan bir haram kılma olmazdı; aklına güvenerek zararlarını
sınırlayıp ve yararlarından istifade edeceğini zannedenler bulunabilirdi.
Bunun için, ashabı kiram arasında bu akla dayanan haramlıktan, şer'i haramlık
anlamayan kişiler olmuş, daha sonra, "Murdardır, ... ondan kaçının"
(Maide, 5/90) emri ile açık ve mutlak bir şekilde şer'i haramlık meydana gelmiştir.
Kısacası,
şarap içmeyiniz veya sarhoşluk veren şeyleri kullanmayınız, kumar oynamayınız,
piyango ile hayır yapılır zannetmeyiniz; bunların, kötülüğü hayrından, günahı
yararından çok büyüktür. Buna karşı, hayır olmak üzere sana ne harcayacaklarını
yine soruyorlar, iki anlama gelir. Birisi nereye harcama yapılacağını sormak,
diğeri de ne verilerek harcama yapılacağını sormaktır ki birincisinde, yani
nafaka verilecek, mal harcanacak kimseler ve yerler, ikincisinde de verilecek
mal, yani bizzat nafakanın kendisi sorulmuş olur. Yukarda birincisinin cevabı
verilmişti. Şimdi kumarın yasak edilmesinden sonra, ikincisine cevap olarak,
de ki fazlasını harcayınız. Yani malınızın gerekli ihtiyaçlarınızdan fazlasını
infak ediniz. Piyango, kumar gibi gayri meşru araçlarla değil, meşru nedenlere
sarılarak mal kazanınız. Ve bu maldan kendinizin aile ve çocuklarınızın gerekli
ihtiyaçlarına yeterli olanından fazlasını yukarda açıklanan yerlere ve hayır
yerlerine harcayınız. Diğer ayetlerde de görüleceği üzere küçük çocuklar,
eş, muhtaç olan ana-baba ve bunlarla aynı hükümde olan usul (dedeler, nineler),
kişinin ailesinden ve bakmakla yükümlü olduğu kimselerdendir ve bunların nafakası,
kişinin kendi nafakasından sayılır. Dolayısıyla hayır yapacağız diye kendinizi
ve bakmakla yükümlü olduğunuz ailenizi (ehl ü ıyal) nafakasız bırakmak caiz
olmaz. Hayır yerlerine harcama bunların fazlasından yapılır. İşte böyle Allah
sizin için şer'i hükümlerine delalet eden, onları gösteren âyetler, nasslar,
deliller açıklayacaktır ki, siz bunları düşünesiniz, düşünüp te bunların amaçlarını
öğrenesiniz ve gereğince amel edesiniz.
220-Şu
kayda dikkat etmelidir ki, O âyetleri hem dünya ve hem ahiret hakkında olmak
üzere açıklayacaktır. Böylece din ve İslâm şeriatı ne yalnız dünyaya ve ne
de yalnız ahirete mahsus olmayacak, hem dünyayı ve hem ahireti kapsayacaktır.
Ve bunda, "Ey Rabbimiz! bize dünyada bir güzellik ver, ahirette de bir
güzellik ver. Bizi ateş azabından koru." (Bakara, 2/201) diye dua edenlerin
duasına cevap bulunacaktır. Böyle olunca bu şeriattan yalnız dünya isteyen
kâfirler de büsbütün mahrum kalmayacak, ahiretten payları olmamakla beraber
dünyaları için yararlanacaklardır. Ve böylece Hz. Muhammed'in Peygamberliğinin
"Rahmeten li'l- âlemin" (âlemlere rahmet) olduğu ve İslâm dininin
herkesi kapsayan bir Tevhid dini olduğu ortaya çıkacaktır. Ve bununla birlikte
ahiret sevabı isteyenlerin sevapları artacak, bunlar iyiliği emir ve kötülüğü
yasaklamayı yüklenerek "Vasat Ümmet" (orta yolu benimseyen ümmet)
olacaklardır. Açıklanacak deliller ve onların hükümleri böyle dünya ve ahireti
kapsamakla, sana yetimleri soruyorlar. Rivayet olunduğuna göre, Nisa Sûresindeki,
"Yetimlerin mallarını haksızlıkla yiyenler, karınlarına sadece ateş yiyip
doldururlar ve yarın çılğın ateşe girerler." (Nisa, 4/10) âyeti inince
insanlar yetimlerle bir arada olmaktan ve onların mallarına bakmayı üstlenmekten
sakınır oldular. Bu iş onlara zor göründü ve Resulullah'a bu durumu arz ettiler,
bunun üzerine bu âyet indi. Cevaben de ki yetimlerin durumlarını düzeltmek
onları ihmal edip bırakıvermekten daha hayırlıdır. Şu halde düzeltme amacıyla
durumlarına karışıp mallarına el sürmek, onların yararlarını, geleceklerini
gözeterek işlerine bakıp kendilerini eğitmek ve terbiye etmek ve mallarını
artırmak her halde bunlardan kaçınmaktan daha iyidir. Ve eğer siz onlardan
kaçınmaz da onlara karışırsanız, onları yanlarınıza alır, onlarla birlikte
yaşar, onlarla birlik olur, onları evlendirmek suretiyle içinize alır, işlerine
bakarsanız, onlar sizin (dinde) kardeşlerinizdir, din kardeşliği ise kan kardeşliğinden
aşağı değil daha güçlüdür. İnsan olan kardeşini atamıyacağı gibi, müslüman
olan da din kardeşini atamaz, kardeşlik hukukunu gözetir.
"Müminler
ancak kardeştirler, onun için iki kardeşinizin arasını düzeltin." (Hucurat,
49/10) âyetinden anlaşılan mânâ uyarınca kardeşliğin gereği ise, kardeşin
durumunu düzeltmek ve onun yararına çalışmaktır. Aksi halde onlar size kardeş
değil, bir yabancı veya bir düşman olarak yetişebilirler. Bu ise sosyal hayatımızda
büyük gedikler açar. Bunun için evlenme yoluyla birilerine karışacak olursanız
bu, din kardeşlerinizle olsun. Allah da işleri bozucu olanı ve düzeltici olanı
bilir ve bunları birbirinden ayırır ve ona göre mükafatlarını ve cezalarını
verir. Bunu bilmeli ve düzeltme adı altında işi bozmaya kalkışmamalıdır. Allah
dileseydi, sizi zorluklara koşar, ağır yükümlülüklerle zahmetlere sokardı,
aciz bırakır, yetimlere hiç karıştırmazdı. Kendi derdinize düşer, onlara ne
düzeltme ve ne de bozma, hiç bir şey yapmaya gücünüz yetmezdi. Bunun için
Allah'ın verdiği güç ve kuvvete şükür olmak üzere, yetimlere ve güçsüzlere
bozma ile değil, düzeltme ile davranınız. "Canım filan kimse yetimin
hakkını yedi de ne oldu..." demeyiniz. Herhalde Allah Aziz ve Hakimdir
(çok güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir) O'nun emri mutlaka yerini bulur.
Mühlet verir, hemen yerine getirmezse de, bu hikmetindendir ve hikmeti siz
bilmezsiniz. Bu konuda nice hadis-i şerifler de vardır. Bu cümleden olarak:
"Yetimin ağlamasından Arş titrer."(1) Yine bunun gibi, "Ben
ve yetimin bakımını üstlenen kimse, Cennette şu iki parmak gibiyiz."(2)
buyrulmuştur.
Din
kardeşlerinizden olan yetimlerle birbirinize karışma olayını tamamlayan şeylerden
biri de nikâ h ve nikâ h akrabalığı yoluyla karışmadır. Bu münasebetle mutlak
olarak nikâh hakkındaki şer'i hükmü dinleyiniz:
Meâl-i
Şerifi:
221-
Müşrik kadınları, iman etmedikçe nikâhlamayın. Bir müşrik kadın, sizin hoşunuza
gitse bile, iman etmiş olan bir cariye herhalde ondan daha hayırlıdır. Müşrik
erkeklere de mümin kadınları nikâh ettirmeyin. Bir müşrik, sizin hoşunuza
gitse bile, mümin bir köle elbette ondan daha hayırlıdır. Onlar sizi ateşe
davet ederler, Allah ise, kendi izniyle cennete ve mağfirete davet ediyor
ve âyetlerini insanlara açıklıyor. Umulur ki onlar hatırda tutup, öğüt alırlar.
221-Nikâh,
sözlükte bir şeyi birşeye eklemek, katmak anlamından alınma olarak sözlük
örfünde, sifah'ın yani zinanın zıddı olan ve cinsel birleşmeyi meşru kılan
sözleşme anlamlarında kullanılır. Şer'an ise, "kadının kadınlığından
yararlanma üzerine kurulan bir sözleşme" diye tanımlanır ki burada da
söylenmek istenen budur.
Müşrik,
Kur'ân dilinde iki anlama gelir ki biri zahirî, diğeri hakikîdir. Zahirî müşrik,
açıktan açığa Allah'a ortak koşan, birden fazla ilâh olduğu kanaatinde olanlardır.
Bu anlama göre, Kitap ehline müşrik denmez. Hakikî müşrik de gerçekten tevhidi
ve İslâm dinini inkar edenler, yani mümin olmayan gayr-i müslimlerdir. Bu
anlama göre, kitap ehli olan Yahudiler ve Hıristiyanlar da müşriktirler. Çünkü
bunlar, dıştan tevhide inandıklarını ileri sürmelerine rağmen, gerçekte Allah'ın
çocuğu olduğu kanaatindedirler. Hıristiyanlar, teslise (Allah'ın baba, oğul
ve Rûhu'l-Kudüs olmak üzere üç olduğuna) inanırlar. Ve "Mesih, Allah'ın
oğludur." derler. Yahudiler de "Üzeyr Allah'ın oğludur." demişlerdir.
Böyle demekle birlikte onlar tevhide inandıklarını da iddia ederler. Demek
ki her ikisi de dıştan dışa müşrik değillerse de, gerçekte müşriktirler. Bunun
için mutlak olarak müşrik denildiği ve özellikle iman karşılığında söylendiği
zaman, mutlak anlamı üzere kullanılmış demektir ve genel olarak kâfirleri
kapsar. "Ne kitap ehlinin kafirleri ve ne de müşrikler Rabbinizden size
her hangi bir iyilik inmesini istemezler." (Bakara, 2/105) gibi, mutlak
küfürle karşılıklı olarak söylendiği zaman da müşrik kâfirden daha özel olarak,
Kitap ehlinden başkalarına ait olur. Bu âyette de, "Müşrikat" (müşrik
kadınlar) ve "Müşrikin" (müşrik erkekler) mümin karşılığı olarak
mutlak ve elif-lam'lı olarak içine aldığı fertleri daha çok kapsayan, genellik
ifade eden bir sözcükle söylenmiş bulunduğundan zahirî ve gerçek, bütün müşrikleri
yani bütün kâ firleri içine alır. Şöyle ki:
Ey
iman ehli, gerek dıştan dışa ve gerekse gerçek müşrik olan yani mümin olmayan
kadınlardan hiç birini nikâhınıza almayınız. Onlarla evlenmeyiniz. Nihayet
iman etsinler, o zaman evlenebilirsiniz.Ve şunu mutlaka biliniz ki mümin olan
bir cariye, müşrik olan bir kadından daha hayırlıdır, isterse o müşrik kadın
sizi büyülemiş ve hayran bırakmış güzelliği, hâl ve tavırları, terbiye ve
nezaketi son derece hoşunuza gitmiş olsun. İmanlı bir kadın evli bir cariye
bile olsa, mümin olması bakımından, nikâh ve evlenmeye kendisi ile aile kurulmasına
gerekli olan iffet, dürüstlük, sadakat ve bağlılık açısından, hür ve pek güzel
görünen imansız bir kâfir kadından çok yüksektir. Bunun için imansız kadınlarla
evlenip de aile kurmaya kalkışmayınız. Burada müşrik kadından mümin kadın
karşılığı söz edilmesi, müşrik kadınlardan maksadın iman etmeyen tüm kâfir
kadınlar olduğunu ayrıca gösteren bir nassdır (delildir). Gerek zahirî, ve
gerekse hakikî müşrik olsun ve gerek Kitap ehli olsun, gerekse olmasın mümin
olmayan kâfir erkeklerin hiç birine de nikâh etmeyiniz. Onları sizden hiç
bir kız ve kadınla evlendirmeyiniz. Nihayet o imansızlar, iman etsinler o
zaman verebilirsiniz. Ve hiç kuşkusuz mümin olan köle herhangi bir müşrikten,
imansız kâfirden hayırlıdır. İsterse o kâfir sizi büyülemiş, kendisine hayran
etmiş olsun, hürriyeti, güzelliği veya serveti veya makam, mevki ve dünya
talihi veya öteki halleri ve davranışı ile pek fazla gözünüze girmiş bulunsun.
Böyle
bile olsa mümin olmayan kimseye hiçbir mümin ve müslüman kadını nikâ hlamayınız.
O imansızlar erkek olsun, kadın olsun çıraları insan ve taş olan o belalı
ateşe davet ederler, durumları ve sözleriyle ona çağırırlar. Allah ise, izni
ve emri ile cennete ve bağışlanmaya çağırıyor. Âyetlerini ve hükümlerinin
delillerini gafil insanlara açıklıyor ki, onları kafalarında canlandırıp akıllarını
başlarına alsınlar. Ve mümin olmayanların mutlaka müşrik olduklarını ve bunlarla
nikâhlanma ve onları nikâ hlamanın zina ve şirk ile sonuçlanacağını anlasınlar,
bu nokta derinden derine düşünmeye muhtaç değildir, bunu hatırlayıp zihinde
canlandırmak yeterlidir. O halde ey iman edenler! Allah'ın emrini, çağrısını
bırakıp da o erkek veya kadın kâfirlerle evlenmek veya onları evlendirmek
suretiyle kendinizi ateşe atmayınız.
İslâm'ın
geldiği ilk zamanlarda, müslümanlar gerek kitap ehli ve gerekse kitapsız genel
olarak müslüman olmayanlarla kız alır verirlerdi. Bu arada Abdullah b. Revaha
(r.a.) müslüman bir cariyesini hürriyetine kavuşturmuş ve onunla evlenmişti.
Şereflerine düşkünlüklerinden kâfir kadınlarla evlenmeyi arzu eden insanlar,
bir cariye ile evlendi diye onu yermişlerdi. Bir de aralarında Haşim Oğulları
ile dostluk anlaşması olan Ebu Mersed Ganavî, Kennaz b. el-Husayn veya Mersed
b. Ebi Mersed, Kureyş'ten Anak adında müşrik olan, ancak güzellikten payını
almış bir kadınla evlenmek için, Resulalluh'tan izin istemiş, "İnneha
tu'cibunî Ya Resulallah (o benim hoşuma gidiyor, Ya Resulallah!)." demişti.
Yine bunun gibi, Huzeyfe b. el-Yeman, Velidei Sevda Hasna adındaki cariyesini
azad edip onunla evlenmişti. Bu olaylardan birisi veya hepsi nedeniyle bu
âyet indi, kâfirlerle evlenme ilişkisi içine girmek, yani gerek almak ve gerek
vermek, ikisi de kesin bir biçimde yasak ve haram kılındı. Bunun haramlığının
şiddetine bir uyarı için, genel olarak inanmayanlara "Müşrik" denmiş,
"Onlar gerek sana ve gerekse senden önce indirilen kitaplara inanırlar
ve ahirete de kesin olarak iman ederler." (Bakara, 2/4) âyetinin anlamı
gereğince Hz. Muhammed'in tebliği uyarınca tek Allah'a inanan bir mümin olmayanların
hepsinde, zahirî olmasa bile, hakikî bir müşriklik bulunduğu ve bunlarla nikâh
yapmanın ateşe atılmak demek olduğu da özellikle hatırlatılmıştır ki haramlığın
ne kadar şiddetli olduğuna bir uyarıdır. Ancak Maide Suresinde, " sizden
önce kitap verilen ümmetlerin hür ve iffetli kadınları da iffetlerinizi koruyarak,
zina etmeksizin, gizli dost tutmaksızın, kendilerine mehirlerini verip nikâhladığınız
takdirde size helâldir" (Maide, 5/5) âyeti uyarınca bu âyetin birinci
fıkrasından Kitap ehlinin kadınları istisna olunarak, Kitap ehlinden kız almaya
mekruh olarak ruhsat verilmiş; fakat ikinci fıkra muhkem olarak kalmış ve
kız vermeye hiçbir şekilde izin verilmemiştir. "Erkekler, kadınları yönetmeye
yetkilidirler." (Nisa, 4/34) ilâhi kânunu gereğince kadınlar kocalarının
yönetimi altında bulunurlar. Dolayısı ile, bir mümin kadını, bir kâfir ile
evlendirmek onu, o kâfirin yönetimi altına bırakmak ve onun davasına mahkûm
etmek olacağından, o mümin kadını kesinlikle ateşe atmaktır. Ancak bu ilâhî
kânunu bilen ve kendini ona göre idare edebilecek olan erkekler hakkında bu
yönetim altına giriş ve çağrıya mahkûm oluş zorunlu ve kesin değildir. Bu
şartlar altında, müslüman erkekler için ihtiyaç hâlinde bir ruhsata imkân
vardır. Bunun için bu âyetle yol gösterme ve hatırlatmadan sonra, "Kitap
verilen ümmetlerin hür ve iffetli kadınları" (Maide, 5/5) âyetiyle gereğinde
yalnız Kitap ehlinden kız almaya ruhsat verilmiş ve zururetler kendi miktarlarınca
takdir olunacağından, bunun dışındakiler yine haramlıkta bırakılmıştır. Şunu
da hatırlayalım ki, "O yerde ne varsa hepsini sizin için yaratandır.
Sonra semaya doğrulmuş iradesini göklere yöneltmiştir." (Bakara, 2/29)
âyeti gereğince mallarda ve eşyada asıl kural, onların mübah olduğu ve haramlığına
dair delil bulunmadıkça mübahlık ile amel olunacağı; fakat "sizin için"
buyrulduğundan dolayı bu mübahlıkta insanların canlarının ve ırzlarının dahil
olmadığı ve aksine mallardaki asıl kural olan mübahlık insanların canlarını,
ırzlarını, haklarını ve yararlarını korumak için bulunduğudur. Kısacası can
ve ırzda haramlık asıl kural olunca bir mübahlık ve izin delili bulunmadıkça
can gibi ırzda da tasarrufta bulunmak haram olacağından nikâh kıyma izni,
mutlaka bir delile dayalı olacaktır. Mübahlığına delil bulunmayan yerlerde
nikâh kıymak haramdır. Yani o nikâh, nikâh değil zinadır. Bu nokta üzerinde
iyi düşünülünce anlaşılır ki bu âyetteki kadın ve erkek müşrikler, kadın ve
erkek müminlerin karşılığı olmasaydı da, zahirî müşrik anlamında olabilseydi,
o zaman da müslüman kadınlarının diğer kâfirlere nikâh edilmeleri aslî haramlıkla
haram olacaktı. nkü "hür ve iffetli kadınlar" ifadesiyle müslüman
erkeklerin Kitap ehlinin kadınlarıyla evlenmelerine izin verilmiş olduğu halde;
müslüman kadınların Kitap ehlinin erkekleriyle evlenmelerinin caiz olacağına
dair ne âyet, ne hadis hiçbir mübahlık delili gelmemiştir. Özet olarak, yakında
geleceği üzere müslümanların kadınları, İslâm tohumları için şerefli bir tarladır.
Ve müslümanlar genellikle tarlalarından ve ekin ektikleri yerlerden hiçbirini
yabancılara çiğnetmemek, cinsel birleşmelerine izin vermemekle yükümlüdürler.
Mal
tarlası olan vatan toprağını yabancılara çiğnetmek büyük bir felaket olduğu
gibi, can ve din tarlası olan İslâm kadınlarını başkalarına çiğnetmek de felaketlerin
felaketidir. Bunlar nikâh değil, onların çağrısına uyup canları ateşe atmaktır.
" Onlar sizi ateşe davet ederler, Allah ise -izni ile- cennete ve mağfirete
davet ediyor ve âyetlerini insanlara açıklıyor. Umulur ki onlar hatırda tutup,
öğüt alırlar." (Bakara 2/221).
Şimdi nikâh dolayısıyla:
Meâl-i
Şerifi:
222-Ey
Muhammed! Sana kadınların ay başı halinden de soruyorlar. De ki: O bir eziyettir
Onun için ay başı halinde oldukları zaman kadınlardan çekilin ve temizleninceye
kadar onlara yaklaşmayın. İyice temizlendikleri zaman ise Allah'ın emrettiği
yerden onlara varın, yaklaşın Şüphesiz ki Allah çok tövbe edenleri de sever,
çok temizlenenleri de sever.
223-Kadınlarınız,
sizin için bir tarladır. O halde tarlanıza dilediğiniz gibi varın ve kendiniz
için ileriye hazırlık yapın. Allah'tan korkun ve bilin ki siz mutlaka O'nun
huzuruna varacaksınız. Ey Muhammed, müminleri müjdele!
222-MAHÎZ:
Mimli masdar, mekan ismi veya zaman ismi olabildiğine göre; hayız, (aybaşı
kanı) hayız yeri, veya hayız zamanı demek olur. Hayız, aslında dilde seyelan
(akmak) anlamında alınmış olarak kadınların âdeti olan kan akıntısının ismidir,
rahimden zaman zaman gelen kirli bir tabii salgı olup kişilere ve durumlara
göre süresi farklılık gösterir. Bununla birlikte en azı üç, en çoğu on gündür.
İmam Şâfiî, en azı bir, en çoğu on beş gün olduğu ve İmam Malik, en az ve
en çok müddetin belirlenmesinin mümkün olmadığı kanaatine varmışlardır. İki
hayız arasındaki temizlik süresine "tuhur" denilir. Hayzın şer'î
hükümleri, namaz ve oruca engel olması, mescide girmekten, Kur'an okumaktan
ve mushafa dokunmaktan kaçınılması, kadının bununla bülüğa ermesi ve bu halde
cinsel birleşmenin haram olmasıdır ki burada açıklanan da budur. Şöyle ki:
Sana
hayız hakkında soru soruyorlar. Burada ve daha önceki âyette atıf (ulama)
vavı ile buyrulması dolayısıyla bu soruların şarap ve kumarla birlikte sorulmuş
olması ihtimal dahilindedir. Veya bu atıf, bu soruların müslümanlar tarafından
sorulmuş olduğuna işarettir. Cahiliye Arapları hayızlı kadınlarla birlikte
durmazlar, beraber yemek yemezlerdi. Yahudilerin ve Mecusilerin âdetleri de
böyleydi. Hıristiyanlar ise hayza önem vermezler, cinsel birleşmede bile bulunurlardı.
Nihayet ashabdan bir kaç kişi ile birlikte Ebüddehdah - Allah hepsinden razı
olsun Peygambere sordular, ifrat (aşırı gitme) ve tefrit (ihmalkâr davranma)
arasında orta bir yol olmak üzere şu cevap indi:
De
ki, o bir kirlilik, bir pisliktir. Yani yaklaşana tiksinme ile eziyet verecek
murdar bir şeydir. Kokusu fena, rengi bozuk, karışımı kirli, pis, değersiz
bir salgıdır. Dolayısıyla kadınlardan hayız zamanına veya hayız yerine özel
olmak üzere çekilin, temizleninceye, temizlik haline girinceye kadar o kadınlara
yaklaşmayın, yani cinsel birleşmede bulunmayın veya dizlik altına (göbekle
diz kapağı arasına) yanaşmayın. Temizlik sonunda temizlendikleri, yani boy
abdesti alıp iyice temizlendikleri zaman, onlara Allah'ın emrettiği yerden
gidin, şüphe yok ki Allah insanlık gereği meydana gelebilecek kusurlardan
dolayı çok çok tövbe edenleri sever. Ve tertemiz olmağa çalışanları, terbiye
ve ahlâka aykırı davranışlardan ve pislikten sıyrılıp pampak olanları sever.
O halde siz de Allah'ın sevdiği gibi olun ve Allah'ın sevdiklerini sevin.
223-Rivayet
olunduğuna göre Yahudiler, bir kimse karısının önüne arkasından yaklaşarak
cinsel birleşmede bulunursa, doğacak çocuğu şaşı olur derler ve bunun Tevrat'ta
olduğunu söylerlermiş, Resulullah'a bu aktarılmış, "Yahudiler yalan söylüyorlar."
HARS:
aslında ziraat gibi ekin ekmek demek olup ekin yeri, ekilecek tarla anlamına
isim de olur ki burada bu mânâdadır. Bu ifade ile kadının kadınlık organı
bir yere, erkeğin spermi tohuma, doğacak çocuk da bitecek ürüne benzetilerek
bir istiâre yapılmış ve bununla Allah'ın emrettiği ekin yeri açıklanmıştır
ki anlam şu olur: Kadınlar sizin ekinliğinizdir, siz onlara insan ve müslüman
tohumları ekip ürün olarak nesil, döl yetiştireceksiniz. Öyle ise tarlanıza
(tarla anlamı unutulmamak ve ekin yerinden olmak şartıyla) dilediğiniz taraftan,
hangi pozisyonda isterseniz gidiniz. Ve bununla birlikte kendiniz için ilerisini
gözetip ona göre ihtiyatlı bulununuz, sadece şehvetinizi söndürmekle meşgul
olmayıp geleceğiniz için salih ameller ile hazırlık görünüz. Ve Allah'a isyandan
sakınınız da eğri yola gitmeyiniz. Ve biliniz ki, siz mutlaka Allah'a kavuşacak,
O'nun huzuruna çıkacaksınız. Dolayısıyla yüzünüzü güldürecek şeyler kazanın
da rezil olacağınız şeylerden kaçının.
Ey
Muhammed! Bu hükümleri ve irşadları tebliğ et, ve bunları gönül hoşluğu ile
kabul edip uygulayacak olan müminleri de müjdele.
Meâl-i
Şerifi:
224-Sözünüzde
durmanız, kötülükten sakınmanız ve insanların arasını düzeltmeniz için, Allah'ı
yeminlerinize hedef veya siper edip durmayın. Allah, her şeyi işitir ve bilir.
225-Allah, sizi yeminlerinizde bilmeyerek ettiğiniz lağıv (herhangi
bir kasıt olmadan, kanaate göre yanlış yere yapılan yemin)dan sorumlu tutmaz.
Fakat kalbinizin kazandığı yalan yere yapılan yeminden sorumlu tutar. Allah
çok bağışlayıcıdır, çok halimdir.
226-Kadınlarından
îlâ edenler (onlara yaklaşmamaya yemin edenler) için dört ay beklemek vardır.
Eğer bu yeminlerinden dönerlerse, şüphesiz ki Allah çok bağışlayıcıdır, çok
merhamet edicidir.
227-Yok
eğer boşamaya karar vermişlerse, şüphesiz ki Allah söylediklerini işitir,
kurduklarını bilir.
228-Boşanan
kadınlar, kendi kendilerine üç adet süresi beklerler ve Allah'ın rahimlerinde
yarattığını gizlemeleri, kendilerine helâl olmaz. Eğer Allah'a ve ahiret gününe
inanıyorlarsa gizlemezler. Kocaları da, barışmak istedikleri takdirde o süre
içersinde onları geri almaya daha layıktırlar. O kadınların, üzerlerindeki
meşru hak gibi, kendilerinin de hakları vardır. Yalnız erkekler için, onların
üzerinde bir derece vardır. Allah çok güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir.
229-
Boşamak (talak) iki defadır. Ondan sonrası ya iyilikle tutmak veya güzellikle
salmaktır. Onlara verdiklerinizden bir şey almanız da size helâl olmaz. Ancak
Allah'ın çizdiği hudutta duramayacaklarından korkmaları başka. Eğer siz de
bunların, Allah'ın çizdiği hudutta duramayacaklarından korkarsanız, kadının,
ayrılmak için hakkından vazgeçmesinde artık ikisine de günah yoktur. İşte
bunlar, Allah'ın çizdiği hudududur. Sakın bunları aşmayın, Her kim Allah'ın
hududunu aşarsa, işte onlar zalimlerdir.
230-Eğer
kadını bir daha boşarsa, bundan sonra artık başka bir kocaya varıncaya kadar
ona helâl olmaz. Eğer ikinci koca da onu boşarsa, Allah'ın hududunu sağlam
tutacaklarını ümid ettikleri takdirde öncekilerin birbirlerine dönmelerinde
her ikisine de günah yoktur. İşte bunlar, Allah'ın tayin ettiği hudududur.
Bunları, bilen bir kavim için açıklıyor.
224-
URDA: Gergi ve engel veya açıktan hedef gibi bir şeyle karşı karşıya olup
duran demektir.
YEMİN:
Aslında güç ve sağlamlık demektir. Bu nedenle sağ ele "yemin" denildiği
gibi, "Bir sözü, Allah'ın adını özel bir biçimde anarak güçlendirmeye"
de şeriate göre yemin denilir ki söylediği sözü Allah huzurunda Allah'ı şahit
tutarak O'nun büyüklüğü adına söylediğini göstermek suretiyle bir yüklenme
ifade eder. Bunun için yalan yere yemin etmek, sonu pek tehlikeli ve korkulu
bir günahtır.
ÎLÂ
da aslında yemin etmek anlamınadır. Şeriate göre, karısı ile cinsel birleşmede
bulunmamak üzere yemin etmektir.
TALÂK:
Boşamak anlamına bir isimdir. Selâm, teslim gibi...
TATLÎK:
Dil açısından boş bırakmak, salıvermek gibi bir şeyin bağını çözüp salıvermektir
veya saldırıvermektir. Şeriate göre, nikâh bağını ortadan kaldırmaktır, dilimizde
buna boşamak denilir.
MA'RUF:
Marifet kelimesinden, aslında tanınmış anlamına sıfat olup bu kelimeden (akıl
veya şeriat ile iyi tanınan her fiile isim ) olmuş kapsamlı bir kelimedir
ki bunun karşıtı münkerdir. Adaletli ve ölçülü olmak, hakkı gözetmek, iyilik
etmek, cömertlik, tatlı dil, iyi davranış ve benzerleri gibi iyi görülen mânâlara
ve güzel âdetlere hep "ma'ruf" denilir.
Ey
müminler! Bir de Allah'ı yeminlerinize, maruz (engel) kılıp durmayınız, ki
sözünüzde durasınız, kötülükten sakınasınız, halkın arasını düzeltesiniz...
Yani Allah'a çok yemin etmezseniz itaatkâr, müttaki, düzeltici olabilirsiniz
veya iyilik takva ve dargınlıkları barıştırmak için de olsa Allah'a çok yemin
etmeyiniz. Veya yeminleriniz bahanesiyle iyilik etmenize, fenalıktan korunmanıza,
dargınlıkları barıştırmanıza Allah'ı ortada bir engel, bir sed gibi tutmayın.
Yani bu gibi güzel işleri yapmayacağınıza yemin edip de Allah'ı bunlara engel
tutmaya kalkışmayın. Önce böyle yeminler etmeyin; ikinci olarak, böyle hayrı
terke dair olan yeminlerinizde durmak, Allah rızasına uygundur sanmayın. Nitekim
bir hadis-i şerifte de yer almıştır ki: "Bir kimse bir şeye yemin eder
de sonra ondan başkasını daha hayırlı görürse, o hayırlı şeyi yapsın ve yeminine
keffaret versin." Rivayet olunduğuna göre Abdullah b. Revaha bir kırgınlık
yüzünden eniştesi Bişr b. Numan'ın yanına gitmeyeceğine ve onunla konuşmayacağına
ve kız kardeşi ile aralarını düzeltmeye çalışmayacağına yemin etmiş ve bunun
üzerine, "Allah'a yemin ettim, artık yeminimi bozmam câiz olmaz."
demişti. Bu âyet, bunun veya Hz. Ebu Bekr'in bir yemini hakkında inmiştir.
Hz. Aişe demiştir ki bu âyet, Allah'a yemini tekrar etmenin aleyhinde inmiştir.
Buna göre doğru yemin etmek yasaklanmış olunca, artık eğrisinin nasıl olacağı
bir düşünülsün. Allah semi'dir, yapılan yeminleri işitir, Alîmdir, niyetlerinizi
bilir.
225-O
halde her yemine karşılık sorumlu tutar mı? Yeminleriniz içindeki lağv kısmı
ile Allah sizi sorumlu tutmaz.
LAĞV:
Önem verme seviyesinden düşük olan söz demektir. Lağv yemini de içinde bir
kararlaştırma ve kasıt bulunmayan yemindir. Bu da bir şeye kanaatine göre
yemin etmek ve sonra onun aksine olduğunun anlaşılmasıdır ki bunda yalan kastı
yoktur. Fakat İmamı Şafii, lağv yeminini, konuşurken "hayır vallahi,
evet vallahi" gibi sırf pekiştirme için söylenip yemin anlamı akla gelmeyen
yemin sözcüklerine katmış ve bunda keffaret lazım gelmeyeceği kanaatine varmıştır.
Ancak bu âyetteki sorumlu tutmadan maksat, ahirette sorumlu tutma olup dünya
sorumluluğu olan keffaret demek olmadığı açıktır, o nokta En'âm Sûresinde
gelecektir. Demek oluyor ki Allah yalan kastı bulunmayarak ve doğru zannedilerek
yapılıp da gerçeğe aykırı olarak ortaya çıkan boşuna yeminlerden sorumlu tutmaz.
Ancak, kalplerinizin kazancı ile, yalan kastıyla bile bile yalan olarak yapılan
yeminlerden sorumlu tutar. Buna "yemin-i gamûs" denilir ki keffareti
yoktur, bunun günahından keffaret ile dahi kurtulunmaz. Oysa Allah'ın bağışlaması
çok, hilmi (yumuşak muamelesi) çoktur. Ve lağv yeminlerden, aslında günah
olmadıkları için değil, bağışlamasının ve hilminin çokluğundan dolayı sorumlu
tutmaz. Fakat Allah böyle bağışlayıcı ve halim olduğu halde kalblerin kazancı
ile kasten yalan yere yapılan yeminlerden sorumlu tutar. Yemin çeşitlerinden
bir de "yemin-i mün'akide" vardır ki bununla gelecekte bir şey yapmağa
veya yapmamağa karar verilir ve bu şekilde taliki (ilerdeki zamana yönelik)
bir söz verme işlemi yapılır." Filan şeyi yaparsam şöyle olsun, şunu
vallahi yapacağım veya vallahi yapmayacağım." tarzında yapılan yeminler,
yemin-i mün'akidedirler.
226-Bu
çeşitten olmak üzere, kadınlarından kaçınarak îlâ yapanlar, yani eşi ile,
cinsel birleşme yapmamak üzere yemin edenler için, dört ay bir süre vardır.
Dolayısıyla, bu süre içinde, fey yapanlar, yani yemini bozup davranışları
ile yeminlerinin aksini yaparak dönerlerse, şüphesiz ki Allah, çok bağışlayıcıdır,
çok merhamet edicidir. İlerde açıklanacak keffaret ile onları bağışlar.
227-
Ve eğer fey yapmazlar (dönmezler) da îlâ ile boşamaya karar verirlerse, mutlaka
Allah (semi) işiten ve (alim) bilendir. Karar verilen boşama işidir ve onların
niyetlerinin ne olduğunu bilir.
Îlâ
ile, fey yapmayıp (dönmeyip), boşamaya karar vermek konusunda selef bilginleri
görüş ayrılığına düşmüşlerdir. İbnü Abbas demiştir ki, îlâ yapanın eşine dönmemesi
ve dört ayın geçirilmesi boşamaya karar vermek demektir.
İbnü
Mes'ud ve Zeyd b. Sabit ve Osman b. Affan hazretlerinin görüşleri de budur.
Bunlar bu dört ayın sonunda bâin bir talak (kesin bir boşama) meydana gelir
demişlerdir. Hazreti Ali, İbnü Ömer ve Ebüdderda'dan iki rivayet vardır ki
biri öncekiler gibidir. Biri de o süre geçtikten sonra ya eşine dönmesi veya
boşaması seçeneklerinden birisini tercih etmek üzere koca tevkıf edilir ki
Hz. Âişe'nin görüşü de budur. Üçüncü görüş Said b. Müseyyeb, Sâlim b. Abdullah,
Ebu Bekr b. Abdurrahman, Zühri, Ata ve Tavus'un görüşüdür ki dört ay geçince
bir ric'î talâk (boşama) meydana gelir. Hanefiler birinci, Şafiî ve Mâlikîler
de ikinci görüşü benimsemişlerdir. Boşama sözcüğü sarih (açık) olup biraz
sonra görüleceği üzere ric'î boşama ifade ederse de, "azimet-i talak"
(boşama kararı)nın kinâye sözler gibi beynunet (kesin boşama) ifade edeceği
açıktır. Sonra azim (karar), kalbin bir fiili olduğu için ayrıca dil ile telaffuz
edilmesi gerekli değildir. Îlâ yemini buna yeterlidir. Bir de bu âyette îlâ
için eşine dönmek veya onu boşamak arasında başka bir şık yoktur. Dolayısıyla
bu yemini bozmamak, onu boşamaya karar vermek demektir. Bu karar ile îlâ boşamaya
niyet edilen kinâye sözlerinden olmuş olur ki bunlarla da bir bâin talâk meydana
gelir. Îlâda artık koca başkaca bir de boşama yapsın diye beklenerek, bir
üçüncü şık ortaya çıkarılamaz.
228-Şimdi
yemin talâk sonucunu doğurunca, boşanmış kadınlara gelelim:
Genel
olarak boşanmış olan kadınlar, kendilerini üç kurû' tutup beklerler. Herhangi
bir nedenle kan görmeyenler, hamile olanlar, bir erkekle zifafa girmemiş olanlar,
küçükler ve cariyeler başka âyetlerle burdaki genel hükmün dışında özel hükümlere
tâbidirler. Kurû' ve akra', kelimesinin çoğuludur ki zıt anlamlı sözcüklerden
olarak, hayız ve tuhur (temizlik) anlamlarıına gelen ortak bir sözcüktür.
Bu bakımdan mücmeldir. Bu sözcüğün anlamının belirlenmesi, anlamı bakıp araştırma
ile açıklamaya bağlıdır. İmam Malik ve Şâfiî, bunu tuhur (temizlik) ile tefsir
etmişler de Ebu Davud ve Tirmizî'de tahriç olunduğu üzere, Hz. Âişe'den rivayet
olunan, "Cariyenin boşanması iki kez ve iddeti iki hayzdır." hadisi
ve buna uygun olarak İbnü Ömer'den İmam Şâfiî hazretlerinin de rivayet ettiği
diğer hadisi şeriften anlaşılan iddette, "kar'"ın hayız demek olduğu
açıklanmış ve sayısında fark varsa da bu açıdan cariye ile hür olan kadının
iddetinde fark bulunmadığı üzerinde görüş birliği olan ve âyetin ilerdeki
ifadelerinden anlaşıldığı üzere beklemekten amacın rahmin temizliğinin ortaya
çıkması olup bu temizliğin hayız ile anlaşılacağının açıkça belli olmuş bulunmasına
ve fıkıh kitaplarında açıklanan daha bazı destekleyici delillerin ışığı altında
Hanefi imamları bunu hayız ile tefsir etmişlerdir ki Raşit halifeler, Abdullah'lar
(abadile) Übeyy b. Kab, Muaz b. Cebel, Ebüdderda, Ubâde b. es-Sâmit, Zeyd
b. Sâbit, Ebu Musa el-Eş'arî ve Ma'bedilcühenî (Allah hepsinden razı olsun)
hazretlerinin görüşleri de budur. Buna göre hür ve bâliğe olan boşanmış kadınlar
tam üç âdet görünceye kadar kendilerini tutup bekleyeceklerdir.
Ve
onlara Allah Tealâ'nın rahimlerinde yaratmış olduğu hayız veya cenin her ne
ise onu gizlemeleri câiz olmaz ve saklamakla yararlanmaya kalkışmaları helâl
değildir. Eğer onlar Allah'a ve ahiret gününe iman ediyorlarsa bunları saklamazlar,
olduğu gibi söylerler, bu konuda söz kendilerinindir.
BÜULE;
"ba'l"in çoğuludur. Ba'l bir zamanlar tapılan bir putun ismi olduğu
gibi yükseklik anlamı ile seyyid ve mâlik yani efendi, koca ve karı anlamlarına
da gelir. Erkeklerin ba'li denilince, onların hanımları; hanımların ba'li
denilince onların kocaları demek olur ki burada böyledir. O halde âyetin meâli:
Ve o boşanmış kadınların efendileri, yani onları boşayan ve fakat ric'î boşama
(talâk) ile boşayıp henüz efendiliğini koruyan kocaları, onları bu süre zarfında
ric'at ile (dönerek) yine nikâhlarına almaya herkesten daha çok hak sahibidirler.
Hatta iddet süresinde erkek söz veya fiil ile ric'at (dönüş) yapmak ister
de, kadın razı olmazsa söz erkeğindir. Eğer o efendiler aile arasında bir
düzeltme (yani anlaşmazlığı ortadan kaldırmak) isterler, ona zarar verme ve
ayrılmaları fikrinde bulunmazlarsa bunu yapabilirler. Bu da hukuk açısından,
yaptıkları boşamayı, bâin olarak yapmayıp ric'î olarak vermeleri ile anlaşılır.
Buna rağmen içten içe amaçları geçinmek olmayıp kadının iddetini uzatarak
ona zarar vermek gibi bir kötü niyyet ile ilgili olursa, sırf kalbî olan bu
nokta da, "Ancak kalplerinin kazancı ile, yalan kasdı ile, bile bile
yalan olarak yapılan yeminlerden sorumlu tutar." (Bakara, 2/225) âyeti
gereğince ilâhi sorumluluğu hak ederler. Ve kadınlar için erkekler üzerinde,
erkekler için kadınlar üzerinde bulunan haklara benzer, ma'rufa uygun olarak,
yani tanınması ve korunması vacip (gerekli) hukuk mevcuttur ki bunlar birçok
âyetlerde açıklanmıştır. Bu âyetlerden olmak üzere, "Onlarla güzel geçinin..."
(Nisa,
4/19), "Ya iyilikle tutmak ya da güzellikle salmaktır..." (Bakara,
2/229), "Çocuk kendisine ait olana da, emzirenlerin yiyecekleri, giyecekleri
uygun şekilde üzerlerine yükümlülüktür..." (Bakara, 2/233), "Erkekler,
kadınlar üzerinde yöneticidirler. Çünkü bir kez Allah birini diğerinden üstün
yaratmış, bir de erkekler mallarından harcamaktadırlar..." (Nisa, 4/34),
"Ve aldığnız kadınlara mehirlerini gönül hoşnutluğu ile verin..."
(Nisa, 4/4), "Ve eğer bir kadını bırakıp da yerine diğer bir kadın almak
istiyorsanız, öncekine yüklerle mehir vermiş bulunsanız da içinden bir şey
almayın..." (Nisa, 4/20), "Kadınlarınız arasında her yönden âdil
davranmaya ne kadar düşkünlük gösterseniz de yine güç yetiremezsiniz. Bari
(birine) büsbütün meyledip de ötekini askıda kalmış gibi bırakmayın..."
(Nisa, 4/129)... Şimdi bu hükmün geneli içinde şu da anlaşılıyor ki nikâh
esnasında mehir belirlenmemiş ise mehr-i misil de gerekir. Bununla birlikte,
erkekler için kadınlar üzerinde fazla bir derece vardır. Evlenme amacında
erkekler kadınlara ortak olmakla birlikte üzerlerinde bulunurlar, onları ve
ellerindekini gözetir, muhafaza ederler, onları yönetir ve harcamada bulunurlar.
Ailenin yükünü erkekler çekerler. Erkeklerin bu gibi yönlerden yerine getirecekleri
fazla yükümlülüğe karşılık üstünlük ve dereceleri de fazladır; fakat bunu
kötüye kullanmamalıdırlar. Allah azizdir (çok güçlüdür), hakimdir (hüküm ve
hikmet sahibidir). Hükümlerine karşı gelenlerden intikamını alır ve onun hükümleri
hikmetlerle ve yararlı şeylerle doludur.
229-
Şer'î bakımdan nikâh bağının ortadan kaldırılması demek olan talak (boşamak),
iki kezdir. Boşamanın ardından hüküm de ya dönüp iyilikle yaşamak ve iyi muamele
ile tutmaktır-Demek ki, boşamak için açık bir irade beyanı olan boşama sözcüğü
iki kez ric'î boşama ifade eder veya dönmeyip iyilikle, güzellikle salıvermektir.
Ve önceden nikâh için onlara vermiş olduğunuz mehirlerden boşama karşılığında
bir şey almanız size helâl olmaz. Bu helâl olmazsa diğer mallarından hiç olmaz.
Erkekler buna tenezzül etmemeli, kadınlara baskı yapıp boşama bahanesiyle
verdiklerini geri almaya veya onlardan yararlanmaya kalkışmamalıdır, böyle
bir şey kesinlikle haramdır. Ancak o karı koca Allah'ın belirlemiş olduğu
sınırlarda duramayacaklarında endişe ederler, sevişemeyip karı-koca hukukunu
gözetemeyecekleri, meşru olmayan bir duruma düşecekleri zannında bulunurlarsa
hüküm böyle değildir. O zaman ey hakimler! Bu ikisinin Allah'ın belirlediği
şer'î sınırlarda duramayacaklarından korkar, bunu bazı belirtilerden anlarsanız,
o zaman kadının nikâh bağından kurtulmak için boşamaya karşılık, gerek mehir
ve gerek diğer başka şeylerden verdiği bedelde ne veren karı ve ne de alan
koca, ikisine de günah yoktur. Bu şekilde mal karşılığı nikâhtan sıyrılmak
caizdir. Ve bu, bir bâin talak (boşama) olur. Ve boşamanın da böyle, kadına
dönülmesi caiz olmayan bâin diye bir çeşidi vardır.
Rivayet
olunur ki Abdullah b. Übeyy b. Selûl'ün kızı Cemile, kocası Sabit b. Kays'i
sevmezmiş. Resulullah'a gelmiş de, "Ya Resulallah! Ne ben, ne Sabit,
başlarımızı hiç bir şey bir araya getiremeyecek. Vallahi dininde, ahlâkında
bir ayıbını görmüyorum. Ancak İslâm'dan sonra küfre düşmeyi çirkin görüyorum;
ona da buğzumdan, nefretimden (kinimden) tahammül edip dayanamıyorum. Bir
gün perdenin bir tarafını kaldırıp baktım, karşıdan bir kaç kişi içinde gördüm;
ne göreyim içlerinde en siyahı, en kısası en çirkin yüzlüsü o." demiş,
sonra bu âyetin inmesi ile Sabit'ten mehir olarak aldığı bahçeyi ona verip
hul' olmuş (mal karşılığında boşanmış)tu.
İşte
bu hükümler, Allah'ın belirlediği sınırlardır. Artık bunları aşmayınız. Ve
her kim Allah'ın koyduğu sınırları aşmaya kalkışırsa, işte onlar zalimlerden
ibarettirler. Bu aşma ile kendilerini ilâhî gazap ve cezaya hedef kılacaklarından
bu zulmü de en önce kendilerine yapmış olurlar. Âyette zamir ile yetinilmeyip
de yüce Allah'ın isminin tekrar ortaya çıkarılıp zikredilmesi, ilâhî azameti
hatırlatmak içindir.
230-
Sözü edilen iki boşamadan sonra koca, o boşanması yapılmış kadını ona döndükten
sonra veya iddet içinde iken bir daha boşarsa, artık üç boşamadan sonra o
kadın, o erkeğe hiç bir şekilde helâl olmaz. Bu açık hükme karşılık ona helâl
demek küfür olur. Bu haramlık, o kadın kendini diğer bir kocaya tam anlamı
ile nikâh edinceye kadar, Rifâa'nın hanımı hakkındaki, "Sen onun, o da
senin balcığını tadıncaya kadar..." hadisi şerifi ile açıklandığı üzere,
balcağızını tadıncaya kadar devam eder. Öyle aralarında üç boşama meydana
gelmiş olan erkekle kadının samimi bir aile kurmaları normal olarak ihtimal
dahilinde değildir. Aralarında bir parça cazibe bulunsaydı, herhalde bir veya
iki boşama ile yetinilir ve o zaman durumun düzelmesine kadar beklenebilirdi.
Karı-kocalık ilişkisi ve ruhsal durumların, çok ince ve derin bir şey olması
bakımından hakkıyla değerlendirilemeyip bazı arızalar yüzünden öfkelenme ve
köpürme ile kesilmesine yönelindiği halde, çok geçmeden ruhun derinliklerinden
pişmanlık kaynayabileceği gözönüne alındığından dolayı, Cenab-ı Allah üçe
kadar boşamaya müsade etmiş ve bunların da kadının temiz bulunduğu "tuhur"
zamanlarında yapılması sünnet kılınmıştır. Dolayısıyla birinci ve ikinci boşama
birer deneme dersidir. Bu denemeler yapıldıktan sonra üçüncü kez boşamaya
gerek gören ve Hakk'ın bahşettiği bu tecrübe dersinden yararlanmayı hiç de
takdir etmeyen bir erkekle o kadın arasında ciddi bir aile hayatı olacağına
ihtimal verilemez. Fakat o kadının elden çıkıp başkasının yatağına girmesi
gibi acı bir ayrılıktan sonra bile, ruhlarının derinliklerinde önce hissedemedikleri
bir evlenme ilgisi bulunduğunu takdir ederlerse, o zaman bunun ciddiyetine
inanılabilir. Bu durumda, bu nikâhtan sonra bu ikinci koca şayet o kadını
boşarsa, bu kadın ile önceki kocanın birbirlerine tekrar dönüp her ikisinin
hoşnutluğu ile nikâh olunmalarında bir sakınca yoktur. Allah'ın şer'î sınırlarında
duracaklarını zannederler, öyle bir ayrılıktan sonra, böyle birbirlerine bir
ilgi duyarlarsa bunu yapabilirler. Ve işte yukardan beri sıralanan bütün bu
hükümler, Allah'ın, değiştirme ve aykırı davranmaktan korunmuş bulunan, belirlenmiş
kesin hükümleridir ki, Allah bunları, anlayıp bilecek olan ilim adamları zümresi
için açıklar. Sorumluluk yüklemek, mükellef kılmak herkese, anlamak ve açıklamak
ilim ehlinedir. Kitap ve sünnet ile bunlara bazı açıklamalar daha katılacak
ve bütün bunların ince yönlerini Peygamberlerin varisleri olan din âlimleri
ve müctehid imamlar anlayacak, dallarını ve zaman zaman parça sonuçlarını
onlar çıkarıp açıklayacaklardır. O halde ilimde derinliği olmayanlar bunları
kendi kendilerine çözmeye kalkışmayıp âlimlere başvurmalıdırlar.
Siz
şimdi şu açıklamalara dikkat ediniz:
Meâl-i
Şerifi:
231-Kadınları
boşadığınız zaman iddetlerini bitirdiklerinde, artık kendilerini ya iyilikle
tutun veya güzellikle salın. Yoksa haklarına tecavüz için zararlarına olarak
onları tutmayın. Her kim bunu yaparsa nefsine zulmetmiş olur. Sakın Allah'ın
âyetlerini alay konusu edinmeyin, Allah'ın üzerinizdeki nimetini, size kendisiyle
öğüt vermek üzere indirdiği kitap ve hikmeti hatırlayıp, düşünün. Hem Allah'tan
korkun ve bilin ki Allah her şeyi bilir.
232-Kadınları
boşadığınız zaman iddetlerini bitirdiklerinde, aralarında meşru bir şekilde
rızalaştıkları takdirde, kendilerini kocalarıyla nikâhlanacaklar diye sıkıştırıp,
engellemeyin. İşte bu, içinizden Allah'a ve ahiret gününe iman edenlere verilen
bir öğüttür. Bu, sizin hakkınızda daha hayırlı ve daha nezihtir. Allah bilir,
siz bilemezsiniz.
231-
Kadınları boşadınız, onlar da bekleme sürelerini doldurdular mı, yani yukarda
açıklandığı gibi bekleyecekleri müddetlerinin sonuna yaklaştılar mı boşamak
için irade beyanını açıkça ifade eden bir sözcükle, "tallâktüha"
(onu boşadım) demek bir ric'î talak ifade edeceğine göre, geçen hükme uygun
olarak, ya o süre bitmeden derhal karılarınıza dönüp, onları marufa uygun
olarak güzelce tutunuz, veya marufa uygun olarak salıveriniz. Haklarına tecavüz
ve düşmanlık etmek için, mesela hul' yapmaya (mal karşılığı boşamaya) mecbur
edip ellerinden bir bedel kapmak için onları zararla karşılayıp, kendilerine
zarar vermek kastıyla tutmaya kalkışmayınız. İyice geçinmek amacınız ve ümidiniz
yoksa ilk boşamada güzelce salıveriniz de bir iddetle kurtulsunlar. İddetlerinin
(bekleme sürelerinin) sonlarına doğru onlara dönüp, tekrar boşamak suretiyle
iki veya üç kez iddet beklemeye mecbur etmeyiniz. Bunu, bu zarar verme tutmasını
her kim yaparsa, mutlaka kendine zulmetmiş olur. Bir de Allah'ın âyetlerini
eğlence gibi tutmayınız. Özellikle nikâh ve boşama hakkında çok ciddî olunuz.
Çünkü ilâhî âyetleri hafife almak küfürdür.
Deniliyor
ki bazıları nikâh, boşama ve köle azadı yapar, sonra: "Canım ben şaka
yapıyorum." dermiş, bu nedenle bu âyet-i kerime inmiş ve bunun için Peygamber
efendimiz, "Üç şeyin ciddîsi ciddî, şakası da ciddîdir: Nikâh, boşama
ve köle azad etmek." buyurmuştur.
Buna
göre ey müslümanlar! Bu konuda şakadan, işi hafife almaktan son derece kaçınınız
da Allah'ın üzerinizde olan nimetlerini hatırlayınız. Özellikle size nasihat
ve irşad olarak üzerinize indirdiği kitap ve hikmeti hatırda tutunuz. Bu konuda
Allah'tan korkunuz. Biliniz ki kuşkusuz ve şüphesiz Allah her şeyi bilendir.
Yaptığınız, yapacağınız, terk ettiğiniz ve edeceğiniz şeylerden hiç biri ona
gizli kalmaz. Bu bakımdan siz O'nun nimetlerini unutur, bu kitabın ve hikmetin
değerini bilmez, hukukuna saygılı olmaz, hükümlerini gözetmezseniz; düşünemeyeceğiniz
çeşit çeşit cezanın başınıza geleceğini bilmelisiniz. Bu âyet Sabit b. Yesar
hakkında inmiştir, buna Sinan-ı Ensarî de denilir. Bu adam, karısını boşamış,
iddetinin çıkmasına iki üç gün kala, karısına dönmüş; yine boşamış, yine dönmüş,
yine boşamış; böylece kadının zararına yedi ay geçmiş. O zaman henüz boşama
sayısı sınırlanmamıştı.
ECEL:
Hem süreye, hem de sürenin bitimine denilir.
BÜLUĞ
da bir şeye erişmek demek olup kapsamı genişletilerek son derece yaklaşmak
anlamına da gelir. Dolayısıyla ecelin büluğu, iddetin sonuna erip bitirmek
veya sonuna yaklaşmak anlamlarına gelebilir. Oysa yukarda, "Kocaları
da barışmak istedikleri takdirde o süre zarfında onları geri almaya daha layıktırlar."
(Bakara, 2/228) buyurulmakla ric'at (dönme) hakkının iddet içinde olma şartının
bulunduğu anlaşılmıştı. Burada ise, "Onları tutunuz" ifadesi, dönüş
hakkını ifade ettiğinden bu karine ile bu âyette ecelin büluğu, iddetin sonuna
yaklaşmak demek olduğu ortaya çıkar.
232-Şimdi
de iddetin bitmesinden sonraki hüküm açıklanmak üzere buyuruluyor ki: Bir
de ey veliler veya ey müminler! Kadınları boşadığınız ve dolayısıyla onlar
da ecellerine erdiği yani iddetlerini bitirdiği zaman, eski kocalarıyla kendilerini
evlendirmelerine, aralarında örfe uygun olarak karşılıklı rıza, hoşnutluk
bulunduğu takdirde engel olmayın. Kısacası iddet bittikten sonra ilk kocanın
kendiliğinden dönme hakkı (ric'at) kalmaz, ancak kadının hoşnutluğu ile yeniden
evlenilebilir. Buna da ma'rufa uygun olmak şartıyla hiç kimsenin ve hatta
velilerin bile engel olmaya hakları yoktur. Mesela: şahitsiz veya mehr-i misilden
daha az bir mehir ile razı olmak gibi marufa uygun olmayan biçimde olursa,
o zaman kadının velisi engel olmaya yetkilidir. Buna göre iki boşamada hoşnutlukla
iki kez nikah yenilemek caizdir. Fakat üçüncüsü yukarda açıklandığı şekilde
başka bir kocaya varmadan helâl olmaz. Rivayet olunduğuna göre Ma'kıl b. Yesar,
kız kardeşi Cüml'ü, Ebülvelid Asım b. Adiyy b. Aclan ile evlendirmiş, o da
sonra bunu boşayıp bırakmış, iddeti çıktıktan sonra pişman olmuş, yeniden
istemeğe gelmiş, kadın da razı olmuş; bunun üzerine, Ma'kıl de kız kardeşine
"O seni boşadı sen yine ona varmak istiyorsun, eğer tekrar ona varırsan
yüzüm yüzüne haram olsun." demişti. Yine bunun gibi Cabir b. Abdullah
da amcasının kızını yasaklamıştı. Bu âyet bunlardan biri veya her ikisi hakkında
inmiştir. Resulullah Ma'kıl'i çağırmış, bu âyeti okumuş; Ma'kıl da "Rabbımın
emriyle burnum sürtüldü, Allah'ım, razı oldum ve emrine boyun eğdim."
demiş ve kızkardeşini kocasına nikâh etmiş. Hz. Cabir de "Bu âyet benim
hakkımda indi." dermiş. Ancak âyetin iniş sebebi bunlar olduğuna göre,
boşayanlara başka, engel olmaktan yasaklananlara başka olması lazım geleceğinden,
bu da "boşadınız" hitabı ile, "engel olmayın" hitabının,
ayrı ayrı kişilere yöneltilmesi ile ifadelerin birbirinden ayrılmasını gerektireceğinden
âyetin ifade akışına (nazmına) uymayacağı düşüncesiyle âyete şu anlam verilmiştir:
Ey kocalar! kadınlarınızı, boşadığınız ve bunu üzerine onlar da iddetlerini
bitirdikleri zaman, onlara baskı yapıp da başka kocaya varmalarını engellemeyiniz.
İki tarafın razı olması ile meşru şekilde bir nikah ile gerek siz ve gerekse
başkası, dilediklerine varsınlar. İbnü Abbas, Zühri, Dahhak demişlerdir ki
bu âyet kadınlarını boşadıktan sonra onların başka bir kocaya varmalarına
engel olan kocalar hakkında inmiştir. Çünkü cahiliyet taassubu ile bazıları
boşadıkları kadınlara zulmederek baskı yaparlar, evlenmelerine meydan vermek
istemezlerdi. Rivayetin güçlü olmasından dolayı çoğu tefsirciler birinci görüşe
taraftar olmakla birlikte, dirayet açısından bu görüşü daha uygun görenler
de vardır. Aslında bu iki anlam birbiri ile çelişik değildir, biri diğerini
gerektirir. Fakat her birinde bir açıdan daha fazla yarar vardır. Âyetin geliş
gayesi bakımından ikinci tefsire göre, bu âyetteki kocaların boşadıkları kadınların
evlenmelerine engel olmalarının yasak edilmesi, öbür âyetteki kadına zarar
vermek amacıyla onu tutma yasağının kapsamında dahil, bir bakıma onun tamamlayıcısı
olacak, birinci tefsire göre ise buna karşılık başlı başına bir hüküm ifade
etmiş bulunacaktır. İlâhî hitabın parçalanması sakıncası ise üç şekilde ortadan
kaldırılmıştır: Birincisi, hitapta telvin (ifadeyi tek düzelikten çıkarıp
çeşit çeşit ifade biçimi kullanmak) de bir çeşit iltifat olarak belağat çeşitlerindendir.
İkincisi, "tatlîk" (boşama), sebebine isnad etmek suretiyle boşatmak
anlamına da gelebilir. Ve böylece muhataplar değişmemiş, ikisi de "velilerden
ibaret" olmuş olur. Ancak bunun Ma'kıl ve Câbir olaylarına uygun düşüp
düşmeyeceği üzerinde durulması gereken bir noktadır. Üçüncüsü, diğer hitapların
yalnız kocalara veya velilere ait olmayıp bütün ümmete yönelik olmasıdır ki
böylece boşama, "hukukullah"ı, bir başka deyimle kamu hakkını ilgilendirdiğinden,
toplumdan bir kaç kişinin yaptığı, toplumun tümüne nisbet edilmiş olur. Ve
böyle isnat, gerek Arapların sözlerinde ve gerekse Kur'ân'da yaygın ve pek
çoktur. Şahsî hukuk açısından boşayan kocalar, eşlerin yeniden evlenmelerine
engel olanlar diğerleri olduğu halde, kamu hukuku açısından ikisi de bir topluma
aittir. Ve bundan dolayı çoğu tefsircilerin görüşü, rivayet açısından kuvvetli
olduğu gibi, dirayet yönünden de çok incedir. Ve gerçekten boşamada Allah
hakkı bulunduğu da kabul edilmiştir.
Ey
bütün muhataplar! Şu açıklanan ve önemli olan, kadınlara baskı yapmanın yasaklığı
hükmü, siz insanlardan Allah'a ve âhiret gününe iman eden her kişiye öğüt
ve nasihata yaraşan bir hükümdür. Ey müminler! Bu yok mu sizin için en feyizli
ve en temiz, pek çok temizliği ve nezih olmayı gerektiren bir hükümdür.
Şer'an
ve insanlık açısından güzel olan, ma'rûfa uygun olarak kadının rızası ile
nikahlanmasına engel olmamak bu konuda zorluklar çıkarmamak, baskı yapmamak,
önce bunu yapabilecekler için ilâhî emre sarılmak olacağından bir hayır, bir
sevaptır; sonra, karı ve koca için namus ve iffet açısından pek çok temizliği
ve nezih olmayı gerektiren bir husustur. Çünkü nikahlanmalarına engel olunduğu
takdirde -Allah göstermesin kuşku altında kalmalarından korkulur. Çünkü kadınlarla
erkekler arasındaki ilişkiler gizli bir şeydir. Bütün bunların içyüzlerini
ve insanlığın durumunun düzelmesiyle ilgili hükümlerin ve şer'i kanunların
nasıl bir şey olduklarını Allah bilir: Siz ise bunları bilmezsiniz, dışarda
dolaşırsınız.
Boşanmış
kadınlar hakkında nikâhın sonuçları olan ve dolayısıyla nikâhlı kadınlarda
da var olan ırda' (süt emzirme) ve nafaka gibi bazı hükümler daha vardır ki
bunlar da aşağıda olduğu gibi açıklanır:
Meâl-i
Şerifi
233-Anneler,
çocuklarını, emzirmenin tamamlanmasını isteyenler için tam iki yıl emzirirler.
Çocuk kendisine ait olan babaya da emzirenlerin yiyecekleri ve giyecekleri
geleneklere uygun olarak bir borçtur. Bununla beraber herkes ancak gücüne
göre mükellef olur. Çocuğu sebebiyle bir anne de, çocuğu sebebiyle bir baba
da zarara sokulmasın. Varise düşen de yine aynı borçtur. Eğer ana ve baba
birbirleriyle istişare edip, her ikisinin de rızasıyla çocuğu memeden ayırmak
isterlerse kendilerine bir günah yoktur. Eğer çocuklarınızı başkalarına emzirtmek
isterseniz vereceğinizi güzel güzel verdikten sonra bunda da size bir günah
yoktur. Bununla beraber Allah'tan korkun ve bilin ki, Allah yaptıklarınızı
görür.
233-
Nikâh altında olsun, boşanmış olsun bütün anneler çocuklarını tam iki sene
emzirirler, emzirmeleri gerekir, ilâhî hükme göre annelerin durumu budur.
Bu hüküm, emzirmeyi tamamlamak isteyen içindir. Şu halde tam iki sene emzirme
süresi, en çoğu olup, âyette açıklanacağı üzere bu sürenin azaltılması caizdir.
"Mevludünleh" yani çocuk kendisi için doğmuş ve onun doğmasına sebeb
ve nesebine sahip bulunmuş olan baba üzerine de, o annelerin ücretleri başta
olmak üzere yiyecekleri ve giyecekleri onlara vaciptir. Fakat kayıtsız ve
şartsız değil, mar'uf kadar, yani babanın imkanına göre, iki tarafın durumuna
uygun olarak bir hakimin uygun görebileceği ölçüde vaciptir. Çünkü hiçbir
kimse, gücünün yettiğinden başkasıyla yükümlü olmaz, "teklîfi mâlâ yutak",
insanı gücünün yetmediği şeylerle yükümlü kılmak mümkün olsa da yapılmaz.
İbn Kesir, Nafi'den Verş ve Yakup kırâetlerinde "râ"nın şeddesi
ve ötresi ile şeklinde; Ebu Ca'fer kırâetinde şeddesiz olarak "râ"nın
sükunu ile şeklinde, Aşere'nin kalanlarında "râ"nın şeddesi ve fethi
ile şeklinde okunur ki şeddelilerde dan ve müfaale babandan malum veya meçhul
nehy-i hazır, sakin okunan kırâette, den meçhul nehiydir. Ne çocuğu yüzünden
anneye, ne de çocuğu yüzünden babaya zarar verilmeye kalkışılmaz. Zarar vermeye
kalkışılmasın, hiçbirine zarar verilmesin. "Zarara, zararla karşılık
vermek yoktur".
Baba
yaşıyorsa rızık ve elbise böyle, ölmesi durumunda, varis üzerine de onun gibidir.
Bu varis ya babanın varisi veya çocuğun varisidir. Önce ölen babasına varis
olan çocuğa, yeterli mal kalmış ise, o rızık ve nafaka ona; kalmadığı takdirde
de o çocuğa o sırada varis olabilecek durumda bulunan "zi-rahim-i mahrem"
yakınına (kendisine nikahı haram olacak derecede yakın olan akrabasına) veya
asabesine (baba tarafından yakınlarına) vacip olur.
Şimdi
ana ile baba iki seneden önce memeden kesmek isterlerse ikisinin biri düşünüp,
görüş alış verişinde bulunup hoşnut olmaları şartıyla, ikisine de bunda bir
günah yoktur. Ana ile baba birlikte görüş alış verişinde bulunurlarken her
halde yavrularının yararını gözetirler. Böyle ikisinin görüş ve düşünceleri
birleşip de hoşnut oldular mı, artık hata ihtimali pek az olur. Olsa bile,
iyi niyetle işin ehlinden ve yerinde meydana gelen içtihattaki hata bağışlanmıştır.
Fakat taraflar birbirleriyle görüş alış verişinde bulunmazlar veya birinin
rızası olmadan yapılmış olursa, günah olur. İşte yukarda "emzirmeyi tamam
yapmak isteyen kimse", bu görüş alış-verişinde emzirmeyi kesmeye razı
olmayandır.
Ey
babalar! Bir de siz çocuğunuzu süt ana tutup emzirtmek isterseniz vermek istediğiniz
ücreti veya İbnü Kesir kırâetinde medsiz (uzatmadan) okunduğuna göre İhsanı
(ikramı) örfe uygun ve şer'an güzel görülen bir tarzda güzelce teslim ettiğiniz
takdirde, size bir günah yoktur. Demek ki baba, çocuğuna süt ana tutup gerçek
anneyi emzirmekten alıkoyabilecektir. Fakat süt anayı memnun etmelidir ki
çocuğa iyi baksın. Dikkat ediniz, ve Allah'tan korkunuz ve biliniz ki her
ne yaparsanız Allah onu mutlaka bilir. Dolayısıyla size ona göre ceza veya
mükafat verir.
Nikâh
hükümleri boşamaya; boşama iddete ve nikâhın sonucu olan doğuma, emzirmeye
ve nafakaya; nafaka da "varise düşen de aynen onun gibidir" fıkrasında
ölüme ve en sonunda âhiret hükümlerine ulaşmakla, şimdi de ölüm iddeti (kocası
ölen kadının bekleyeceği süre) ve bu nedenle yeniden bazı âdâb (edepler) ve
nikâh hükümlerinin açıklanması için buyuruluyor ki:
Meâl-i
Şerifi:
234-
İçinizden vefat edip de geride eşler bırakan kimselerin hanımları, kendi başlarına
dört ay on gün beklerler. İddet (bekleme) sürelerini bitirdikleri zaman, artık
kendileri hakkında meşru bir şekilde yapacakları hareketten size bir günah
yoktur. Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.
235-Böyle
kadınlara evlenme isteğinizi üstü kapalı biçimde çıtlatmanızda veya gönlünüzde
tutmanızda size bir vebal yoktur. Allah biliyor ki siz onları mutlaka anacaksınız.
Fakat meşru bir söz söylemekten başka bir şekilde kendileriyle gizlice sözleşmeyin.
Farz olan iddet sona erinceye kadar da nikâh akdine azmetmeyin (kesin karar
vermeyin). Bilin ki Allah gönlünüzdekini bilir. Öyle ise O'nun azabından sakının.
Yine bilin ki Allah çok bağışlayıcıdır, çok yumuşaktır.
236-Eğer
kadınları, kendilerine dokunmadan veya onlara bir mehir takdir etmeden boşarsanız
(bunda) size bir vebal yoktur. Şu kadar ki onlara (mal verip) faydalandırın.
Eli geniş olan hâline göre, eli dar olan da haline göre ve güzellikle faydalandırmalıdır.
Bu, iyilik yapanlar üzerine bir borçtur.
237-Eğer
onları, kendilerine dokunmadan önce boşar ve mehri de kesmiş bulunursanız,
o zaman borç, o kestiğiniz miktarın yarısıdır. Ancak kadınlar veya nikâh akdini
elinde bulunduran kimse bağışlarsa başka. Ey erkekler! sizin bağışlamanız
ise takvaya daha yakındır. Aranızdaki fazileti unutmayın şüphesiz ki Allah,
her ne yaparsanız hakkiyle görür.
238-Namazlara
ve orta namaza devam edin ve Allah için boyun eğerek kalkıp namaza durun.
239-Eğer
bir korku hâlindeyseniz, yaya veya binekli olarak giderken kılın, (korkudan)
emin olduğunuz zaman da böyle bilmediğiniz şeyleri size öğrettiği şekilde
Allah'ı zikredin (namazlarınızı yine her zamanki gibi huşû ile kılın).
234-
Bilindiği gibi bu doğuşun bir de ölümü vardır. İçinizden vefat edip de geriye
eşler bırakan kimselerin hanımları da, kendi başlarına dört ay on gün beklerler,
diğerlerine nikâh edilmezler, süslenmezler, görücüye çıkmazlar. Sonra bekleme
sürelerinin sonuna erdikleri zaman, artık kendi haklarında örfe göre, yani
şeriatın reddetmeyeceği bir şekilde yaptıkları hareketlerde, mesela süslenmek,
evlenmeye namzed olacaklara görünmek gibi iddet (bekleme süresi) içinde yasaklı
bulundukları kadınlık arzularını meşru şekilde açığa vurmalarında size bir
günah yoktur. Gerek toplum ve gerekse idareciler iddetten sonra bunları, bu
gibi meşru hareketlerden menetmeye kalkışmamalıdırlar.
İddetten
sonra bunlar, tercih hakkına sahiptirler. Ancak gayri meşru hareketler başka,
o zaman iş değişir ve siz gizli, açık, iyi, kötü her ne yaparsanız, Allah
ondan haberdardır. Amellerinizin iyisine iyi, kötüsüne kötü karşılık görürsünüz.
İddetin
hikmeti, "Allah'ın, rahimlerinde yarattığını gizlemeleri kendilerine
helâl olmaz." (Bakara, 2/228) âyeti celilesinden açıkça anlaşıldığına
göre, rahmin temizliğinin ortaya çıkmasıdır ve bunda asıl olan da âdettir.
Üç âdet, çoğunlukla üç ayda meydana gelebileceği gibi, her kadın da âdet görür
bir durumda olmaz. Boşanmada kadının âdet görüp görmemesi de düşünmeye değer
bir sebep olur. Bunun için boşanmada, âdet görenlerin iddetinin "kurû'"
(temizlik veya âdet hali) ile, âdetten kesilmiş olanların da ona bedel aylar
ile olması, sırf hikmet olur. Fakat ölüm, herkes için eşit bir sebeptir. Bundan
kaynaklanan ayrılıkta kadının âdet görüp görmemesinin hiç hükmü yoktur. Bundan
dolayı vefat iddetinin herkes için eşit ve peşipeşine olması da sırf hikmettir.
Âdetten kesilme gibi bunun üç ay ile takdiri, bu eşitliğe yeterli değildir.
Bütün âdet görenler açısından da eşitliği temin için daha fazlasına lüzum
olabilir. Aynı zamanda ölüm iddetinin, boşanmadan daha fazla bir yas mânâsı
taşıması da yaraşır. Kadın için nikâh nimetinin yok oluşu, her halde sevinçle
karşılanacak bir olay sayılmamalıdır. Bununla beraber boşanmada teselli sebebi
olacak bir nimet yönü de düşünülmektedir. Ölüm ise, hiçbir kimse için ferahlık
ve sevinç sebebi değildir. Bunun tek tesellisi, "Biz Allah'ın kullarıyız
ve gerçekten yine ona döneceğiz." (Bakara, 2/156) imanıdır. Ölüm sebebiyle
nikâh nimetinin yok oluşu, hassasiyeti ince ve iffet endişesi daha fazla olan
kadın için boşanmadan daha çok bir yas sebebi olması gerekir. Bu hikmetlere
dayanarak denilebilir ki ölüm iddetinin aylarla takdiri, âdet görenlerle görmeyenler
hakkında eşitlik teminini ifade ettiği gibi; bunun dört ay on gün olması da
çoğunlukla üç ayın, üç âdete denk, geri kalan bir ay on gün de en azından
rahmin temizliğinin ortaya çıkması için bir ihtiyat ve durumu ortaya çıkarma
olmakla beraber, ölüme ait yas mânâsını ifade etmiş olma hikmetiyle de ilgili
görünmektedir. Bu müddetin, ceninin tam teşekkülü ve ruh üflenmesiyle ilgili
bulunduğu da Eb'ü'l-Âliye'den ve Hasan el-Basrî'den rivayet edilmiştir. Bununla
beraber bu iddet müddeti, Fıkıh bakımından "muallel" (bir sebebe
bağlanmış) değil müteabbed"dir (kulluk ve Allah'ın emri gereği yapılacaktır).
235-
Vefat iddeti bekleyen kadınlara, isteme yani nikâh namzedliği cinsinden kinayeli
sözler söylemenizde veya ne kinaye yoluyla ne de doğrudan doğruya açıklamayıp,
gönlünüzde gizlediğiniz arzu ve nikâh fikrinde de size bir günah yoktur. Gönlünüzden
geçirebilirsiniz, "ne hoşsun, ne güzelsin, beğendim, iyi kadınsın";
hatta "evlenmek istiyorum" gibi kinaye yoluyla ifade edebilirsiniz.
"Seninle evlenmek istiyorum, nikâhına talibim." gibi açıkça söylemeyerek
kinaye ile anlatmak caizdir. Allah müsaade etmiştir. Çünkü: Allah biliyor
ki iddet bitince siz onları anacaksınız, açıktan açığa nikâhlarına talip olacaksınız.
Bundan dolayı iddet içinde de düşünmenize veya sabretmeyip kinaye yoluyla
arzularınızı açığa vurmanıza izin vermiştir. Fakat bu izni görüp de onlarla
bir sırra, yani cinsel birleşmeye vaadleşmeyiniz. Ancak güzel ve meşru bir
söz söylemeniz, yani kinaye ile istemeniz veya diğer meşru konular hakkında
konuşmanız başka. Farz olan iddet, sona erinceye kadar nikâh düğümünü pekiştirmeyiniz.
Yani nikâh akdini iddet çıkmadan yapma azminde bulunmayınız. İddet içinde
nikâh haramdır, yapmayınız. Ve biliniz ki her halde Allah, gönlünüzdekini
bilir. Bundan dolayı öyle harama azmedip, karar vermekten sakınınız. Fakat
iddetten sonra nikaha, iddet içinde niyet "veya gönlünüzde gizlemenizde
bir sakınca yoktur, Allah biliyor ki (siz onları anacaksınız). " ifadesi
gereğince helâldir. Şunu da biliniz ki, her halde Allah'ın bağışlaması ve
hilmi (yumuşak muamelesi) çoktur. Eğer öyle olmasaydı yukardaki şekilde kinaye
ile anlatmaya izin vermezdi. İddet beklemekte olan bir kadına kinâye ile namzedlik
ve hatta susup gönül bağlamak bile bir çeşit kusur, bir sabırsızlık olduğu
halde, iddetten sonrasına ait olan samimiyet ve menfaatinizi gözeterek onlara
müsaade etmiştir. Bunlardan anlaşılır ki kocalı veya ric'î talâk (dönüş yapılabilecek
bir boşama) ile boşanmış bulunan kadınlara gerek açıktan ve gerekse üstü kapalı
olarak hiçbir şekilde söz atmak caiz değildir. Ölüm iddeti beklemekte olan
kadınlara üstü kapalı olarak evlenme teklifi caiz olmakla beraber; bütün iddet
bekleyen kadınların ve kocalı kadınların, evlenme teklifi yapacak bir durumda
bulunmaktan kaçınmaları vacibdir. Aksi takdirde dulların hukukuna tecavüzle
zulmetmiş ve kendilerini de tehlike ile karşı karşıya bırakmış olurlar.
Boşama
ve iddet meseleleri, böyle evlenme arz ve talebi ile ilgili, ince bir takım
sosyal vazife ve adaba dayalı olunca, hukuk bakımından da bazı açıklamalara
ihtiyaç duyulur. Nikâhlı kadınlar ilk plânda iki kısımdır: Mehir takdir edilmiş
olan, olmayan. Bunlardan herbiri de iki kısımdır: Nikahtan sonra gerdeğe girilmiş
olan, olmayan. Buna göre boşanmış kadınlar da bu şekilde dört kısımdır: Birincisi
kendisiyle zifafa girilmiş ve mehir takdir edilmiş olan ki bunların hükmü
yukarıda anlatılmış; boşama üzerine haksızlıkla hiç bir şey alınmayıp, mehirlerinin
tam olarak ödenmesi ve üç "kur' " (âdet veya temizlik süresi) kadar
iddet beklemeleri gerektiği açıklanmıştı. İkincisi kendisiyle zifafa girilmiş
olup mehri takdir edilmemiş bulunandır. Bunlara da aynı şekilde, "Erkeklerin
kadınlar üzerindeki meşru hakları gibi, kadınların da hakları vardır."
(Bakara, 2/228) âyeti kerimesi gereğince mehr-i misil (emsaline ödenen mehir
miktarı) gerektiği bildirilmiştir ki bununla ilgili daha bazı açıklamalar
gelecektir. Üçüncüsü, kendisiyle zifafa girilmemiş ve mehir de kesilmemiş
olan; dördüncüsü de kendisiyle zifafa girilmemiş, fakat mehir kesilmiş bulunandır
ki bu ikisi de aşağıda gelecek iki âyet ile, bir de Ahzâb Sûresinde: "Sizin
için (dokunmadan boşadığınız) kadınlar hakkında sayacağınız bir iddet yoktur."
(Ahzab, 33/49) âyetiyle açıklanacaktır. Şöyle ki:
236-Mehirsiz
nikâh veya zifafa girmeden önce boşamak caiz olabilir mi? Çok bağışlayıcı
ve yumuşak muamele edici olan Allah Teâlâ nezdinde bunların hükmü nedir denirse,
(Hamza, Kisâî ve Halefü'l-Âşir kırâetlerinde eklindedir. Nikâhlınız olan kadınlara
ne temas, ne de onlar için nikâhta farz olan bir mehir takdir edip söylemediğiniz;
yani ne zifaf, ne de mehir takdiri, hiç birini yapmadığınız müddetçe onları
boşamanız caizdir. Sırf bundan dolayı size bir günah yoktur. Mehri söylemeden
nikâh sahih olabileceği gibi, zifaftan önce boşamak da caiz ve geçerli olur.
Fakat buna da dînî bir vecibe gerekli olur: Bundan dolayı onlara meşru şekilde
bir mal verip yararlandırınız; öyle ki bu mal, durumu geniş olana kudretince,
dar olana da kudretince olsun. Bunu bahşetmek, iyilere gerçekten vacibdir.
İsterse mehir söylenmemiş bulunsun, her nikâhın kadına mali bir menfaatle
sonuçlanması gerekir. Mehir söylenmeden nikâhın sahih olması, mutlak olarak
hiç bir şey lazım gelmez demek değildir. O zaman, "Erkeklerin kadınlar
üzerindeki meşru hakları gibi kadınların da hakları vardır." (Bakara,
2/228) âyeti mânâsız kalmış olurdu. Buna göre mehir kararlaştırılmadığı halde
zifafa girilmiş olsaydı mehr-i misil gerekecekti. Zifaftan önce boşanmış olunca
bu mahrumiyete karşılık bir bağış olsun verilmesi gerekir. Bu da fıkıhta açıklandığı
üzere en az baştan başa bir kat elbisedir ki bunun da en az ölçüsü bir baş
örtüsü, bir entari, bir çarşaf veya bunların bedelidir.
Ensardan
bir zat, bir hanifiyye ile (İslâmdan önce Allah'ın birliğine inanan ve Hz.
İbrahim'in dininden olan bir kadını) mehir takdir etmeksizin evlenmiş, sonra
da henüz gerdeğe girmeden boşamıştı. Bu âyet, bunun hakkında inmiş ve Resulullah
(s.a.v.) buna, "Külahını satarak bile olsa o kadına bir mal (bağış) ver!"
buyurmuştur.
KADERUHU
: Nafi, İbnü Kesir, Ebu Amr, İbn Amir'den Hişam, Asımdan Ebu Bekir Şu'be,
Yakub kırâetlerinde "dal"in sükunu ile şeklinde, geri kalanlarda
fethasiyle okunur.
CÜNÂH
: Aslında bir şeyi basıp meylettiren ağırlık demek olup zorluk, sıkıntı ve
genel olarak günah ve vebal mânâsına da gelir ki "günah" kelimesinin
aslı budur.
KADINA
MESS: Temas, dilimizde dokunmak dediğimiz gibi cinsel ilişkiden kinayedir.
Bu bir sır olduğundan açık delili bulunan halvet-i sahiha ile, yani engelden
uzak olarak tenhaca beraber bulunmakla bilinir ve buna duhul (gerdeğe girme)
denir. Bu şekilde gerdeğe girmeden önceki boşamada mehir kararlaştırılmamış
bulunduğu takdirde talak-i bâin (yeni bir nikâh olmadan kadının tekrar alınamayacağı
boşama) meydana gelir ve kadına bir mal verilmesi gerekir.
237-
Ve eğer onlara dokunmadan önce boşar, ve bir mehir takdir edip kararlaştırmış
bulunursanız , borcunuz, takdir ettiğiniz kararlaştırılmış olan mehrin yarısıdır.
Ancak o kadınlar bunu bağışlayıp düşürürlerse veya nikâh düğümü elinde olan,
akdedilmiş nikâha ve onu çözmek hakkına sahip bulunan kimse, yani boşayan
koca fazlasını verirse o başka. Burada bu ifade ile muhataptan gıyaba iltifat
olunması (ikinci şahıstan üçüncü şahsa dönülmesi) bu özellikle fazla teşvik
içindir. Rivayet edilmiştir ki ashabdan Cübeyr b. Mut'ım hazretleri böyle
tamamını vermiş: "Ben bağışlamaya daha layıkım." demiştir. (Allah
ondan razı olsun). Bununla beraber ilk bakışta bu kimseden maksat veli gibi
görünür, veya kadın küçük olduğundan dolayı evlendirme yetkisine sahip olan
velisi o yarıyı affetmiş bulunsun demek olur. Fakat önceki mânâyı desteklemek
üzere buyuruluyor ki: Ve affetmeniz (bağışlamanız) takvaya daha yakındır.
Belli ki küçük bir kızın hakkını düşürmekte bir takva ilgisi bulunamayacağından
bunun mânâsı şudur: Kadının affetmesinden, sizin fazla vermeniz takvaya daha
yakındır. Aranızda iyiliği de unutmayın, birbirinize karşı iyilik ve faziletle
muamele etmeyi elden bırakmayın. "Erkekler için kadınlar üzerinde fazla
bir derece vardır." (Bakara, 2/228) âyetinin mânâsını hatırdan çıkarmayın.
Çünkü her ne yaparsanız Allah onu görür. Yaptığınız iyilik ve ikramı zayi
etmez. Kadın affederse bu fazileti o elde etmiş olur; erkek fazlasıyla tamamını
verirse, iyilik ve üstünlüğünü ispat etmiş bulunur. Bu bakımdan evlenme, boşama
ve mal derdiyle dünyaya dalıp iyilik ve fazileti unutmamalıdır.
238-
Böyle olabilmek için de bilinen namazları ve hele orta namazı üstlerine düşerek
muhafaza ediniz. Her birini dikkatle gözetip vaktinde eksiksiz olarak yerine
getirmeye devam ediniz. Ve Allah için ayağa kalkıp divan durunuz, yani Allah
için kalkıp, önünüze bakarak, ellerinizi güzel bir şekilde tutup oynatmayarak
sessiz ve sakin ve bir boyun eğme tavrı içinde Allah diyerek namaza durunuz.
KUNUT:
Bir şeye öyle devam edip durmaktır ki taat, huşu, sukünet ve ayakta durmak
mânâlarını içerir ve dilimizde buna "divan durmak" denir. Bunun
için kunut taattir, kunut uzun süre ayakta durmaktır, kunut susmaktır; kunut
huşu ve tevazu kanatlarını indirmek ve azaların sükuna kavuşmasıdır diye çeşitli
bakımlardan tarif edilmiştir. Bir hadisi şerifte "Namazın en faziletlisi
kunutu (kıyamı) uzun olandır." buyurulmuştur ki kıyam demektir. Buna
göre namazda kıyam ve kırâeti, duayı veya huşû ve süküneti uzatmaya da kunut
denir. Nitekim, "Hazreti Peygamber bir ay kunut yaptı, bunda Arap kabilelerinden
biri aleyhine dua ederdi." diye rivayet olunan Peygamber fiilinde kunut,
duaya kıyamı (dua için ayakta durmayı) uzatmak demektir. İşte bu "Allah
için kunut yaparak ayakta durunuz." emriyle namazda özellikle Allah için
niyetin ve iftitah (başlangıç) tekbirinin, kıyamın ve huşû ile dünya kelâmından
sükut etmenin farz oluşu anlatılmıştır. Bu şekilde kıyam (ayakta duruş) namazın
ilk rüknüdür (temelidir). "Okuyunuz", "Rüku ediniz", "Secde
ediniz" emirleri gereğince kırâet, rükû, secdeler, kâde (oturma), sıralamada
bundan sonradır. Her namazda önce divan durmak vardır. Bu sebeple namaz aslında
bir kunuttur. Fakat vitir namazı gibi bazı namazlarda kıyam (ayakta durma)
esnasında bir tekbir ile daha dua için kıyamı uzatmaya da özel mânâsıyla kunut
denir ki kunut içinde kunut demek olur. Bundan dolayı, "kânitîn"
namaz kılanlar, huşû içinde bulunanlar, susanlar demek olur. Asıl kıyam, "Allah
için ayakta durun." ifadesinden açıkça anlaşıldığı için "kunut yaparak"
ifadesi, daha çok Allah'ın zikri ile durup huşû ile susmak mânâsına yorumlanmıştır.
Ebu Amr eş-Şeybanî'den rivayet edilmiştir ki: "Biz başlangıçta Resulullah
zamanında namazda konuşurduk. Allah için kunut yaparak ayakta durun."
âyeti indi, bize susmak emredildi." demiştir. Abdullah b. Mes'ud da demiştir
ki: Biz Habeşistan'a gitmeden önce Hz. Peygamber'e namazda olduğu halde selâm
verirdik, O da bize karşılık verirdi. Habeşistan'dan geldiğimde selâm verdim,
karşılık vermedi, sonra bunu kendisine arz ettim. "Cenab-ı Allah dilediği
emri yaratır, namazda konuşmamanızı da kesinlikle emretti." buyurdu.
Ebu Said el-Hudrî'den rivayet edilmiştir ki: Bir adam Hz. Peygambere namazda
selâm verdi. O da işaretle aldı. Selâm verdikten sonra buyurdu ki: "Biz
namazda selâm alırdık, ama ondan menedildik. Muaviye b. el-Hakem es-Sülemî
hadisinde de Peygamber (s.a.v.) buyurmuştur ki: "Bizim şu namazımız yok
mu, bunda insan kelâmından hiç bir şey yaraşmaz. O tesbih, tekbir ve Kur'an
kırâetidir. Bu âyetin inişinden sonra ashab-ı kiramdan her hangi birisi, namaza
durduğu zaman, Allah korkusu ile uzağa bakmaktan, sağa sola dönmekten, bir
çakılı itmekten, gönlünde dünya işleriyle ilgili bir kuruntu yapmaktan sakınırdı.
Kelimesinde,
elif-lâm ahdi harici içindir ki maksat, günde beş vakit bilinen farz namazlardır.
Bu ahd olmasaydı, bilinen bütün namazların farz olması gerekecekti ki buna
güç yetmezdi.
VUSTÂ
: Evsat ın müennesi (dişili) olarak ism-i tafdildir ki orta veya en faziletli
demektir. Bunun için salat-ı vüstâ anlam itibarıyla orta namaz veya efdal
(en faziletli) namazdır diye ancak iki görüş vardır. İsm-i tafdil, fazlalık
ve eksikliği kabul eden şeylerden yapıldığı cihetle "mevt (ölüm)"ten
"emvet (daha çok ölüm)" denmediği gibi; bir şeyin vasat (orta) olması
da fazlalık ve eksikliği kabul etmeyeceği için, "evsat" ve "vustâ"
kelimesinin tafdil mânâsında kullanılmasının doğru olmayacağı ve bu bakımdan
"evsat" en hayırlı, en mütedil demek olup, salatı vüstanın da "efdal
namaz" (en faziletli namaz) mânâsına olması gerekeceği de hatırlatılmıştır.
Bununla beraber ism-i tafdilin, fiilin asıl mânâsına gelmesi de inkâr edilemeyeceği
gibi, tavassutun (ortada olmanın) izafî veya hakikîsini düşünmek de mümkündür.
Şu halde salât-ı vustâ "namazların en ortası" veya "ortası"
demek de olabilir.
İşin
aslına gelince, atıf, tegayür (başkalık) gerektireceğinden "orta namaz",
"essalevat"tan yani bilinen namazlardan başka bir namaz gibi görünürse
de aslında "namaz", "namazlar" da dahil olduğundan bu
atfın, fazla itina göstermek için hassı âmma (özel olanı, genel olana) atıf
cinsinden bulunduğu en küçük bir düşünce ile anlaşılır ki genel olarak tefsircilerin
rivayetleri de böyledir. Şu halde bu atıf, "ve melâiketihî ve Cebrail"
(Allah'ın melekleri ve Cebrail) diye meleklere Cebrail'i atıf gibidir ve farz
namazlar içinde salat-ı vüstâ (orta namaz) melekler içinde Cebrail'e benzer.
Acaba bu hangi namazdır? Bunu kesin bir şekilde tayin etmek mümkün değildir.
Tabiin'in büyüklerinden Said b. Müseyyeb hazretleri, salat-ı vüstâ hakkında
Resullullah'ın ashabı şöyleydi, demiş ve parmaklarını birbirine geçirmiştir.
Bu konudaki görüşlerin özeti şöyledir:
1-
Bu, ikindi namazıdır. Bu görüş, Hz. Ali'den, İbnü Mes'ud'dan, Ebu Ey-yub'dan,
bir rivayette İbnü Ömer'den, Semre b. Cündeb'den, Ebu Hüreyre'den, Utayye
rivayetinde İbnü Abbas'tan, Ebu Said el-Hudri'den, bir rivayette Hz. Âişe'den,
Hz. Hafsa'dan (R. anhüm), birçok tabiînden, İmamı Azam Ebu Hanife'den, bir
kavlinde İmam Şafiî'den, Ahmet b. Hanbel'den ve Malik'in bazı arkadaşlarından
rivayet edilmiştir ki Resulullah Efendimiz "Ahzab" savaşı günü,
"Bizi, orta namazı olan ikindi namazından meşgul ettiler. Allah kalblerine
ve evlerine ateş doldursun." buyurmuştur. Çünkü düşmanların savaş için
hücumlarından dolayı "korku namazı" şeklinde olsun vaktinde kılamamışlar,
güneşin batışından sonra kılmışlardı. Hz. Ali de "Biz orta namazı sabah
namazı zannederdik. Nihayet Resulullah söyledi de bunun ikindi namazı olduğunu
öğrendik." demiştir. Ebu Malik Eş'ari ve Semre b. Cündeb hazretleri de
Resulullah'ın, "Orta namaz, ikindi namazıdır." buyurduğunu rivayet
etmişlerdir. Bunun sebebi ve hikmeti olarak denilmiştir ki ikindi namazı vakti,
herkesin ticaret ve geçim için en çok meşgul oldukları bir vakittir. Gece
ve gündüz meleklerinin toplanma zamanıdır. Bir de şer'î günle, iki gündüz
iki gece namazlarının ortasındadır. Bu bakımdan her iki mânâsıyla ortadır.
2-Sabah
namazıdır. Bu da Hazreti Ömer'den, bir rivayette Hz. Ali'den, Ebu Musa, Muaz,
Cabir, Ebu Ümame ve bir rivayette İbnü Ömer hazretlerinden ve Mücahid'den
ve İmam Malik'ten ve bir kavilde İmam Şafiî'den rivayet edilmiştir. Bunun
hakkında da Resullullah'ın, bir gün sabah namazını kılıp rukudan önce kunut
da yaptığı, elini kaldırıp dua ettiği ve sonunda: "İşte bu, içersinde
kunut yaparak (boyun eğerek) kılmamız emredilen orta namazıdır." buyurduğu
Ebu Reca Utaridî hazretlerinden rivayet edilmiş ve Fahreddin Razî, tefsirinde
daha çok buna atıfta bulunup delil getirmiştir.
3-Öğle
namazıdır. Bu da İbn Ömer, Zeyd, Üsame, Ebu Said, Aişe hazretlerinden ve bir
rivayette İmam-ı Azam'dan rivayet edilmiştir. Zeyd b. Sabit (r.a.) şöyle rivayet
etmiştir ki: "Hazreti Peygamber, öğle sıcağında namaz kılar, insanlar
da kendilerini sıcaktan koruyacak barınaklarında bulunurlar, Cemaate gelmezlerdi.
Resulullah, bu hususta söylendi. Cenab-ı Allah: 'orta namazı' âyetini indirdi
ki maksat öğle namazıdır." Yine rivayet olunmuştur ki o zaman öğleyin
Hz. Peygamberin arkasında ancak bir iki saf cemaat bulunurdu. Resulullah:
"Vallahi şu namaza gelmeyen kavmin üzerlerine evlerini yakayım, diye
gönlüme geldi. buyurmuş, bunun üzerine bu âyet inmiştir; bir de öğle namazı,
Resulullah'ın ilk defa Cebrail'in imamlığı ile kıldığı ilk namazdır. Bundan
başka cuma namazı bu vakittedir. Bunun fazileti ise bilinmektedir.
4-
Akşam namazıdır. Bu da Ebu Ubeyde es-Selmanî ve Kubeysa b. Züveyb (r. anhüma)dan
rivayet edilmiştir. Çünkü bu namaz, ikâmet halinde ve yolculukta hep üç rekat
olarak sabittir.
5-
Yatsı namazı olduğu da bazı zatlardan nakledilmiştir.
6-
Beş vakit namazın tamamıdır ki Muâz b. Cebel (r.a.) bu görüştedir. Gerçekte
namaz, imanın aslı ile diğer ameller arasında ortada bulunan bir ibadettir.
Bu itibarla "vüstâ" (orta oluşu) sıfat-ı kâşifedir (açıklayıcı bir
sıfattır). Diğer taraftan namazda tertip sahibi olmanın, daha faziletli olduğunda
söz yoktur. Bu ise, her gün beş vakit namazın tamamı itibariyledir.
7-
Beş vakit namazdan, belirsiz olarak bir tanesidir. Tabiînin büyüklerinden
Said b. Müseyyeb ve Ebu Bekir Varrak bu görüşe sahip olmuşlardır. Cenab-ı
Allah, Ramazan ayında kadir gecesini, Esmâ-i Hüsnâ'sında (en güzel isimleri
içersinde) İsm-i Azam'ını (en büyük ismini), cuma gününde icabet saatini gizlediği
gibi; namazlar içinde de orta namazını gizlemiş ve bununla beraber muhafazasını
emretmiştir ki; namazların hepsine devam ve muhafazasına itina gösterilsin.
Böyle
olduğunu Nafi, İbn Ömer'den rivayet etmiş, Rebi' b. Heysem de bu görüşe sahip
olmuştur. Bir de bu âyet önce, "orta namazını, ikindi namazını..."
diye inmişti. Hz. Hafsa'nın, kölesine yazdırdığı ve bu âyete gelince özellikle
imla suretiyle yazdırdığı mushafta ve yine Hz. Aişe'nin mushafında böyle ve
bir rivayette: "o ikindi namazıdır" şeklinde olduğu, fakat bunun
daha sonra neshedilip (kaldırılıp) yalnız, kırâetınin kaldığı mütevatir kırâetlerle
sabit ve Bera' b. Âzib hazretlerinden de özellikle rivayet edilmiş bulunduğu
cihetle anlaşılıyor ki bu önce ikindi namazı olmak üzere tayin edilmiş olduğu
halde, daha sonra tayini neshedilip kapalı bırakılmıştır. Tefsirci Kurtubî
demiştir ki, sahih olan budur; çünkü deliller, birbirine zıt ve tercih şekli
de yoktur.
Meşhur
olan görüşler bunlardır. Bunlardan başka:
8-
Cuma günü cuma namazı, diğer günlerde öğle namazıdır. Bu da Hz. Ali'den rivayet
edilmiştir.
9-
Yatsı ve sabah namazlarıdır ki Ebu Hayyan'ın anlattığına göre Hz. Ömer ve
Hz. Osman bu görüşe sahiptirler.
10-
Sabah ve ikindi namazlarıdır ki Malikî fıkıhçılarından Ebu Bekir Ebherî'nin
görüşüdür.
11-
Özellikle cuma namazıdır.
12-
Farz namazların hepsinde cemaattir.
13-
Korku namazıdır.
14-
Vitir namazıdır. Ebu'l-Hasan Ali b. Muhammed es-Sehâvî bunu tercih etmiştir.
15-
Kurban bayramı namazıdır.
16-
Ramazan bayramı namazıdır.
17-
Kuşluk namazıdır.
Tefsirci
Ebu Hayyan Endelûsî, bunları özetleyerek der ki: "Bu görüşlerden her
biri söylediği namazın fazileti hakkında vârid olan hadislerle, bir de bazısının,
şu ve şu arasında ortada bulunmasıyla tercih edilmesi istenilmiştir. Halbuki
bu bir delil değildir. Belirli bir namazın özel bir faziletinin bulunması;
ne hepsinden faziletli olmasına, ne de orta namazdan Allah'ın muradının, o
namaz olduğuna delâlet etmez. Bütün bu rivayetler arasında itimada en uygun
olan görüş; Hz. Peygamberin salat-ı asır (ikindi namazı) diye açıklamasıdır..."
İbn
Cerir Taberî de tefsirinde bunu doğru göstermiştir. Hanefîlerin de en çok
taraftar olduğu görüş budur. Böyle olmakla beraber, bu kadar ihtilaf içinde
bunun kesin bir tefsir olduğu iddia edilemez. Çünkü âyetten "salâtü'l-asr"
(ikindi namazı) açıklamasının, okunuşunun neshedilmiş olarak kalması, belirleme
hükmünün kaldırılmış olmasına yorumlanır. Yalnız okunuşun neshedilmiş olması,
orta namazın bilinmesinin, beş vakit namaz gibi yerleşip tevatürle bilinmesine
ve tayin edilmiş olmasına bağlıdır. Halbuki görüldüğü üzere beş vakit namaz,
kesin olarak bilindiği halde bu öyle değildir. Bu ancak genel anlamı ile bilinmektedir.
Gerçi "Ahzab" günü (Hendek savaşı günü) hadisi, en kuvvetli bir
açıklamadır. Fakat bunun, o günkü ikindi namazına mahsus olması da muhtemeldir.
Çünkü en çok engelle karşılaşan o olmuştur. Ve çok meşguliyet hikmetine bakılarak
orta namazın, çoğunlukla ikindi namazı olduğunun söylenmesi, insanların çoğu
için ikindi namazının, meşguliyetin çok olduğu bir zamana rastlamış olmasından
ve böylece ortada kalmasındandır. Halbuki genel duruma bakılırsa, meşguliyetin
çokluğu ve engeller, diğer namazlara da rastlayabilir. Bu bakımdan denilebilir
ki her şahıs için engellerin çokluğu sebebiyle kılınması zor ve en çok ortada
kalıp geçmesi muhtemel olan namaz hangisi ise, onun hakkında namazların en
faziletlisi ve orta namazı da odur. Ve yukarıdaki şekilde her namaz hakkında
rivayet bulunması, bu şekilde izah edilebilir ve ilk inişteki "salâti'l-asr"
(ikindi namazı) açıklamasının, neshedilmiş bulunması da bunu teyid etmektedir.
O halde orta namazı hakkında en sahih ve en itidalli söz, beş vakit namazdan
herhangi birisinin olmasıdır.
239-
Bütün namazlara itina gösterilmesini temin için, orta namazı kesin olarak
tayin edilmemiş, ancak açık ve kesin buyurulmuştur ki:
Namazların
hepsini ve hele orta namazı muhafaza ediniz ve Allah için kalkıp divana durunuz,
eğer korkarsanız; düşman veya yırtıcı hayvan gibi bir sebepten ötürü şiddetli
bir korkuya düşerseniz, yaya veya binekli, nasıl durabilirseniz öyle kılınız.
Yani durum neyi gerektiriyorsa ona göre nasıl ve ne tarafa durmak mümkünse
öylece, isterse hayvan üzerinde ima ile olsun tek başınıza kılınız ve her
halde mümkün olduğu kadar kılınız, terk etmeyiniz.
Bu
şekilde gelişine göre namaza, "korku namazı" denir ki en şiddetli
korku zamanındadır. Korku namazının, cemaatle kılınabilen diğer bir şekli
vardır ki Nisâ sûresinde gelecektir. Onda korku, bundan azdır. Fakat düşmanla
fiilen savaş sırasında bunların hiçbiri yapılamaz; hareket namazı bozduğundan,
o zaman namazı kazaya bırakmak zorunlu olur. Nitekim Hendek savaşında "Ahzab"
günü güneş batıncaya kadar böyle olmuş da Resulullah: "Bizi orta namazı
olan ikindi namazından meşgul ettiler..." buyurmuş, dört namazı kazaya
bırakmış ve güneş battıktan sonra sırasıyla kaza etmişti.
Artık
korkuyu atıp emniyet ve selâmete çıktınız mı, size o bilmediğiniz hükümleri
ve bu arada namazın hükümlerini nasıl öğrettiyse, öylece Allah'ı zikrediniz,
namazlarınızı yine tam olarak kılınız ve diğer hükümlerini de yerine getiriniz
ki şükretmiş olasınız. O hükümler içinde namazlara devam, bu üstünlük ve fazileti
unutturmaz. Demek ki namazlar içinde orta namazı nasılsa, bütün şer'î hükümler
içinde namazlar da öyledir ve bunu anlatmak için nikâh ve boşama meseleleri
henüz bitmeden arada özellikle bu emirler verilmiştir. Ölümün ve boşamanın
bahis konusu olduğu ve olacağı bir sırada fazilete sevk ve namazı emretmek
ve korku ve güvence ile cihadı hatırlatmak ne kadar beliğ (belagatlı)dir!
Bu uyanışla o hükümlerin geri kalan kısmını dinleyiniz:
Meâl-i Şerifi:
240-İçinizden
hanımlarını geride bırakarak vefat edecek olanlar, eşleri için senesine kadar
evlerinden çıkarılmaksızın kendilerine yetecek bir malı vasiyet ederler. Bununla
birlikte eğer kendileri çıkarlarsa, kendi haklarında yaptıkları meşru bir
hareketten dolayı size bir sorumluluk yoktur. Allah çok güçlüdür, hüküm ve
hikmet sahibidir.
241-
Boşanmış kadınlar için de meşru ve geleneğe uygun şekilde bir meta'(intifa
hakkı) vardır ki verilmesi, Allah'tan korkanlar üzerine bir borçtur.
242-İşte
akıllarınız ersin diye, Allah size âyetlerini böylece açıklıyor.
240-
KIRÂET: Ebu Amr, İbnü Âmir, Hafs rivayetiyle Âsım ve Hamza kırâetlerinde mansub
şeklinde, diğerlerinde ise merfu şeklinde okunur. Abdullah b. Mes'ud kırâetinde
de şeklindeydi.
Tefsircilerin
büyük çoğunluğu bu, âyetinin inişinin, evvelki âyetten daha önce olduğunu,
fakat okunuşta geri bırakıldığını söylemişlerdir. Bununla beraber tarih açıklanmış
değildir. Önceki iddet, bu da nafaka içindir.
Yine
içinizden vefat edip de acıklı hanımlar bırakanlar, eşleri için senesine kadar
evden çıkarılmayarak geçinecekleri bir malı vasiyet edip bırakırlar. Bunların,
hanımları için böyle bir vasiyet hükmü vardır ki vasiyet yapılmasa bile hüküm
verilir. Bunun üzerine o hanımlar, kendiliklerinden çıkarlarsa, o zaman kendi
haklarında meşru bir şekilde yaptıkları hareketlerde size bir günah yoktur.
Nafaka haklarını, kendileri düşürmüş olurlar. Allah azizdir, hakimdir (çok
güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir); meşru olanın aksine hareket edenleri
veya meşru olan harekete müdahale edenleri hesaba çeker.
Burada
nekre (belirsiz) olarak "ma'ruf", öncekinde (belirli bir kelime
olarak) "bi'l-ma'ruf" buyurulması; bunun inişinin önce, öbürünün
inişinin ise daha sonra bulunmasından dolayı olduğunu tefsirciler açıklıyorlar.
Çıkış halinde günahın olmayışı gösterir ki bu bir sene tamamen iddet değildir.
Çünkü iddet olsaydı, çıkışları günah olurdu. Şu halde bu âyet, birincisinden
inişte de önce olsaydı, dört ay on gün iddet müddetiyle çelişkili olmazdı.
O halde önce olduğundan dolayı nafakaya ait olan bu müddetin, iddet müddetiyle
neshedilmiş veya tahsis edilmiş olması gerekmezdi. Fakat şurasını unutmamak
gerekir ki bu bir sene kadar intifa hakkı, vasiyet veya vasiyet hükmünde olarak
sabittir. Halbuki ileride görüleceği üzere karı da kocasına dörtte bir veya
sekizde bir hisse ile varis olacaktır. Bu şekilde miras âyetlerinin inişinden
sonra varise vasiyet neshedilmiş (kaldırılmış) olduğundan, bu vasiyet de neshedilmiştir.
Bundan dolayı kocası vefat eden eşlere kendi miras paylarından başka bir de
nafaka vacib değildir. Bu âyet, İslâm'ın başlangıcında karıya miras yokken
inmiş ve daha sonra miras ile hükmü kaldırılmıştır. Ve bu hükmün kaldırılması,
karının aleyhine değil, lehine (yararına) olmuştur. Bir sene de iddet mânâsı
düşünenler, bu neshin, sonradan inen iddet âyetiyle olduğunu da söylemişlerdir.
Demek ki her iki takdirde neshedilmiştir. Ancak Mücahid'den mesken hakkında
neshedilmediğine dair ayrı bir görüş vardır. İmam Şafiî de o görüşü benimseyerek,
bunlara nafaka yoktur, fakat bir sene meskende oturma hakkı vardır demiştir.
Mesken de nafakadan sayıldığı için, bu düşünce rivayet ve dirayet bakımından
zayıftır.
241-
Kocası vefat edenlerin nafakaları böyle. Bu açıklamanın sonunu, baş tarafına
bağlamak için bu hususta ilk bahis konusu olan boşanmış kadınlara gelince:
Boşanmış kadınlar için de şer'î bakımdan ve gelenekler açısından uygun şekilde
bir mal, bir intifa hakkı (faydalanma hakkı) vardır ki, verilmesi, Allah'tan
korkanlara, takvanın en geniş mânâsıyla müminlere vacibdir. Koca onu vermeli;
vermezse, müslümanların hakimleri alıvermelidir. Bu mal, gerdeğe girmiş olanlar
için iddet nafakası, girmemiş olanlar için de bir bağıştır (müt'adır). Fakat
müt'a, yukarda geçmiş bulunduğundan burada asıl konunun iddet nafakası olacağı
açıktır. Bunun geleneklere uygun olanı da kocanın gücüne göre, karının durumuna
uygun olmasıdır. "Hiç bir kimse, gücünün yettiğinden başkasıyla mükellef
tutulmaz." (Bakara, 2/233), "Eli geniş olan kendi gücüne göre, eli
dar olan da kendi gücüne göre" (Bakara, 2/236).
242-
İşte böyle Allah, hükümlerine delil olan âyetlerini size açıklıyor ki, aklınız
ersin, akıl ve anlayış sahibi olasınız. Allah'ın hükümlerini güzelce anlayıp
lâyıkıyla tatbik edesiniz de "ölüm" denince, akıllarını kaçıranlar
gibi olmayasınız:
Meâl-i
Şerifi
243-
Görmedin mi o kimseleri ki kendileri binlerce kişi iken ölüm korkusuyla yurtlarından
çıktılar. Allah da kendilerine "ölün!" dedi, sonra da onlara bir
hayat verdi. Şüphesiz ki Allah, insanlara karşı bir lütuf sahibidir. Fakat
insanların pek çokları şükretmezler.
Çoğunlukla
taaccüb ve takrir için kullanılır ki dilimizde "görmedin mi" ifadesi
de böyledir. Rü'yet (görme) de gözle veya kalble olur. İkisi de ile sılalanmaz
(ulanıp bağlanmaz). Bundan dolayı
243-
denildiği zaman bakmak veya ulaşmak mânâsını ifade eder ki, "Bakıp görmedin
mi? Görmüş gibi bilmedin mi? İlmin, bu bilinen şeye daha yetişmedi mi? Ne
garip. Hayır, sen onu bilirsin." yahut "Haberin yok mu baksana ne
acayip!" demek olur.
Görmedin
mi? Haberin yok mu? Ne acayip, baksana şunlara ki, binlerce kişi oldukları
halde ölümden kaçınmak için yurtlarından çıktılar. Allah da onlara "ölün!"
dedi sonra bunlara yeniden hayat verdi. Öldükten sora dirilmeye erdiler. Ölmeyelim
diye kaçtıkları zaman korktukları başlarına geldi, öldüler fakat ölüm içine
düşüp âdete göre "öldük!" dedikleri bir anda akla ve hayale gelmez
bir şekilde tekrar hayat buldular. Demek ki Allah'ın hükmünden kaçılmaz ve
hiç bir zaman Allah'tan ümit de kesilmez. Rivayet olunmuş ki vaktiyle Irak'ta
Vasıt tarafında (Dâverdân) denilen bir kasaba varmış. Orada veba hastalığı
ortaya çıkmış, halk bundan kaçmak için memleketlerinden çıkmışlar fakat hep
telef olmuşlar, sonra Allah yine hayat vermiş. Bir de İsrail oğullarından,
kendilerine cihad emredilmiş olan bir kavim savaştan korkup vatanlarından
çıkmışlar, kaçmışlar. Fakat yine ölmüşler, perişan olmuşlar. Nihayet Allah,
onlara tekrar hayat vermiş, Allah yolunda savaşmalarını emretmiş. Bir gün
Hz. Ömer namaz kılarken geride iki yahudi varmış. Hz. Ömer rükûa varırken
hava yapar, yani rükûda kollarını bögürlerine kısmayıp serbest ve aralıklı
tutarak dizlerine kor ve karnını çekkin tutar ve bu şekilde rükûda mertçe
ve güçlü bir vaziyet alırmış. Bunu gören yahudilerin biri, diğerine "Bu
o mu?" der. Hz. Ömer, namazı bitirince birisinin "Bu o mu?"
dediğini söylemiş. Yahudiler: "Biz kitabımızda Allah'ın izniyle ölüleri
dirilten Hazkil'in verdiğini verecek demirden bir boynuz (karn) buluyoruz
demişler. Ömer'in: "Biz kitabımızda Hazkil ve İsa'dan başka Allah'ın
izniyle ölüleri dirilten bulmuyoruz." demesi üzerine, "Biz, Allah'ın
kitabında sana nakletmediği peygamberler buluyoruz demişler. Ömer de "evet"
der. Bunun üzerine Yahudiler, ölüleri diriltmeye gelince, "Sana şunu
söyleyeceğiz ki İsrail oğullarında veba meydana gelmişti. Bunlardan bir kavim
çıktılar, bir mil gider gitmez Allah, bunları öldürdü. Bunlara bir duvar çevirdiler.
Kemikleri çürüdüğünde Cenab-ı Allah, Hazkil'i gönderdi, üzerlerinde bir müddet
durdu, Allah da bunları bu yüzden ölümden sonra tekrar hayata kavuşturdu."
dediler diye de rivayet edilmiştir.
İşte
bu âyet, bu kıssaların biri veya hepsi dolayısıyla inmiştir. Ve deniliyor
ki Hazkil, Zülkifl (A.S.)dır. Âyetin gelişi, savaş kıssasına daha münasip
gibi görünürse de âyette ölüm korkusu mutlak olduğu için gerek taun ve veba,
gerekse savaş, her hangi sebeple olursa olsun, ölüm korkusuyla Allah'ın hükmünden
kaçmak isteyenlerin hepsini içine almaktadır. Taun ve veba gibi salgınlarda
herkes bulunduğu yerden kaçmaya kalkışmamalı, savaş gerektiği zaman da binlerle
halk korkup vatanlarından kaçmamalıdırlar. Ölüm korkusuyla vatanlarını müdafaa
ve Allah'ın emrini yerine getirmekten kaçınarak, sürü sürü yurtlarını terk
eden binlerce kavimlerin, çok geçmeyip mahvoldukları, perişan oldukları ve
sonradan Allah'ın izniyle yine hayat buldukları hakkında insanlık tarihi örneklerle
doludur. Burada Cenâb-ı Allah, bütün bunları hatırlatırken ölümden, Allah'ın
hükmü olan vazifeden kaçıp kurtulmanın imkanı bulunmadığını ve böyle yapanların,
korktuklarına daha çabuk ve daha feci bir şekilde uğrayacaklarını ve hatta
Allah'ın, dileyince hükmünü yerine getirmek için ölüleri bile dirilteceğini
ve dolayısıyla, ölmekle kurtulacaklarını zannedenlerin de kurtulamayacaklarını
anlatmış kısaca Allah'ın hükmünden kurtulmak için, ne ölümden kaçmanın, ne
de ölüme koşmanın akıl işi olmadığını bildirmiştir.
Şüphe
yok ki Allah'ın insanlara lütuf ve ikramı çoktur. Böyle her türlü sebeplerin
kesilmiş, artık hayata imkan kalmamış zannedildiği bir sırada bile yeniden
hayat verir. Fakat insanların pek çoğu şükretmezler. O'nun emirlerine karşı
gelir ve kaçmakla kurtulacağız zannına düşerler. Ne budalalık! Ey müminler!
Siz böyle olmayın:
Meâl-i
Şerifi:
244-
O halde Allah yolunda çarpışın ve bilin ki Allah, her şeyi işitir ve bilir.
245-
Kimdir o adam ki Allah'a güzel bir ödünç versin de Allah da ona birçok katlarını
ödesin. Allah darlık da verir, genişlik de verir. Hepiniz de O'na döndürülüp
götürüleceksiniz.
244-
KIRÂET: : Nâfi', Ebu Amr, Hamza, Kisâi, Halefi Âşir kırâetlerinde nın zammesiyle
şeklinde, İbnü Kesir ve Ebu Cafer kırâetlerinde nın zammesi ve "ayn"ın
şeddesiyle elifsiz , İbnü Âmir ve Yakub kırâetlerinde "fa"nın nasbı
ve "ayn"ın teşdidiyle , Asım kırâetinde ise, râ'nın nasbı ve elif
ile okunur. Nâfi', Bezzî, Ebu Bekir Şu'be, Kisâî, Ebu Cafer ve Ravh kırâetlerinde
"sin" yerine "sâd" ile okunur.
Siz,
bunlardan ibret alıp şükredin ve Allah yolunda savaşın, vazifenize bakın.
Anlaşıldı ki korkunun ecele faydası yok. Kesinlikle takdir edilmiş olanın
da reddine çare yok. Ecel geldiyse Allah yolunda ölmek, gelmediyse kıymetli
zaferler elde edip sevablar kazanmak var ve biliniz ki, Allah mutlaka işitir,
bilir. Gidenlerin ve kalanların ne söylediklerini işitir, kalblerinde neler
gizlediklerini bilir.
245-
Şimdi kimdir o yiğit ki, Allah'a bir karz-ı hasen, yani gönülden koparak iyi
niyet ve ihlâsla dişinden, tırnağından güzelce kırpıp bir ödünç versin, Allah
yolunda mal harcasın da, o da yarın ona, birçok defa katlayarak kat kat fazlasıyla
versin, yahut her kim öyle ödünç verirse, Allah da ona böyle kat kat verir.
Bu katların miktarını ancak Allah bilir. Bununla beraber, "...bir tanenin
hâli gibidir ki yedi başak bitirmiş, her başakta yüz tane var..." (Bakara,
2/261) hesabıyla bire yedi yüz de denilmiştir.
Rivayet
olunuyor ki Ebu'd-Dehdah (r.a.): "Ya Resulallah! Benim iki bahçem var,
birisini tasadduk edersem bana cennette iki misli var mıdır?" demiş.
"Evet" buyurulmuş, "Dehdah'ın anası da yanımda mı?" demiş,
"Evet" buyurulmuş, "Sabiyye de beraberimde mi?" demiş,
"Evet" buyurulmuş. Bunun üzerine bahçelerinin en güzeli olan Huneyniyye
adındaki bahçesini tasadduk etmiş, dönüp çoluk çocuğuna gelmiş, onlar da o
bahçede bulunuyorlarmış. Hemen bahçenin kapısına durmuş, hanımı Ümmü Dehdah'a
bunu nakletmiş. O da "Satın aldığın bahçeleri Allah mübarek etsin!"
demiş. Çıkmışlar, bahçeyi teslim etmişler, bu âyet inmiş. Resulullah, "Ebu
Dehdah için Cennette nice hurma ağaçları saçak atıyor." buyurmuş.
Bu
ne lütuftur ki Allah kullarına böyle bir ödünç alma işi ilan ediyor ve bu
bereketin, ihlas ve iyi niyetle kulun iradesine bağlı olduğunu da gösteriyor.
Buna talip olunuz. Allah bu katlı ihsanı önceden niye yapıvermiyor, demeyiniz.
Çünkü, Allah sıkar ve açar, gerek fertlere ve gerekse toplumlara bazen darlık
verir, bazen de genişlik. Darlıkta ümitsizliğe düşmemeli, genişlikte azıtmamalı
her iki takdirde herkes hâline göre iyiliğe rağbet göstermelidir. Dişinden,
tırnağından güzelce kesip Allah'a mal ve bedence isterse sıkıntılara tahammül
etmek ve hiçbir şey bulamazsa "Allah'ı tesbih ederim, Allah'a hamd olsun,
Allah'tan başka hiç bir ilâh yoktur. Allah büyüktür." demek suretiyle
olsun karz-ı hasen yapılmalı "Allah'a güzel bir ödünç verilmeli"
dir ki sonu genişlik olsun. Ve siz ne kadar kaçınsanız, sonunda o Allah'a
döndürüleceksiniz. Mükafat veya cezanızı mutlaka bulacaksınız.
Bunların
gelişmesini aydınlatmak için:
Meâl-i
Şerifi
246-
Baksana, İsrail oğullarının Musa'dan sonra ileri gelenlerine! Hani onlar,
bir peygamberlerine: "Bize bir kumandan gönder de Allah yolunda savaşalım..."
dediler. O da: "Size savaş farz kılınırsa, acaba yapmamazlık eder misiniz?"
dedi. Onlar: "Bize ne oldu da yurtlarımızdan çıkarıldığımız ve çocuklarımızdan
ayrıldığımız halde Allah yolunda savaşmayalım?" dediler. Bunun üzerine
savaş kendilerine farz kılınınca da onlardan pek azı hariç, yüz çevirdiler.
Ama Allah, o zalimleri bilir.
247-
Peygamberleri onlara: "Allah, size hükümdar olmak üzere Talût'u gönderdi."
demişti. Onlar: "Ona bizim üzerimize hükümdar olmak nereden geldi? Oysa
hükümdarlığa biz ondan daha lâyıkız, ona maldan bir genişlik, bir bolluk da
verilmemiştir." dediler. Peygamberleri de "Onu sizin başınıza Allah
seçmiş ve ona bilgi ve vücut bakımından bir güç, bir genişlik vermiştir."
dedi. Hem Allah, mülkünü dilediğine verir. Allah'ın rahmeti geniştir, o her
şeyi bilir.
248-Peygamberleri,
onlara şunu da söylemişti: Haberiniz olsun, Onun hükümdarlığının alâmeti,
size o tabutun gelmesi olacaktır ki onda Rabbinizden bir sekine (sükûnet,
gönül rahatlığı), Musa ve Harun ailelerinin bıraktıklarından bir bakiyye (kalıntı)
vardır. Onu melekler getirecektir. Eğer iman etmiş kimselerden iseniz, bunda
sizin için kesin bir ibret, bir alâmet vardır.
249-Talut,
ordu ile hareket edince dedi ki: "Allah sizi mutlaka bir nehirle imtihan
edecek. Kim ondan içerse, benden değildir. Kim de onu tatmazsa, işte o bendendir.
Ancak eliyle bir avuç alan başka (bu kadarına ruhsat vardır)." Derken
içlerinden pek azı hariç, hepsi de varır varmaz ondan içtiler. Talut ve beraberindeki
iman eden kimseler nehri geçtiklerinde. "Bizim bugün, Calut ile ordusuna
karşı duracak gücümüz yok." dediler. Allah'a kavuşacaklarına inanıp,
bilenler ise şu cevabı verdiler: "Nice az topluluklar, Allah'ın izniyle
nice çok topluluklara galip gelmişlerdir. Allah, sabırlılarla beraberdir."
250-Calut
ve ordusuna karşı savaş meydanına çıktıkları zaman da şöyle dediler: "Ey
Rabbimiz! Üzerlerimize sabır dök, ayaklarımızı sabit tut ve kâfirler topluluğuna
karşı bize yardım et!"
251-Derken,
Allah'ın izniyle onları tamamen bozdular. Davud, Calut'u öldürdü ve Allah,
kendisine hükümdarlık ve hikmet (peygamberlik) verdi ve ona dilediği şeylerden
de öğretti. Eğer Allah'ın, insanları birbirleriyle savması olmasaydı, yeryüzü
mutlaka bozulur giderdi. Fakat Allah, bütün âlemlere karşı büyük bir lütuf
sahibidir.
252-İşte
bunlar, Allah'ın âyetleridir. Onları sana hakkıyla okuyoruz. Şüphesiz ki sen
o gönderilen resullerdensin.
246-KIRÂET
: Nâfi, "sin"in kesresiyle şeklinde, diğerleri fethasiyle şeklinde,
okurlar. Nafi', İbnü Kesir, Ebu Amr, Ebu Cafer "gayın"ın fethasiyle
, diğerleri zammesiyle okurlar. : Nafi', Ebu Cafer, Yakub, şeklinde okurlar.
MELE'
: Kavim, raht (cemaat, topluluk) gibi tekili olmayan bir çoğul isimdir ki
toplandıkları zaman göz veya yer dolduran bir cemaat veya cemiyet anlamıyla
insanların eşrafına; yani ileri gelen, görüş, fikir ve itibar sahibi olan,
işleri bitirip, çözüm ve sonuca bağlayacak nitelik ve yetkiye sahip bulunan
heyete denir. İbnü Atiyye demiştir ki: kelimesinin asıl kullanılışı, kavmin
tamamınadır.
İleri
gelenlere denilmesi, benzetme yoluyladır. Yani ileri gelenlere, bütün bir
kavmi temsil edebilmeleri bakımından onlar gibi mele' denir. Onun için ilerde
göreceğiz ki sözler, fikir ve görüş sahiplerine nisbet edilmekle beraber,
sorumluluk tamamına yöneliktir. Kısaca iki bakımdan kavmin büyük çoğunluğu
demektir. Ferrâ açıklıyor ki bütün Kur'an'da kelimeleri erkekler demektir,
içlerinde kadın yoktur.
Ey
görüş ve fikir sahibi! Görmedin mi, baksana, Musa'dan sonra İsrail oğullarından
o kalabalık topluluğa. Bir vakit bunlar bir peygamberlerine
İntikam
duygusu ve Allah'tan zafer ümidiyle savaş sebeplerinin fazlasıyla mevcut olduğunu
söylediler. Bu sırada Mısır ile Filistin arasında yerleşmiş bulunan Amalika'nın
başında Imlîk oğullarından Calut adında zorba bir hükümdar bulunuyormuş. Bunlar
İsrail oğullarına galip gelmişler, vatanlarının birçoğunu zaptederek çocuklarını,
hatta şehzadelerinden dört yüz kırk kişiyi esir edip götürmüşler, kalanlara
vergiler bağlamışlar ve Tevratlarını bile almışlar. Bu sırada İsrail oğullarının
bir peygamberleri yokmuş. Nihayet Allah'a yalvarmışlar. Allah Teâlâ bunlara
peygamber sülâlesinden kalma tek bir kadından bir çocuk vermiş ve buna peygamberlik
ihsan etmiş; bu sayede ümitlenmişler, bir taraftan onun peygamberliğini imtihan,
bir taraftan da zafer ümidiyle savaşmak arzusuna düşmüşler. Bu sebeple ondan
bu talepte bulunmuşlar ve böyle söz vermişler. İmam Kuşeyrî, bu noktada demiş
ki, fakat iyi niyetlerine mal ve evlad endişesini karıştırarak hareket etmiş
ve sırf Allah yolunda tam bir samimiyetle ilâhî emre boyun eğmeyip, yiğitlik
göstererek harbe coşturmak için ayaklanmış bulunduklarından, maksatları tamam
olmamış ve çoğunlukla rahata alışmış kimselerin âdeti olduğu üzere başlangıçta
intikam duygusuyla yiğitlik göstermişler ve sonra iş sıkıya gelince davranışları
sözlerine uymamıştır.
Gerçek
şu ki, ne zaman ki savaş yazıldı, emir verilip iş kesinlik kazandı, geri döndüler.
Hareketleri, sözlerine uymadı, sözlerinde durmadılar, emre riayet etmediler.
Savaş alanına gelirken yüz çeviriverdiler. Ancak içlerinden birazı müstesna
bir makâm kazandılar ki yakında görüleceği üzere bunlar, bir avuç su ile yetinenlerdi.
Azlıklarına bakmadılar, sebat ettiler ve muzaffer oldular.
Bir
hadisi şerife göre bu azınlıkta olanlar, "Bedir" ashabının sayısı
kadardılar ki üç yüz on üç kişilermiş, demek olur. Sözlerinde duran ve başarıya
ulaşan bu azınlıktan başkaları, başlangıçta harbe çoşturdular da savaş alanında
bunları yalnız bırakıp çekiliverdiler. Allah da böyle zalimleri bilir, dolayısıyla
onlara yapacağını da bilir. Bu tezyîl (ilave) cümlesi, sözlerinde durmayan
ve özellikle savaşa talip olup da sonradan dönenler hakkında büyük bir uyarıyı
içermektedir. Burada "Benim ahdim (vadim) zalimlere ulaşmaz." (Bakara,
2/124) ilâhî sözünü hatırlamak gerekir.
247-Harbin
nasıl kesinlik kazandığına gelince:
Onlar
öyle söylediler, o peygamberleri de onlara, Allah size Talut'u emir (hükümdar)
olarak gönderdi, dedi. Buna karşı o topluluk, o bize karşı nerden hükümdar
olacak? Yahut bizim üzerimize onun hükümdar olması nasıl olur? Halbuki biz,
hükümdarlığa ondan daha layıkız, hükümdar olmak, ondan daha çok bizim hakkımız,
ona bir mal genişliği, bolluğu da verilmiş değil, diye itiraz ettiler. Cevap
olarak o peygamber dedi ki: Allah onu seçip ayırarak üzerinize kesin bir şekilde
tayin etti ve ona ilimde ve vücutta, maddi ve manevi bir çok gelişmeler ve
güç verdi. Vücutca iri, güçlü, kuvvetli, güzel; manevi bakımdan da din ilmi,
siyaset, idare tekniği ve savaşta sizden yüksek yarattı. Fiilen hükümdarlık
ve kumandanlık için esas olan şartlar da bunlardır. Yoksa varislik ve soy,
asıl şart değildir.
Deniliyor
ki İbrâni olan "Talut" ismi, Arapça maddesiyle de ilgili olarak
kuvvet ve uzunlukta mübalağa mânâsını içermektedir. Bu bakımdan ilim ve vücut
kuvvetine bir ünvan gibidir. Aslında ucme (yabancı) bir özel isimden ibaret
olsa da Kur'ân, Arapça açısından mânâsına işaretle bunu bir genel kural hâlinde
tarif ve tesbit etmiştir. Talut'un ismi Süryanice Sayil ve İbranice Savil
b. Kays imiş. Demek ki Talut lakaptır.
Şimdi,
biz dururken Allah bunu niye böyle yapmış mı denecek? Allah, mülkünü dilediğine
verir. Mülkün sahibi o, asıl mülk (hükümranlık) O'nundur. Hükümranlığa kavuşanlar,
asaleten değil, ondan vekaleten kavuşurlar. Hem Allah'ın rahmeti geniştir,
o her şeyi bilir. Rahmet ve ihsanı çoktur, dilediğini yapar. Daraltmasını,
genişletmesi takip eder. Fakiri, zengin kılar, mülksüze mülk verir, vereceğini
vermek için de hiç bir kayıt ve şarta tabi değildir, bilgisizlikten münezzehtir,
yücedir. Hükümdarlığa layık olup olmayanları, kimlere niçin ve ne kadar müddet
vereceğini de bilir. Buna karşı, "Biz dururken mülkünü Talut'a niye verdi?
denemez. Ancak habere itimat edemeyecek kimseler, mantık açısından bu davanın
önermesi (suğra) olan seçme meselesini (kaziyye), "ne malum?" diye
reddedip, delil isteyebilirler. Bunu tamamlamak için, Bir de peygamberleri
onlara dedi ki:
248-
Talut'un hükümdar olmasının görünürdeki alâmeti ve peygamberliğin mucizesi,
size tabutun gelmesidir.
TÂBÛT:
Sandık demektir. Bununla birlikte müracaat demek olan "tevb" maddesinden
mübalağa sığası (kipi) olması bakımından dönüp dolaşıp gelinecek olan herkesin
dönüş yeri meâlinde bir anlam da ifade eder. Bu tabuttan maksat da Tevrat
sandığıdır ki Hz. Musa'dan sonra İsrail oğullarının isyanıyla ellerinden çıkmış,
(Allah tarafından) kaldırılmıştı. Haberciler demişlerdir ki: "Allah Teâlâ,
Hz. Âdem'e bir tabut indirmiş, içinde çocuklarından gelecek peygamberlerin
suretleri (resimleri) varmış. Şimşir ağacından eni boyu üç iki (3x2) kadarmış.
Âdem (a.s.)in vefatına kadar yanında kalmış, ondan sonra birer evladı miras
yoluyla devralmışlar, nihayet Yakub (a.s.)'a intikal etmiş. Sonra İsrail oğullarının
elinde kalmış, Musa (a.s.)'ya kadar gelmiş. Hz. Musa, Tevrat'ı buna kor, savaş
yaptığı zaman öne geçirir, İsrail oğullarının gönülleri bununla huzur bulurdu.
Vefatına kadar yanındaydı. Ondan sonra İsrail oğulları arasında elden ele
geçti. Bir hususta muhakeme olacakları zaman buna müracaat ederler, aralarında
hakim olurdu. Savaşa gittiklerinde önlerinde götürürler ve bununla teberrük
ederek (bereket umarak) düşmanlarına karşı zafer ümid ederlerdi. Melekler
bunu askerin başında tutar, savaşa girişirler, sonra tabuttan bir ses işittikleri
zaman gâlip geleceklerine kesin bilgi edinirlerdi. Ne zaman ki İsrail oğulları
isyana başlamışlar, fesada düşmüşler, işleri çığırından çıkmış; Allah, başlarına
Amalika'yı musallat etmiş, bunlar galip gelmişler, tabutlarını da almışlar,
götürmüşler, bir pisliğe, bir helaya bırakmışlar. Cenab-ı Allah, Talut'u hükümdar
yapmak isteyince Amalika'ya bir bela vermiş, hatta tabutun yanında abdest
bozanlar basura tutulur olmuş, diğer taraftan ülkelerinden beş şehir de mahvolmuş,
kâfirler bu belânın tabut yüzünden olduğu kanaatine varmışlar, onu çıkarmışlar,
iki öküze yükletip koyuvermişler. Allah da bunun için dört melek görevlendirmiş,
sürmüşler, Talut'un evine getirmişler. İşte İsrail oğulları, Talut'un hükümdarlığına
delil istedikleri zaman peygamberleri, onun hükümdarlığının alâmetinin, tabutun
gelmesi olduğunu söylemiş..."
Demek
oluyor ki İsrail oğullarında tabut, mukaddes emanetlerden olup Hıristiyanlıktaki
"haç" gibi bir mevkide tutulurmuş. Nitekim Hıristiyanların büyük
haçları da buna benzer bir olay geçirmişti. Tabutun ta Hz. Âdem'den beri gelmesi,
içi resimli bir sandık olması, bunun insanların babası olan Hz. Âdem olmasıyla
uyumu güçtür; aynı zamanda bu yaygın haberleri düşünmeksizin hemen yalanlamak
da haksız olacağından İbnü Abbas hazretlerinden rivayet olunduğu üzere bunun
zayi olmuş "Tevrat sandığı" olmasıyla yetinmek ve şu kadar ki bunu
Hz. Musa yaptırmış olmayıp, daha eski tarihi bir sandık olduğunu da kabul
etmek uygun olacaktır. Bununla beraber Ragıb'ın naklettiği gibi, "Tabut,
kalb, Sekîne (huzur) ise ondaki ilimden ibarettir." de denilmiş. Çünkü
kalbe: "İlmin düşüp biriktiği yer", "hikmet evi", "ilim
tabutu", "ilim kabı", "ilim sandığı" isimleri de
verilir. Gerçi bu, meşhur ve zahir olan görüşlere aykırı görünürse de onun
gereği olan önemli iş'arî (işaret yoluyla çıkarılan) bir mânâ olduğu da inkar
edilemez. Buna göre meâlin özeti: Onun hükümdarlığının gerçek alâmeti, isyan
ve gururla zayi olmuş ve sizi perişan etmiş olan kalbinizin yerine gelmesi
ve hakikate iman ederek huzur ve sükünete ermenizdir. Gerçek delil, objektif
olmaktan çok sübjektiftir. Siz, bozgunculuk düşüncesiyle zayi olmuş kalbinizi
bulup, davayı bırakarak ona biat ettiniz mi (uydunuz mu) mesele biter. Aksi
halde Allah'ın ona verdiği kudret ve vereceği başarı, size hükümdarlığını,
karşısında aciz bırakarak kabul ettirir. İşte onun hükümdarlığına kesin delil,
bu zahirî (açık) ve batınî (gizli) tabutun gelmesidir. O tabutta veya gelişinde
Rabbinizden bir sekine, Musa ailesiyle Harun ailesinin bıraktıklarından bir
kalıntı vardır.
SEKÎNE:
Aslında sukûnet gibi (sukûn) kökünden ve vakar, sebat, güven, gönül rahatlığı
demektir ki dilimizde de sekinet (huzur) denir. Hafifliğin ve telaşın zıddıdır.
Bir de tanınan ve kendisiyle huzur ve rahatlık hissedilen herhangi bir işarete,
bir alâmete "sekine" denir. Mesela bir ordu için sancak bir sekinedir.
Burada bunun ne olduğu hakkında çeşitli rivayetler vardır ki bazıları maddî
ve bazıları manevîdir: Özel bir resim, hoş bir rüzgar, konuşan ilâhî bir ruh,
cennetten altın bir tas ki, içinde peygamberlerin kalbleri yıkanır, rahmet,
levha kutusu, belirli bir âyet. Bunların özeti başlıca şöyle toplanmıştır:
1-
Sekine, İsrail oğullarında zebercedden veya yakuttan iki kanatlı ve kedi gibi
başı ve kuyruğu bulunan bir resimmiş, bir inilti yaparmış, inledikçe tabutu
alıp düşmana doğru giderler, durdukça dururlarmış.
2-
Hz. Ali'den: insan yüzüne benzer yüzü olan bir "rih-i heffafe = hoş,
hafif bir rüzgar."
3-
Sekine, Hz. Musa ve Harun ile onlardan sonraki İsrail oğullarının peygamberlerine
inmiş kitaplardan Cenab-ı Allah'ın, Talut ve askerlerine yardım ihsan edip,
düşmanları savacağına dair bazı müjdeler.
4-
Ne olduğu bilinmeyen bir şey.
BAKİYYE'YE
GELİNCE: Diyorlar ki bu da levhaların kırıkları, Musa'nın asası ve Tevrat'tan
bir parça idi. Birinci mânâ üzere tabut'un, bir sakinlik sebebi olduğu da
rivayet edilmiştir.
Mânânın özü: O tabutta veya gelişinde size Rabbinizden bir sukûnet,
bir gönül rahatlığı ve Musa ailesiyle Harun ailesinden kalma kutsal şeylerden
bir kalıntı vardır ki siz bununla huzur bulur, güven ve gönül rahatlığına
erer, onlar gibi amel edersiniz, demek olur. Bu durumda tabut, içindekilerle
kendisi bir sekinedir (rahatlıktır). "Peygamberler ne bir altın, ne bir
gümüş miras bırakmamış, ancak ilim miras bırakmışlardır." hadis-i şerifi
gereğince peygamberlerden kalma yadigâr kalıntısı ise ilme, din ve şeriata
ait şeyler olur.
Fakat
bu kalıntıyı ve o sekine ve huzuru içeren tabut nasıl gelir? Onu melekler,
Allah'ın elçileri, kuvvetleri getirir. Yerden getirir, gökten getirir, nasıl
getirirse getirir, siz o tarafı düşünmeyin de gelirse bilin ki Talut hükümdardır.
O tabutun gelişinde sizin için mutlaka bir gerçek alâmeti, ilâhî bir delil
vardır. Eğer siz iman etmiş kimseler iseniz veya iman şanınızdan ise bu böyledir.
Bu bölüm, şunu da gösterir ki iman ehline yaraşan, hafiflik değil, vakar (ağır
başlılık) ve sakinlik, kararlılık ve gönül rahatlığıdır. Bunda da peygamberlerin
mirasının, ilim ve dinin büyük önemi vardır. Mukaddes emanetlerin de kalbin
kuvveti için bir feyiz ve bereketi bulunduğu inkar edilmemelidir.
249-
Ne zaman ki bunlar tamam olup, Talut askerleriyle hareket etti, askerlerine
hitaben şöyle dedi: Allah sizi mutlaka bir ırmakla imtihan edecektir. Dolayısıyla
ondan her kim içerse benden değil, ve her kim ona ağzını sürmezse o şüphesiz
bendendir, benim askerlerimden veya beni sevenlerdendir. Ancak eliyle bir
avuç alan içlerinden müstesna, bu kadarına ruhsat vardır. Doğrudan doğruya
ağızla içmeye izin yoktur. Talut bir hükümdar sıfatıyla bu emri, bu talimatı
vermişken ırmağa gelince askerlerin birazı hariç, hepsi de ondan içtiler,
emri dinlemediler.
Rivayet
olunuyor ki, bir adam bir avuç alır, kendine ve hayvanına yetermiş, fakat
saldırıp içenlerin dudakları morarır, hararetleri artarmış. Bu bakımdan onlar
ırmağın berisinde dökülüp kaldılar da Talut ile iman eden beraberindeki kimseler
ırmağı geçince kalanlar geriden bu gün bizim Calut ve askerleriyle savaşacak
gücümüz yok dediler. Yahut bunlar değil de ırmağı geçmiş olan müminlerin zayıf
kısmı düşmanın çokluğunu görünce, ümitsizliğe düşüp birbirlerine böyle söylediler.
Çünkü müminlerin de imanda dereceleri farklıdır. Söylediler de ne oldu? Her
halde Allah'a kavuşacaklarını bilen ve bunu bekleyenler, yani ölümden kaçmanın
mümkün olmadığını, bugün bu savaşta ölmezse diğer bir gün mutlaka öleceklerini
ve nihayet Allah'ın huzuruna varacaklarını bilen, bundan dolayı da sözünde
duran veya zafer ümidiyle ya şehid veya gazi olmaya karar veren kesin iman
sahipleri, nice defalar azıcık bir bölük, birçok bölüklere Allah'ın izniyle
galip geldiler. Allah sabır ve sebat edenlerle beraberdir, dediler. Zayıfların
kalplerine de kuvvet verdiler.
250-
Ne zaman ki Talut ve beraberindeki bu müminler, Calut ve askerlerine karşı
savaş alanına çıktılar ve düşmanın çokluğunu ve hazırlığını gördüler, hepsi
birden kalb kuvvetiyle Allah'a yalvarıp şöyle dediler: Ey Rabbimiz! bize sabır
yağdır, bizi sabit kıl, ayaklarımızı denk ve yerinde tut, titretme, kaydırma,
azim ve hedefimizden şaşırtma ve o kâfirler topluluğuna karşı bize yardım
ve zafer ihsan et.
251-Bunun
üzerine, çok geçmeden o kâfirleri Allah'ın izniyle bozdular ve Davud, Calut'u
öldürdü ve Allah ona -yani Davud'a- hükümdarlık, hikmet ve peygamberlik ihsan
etti. Talut kendisine kızını vermiş ve daha sonra Arz-ı mukaddesin (Filistin
ve Kudüs civarı) doğusunda ve batısında büyük bir devlete kavuşmuştu. İsrailoğulları,
Davud'dan önce hiçbir hükümdarın etrafında bu kadar toplanmamıştı. Bunlardan
başka ona daha dilediği bazı şeyler de öğretti. Bu cümleden olarak, demirleri
yumuşatıp zırhlı elbiseler yapma sanatını ve başkalarının bilmediği kuş dilini,
güzel nağmeleri ve diğerlerini öğretti ve işte o zalimlerin zulmüne rağmen
bir azınlığın azim ve imanı, gayret ve duasıyla Allah Teâlâ böyle ümit edilmez
büyük başarılar ihsan etti.
Şimdi,
buna karşı, iyi ama Allah savaşa hiç meydan vermese ve hükümetin baskısına
müsaade etmese daha iyi olmaz mıydı, dememeli. Çünkü Allah insanların bazısını,
bazısıyla savmasa veya müdafaa etmese, bozguncu ve saldırganları, ıslah ediciler
ve mücahitlerle savıp barış ve düzen taraftarlarını, çocukları ve kadınları
korumasaydı, yeryüzü bozulurdu, dünyanın menfaat ve düzeni dağılır, çoluk
çocuktan, ilim ve sanattan, din ve imandan eser kalmazdı. Çünkü uzaklaştırıp
karşı koyma kanunu olmasaydı, insanların çoğu, uyum içinde, itaatkar ve boyun
eğmiş bile olsa, saldırganların devamlı olarak hücumuna uğrarlar, çiğnenir,
mahvolurlardı. Sosyal eşitlik bulunmaz, nihayet herkes saldırgan olur; herkes
saldırgan olur da, direnme de varsayılmazsa hepsi mahvolur. Cenab-ı Allah,
insanları irade sahibi olarak yaratmıştır ve böyle yaratması, sırf rahmet
ve kudrettir. Fakat bu iradeler mutlak bırakılır da birbirleriyle ölçülü hâle
getirilmez ve hiçbir direnişle karşılaşmazlarsa, çalışma zahmetine katlanmaz,
önüne geleni çiğnemeye çalışır. Savunma ve karşı koyma olmayınca da saldırı,
yolların en kısası ve doğru yol olmuş olur; o zaman da insan adına bir şey
kalmaz, yeryüzünün düzeni bozulur. Fakat Allah, bütün âlemlere ve bu arada
özellikle akıl sahipleri âlemine bütün bir lütuf ve rahmet sahibidir. Bu fesada
razı olmaz, o yeryüzünü imar edecek, üzerinde insanları lütuf ve ikramıyla
yaşatacak, ebedî mutluluklara, yüksek mertebelere erdirecektir. Şu halde sonradan
gelen fesat batıldır. Allah'ın istediği düzendir. Bu bakımdan düzenin, fesadı
ortadan kaldırması için; düzen ve hayır sahiplerinin, bozgunculuk ve kötülük
çıkaranları defetmesi lazımdır ve zaten karşı koyma ve savunma, bütün dünyada
hak olan bir kanundur. İradeden, akıl ve şuurdan nasibini almayan yaratıklar,
bu direnişlerini, Hakk'ın zorlamasıyla mecburen ortaya koyarlar. İstediğini,
dilediğini yapanlarda bunun tatbikinin de akıl, irade ve imanlarıyla yapılması
gerekir. İşte Allah, savaşı ve hükümeti bu hikmetle meşru kılmış ve insanların
bozguncu ve saldırgan kısmını, ıslahatçı kısmıyla defetmek ve güzel bir şekilde
çalışacak korumak için emretmiştir. Düzen ve fazilet sahipleri, bu noktayı
göz önünde tutmayıp ve savunma kaydıyla meşgul olmayıp da saldırganları serbest
bırakacak olurlarsa, bütün güç onların eline geçer ve onlar da dünyayı ele
geçrimek sevdasıyla yer yüzüne bozgunluk verecekler ve buna meydan verenler,
sorumlu olacaklardır ki yukarda buna bir, "Ellerinizle kendinizi tehlikeye
atmayın" (Bakara, 2/195) hatırlatması geçmişti.
Şu
halde iki savaş vardır: Birisi ıslah savaşı, diğeri ifsad (fesat ve bozgunculuk)
savaşıdır. İman ehline emredilen de Allah yolunda ıslah savaşıdır ki, bu da
zulüm ve bozgunculuğun ve zulmün kaynağı olan küfür ve şirkin yok edilmesi
ve genel barışı sağlamaktır. Düzene ve İslâma sahip çıkanlar, bunu yapmazsa,
küfür ve bozgunculuk ortalığı kaplayacak; o zaman da insanlar, kökünden kazınıp
kıyamet kopacaktır.
252-
Ey Muhammed! Şunlar, binler kıssasından Davud kısmına kadar olan şu kıssalar,
Allah'ın ibret alınacak âyetleridir. Biz bunları sana her türlü şüphe ve hatadan,
bozup değiştirme ve yanlış kuşkusundan uzak, sırf hak ve gerçek olarak okuyoruz,
Cebrail ile sana devamlı bir şekilde okuyoruz. Sen de gerçekten mutlaka gönderilmiş
olan resullerdensin, o büyük peygamberlerden birisin. Bunu bil, vazifeni yap.
O
gönderilen peygamberlerin makamlarını anlamak ister misin?
Meâl-i
Şerifi:
253-
O işaret olunan resuller yok mu, biz onların bazısını, bazısından üstün kıldık.
İçlerinden kimi var ki Allah, kendisiyle konuştu, bazısını da derecelerle
daha yükseklere çıkardı. Biz Meryem oğlu İsa'ya da o delilleri verdik ve kendisini
Rûhu'l-Kudüs (Cebrail) ile kuvvetlendirdik. Eğer Allah dileseydi, bunların
arkasındaki ümmetler, kendilerine o deliller geldikten sonra birbirlerinin
kanına girmezlerdi. Fakat ihtilâfa düştüler, kimi iman etti, kimi inkâr etti.
Yine Allah dileseydi, birbirlerinin kanına girmezlerdi. Fakat Allah dilediğini
yapar.
254-
Ey iman edenler! Kendisinde hiçbir alış verişin, hiçbir dostluğun ve hiçbir
şefaatin bulunmadığı bir gün gelmeden önce, size verdiğimiz rızıklardan Allah
yolunda harcayın. Kâfirlere gelince, onlar zalimlerdir.
255-
Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur. O daima diridir (hayydır), bütün varlığın
idaresini yürüten (kayyum)dir. O'nu ne gaflet basar, ne de uyku. Göklerde
ve yerde ne varsa hepsi O'nundur. İzni olmadan huzurunda şefaat edecek olan
kimdir? O, kullarının önlerinde ve arkalarında ne varsa hepsini bilir. Onlar
ise, O'nun dilediği kadarından başka ilminden hiç bir şey kavrayamazlar. O'nun
kürsisi, bütün gökleri ve yeri kucaklamıştır. Onların her ikisini de görüp
gözetmek O'na bir ağırlık vermez. O çok yücedir, çok büyüktür.
256-Dinde
zorlama yoktur. Çünkü doğruluk, sapıklıktan ayırd edilmiştir. Artık her kim
tâğutu inkar edip, Allah'a inanırsa, sağlam bir kulpa yapışmıştır ki, o hiçbir
zaman kopmaz. Allah, her şeyi işitir ve bilir.
253-Ey
Muhammed! O peygamberler, o işaret olunan peygamberler şunun bunun seçimi
ve tayini ile değil, bizzat Allah'ın gönderdiği O Allah elçileri, içinde bulunduğun
Peygamberler kafilesi yok mu, biz onların bir kısmını diğer bir kısmına üstün
kıldık; evet hepsi peygamber, peygamber olmak bakımından hepsi eşit, fakat
böyle olmakla birlikte bazısına ve hatta her birine bir üstünlük, özel bir
fazilet, ayrı bir rütbe verdik. Kimisine Allah bizzat söz söyledi." Kelîmullah"
(Allah ile konuşan) yaptı, nitekim Musa Tur'da ve belirlenmiş gecelerde Allah'ın
aracısız ve elçisiz sözünü dinledi. Bazısını da birçok derecelerle daha yükseklere
çıkardı. Sidre-i münteha'dan (bütün varlıkların ilminin son bulduğu nokta)
geçirip, "İki yay kadar yahut daha yakın" (Necm, 53/9) sırrı ile,
mutlak yakınlık makamında âlemlere rahmet olarak herkese gönderilen peygamber,
Allah'ın sevgilisi en son peygamber yaparak, Makâm-ı Mahmud'a yüceltti. Biz
şanı yüce olan Allah, Peygamberleri birbirlerine üstün kıldık, Bu arada öbürlerinden
sonra ve senden önce, İsa b. Meryem'e dahi o delilleri, peygamberliğini ve
faziletini ortaya koyan açık delilleri, yani İncil'i, İncil'deki o öğütleri
ve etkileyici ikazları ifade eden âyetleri, bir diğer ifade ile (beşikte iken)
konuşma, ölüleri diriltme ve anadan doğma gözü kör olanı iyileştirme mucizelerini
verdik. Ve kendisini Rûhu'l Kudüs ile destekledik kutsal ve nezih bir özelliği
kendisine bahşettik. "Andolsun biz Musa'ya kitabı verdik. Arkasından
peygamberler gönderdik, Meryem oğlu İsa'ya mucizeler verdik ve onu Rûhu'l-Kudüs
(Cebrail) ile destekledik." (Bakara, 2/87) Şimdi üstün kılmanın biçimini
açıklayan şu cümlelerin açıklama üslûplarında, üstün kıldık, onlardan, yükseltti
biz verdik, diye çoğuldan tekile, tekilden çoğula, üstünden daha üstüne, daha
üstünden üstüne, iltifat iltifat üzerine nasıl bir çeşitleme var, dikkat edilmelidir.
Önce herbiri peygamberlikte ve dolayısı ile hakkı söylemiş olmakta bir; ikinci
olarak genelde bazısı özel bir üstünlük ile üstün olarak, bir bakıma çeşitli
ve çeşitli olmasına göre birer ümmete uygun; üçüncü olarak bu üstün kılmada,
Musa ve İsa gibi, cem makamında karşılıklı belirgin iki sınır, ve ortada cem'u'l
cem' makamında hepsini toplayan, sonu başlangıç başlangıcı son, peygamberlik
dairesinin mutlak merkezi, peygamberler topluluğunun en mükemmel kalbi ve
bu bakımdan çeşitli ümmetlerin birbirini izleyen dereceler üzere, çokluktan
tekliğe çevrilmesi için mutlak yakınlığa ulaşan tevhid önderi olarak en mükemmel
sistem üzere bir peygamberler zinciri mevcuttur. Dikkat çekicidir ki İsa'nın
fıkrasını bir taraftan geri bırakıyor, bu bakımdan derecelere yakın gösterilerek
değeri yükseltiliyor. Diğer taraftan, "sahib-i derecât" (üstün dereceler
sahibi) ile karışıklık olmaması için ile, ta yukardaki cümlesine atfolunuyor
da diye ya atfolunmuyor, bu şekilde "sahib-i derecât" (Hz. Peygamber)e
değil, genel olarak peygamberler zümresine bağlanıyor. Bir de annesine nisbet
edilerek ismi açıktan söyleniyor ki bunlarda, hem İsrailoğullarının çirkin
suçlamalarının tam tersine davranma, hem de ona "ilâh" ve "Allah'ın
oğlu" diyen hıristiyanların iftiralarına açık bir red vardır. Ve aynı
zamanda bu atıf şekliyle, İsa'nın "sahib-i derecat" (Hz. Peygamber)tan
zaman açısından önce olduğuna da işaret olunmuştur. Bundan başka bu peygamberler
topluluğunun elde ettikleri makâmların ve derece derece üstünlüklerin, kendilerinde
kendiliklerinden ve çalışarak elde etme olmayıp sırf Allah vergisi olduğu,
iyice anlatılmak için, biz üstün kıldık Allah konuştu, yükseltti biz verdik,
biz destekledik buyrulmuş ve bununla hem peygamberliğin anlamı açıklanmış,
hem de bu konuda ifrat (aşırılık) veya tefrit (ihmalkârlık) ile şirk çukuruna
düşülmemesi hatırlatılmıştır ki, âyetin daha sonra gelen ifadesi bu nokta
üzerinde duracak ve sonu da Âyetu'l-kürsi ile gerçek açıklığa kavuşturulacaktır.
Kısacası peygamberler topluluğu, peygamber olmakta bir ve aynı, çeşitli üstünlüklerle
üstün kılınmış olarak özel makamları ile yüksek ve muntazam, düzgün bir topluluk
oluştururlar. Bu arada üçü özellikle dikkat çekicidir; ikisi yan, birisi orta
ve merkezdir. Bir yanda Kelîmullah (Hz. Musa), bir yanda da İsa, Ruhullah
vardır. Ortada kendisi tam olarak belli olduğundan dolayı ismini açıklamaya
gerek olmayan belli birisi konulmuştur ki, diğerlerinin birçok derece üstünde
yüksek bir Makâm-ı Mahmud'u elde etmiştir. Bu noktada Cenab-ı Allah, habibini
kendini beğenerek övünmekten ve böbürlenmekten korumak için, İsa'dan önce
ve Musa'dan daha yüksek birine ve mesela Hz. İbrahim'e işaret eder gibi, "bazısını
da birçok derecelerle daha yükseklere çıkardı." diye şereflendirmiş de,
"O da sensin ey Muhammed" diye açıkça belirtmemiştir, fakat açıkça
söylemekten daha beliğ (belâgatlı) belirleme takısı ile (ahd) iltifat göstermiştir.
Edebî sanatlarda (belâgatta) bu çeşit açıklamanın bir çok örnekleri vardır.
Nitekim Arap şairlerinden Hutey'e'ye: "En yüksek şair kimdir?" diye
sorulduğu zaman, Züheyr'i ve Nâbiğa'yı söylemiş de isteseydim üçüncüyü söylerdim
demiş ve bununla kendini kastetmiştir ki, eğer, "Kendimi söylerdim."
demiş olsa idi büyüklüğü olmazdı. Âlemlerin Rabbı olan Yüce Allah, burada
peygamberlerin en üstününe bu çeşit açıklama ile makâmını bildirmiştir. Bunun
için Allah'ın habibi Hz. Peygammer, "Ben âdem oğullarının efendisiyim,
fakat böbürlenme ve övünme yok." hadisi şerifi ile, bu gerçeği açıkladığı
gibi, hem bu nükteye hem de, "Allahın peygamberlerinden hiçbirini ayırmayız."
(Bakara, 2/285) âyetindeki peygamberlerinin eşit tutulması şeklindeki iman
fıkrasına işaret için, "Beni Yunus b. Metta'dan üstün tutmayın. Yani
ben de peygamberim, o da peygamber." buyurmuştur. Şu halde Peygamberlerin
isimlerini söyleyerek üstün tutmaya kalkışmamak, iman terbiyesi gereğidir.
İbnü Abbas (r.a.)in şöyle dediği rivayet edilmiştir: Biz mescidde peygamberlerin
üstünlüğünü konuşuyorduk, Nuh'u uzun ibadeti ile, İbrahim'i dostluğu ile,
Musa'yı Allah'ın kendisi ile konuşma fırsatı vermesi ile, İsa'yı göğe yükseltilmesi
ile andık. Fakat Resulullah hepsinden üstündür, bütün insanlara gönderilmiş,
önü sonu bağışlanmıştır, peygamberlerin sonuncusudur. dedik. Derken Resulullah
(s.a.v.) geliverdi. "Neden söz etmektesiniz?" dedi. Biz de söyledik.
"Hiçbir kimseye Yahya b. Zekeriya'dan hayırlı olmak gerekmez." buyurdu.
Ve onun hiçbir şekilde günah işlemediğini ve niyyet de etmediğini söyledi."
phe yok ki bütün peygamberler arasında Musa ile İsa'nın özellikle adlarının
anılması bu iki peygamberin mertebelerinin büyüklüğüne dikkat çekmedir. Bu
ise, bunların derece derece üzerinde gösterilen Resulullah'ın mertebesinin
yüksekliğine başka bir delil teşkil eder. Zikrettiğimiz hadisi şerifler de
bu mükemmelliğin ortaya çıktığı nezih ifadelerdir. Yâ Rab! Bizi de bu günahkârların
şefaatçısının şefaati ile arzusuna ulaşanlardan eyle.
Şimdi
bu ifadenin mânâsı şuna varıyor: İşte peygamberlerin makâmları, bu arada sen
de makâmını anla ve ona göre vazifeni yerine getir. Fakat şunu bilmeli ki,
bu çeşitli üstünlükler ve yüksek dereceler sırf Allah vergisidir. Bu yükseklik
kendi şahıslarında aslında var olan bir özellik değil, ilâhî ihsan ile elde
ettikleri ilâhî bir bağıştır. Bunları Allah vermiş ve kendilerini Allah göndermiştir.
Asıl peygamberlik görevi, ilâhî emirlerin bildirilmesi ve yerine getirilmesine
vekâlettir. Peygamberler ancak ilâhî emri temsil ederler. Özel üstünlükleri,
kişisel iradeleri ve vekâletleri, ilâhî emirde yok olmuştur. Onlar kayıtsız
ve şartsız kendi dilediklerini yapamazlar. Bizzat kayıtsız şartsız ve mutlak
bir iradeye sahip ve bütün olaylara hakim, vücudu zatının gereği zat ve sıfatı
ile ezeli olan, mutlak irade sahibi, yaratıcı ve yoktan var edici değildirler.
Ne Musa'nın yüce Allah ile konuşmuş olması, ne İsa'nın çocuk iken beşikte
konuşmuş olması, ve Allah tarafından bir ruh olması ve hatta, bunların derece
derece üstünde olan Resulullah'ın makâmı, peygamber olma yakınlığının sınırından
çıkıp rablık sınırına giremez. Asıl irade Allah'ındır. Allah murad etmeyince
hiçbir şey yapamazlar, görmez misin, Allah kesinlikle dilemiş olsaydı, bu
peygamberlerden sonra ümmetleri, kendilerine bu kadar hak deliller geldikten
sonra, birbirlerinin kanına girmezler, savaş etmezlerdi. Peygamberlerini tasdik
ve ilâhî emri açık olarak beyan eden nasların gereği ile amel eder, kardeş
olurlar da onlara aykırı hakeret edemezlerdi. Özellikle Musa'dan sonra, ne
İsrailoğulları birbiri ile boğuşurdu, ne de peygamberlerin kanına girip, İsa'dan
sonra hıristiyanlarla döğüşürdü. Hele İsa'nın delillerinden sonra hıristiyanlar
ne kendi aralarında, ne diğer milletler ile hiçbir savaş etmemeleri gerekirdi.
Çünkü onlara: "Bir yanağına tokat vurana öbür yanağını da çeviriver."
diyen İsa'nın ifadesi, saldırıya bile karşılık vermekten yasaklama emrinde
ne kadar samimi ve ne kadar açıktı. Bundan sonra hıristiyanlıkta her ne sebeble
olursa olsun, birinin kanına girmek değil, hatta kimseye el kaldırmamak, hiç
savaş yapmamak gerekmiyor muydu? Onlara savaş yapmak haramdı. Fakat böyle
olmadı, ihtilâf ettiler, çeşitli fırkalara milletlere ayrıldılar da kimi iman
etti, peygamberlerin dinini benimsedi; kimi de yüz çevirip, kâfir oldu, olabildiğince
birbirlerinin kanına girdiler. Nice savaşlar yaptılar ve hâla yapıyorlar.
O peygamberlerden ve o delillerden sonra da bunlar olabildi. Hak söz, emirleri
tebliğ ve peygamberlerin bunları yerine getirmeye yönelik kişisel iradeleri,
bu ihtilâf, inkârı ve aykırı davranmayı imkânsız hale getirmedi, kaldırmadı;
halbuki Allah dileseydi bunlar olamazdı. Demek ki her ilâhî emir, aksine hareket
etme imkânını ortadan kaldırmaz, her emir aykırı davranmayı ortadan kaldırmayı
irade eden tekvinî bir emir, zorlayan bir irade değildir. Eğer böyle olsaydı,
aykırı davranmanın olmamasına ilâhî irade karışmış bulunur, Allah'ın peygamberlerine
ve açıkladığı emre dair açıklamalarına karşı inkâr ve aykırı davranmak mümkün
olamazdı. Oysa, gerçek böyle değildir. Demek ki Allah ihtilafın mutlak olarak
meydana gelmemesini dilememiştir. Dikkat olunursa peygamberlerin, birbirlerine
üstün tutulması, esasta bir olmak üzere, bir çeşitleme ifade eder ki, bu çeşitleme
bizzat yüce Allah'ın iradesidir. Bunlarla çeşitli milletlerin meydana gelmesi
de yüce Allah'ın iradesidir. Bu az çok bir ihtilâf anlamını içerir. İşte bu
çeşitleme, genel bir ihtilâf gerektirmemek için, bunları derece derece birleştirecek
daha yüksek peygamberler ve hepsinin üstünde herkese gönderilen "sahib-i
derecât" (yüksek derecelere sahip bir peygamber) gönderilmiştir ki, bu
şekilde milletler çeşit çeşit ve bir çok olmakla birlikte, mutlak bir tevhidi,
(birliği) elde etsinler. Demek ki tevhid emri, tam olarak ihtilafa engel olmadığı
gibi, muhalefet imkânını da ortadan kaldırmış değildir. Ve bunların hepsi
ilâhî irade iledir. Çünkü ilâhî irade olmasa idi, hiçbir şey olamazdı. Şu
halde iradenin kapsamı emrin kapsamından, hakkın kapsamı da hayrın kapsamından
daha geneldir. Teklifî emir, zorlayan iradeyi değil, hayrı ve rızayı hedefler.
Meydana gelme ve gelmeme ise mutlak iradeye ve yaratma işine bağlıdır. Görülüyor
ki ilmî olarak belli olma, aklen vacip olma ve yalnız teşri ifade eden emir,
herkesin kişisel iradesi, yapmanın veya yapmamanın tam sebebi değildir. Ne
kadar kesin ve açık olursa olsun mücerred emir, sırf ilim; ne kadar açık ve
isabetli yerinde bulunursa bulunsun, sadece irşadlar ve fikir yönünden aydınlatmalar,
isterse peygamberlerden gelsin herkesin kişisel iradeleri, herkesi kötülükten,
isyandan, tecavüzden, inkârdan, ihtilâftan engellemeye ve aralarında çarpışma
ve savaşı kaldırmaya yeterli sebeb değildir. Herşeyde olduğu gibi bu hususta
asıl etkili sebeb ve tam neden bizzat ilâhî irade ve yaratma emridir. Madem
ki bu kadar açıklamalardan ve bu kadar ilmî ilerlemelerden sonra Allah'ın
teklifî emirlerine ve peygamberlerine karşı ihtilâf ve ümmetler arasında çarpışma
ve savaş yine meydana gelmiş ve gelmektedir; o halde hepsi mümin olsun, ihtilaf
ve savaş mümkün olmasın diye ilâhî irade taalluk etmemiştir.
Gerçi
Allah dilemiş olsaydı ümmetler hiçbir zaman iman ve inkar ile birbirlerinden
farklı oldukları halde bile birbirlerinin kanına girmezlerdi, giremezlerdi.
Allah savaş olmamasını dilemiş olsaydı, bazı durumlarda yaptığı gibi, onu
yapacak insanlara irade ve kudret vermez veya irade ve kudretlerini hükümsüz
bırakır da hepsini zorla ve mecburen barışa ve anlaşmaya sevk eyler, çarpışma
ve savaşa dair hiçbir hareket yaptırmaz ve o zaman bunlar üzerinde cebriye
mezhebi cereyan eder ve fiillerinde hür değil, mecbur ve zorlanmış olurlardı.
Ve o zaman Allah'ın, dilediğini yapan (fail-i muhtar) olduğu da bilinmezdi.
Fakat öyle değil, Allah ne dilerse yapar, dilediğine koruma, dilediğine yenilgi
verir. Mutlak irade O'nun, tam tercih O'nun, mutlak kudret O'nundur. İradesini
durduracak hiçbir kudret yoktur, kudretine karşı koyacak hiç bir şey düşünülemez.
O hiçbir hususta mecbur değil, tam mânâsı ile fiillerinde hürdür ve her tercihi
hikmettir. Genel olarak yarattıklarında sırf eşitlik ve benzerlik irade etmemiş,
eşitlik içinde üstünlük ve çeşitlilik, çokluk içinde "birlik" murad
etmiş ve insanlarda mutlak zorlama istememiş, teklif (mükellef kılma) murad
eylemiştir. Dolayısı ile çarpışma imkânını ortadan kaldırmamış; aksine bunun
varlığını takdir buyurmuş ve peygamberlerin makâmlarında görüldüğü üzere,
çeşitlilik içinde birlik, emreylemiştir. Bunun için iradeye göre ihtilaf ve
çarpışma durumu meydana gelmiştir ve bunun hayır yönü de vardır, kötülük ciheti
de. İkisi de Hakk'ın irdesinin dışında olmamakla birlikte, emir ve Allah'ın
rızası hayır yönündedir. Bu suretle mümkün ve meydana gelmiş bir iş olan ihtilaf
ve savaşın kötülüğünü, fesadını savmak ve gidermek, saldırgan veya saldırıya
hazır, hak ve tevhid düşmanlarının tecavüzden engellenmesi için Allah yolunda
cihad, büyük bir hayır ve ilâhî emir ile müminlere bir farz olmuştur. Şu halde
cihaddan Allah'ın muradı, çeşit çeşit olma ve ihtilafın mutlak olarak ortadan
kaldırılması değil, inkâr ve muhalefeti mağlup ederek ve yenerek, çeşitli
ve muhtelif insanlar üzerinde Hakk'ın emrini galip kılmak, Hakk'ın tevhidine,
genel barışa aykırı ihtilaflara ve tecavüzlere karşı Hakk'ın hakimiyetini
sağlamaktır. Tekvin (yaratma) konusunda savaş nasıl yer alan bir emir ise,
teşri (kanun koyma) ve teklif (mükellef kılma) konusunda da cihad verilmiş
bir emirdir. Ve artık cihadın hakkın delillerinden fiilî bir delil olduğunda
şüpheye yer yoktur. Diğer delilleri dinlemeyen ve hiçbir söz (ahid) tanımayan
kâfirlere, azgınlara, zalimlere bu fiilî delil uygulanır. Fakat bunun uygulanması
için yukarlarda da hatırlatıldığı üzere daha önce bir farzoluş vardır:
254-
Ey Allah'a ve bütün peygamberlerine iman eden Muhammed ümmeti! (İbn Kesir,
Ebu Amr, Yakup kırâetlerinde 'nın ve "ta"ların tenvinsiz üstün okunması
ile okunur. Bir kıyamet günü gelecek ki onda ne alım satım, fidye ve mübadele
(değişme), ne dostluk, ne şefaat hiçbiri bulunmayacak o gün gelmeden önce
alım-satım yapmak, Allah için kardeşlik ve dostluk sağlamak, şefaatçı ve yardımcı
bulmak mümkün olan dünyadaki günlerde gerekli hazırlıkları yapmak üzere size
herhangi bir sebeble bölüştürdüğümüz mallardan Allah yolunda nafakalar veriniz.
Yani mallarınızın üzerinize farz olan haklarını eda etmek için zekâtlarınızı
yerli yerine harcayınız, kâfirler gibi mallarınızı keyiflere, arzulara göre
harcamayınız ve boşuna telef etmeyiniz veya farz olan hakları gizleyip de
kendinizi cezaya uğratmayınız, unutmayınız ki Allah'a, peygamberlerine ve
dehşetli güne ve bu emirlere iman etmeyen o kâfirler hep zalimdirler. Hakk'ın
emrine bakmaz, hakkı yerli yerine koymaz, ilâhî sınırları aşarlar, neye güçleri
yeterse çiğnerler, mücerred (soyut) delilleri dinlemezler, fiilen bir engelle
karşılaşmadıkça hak-hukuk gözetmez saldırırlar, verilen sözleri mi bozmazlar,
canlar mı yakmazlar, ırzlara mı geçmezler, gönüllerinin hükmettiği kadar vergiler
mi almazlar, ibadethaneleri, hayır kurumlarını tahrib mi etmezler kısacası
fiili bir direniş görmedikçe her haksızlığı yaparlar. Siz ise haksızlığın,
inkârın ve zulmün giderilmesi ile görevlisiniz. Öyle ittifaklarla, bunlara
karşı gereken savunma ve karşı koymayı hazırlamalısınız. Bunu yapmayanlar
kendilerini ilâhî ceza ile yüzyüze getirirler. Ceza gününden korunmazlar da
nihayet zulmü kendilerine yapmış olurlar. O gün herhalde gelecek, o kâfirler
o zaman alışveriş ile fidye ve mübadele ile hiçbir iş göremeyecekler; ne dostları
bulunacak, ne şefaat edenleri. Tapınıp sakladıkları ve Allah yolunda harcamadıkları
altınlar, gümüşler ateşten damga olacak, alınlarını, böğürlerini dağlayacaktır.
"Allah'a saygı duyup kötülükten sakınanlar müstesna olmak üzere (dünyada
iken kötülükte) dost olanlar o gün birbirlerine düşman kesilirler." (Zuhruf,
43/67) âyetinin delâletince o gün bütün dostlar birbirlerine düşman kesilecek,
şefaat kapıları kapanacak, bu felâketlerden ancak iman edip görevini yapan
ve önceden korunan müttakiler müstesna olacaklardır. Bu bakımdan bu mertebe
takvayı (korunmayı) elde etmek ve felâketten sakınmak için müminler o gün
gelmeden önce görevlerini yapmalı; Allah yolunda harcamalar yapmalı, seve
seve zekatlarını vermeli, kardeşliklerini güçlendirmeli, toplumlarını düzene
koyarak hazırlanmalı, uyumayıp uyanık bulunmalı, kâfirler gibi Allah'ın emrine
aykırı davranıp da kendilerine yazık etmemelidirler. Bakınız Allah nasıl bir
Allah'tır:
255-
Allah o biricik hak mabuddur ki, gerçekte ondan başka hak mabûd yoktur, çünkyok
olmaktan ve ölümlü olmaktan uzak, hayy ve kayyûm (diri ve bütün kâinatın idaresini
bizzat yürüten) ancak O'dur. Ezelden ebediyete (sonsuza) kadar bütün hayat
ve ebedilik O'nun zatı ile zatından dolayı kaim, vâcibülvücuttur, (varlığı
zatının gereğidir) ve her an tüm varlık âlemini idare eden ve herşeyi ayakta
tutan ancak O'dur. O olmasaydı ne hayattan eser olurdu, ne de varlık âleminden.
ilâhî hayat, ilim ve iradenin başlangıcı olan ezeli bir sıfattır.
KAYYÛM:
Kıyamdan "Fey'ul" vezninde (kalıbında) bir mübalağa kipidir ki,
kendi kaim, diğerleri mukim (ayakta tutan) ve mukavvim (yöneten) demektir.
Ve bunda eşyanın ayakta durmasının ilâhî kıyamda fani olduğuna lafzında bir
ima (işaret) vardır. İbni Sina bunun vâcibü'l-vücud kavramına eşit olduğunu
söylemiş ise de, buna vâcibü'l-vücud kavramının, kendinden başka, ondan ayrılmaz
bir kavramı olan, külli mucid (herşeyi yoktan var eden) külli müdebbir (herşeyi
idare eden, yöneten) gibi diğer kemal kavramlarının hepsi de anlam itibariyle
dahildir. Âyetin devamı bunun açıklamasıdır. Ve bu isimlerin "İsm-i A
'zam" olduğu da söylenmiştir. O öyle bir hayy ve kayyumdur ki, O'nu ne
gaflet basar, ne uyku; daima âlim, daima habir (her şeyden haberli)dir. Göklerde
ve yerde, yukarılarda, aşağıda ne varsa O'nun; görünür, görünmez, bütün varlık
O'nun mülküdür. Tüm sebeb O, tüm gaye O, herşeyin maliki olan O; Allah'ın
mülkü olan bu yaratıklardan kimin haddi ki Allah'ın izni olmaksızın yüce huzurunda
şefaat edebilsin, bu halde hangi budaladır ki Allah'ın emri olmadan bunların
birinden şefaat dilenebilsin. Çünkü Allah yukarıların aşağıların, önlerindekini
ve arkalarındakini, geçmişlerini, geleceklerini bildiklerini ve bilmediklerini
bilir, O'nun ilminden gizli hiçbir şey yoktur. Bunlar ise O'nun bildiklerinden
hiçbirini bilemezler. Ancak dilediği kadarını kavrayabilirler. Bu bakımdan
bizzat O'nun izni ve emri olmadıkça herkes başından korkmadan nasıl şefaate
kalkabilir. Herhangi bir şeyde ister bir parça tasarrufa kimin yetkisi olabilir.
Ancak bu, O'nun iznini ve emrini almış sevgililerinden olabilir. Bilindiği
üzere şefaat hürmete layık birinin kendinden düşük bir diğeri hesabına rica
ve yakarma ile yardım ederek O'na katılması demektir ki, bu bir bilinmezi
bildirmek veya bir isteği ortaya çıkarma ile bir beraberlik anlamını kapsar.
Bunu da kendini ve kıymetini bilen ve şefaat olunan kimseye şefaat istenenden
daha çok bir ilişkisi bulunan ve zarar getirmeyeceğinden emin olan kimseler
yapabilir. Oysa Allah'ın mülkü olan şu yaratıklardan herhangi biri ile Allah'tan
daha çok birlikte bulunmaya ve O'na bilgiçlik satmaya ve ilerisini gerisini
tamamen idrak etmeden ve önünü ardını hesap etmeden ilâhî huzurda kendine
bir mertebe verip de şefaate kalkışmak, gerek şefaat eden ve gerek şefaat
olunan için ne kadar tehlikelidir? Eğer Allah bildirmemiş ise şefaat edecek
olanın hâli, şefaat edilecek olandan daha çok endişeye değer olmadığı nereden
bilinir? Bu hâl içinde, isterse melekler ve peygamberler olsun, kimdir o ki
Allah'ın izni ve güç vermesi olmadan önünü ardını hesaplamayıp Allah'ın kullarına
Allah'tan daha çok sahip çıkma, koruma yetkisini kendinde görsün de şefaate
cesaret edebilsin. Ancak Cenab-ı Hak dilerse, özel veya genel şefaate ilâhî
irade çıkar da kendilerine bildirilmiş bulunursa o başka... Demek ki yüce
Allah'ın ululuğundan şefaat umulamaz değildir. Fakat şefaat da herkesten önce
O'nun kendi elindedir ve O'nun izni ve emri ile gerçekleşebilir. O zaman şefaat
kapısı açılır. Ve şefaat etmesine izin verilenler kendi dilediklerine değil,
yine Allah'ın dilediklerine şefaat imkânını bulabilir. Bundan anlaşılır ki
önce, hak tanımayan Allah düşmanlarının kendilerine şefaat etmesi umulan bir
Allah dostu bulabilmelerine, bunun gibi müşriklerin putları gibi ilim şanından
olmayanların şefaatçı olabilmelerine, asla ihtimal yoktur. Sonra kendisine
izin verilebilecek her şefaatçinin şefaat sınırı da Allah katındaki derecesi
ve o oranda elde edebileceği izin ve gücün kapsamı ile uyumlu olabilecektir.
Bu bakımdan eninde sonunda izin çıktığı zaman en genel biçimde şefaat sahibi,
yukarda peygamberlerin makâmları hakkındaki ilâhî açıklamadan anlaşıldığı
üzere, hepsinin üstünde "sâhib-i derecât" (dereceler sahibi) olan
Resulullah, peygamberlerin en üstünü olabilecektir. Bu konudaki naslara göre,
Cenab-ı Hak O'na şefaat için izin isteme yetkisini de bahşetmiş ve en yüksek
peygamberlik makamı, "Şefaat-ı uzmâ" en büyük şefâat makâmı olmuştur
ki, Makâm-ı Mahmud'a şefaat hadisi gelecektir. Allah öyle bir ilim ve saltanat
sahibidir ki, hükmünün tecelli yeri olan kürsüsü bütün gökleri ve yeri geniş
geniş tutmuştur. Yerlerde ve göklerdeki bütün varlıklar ve cisimler içinden,
dışından hep bu kürsü ile kuşatılmıştır. Herbirinin kıyamı (ayakta durması)
onun içindedir. Bu arada hiçbir nokta bulunmaz ki, orada yüce Allah'ın kürsüsünün
hükmü geçerli olmasın. Yeryüzünün içinden çıkamayan insanlar onun yerleri,
gökleri kuşatmış kürsüsünü nasıl kavrarlar. "Onlar Allah'ı, gereği ve
lâyıkı biçimde takdir etmediler. Halbuki kıyamet günü bütün yeryüzü O'nun
tasarrufundadır. Gökler O'nun kudretiyle dürülmüş olacaktır. O müşriklerin
ortak koşmalarından yüce ve münezzehtir". (Zümer, 39/67)
Gökler
ve yeryüzü denince hapsedilmiş birisi gibi bunlarla her taraftan kuşatılmış
olan insanlar madde ve kuvvetin, duygunun, hayalin, kuruntunun, aklın, tasavvurun,
hükmün ve bütün itibarî belirlemelerin içinden son sınırına dayanır. Bunların
ötesi deyince kayıtsız şartsız, kalbî bir merakla sonsuz bir ortama, sınırsız
mutlak bir emel sahasına geçmek için çırpınırlar. İnsanlar kendilerince, yerkürenin
küçük bir parçası üzerinde bile bir devlet ve hükümet ele geçirip idare ve
muhafaza etmenin ne kadar zor bir iş olduğunu ve asırlardan beri gelen nice
nice devletlerin, milletlerin bu yüzden memleketlerini koruyamayarak yıkılıp
gittiklerini görüp bildiklerinden nihayet tasavvur edemedikleri bu göklerin
ve yerin bir kabza-i tasarruf (tasarruf avucun)da vahdet kürsüsünden bir saltanat
ile idare olunur bir memleket olduğunu düşündükleri zaman, "koruması
ne kadar zor ve ağırdır" gibi bir zanna düşebilirler. Fakat o ilâhî kürsü,
bütün gökleri ve yeri tutmuş olmakla birlikte, bu gökleri ve yeri o vahdet
(birlik) kürsüsünden tasarruf avucunda tutup muhafaza etmek ve korumak Allah'a
ağır da gelmez. O'nun için bu hiçbir şey değildir. O şanı yüce Allah pek yüksek,
pek büyüktür. Biricik yüce, biricik ulu olan ancak O'dur. Bu bakımdan bundan
başka gerçek bir ilâh nasıl mümkün olur? Ve buna karşı başkalarına tapılıp
da şefaatleri nasıl umulur? Ve böyle yapan kâfirler ne kadar bedbahttır!
Bu
âyete " Âyetü'l-Kürsî" denilir ve bundan dolayı bu sureye "Sûretü'l-Kürsî"
de denilir. Görüldüğü üzere bu âyet, ilâhî saltanatın ve hükümdarlığın son
derece açık ve özet anlatımını ve Allah Teâlâ'nın zatını ve sıfatını hem tarif
ve hem gökler ve yeryüzünün ve çevrelerinin yaratılması, ayakta durması ve
düzeni, miktar ve genişliğini muhafazası, hayat sırrı, ilim sırrı, hakimiyet
sırrı vb. gibi maddî ve manevî kuvvetlerinin son derece açık şahitliği ile
isbat ederek bütün ilâhiyat meselelerinin ana noktasını, Allah'ın kürsüsü
gibi geniş bir kapsam ile kapsamış bulunduğundan bütün Kur'ân âyetleri arasında
konusu ile uygun olmak üzere en yüksek bir şeref ve kıymete sahiptir Nitekim
Resulullah (s.a.v.): "Kur'ân'da en büyük âyet, âyetü'l-kürsidir. Bunu
her kim okursa, Allah o saat bir melek gönderir, ertesi güne kadar iyiliklerini
yazar ve günahlarını siler. Bu âyet bir evde okunsun da şeytanlar onu otuz
gün bırakmasın, olmaz ve kırk gün ona ne sihirbaz kadın, ne sihirbaz erkek
girmez, ey Ali bunu evladına ve ailene ve komşularına öğret, bundan büyük
bir âyet nazil olmadı"; "Her kim farz namazların her birinin arkasında
âyetü'l-kürsîyi okursa onu ölümden başka cennete girmekten engelleyecek hiçbir
şey kalmaz. Yani ölünce doğru cennete gider ve ona ancak sıddık veya abid
olanlar devam eder. Ve bunu her kim yatağına yatarken okursa Allah onu kendisine
ve komşusuna ve komşusunun komşusuna ve etrafındaki evlere emin kılar";
"Günlerin efendisi cuma günü, sözlerin efendisi Kur'ân, Kur'ân'ın efendisi,
Bakara Sûresi, Bakara Sûresinin efendisi de âyetü'l-kürsîdir." buyurmuştur.
KÜRSİ:
Sözlükte, üzerine tek başına oturulan belli bir şeydir ki, aslında taht ve
şerefli ilmin ayni şekilde olan özel ve seçkin makâmı demektir. İlmin kendisine
ve âlime de denir. Daha sonra iskemle ve sandalye gibi şeylere de bu isim
söylenmiştir. Dilimizde en çok ilim makâmında kullanılmıştır. Herhangi bir
şeyin aslına ve toplandığı yere de kürsi denir. Nitekim memleket kürsisi,
"başkent" anlamına gelir. Bunun aslı olan "kürs" kelimesinde
bir araya toplanıp karışma ile keçe gibi giriftleşip sağlamlaşmak mânâsı vardır.
Kısaca gerçek mânâsıyla kürsi, ancak bir kişinin oturabildiği en yüksek bir
çeşit sandalyedir. Bundan dolayı, yerleri gökleri kaplamış bir kürsi düşüncesinin,
bu bilinen mânânın aynı olmayacağı da şüphesizdir. Aynı zamanda bu kelimenin
bize bir hakimiyet (egemenlik) ve saltanat, bir ilim, bir şeref ve büyüklük
ve söz geçerliliği anlamı ifade ettiğinde de şüphe yoktur. Biz bir memlekette
bir kürsi, bir taht düşündüğümüz zaman, önce bir memleket, ikinci olarak onun
içinde bir başkent, üçüncü olarak o başkent içinde bir arş, bir saray, dördüncü
olarak o saray içinde bir taht, beşinci olarak o taht üzerinde hükmü elinde
bulunduran bir hükümdar, altıncı olarak bu hükümdardan bütün memleketi kapsayan
bir nüfuz tasavvur ederiz ki, bunda hükümdar, zarf zarf içinde memleketle
tamamen kuşatılmış ve aynı zamanda nüfuzuyla o memleketi kuşatmıştır. Bunda
en çok hayrete değer nokta da, bir şeyin hem kuşatan ve hem de kuşatılan olabilmesindeki
sırdır ki, ilmin kendisinde de vardır. Ve bu nokta insanlara, Allah'ın birliğini
en güzel şekilde telkin edecek olan bir işarettir. Âyetü'l-kürsî, bize bu
mânâyı telkin etmekle beraber gösteriyor ki, Allah'ın mülkü göklerle yerdir.
Fakat Allah'ın kürsisi, bunlarla kuşatılmış değil, onları kuşatmaktadır. Bizim
kürsi düşüncemizin aksinedir. Allah'ı düşünürken hep kuşatılmış olanlardan,
kuşatıcıya doğru geçmelidir. Taht veya başkent, göklerle yer memleketini kuşatmış;
Arş, tahtı kuşatmış; Rahmân olan Allah, Arşın içinde değil, üzerinde ve Allah
hiç kuşatılmış değil, hep kuşatıcı ve yöneticidir ve öbüründeki zıtlığı kaldıran
budur. Şu halde Allah'ın kürsisi, bize ancak bir isim ve kuşatılandan kuşatana
geçerek, nihayet gökler ve yer tasavvurunun ötesinden, kapalı ve tahayyülü
imkânsız bir büyüklük kavramıyla bilinebilir. Bunun gerçek mahiyetini tayin
edebilmemize imkan yoktur. Bununla beraber tefsirciler, bunun tarifinde birkaç
şekil rivayet etmişlerdir. Şöyle ki:
1-
Kürsi, gökleri ve yeri kaplamış büyük bir cisimdir. Buna "Arş'ın kendisi"
diyenler de olmuştur. Fakat sahih haberler, "Kürsi, Arşın altında ve
göklerin üzerinde bir cisimdir." diye gelmiştir. Kürsi, iki ayak yeridir.
Süddi'den nakledilmiş olduğu üzere, gökler ve yer Kürsi'nin içinde, Kürsi,
Arşın altında ve iki ayağının yeridir. Burada iki ayak yerinin, Arş'ın ayağının
yeri olduğu açıktır. Bunu en büyük Ruh'un veya hamele-i Arş'tan (Arşı taşıyan
meleklerden) büyük bir meleğin iki ayağının yeri diye gösterenler de vardır.
İşte bu iki ayak yeri tarifi, Kürsi'nin başkent, yani hükümet karargâhı mânâsıyla
ilgili olduğunu açıkça gösteriyor. Gökler ve yer, bilinen bütün cisim âlemlerinin
ifadesi olduğuna göre, bunları kaplamış olan Kürsi'nin içinin bir cisim olması,
göklerde ve yerde bilinen cisimlerin, cisimliklerinden başka bir cisimlik
demek olduğunu da unutmamak gerekir. Yani Kürsi, boşlukta yer tutan bir cisim
değil, yerin kendisi olan bir cisim (bir boşluk) demek oluyor ki, bunun cisimliğinin,
madde ile değil, mutlak uzunluk, diğer bir deyimle genel olarak yer ve mekân
denilen soyut bir uzaklık ve bütün bir boşlukla tasavvur edilmesi mümkündür.
Çünkü mutlak mekân denilen soyut uzaklık, feza, madde uzantısının mahiyetini
ifade eden soyut bir uzantıdır. Boyut ve uzantı ise cisimliğin en genel mânâsıdır.
Fakat maddî cisimler burada yer tuttuğu halde, bu başkaca bir yerde yer tutmuş
değildir ve diğer cisimlerle iç içe bulunması mümkündür. Fakat şu madde âleminde
görülen maddî güçler ve varlığa ait işlerin ortaya çıktığı yer de budur. Bütün
yüksek cisimler burada yerleşmiş ve aralarındaki esirî âleme (fezada gök cisimleri
arasında ışık ve sıcaklığı nakleden, havadan daha hafif cisimlere) varıncaya
kadar bütün toplu dalgalar burada bulunmaktadır. Hareket ve sakinlik burada
meydana gelmektedir. Ancak zaman ve ruhlar âlemi bundan daha geniştir. Bir
zamanlar fen bilgilerine sabit bir kıymet isnad eden ve Allah'ın indirdiklerinin
sınırının, fen sınırlarından daha geniş bulunduğunu düşünmeyerek, Kur'ân âyetlerini
zamanının fen bilgilerine göre açıklayıp yorumlamaktan zevk alanlar, o zaman
kâinatın şekli hakkında Batlemyus'un astronomi ilminin, en yüksek fen bilimi
yerinde bulunması ve kendilerinin de bu ilmin mütehassıslarından olmaları
dolayısıyla gökleri ve yeri ona göre düşünüp yorumladıkları gibi, Kürsi'nin
cisimliği hakkındaki haberleri de o fennin teorileriyle (varsayımlarıyla)
açıklamaya çalışmışlar ve dolayısıyla "Kürsi, sekizinci gök olan sabit
gök cisimlerinin bulunduğu gök, Arş da dokuzuncu gök olan Atlas göğü (en büyük
gök) dür." diye tevil etmişler (yorumlamışlar), "Kürside yedi gök,
bir kalkan içine atılmış yedi para gibidir.", "Arş'ta Kürsi, büyük
bir sahraya atılmış demir bir halka gibi bir şeyden ibarettir." meâlinde
rivayet edilmiş olan iki hadisi şerifi de buna delil gibi kabul etmişlerdir.
Bugün görüyoruz ki, fennin bu dokuz gök varsayımı gücünü kaybetmiş olduğu
halde, Kur'ân âyetleri ve Peygamberimizin hadisleri, gönüllerde yine bugünkü
gökler ve yer gibi bütün kıymetiyle ortaya çıkıp durmaktadır. Şu halde bunları,
mutlaka kendi bilgilerimizin çerçevesi içine alarak açıklamaya çalışmak, ilmin
gereklerine de dinin gereklerine de uygun değildir.
Bu
iki hadisi şerif, bize Kürsi'nin, sekizinci gök veya sabit yıldızların bulunduğu
gök olduğunu değil, nihayet göklere ve yere göre büyük bir yer, Arş'a göre
de pek küçük bir daire olduğunu misal yoluyla anlatmaktadır. Bu yüzden asrımızdaki
fen bilimlerine göre buna bir mânâ vermek gerekirse, Kürsi'yi mutlak bir yer
mânâsıyla tasavvur etmek, elbette daha uygundur ve bu bizim kendi düşüncemiz
değildir. İmam Fahreddin Razi, bu âyette değil, fakat Fatiha tefsirinde Kürsi'yi
mekân, Arş'ı da zaman teorileriyle ele almıştır. Çünkü mutlak mekân, gökleri
ve yeri içine almış, kaplamıştır. Halbuki bütün mekân uzunlukları, şu andaki
bir anlık zamanın içine sığmış, geçmişin ve geleceğin, aralıksız cereyanı
içinde bu hâl dairesi (şimdiki zaman çerçevesi) tıpkı büyük bir sahrada küçük
bir halka gibi kalmıştır. Bununla birlikte diğer taraftan Kürsi ve Arş'ın
manevi değerleri hakkında da rivayetler vardır. İnsan şu görüşleri düşünürken
bile farkına varır ki, gökleri ve yeri mekândan başka kuşatan, kuvvet ve kudret,
akıl ve ilim ve bunların üzerinde ruh vardır. Ve hatta zaman, mekânı kuşatmış
görünürken bunun da ruhta meydana gelen bir durum olduğu ve buna göre ilim
ve ruh âleminin, zamanı da kaplayan bir deniz olduğunu takdir eder. Nitekim
Kürsi, en büyük Ruh'un veya diğer büyük bir meleğin iki ayağının yeri denilmişti.
Şu halde bunların aslı, Arş'ın sınırına dahil ise de, Kürsi'nin Kürsi olması,
sırf cisimlikten ve bir uzantıya sahip olmasından değil, bu manevi kuvvetlerin
de bir tesellisine sahne olmasındandır. Ve Allah'a nispet edilmesi de bundan
olmalıdır. Buna göre:
2-
Kürsi, saltanat, kudret ve mülk demektir. Çünkü ilâhlık, ancak kudret ve var
etme ile ortaya çıkacağı gibi, dilde de taht ve Kürsi dendiği zaman, doğrudan
doğruya egemenlik gücünün kastedildiği vardır.
3-
Allah'ın kürsisi, Allah'ın ilmi demektir. Çünkü ilim Kürsisi, taht mânâsından
daha çok bilinmektedir ve bu münasebetle ilmin kendisine de mecazî olarak
kürsi denilir. Bu rivayet, İbnü Abbas hazretlerinden nakledilmiştir. İbnü
Cerir et-Taberi gibi birçok tefsirciler, bunu tercih etmişlerdir.
4-
Bu sözden maksat, sırf Allah'ın yücelliğini ve büyüklüğünü anlatmaktır. Cenab-ı
Allah, halka zat ve sıfatlarını tarif ederken, insanların hükümdarlar ve büyükler
hakkında alışmış oldukları şekillerle hitap buyurmuştur. Nitekim Kâbe'yi kendine
ev yapmış, tavaf ve ziyaretini emretmiştir. Çünkü insanlar, hükümdarlarının
saraylarını ziyaret ederler. Hacerü'l-esved'in yer yüzünde "yeminüllah"
(Allah'ın eli) olduğunu söylemiş ve öpme yeri kılmıştır. Nitekim insanlar,
hükümdarlarının ellerini ve eteklerini öperler. Yine bu türden olarak kıyamet
günü kullarının hesaba çekilmesi hakkında, meleklerin, peygamberlerin, şehitlerin
huzurda bulunacaklarını ve mizanlar konulacağını söylemiştir. İşte bunlar
gibi kendisine de Arş isbat etmiş, "Rahmân olan Allah, Arş'ın üzerine
hükmetti." (Tâhâ, 20/5) buyurmuş ve bunu anlatarak, "Meleklerin,
Arş'ın etrafını kuşatarak Rablerini hamd ile tesbih ettiklerini görürsün."
(Zümer, 39/75), "O gün Rabbinin Arş'ını, onların üzerinde sekiz melek
taşır." (Hâkka, 69/17), "Arş'ı taşıyanlar ve onun etrafında bulunanlar..."
(Gâfir, 40/7) buyurmuş, sonra kendine Kürsi de isnad etmiş, "O'nun kürsisi
gökleri ve yeri kuşatmıştır" (Bakara, 2/255) buyurmuştur. Bundan anlaşılır
ki, Arş ve Kürsi gibi, benzetmeyi andıran lafızlar (sözler) Kâbe, tavaf ve
Hacerül-esved hakkında daha fazlasıyla mevcuttur. Halbuki bunlar da mesela
Kâbe'nin "beytullah" (Allah'ın evi) olmasında, Allah'ın, geceyi
orada geçirmesi gibi bir benzetme ve cisim mânâsı kastedilmiş olmadığı hususunda
nasıl görüş birliği varsa; Arş ve Kürsi hakkında da maksatın, Allah'ın yücelik
ve büyüklüğünü anlatmaktan ibaret olduğunda tereddüt edilmemesi gerekir. "Kaffâl"
ve "Keşşaf" tefsircileri gibi araştırmacılar da bunu tercih etmişlerdir.
Buna göre Kürsi'den maksat nedir, ve nasıl bir şeydir, diye düşünmeye lüzum
yoktur. Bu açıklama Cenab-ı Allah'ı cisim olma şüphelerinden tenzih için pek
güzel olmakla beraber, Allah'ın Kürsi'sinin gerçekle delâlet ettiği bir şeyin
bulunmadığını kabul etmek de zahire (bu konudaki açık ifadelere) aykırıdır.
Evet bilinen gerçek mânâsıyla bir Kürsi, bir taht kastedilmediği yukarda geçtiği
üzere muhakkaktır. Bununla birlikte bir beytullah (Allah'ın evi) bulunduğuna
iman etmek gerektiği gibi Allah'ın bir Kürsisi bulunduğuna iman etmek de gereklidir.
Bunun az çok cisimle ilgili bir kavramı içermesi Cenab-ı Allah'a -haşa- bir
cisimlik isnadını gerekli kılmaz. Meselenin ruhu, Kürsi'nin Allah'a nisbetini
lâyıkiyle düşünebilmekte, bunun bir "oturma nisbeti" olmayıp bir
"Rablık nisbeti" olduğunu anlamaktadır. Âyetten anlaşıldığına göre
Allah'ın Kürsisi, bir taraftan maddî cisimler toplamı olan göklerin ve yerin
hepsini kaplayıp tutan, cisimleri kuşatan birşeydir. Biz bunun "Kürsi"
ismiyle varlığına iman eder ve gerçek mahiyetini idrak edip tam olarak bilemeyeceğimizi
anlarız. Diğer taraftan az çok bir tasavvur edinebilme gereğine kanaat getirirsek,
Allah'ın Kürsisinde saltanat tahtı ile ilim kürsisi kavramlarındaki mükemmellik
içeriklerini bir araya toplama, kısaltma ve fani olma anlamlarını, "Daima
diridir, evrenin yöneticisidir.", "O'nun misli gibi bir şey yoktur."
ifadelerinin delâletleri gereğince dürüp katlayarak onu mutlak bir ilim ve
saltanatın tecelli edeceği (ortaya çıkacağı) bir yer olmak üzere ele alıp
düşünürüz. Ve bu bakımdan aslında yüce Allah'ın büyüklüğünün soyut bir tasavvuru
değil, kudretinin ortaya çıkış biçiminin de bir ifadesini içine almış bulunduğunu
tasdik ederiz. Bütün cisimler, yüksek ve alçak kütleler, Kürsi'nin içinde
kaldığından, onun üzerinde hüküm yürüten ilim ve saltanat sahibinin, cisim
olmanın üzerinde çok yüce bir varlık olduğunu da kesin olarak anlarız. Ve
daha açık olması için Kürsi'nin büyüklüğünü anlatan haberlere bakarak diyebiliriz
ki, Allah'ın Kürsisi, göklerde ve yerde görünen bütün maddelerin, kuvvetlerin
kaynaşıp durduğu mutlak bir boyut, yani ilim, irade ve kuvvetten soyutlanmış
olan sadece mücerret feza değil, bunların tecelli ettiği bir ayna bulunması
bakımından mekân ve her şeyin yeri olması muhtemeldir.
Burada
yerleşmiş olan Allah değil, gökler ve yer denilen cisimler ve yer işgal eden
kütleler toplamıdır. Bunun üzerinde daha geniş olarak zaman uzantısı, akıllar
ve ruhlar âlemini içeren ve mukarrep (Allah'a yakın) meleklerle kuşatılmış
olan Arş vardır. Ve burası mekân üstüdür. Artık burada cisimlik mânâsı yoktur.
Ve "Rahmân olan Allah Arş'a hükmetti." (Tâhâ, 20/5) ifadesinin delâlet
ettiği üzere Allah Teâlâ Arş'ın içinde değil, rahmânlık sıfatıyla üzerindedir
ve bu üzerinde bulunma, mekânla ilgili olmayan bir üstünlüktür. "Ey Rabbimiz
sen her şeyi rahmetinle ve ilminle kuşattın. " (Gâfir, 40/7) âyeti gereğince
de Allah'ın kuşatması, rahmet ve ilim yönüyledir. Kürsi, bu ilim ve rahmetin,
bizim âlemimize bir tecelli yeridir. Bu bakımdan ne Kürsi'nin, ne Arş'ın Allah'la
ilgisi bir yer tutma şeklinde değildir.
Hükümranlık
ve tasarruf, zapt etme ve emre hazır tutma, hüküm ve emir gibi tecellilerle
bir rablık ilişkisidir. Bu ilgi, bu tecelli sayesindedir ki, ruhlarla cisimler,
zihin ile dış âlem birleşerek gerçekleşme noktalarında Hakk'ın varlığının
bir parıltısına ayna olurlar da yerlerin, göklerin, mekânların, zamanların,
Kürsi'nin, Arş'ın, kuşatamadığı Allah'ın varlığını, müminin kalbi, eşyanın
her zerresinde, mekânın her noktasında, zamanın her anında marifete (Allah'ı
tanımaya) yol bulur ve her şeyi anlamayı ancak bununla başarabilir. Hak demeden
hiç bir şeyi bilemez ve Hakk'ın zatı ile ilgili en yüksek marifeti (bilgisi)
de, ""Seni gerçek bir şekilde tanıyamadık." ifadesidir. Bunun
için de sadece marifeti, iman olamaz. İmanın kapsamı, marifetin kapsamından
geniştir. Marifette bir kayıt vardır. İman ise kayıtsız, şartsız bir teslimiyet,
ilâhî bir ilgidir ve en büyük temaşa ondadır. Bunun yeri olan müminin kalbi
de yerlerden göklerden geniştir. Bunun için mutlak mekânın, tecelli eden kuvvetleriyle
beraber gökler ve yer cümlesinde dahil olması daha çok muhtemel bulunduğundan
en sağlam iman, Allah'ın Kürsüsüne, Allah'ın açıkladığı şekilde iman edip,
marifet taslamamaktır. İşte gökler ve yer ne kadar açık ise, Allah ondan daha
açıktır. Onları kuşatmış olan Kürsi ve onun ötesi ne kadar gizli ise, Allah
ondan daha gizlidir. Bununla beraber O, diridir, varlığı kendi zatiyle kaim
olup her şeyi yönetmektedir; hem evveldir, hem sondur. O halde bundan başka
mabud, bundan başka ilâh nasıl düşünülebilir? Seçme yeteneği ve irade gibi
ilâhî bir lütfu kötüye kullanıp, o geniş kalbi daraltıp da Allah ve O'nun
emirlerini inkâr edenler zalim olmaz da ne olur? Bunlardan çok kendilerine
zulmeden nasıl düşünülebilir? Bunlar hep mecburiyet ve zorlamak isterler,
dine davet edildikleri zaman, "Allah istiyorsa bizi zorla dindar yapsın."
derler.
256-Fakat
dinde zorlama yoktur. Allah onu zorla kimseye vermez. Dini, kişinin kendi
tercihi ile dilemesi gerekir. Dinde zorlama kanunu yoktur. Bunu böyle anlamalıdır.
Çünkü "fi'd-dîn" (dinde) ifadesi, "ikrah"a müteallik değil
(zorlama ile ilgili değil) haberdir. Mânânın aslı "zorlama, dinde yoktur"
demek olur. Yani sadece dinde değil, her neye olursa olsun, zorlama cinsinden
hiçbir şey, hak din olan İslâm dininde yoktur. Din çerçevesinde zorlama kaldırılmıştır.
Dinin konusu, zorunlu fiiller, davranışlar değil; isteğe bağlı fiiller ve
davranışlardır. Bunun için isteğe bağlı hareketlerden birisi olan zorlama
dinde yasaklanmıştır. Kısaca kaldırılan veya yasaklanan zorlama, yalnız dinde
zorlama değil; herhangi bir şeye olursa olsun, zorlama türünün hepsidir. Yoksa
dinde dine zorlama yoktur, ama dünyaya zorlama olabilir demek değildir. Belki
dünyada zorlama bulunabilir; ama dinde, dinin hükmünde, dinin dairesinde olmaz
veya olmamalıdır. Dinin özelliği, zorlamak değil, bilakis zorlamadan korumaktır.
Bundan dolayı İslâm dininin gerçekten hakim olduğu yerde zorlama bulunmaz
veya bulunmamalıdır.
Zorbalık
ve zorlama olursa onun dışında olur. Şu halde din, "zorlayınız"
demez, zorlama meşru ve muteber olmaz. Zorlama ile yapılan amelde dinin vaad
ettiği sevab bulunmaz, rıza ve iyi niyet bulunmayınca hiçbir amel ibadet olmaz.
"Ameller, ancak niyetlere göredir." Dinin isteklerinin hepsi, zorlamasız,
iyi niyet ve rıza ile yapılmalıdır. Zorlama ile itikat (iman) mümkün değildir.
Zorlama ile gösterilen iman, gerçek iman değil, zorlama ile kılınan namaz,
namaz değildir. Oruç da öyle, hac da öyle, cihad da öyledir...
Bundan
başka bir kimsenin, diğerine saldırıp da her hangi bir işi zorlama ile yaptırması
da caiz değildir. Kısaca İslâm'ın hükmü altında herkes görevini isteyerek
yapmalı, zorlama olmadan yapmalıdır. Cihad da bu hikmetle meşrudur. de zarflık
değil, sebeblik mânâsı düşünülürse, mânâ şu olur: Zorlama, din için yoktur,
yahut zorlama, din için, dine sokmak için yapılmaz. Çünkü zorlama, bir kimseye
hoşlanmadığı bir işi fiili bir tehditle zorunlu olarak yaptırmaktır. Halbuki
din, hoşlanılmayacak bir şey değildir. Dinin aslı olan imanın kökü tasdik
ve kalbden inanmaktır. Bu ise sırf bir rıza ve seçenek işidir. Bunu "Dilediğini
yapar." (Bakara, 2/253; Hac, 22/14) olan Allah'tan başka kimse zorunlu
hale getiremez. Allah'ın iradesiyle iman ve hatta iman ile salih amel, zorlamaya
değil, güzel bir seçime ve gönül rızasına bağlı bulunduğundan din için zorlama
mümkün olmaz. Ancak tebliğ ve teklif edilir. "Eğer Rabbin dileseydi,
yer yüzünde bulunanların hepsi iman ederdi. Öyle ise sen, iman etmeleri için
insanları zorluyor musun?" (Yunus, 10/99) Şu halde dine girmesi için
kimseye zorlama yapılmamalıdır. Çünkü zorlanan kimsenin açığa vuracağı iman,
Allah yanında gerçek iman olmaz. Zorlama ile gerçek bir dindar kazanılmaz.
Bununla beraber kalbe Allah'tan başkasının bakışı, geçerli olmayacağından
ve bu zorlama hâlinde olsun iman edene de, "Sen zorlama ile iman açıklıyorsun,
yine kâfirsin." denilemez, kâfir muamelesi edilemez. Durumu ortaya çıkıp,
şüphe ortadan kalkıncaya kadar bakılır. Çünkü o imanı açığa vurması da az
çok bir irade eseridir. Hiç istemeseydi onu da yapmazdı. Demek ki imanın zevkinden
bir zerre olsun tatmıştır. Bu bakımdan: Zeccac'ın dediği gibi savaşla müslüman
olduğunu açıklayan, "kerahete" nisbet edilmez demek olabilir ki
bu, ikrahın (zorlamanın) bir sözlük mânâsıdır.
Zorlamaya
ne hacet? Zorlama beklemekte mânâ nedir? Akılların hepsinin, dine sarılması
gerekmez mi? Çünkü doğru yolda bulunmak, azgınlıktan; doğruluk, sapıklıktan
iyice ayrılmıştır. Bu kadar peygamberlerden ilim ve amel ile ilgili bu kadar
delilller ve nihayet ilâhî saltanatın, bu kadar büyük tecellisinden (ortaya
çıkışından) sonra, iman ve dinin insanlara kurtuluş ve mutluluk sebebi, inkâr
ve dinsizliğin ise azab ve felaket sebebi olduğu kesin olarak ortaya çıkmış;
hak batıldan, hayır şerden ayrılmıştır. Belli ki din ehli, muhakkak mutlu
olacak, küfür (inkâr) ehli de muhakkak ceza ve azab görecektir. Bunlar her
nereden gelse kendi istekleriyle, kendi kazançlarıyla olacak ve o zaman bu
mecburiyet, bir zorlama mânâsını içermeyecektir. Bu özellikle şunu gösteriyor
ki, "dinde zorlama yoktur" deyince, hiç kimseye sorumluluk, ceza
ve azab yoktur, demek şeklinde anlaşılmasın; elbette doğruluğun sapıklıktan
kesin olarak ayrılmış bulunması, dine aykırı hareketlerde muhakkak bir azabın
ortaya çıkmış olmasındandır.
Bilinmektedir
ki zorlama, fiilden önce gelir de o fiil için iradeyi kaldırır veya bozar
ve o fiil, böyle rızasız yapıldığı için fiilî sonucu, hayır veya şer, yapanın
kazanılmış bir hakkı olmaz. Sorumluluğu, zorlayana ait olur, zorlayanın elinde
zorlanan, bir alet olur. Artık kazanç, maksat zorlananın değil, zorlayanındır.
Fakat zorlama olmadan yapılmış olan inkâr ve zulmün, fasıklık ve isyanın,
isteyerek kazanılmış müktesep bir fiil olduğunda da şüphe yoktur. Artık bu
yapıldıktan sonra onun gerekli bir sonucu olan ceza ve azab da yapanın kendi
kazancı, kendi hakkıdır ki, bunda zorlama mânâsı düşünülemez, o kendi kendine
zulmetmiş olur. Allah Teâlâ ise rahmetinin genişliğinden dolayı kullarının
ne kendilerine, ne de başkalarına zulüm ve tecavüz etmelerine razı olmadığından,
onları korumak için sınırlar tayin etmiş, din ve hükümlerini bildirmiş, "Dinde
zorlama yoktur." buyurmuştur. Bu delil gereğince zorlama, ehliyetin engellerindendir.
İslâm yurdunda zorlama yasaklanmıştır. Hatta hiçbir kimseye İslâm dinine girmek
için bile zor kullanılamaz, herkes dininde serbest ve seçme hakkına sahiptir.
İslâm hükümleri altında müşrik, kitap ehli, (yahudi, hıristiyan), hepsi, din
hürriyetleriyle yaşayabilirler. Mesela bir müşrik, dilerse yahudi veya hıristiyan
olabilir; hiçbirine müslüman ol, diye zor kullanılmaz, ahdinde durmak ve vergisini
vermek şartıyla dininde bırakılır. Fakat her kim olursa olsun, ahdinde (sözünde)
durmayanlar da suçuna göre cezasını görür. Kendi rızasıyla İslâm'ı kabul ettikten,
Allah'a ve Peygamberine söz verdikten sonra döner, irtidad eder (dinden çıkar)
da tevbe etmezse cezalandırılır ki, bu bir zorlama değil, verdiği sözden caymanın
zorunlu bir sonucudur. Bu noktada İmam Şâfiî gibi bazı âlimler, müslüman olmaya
söz vermiş bulunan mecusi veya hıristiyanlardan birisi, eski dininde kalmayıp
da mesela yahudi olacak olsa, ben onu: "Ya eski dinine dön veya müslüman
ol, diye zorlarım." demiştir. Fakat Hanefiler ve diğerleri demişlerdir
ki, "Küfür, bir tek millettir." ifadesi gereğince o şekilde din
değiştirmede, verilmiş bir sözü bozma mânâsı yoktur. Buna göre, "Ya dön
veya müslüman ol!" diye zor kullanılmaz. Ancak İslâm dinine girdikten
sonra dönen, ahdini bozmuş olur ve yalnız bu, tevbe etmezse cezası verilir.
Bundan başka ibadet ve diğer muameleler gibi rıza şart olan amel dallarında
da zorlama geçerli değildir. Fiilin geçerliliğine engeldir. Ancak fiil, şer'î
bir fiil olmayıp, hisse bağlı bir fiil olursa o başka. Ve herhalde zorlama
bir saldırıdır, derecesine göre cezayı hak ettirir. İşte hak dinde vicdan
hürriyeti, ahd (söz verme), andlaşma ve hukuk bu kadar yüksektir. Hatta bundan
dolayıdır ki, cihad ilanında bile düşmana ya hak dini kabul etmesi veya mağlubiyeti
kabul ederek dininde kalıp, hakları saklı olmak üzere İslâm uyruğunda vergi
vermesi arasında kendi arzusuna bırakılan bir teklif yapılır. Bunlardan birini
kabul ederse, andlaşma ile ahdine riayet edilir; kabul etmediği ve savaş yoluyla
mağlub olduğu takdirde de yine din değiştirmeye zorlanmayıp, adalet ölçüleri
içersinde bir vergiye, bir intizama mecbur tutulur. Demek cihad, din değiştirmek
için zorlayıcı bir vasıta değil, hak dinin yüceliğini fiilen ispat eden hak
bir delildir. Çünkü zorlama ile din olmaz. Fakat aklî ve ilmî delilleri dinlemeyen
kâfirlerin ve zalimlerin saldırıları da böyle fiilî bir delil olmadan durdurulmaz,
herkes her türlü haksızlık ve zorlama ile karşı karşıya gelir. Bununla beraber
cihad ve savaş, bir zorlama değil, bir yarıştır. Hangi tarafın tehdidini yerine
getireceği bilinmeyen bir imtihandır. Bir de cihad, dinin hükmü geçerli olan
İslâm yurdunun dışında cereyan edeceğinden zorlamanın kaldırılmış olduğu din
çevresinden dışardadır. Dâr-ı harb (kâfir yurdu) zaten zorlama yurdudur. Böyle
iken yukarıdan beri Allah'ın beyanı dikkatle incelenirse anlaşılır ki, "Dinde
zorlama yoktur." açık ifadesi, cihad emrinin gayesini tesbit etmektedir.
Yani cihadın hikmeti, insanları zorlamadan korumak, zorlama kabul etmeyen
dini hakim kılarak Allah'ın kelâmını yükseltmek, yani herkesi mensub olduğu
inançtan zorla çıkarmaya çalışmayıp, hakkın isteyerek kabul edilip yayılmasına
set çekmek isteyen ve gücünün yettiğince zor kullanan hak düşmanlarının savulması
ve engellerin kaldırılması ile sağlam bir kalb ve güçlü bir akıl için açıkça
ortaya çıkmış bulunan doğruluk yolunu, hakkın egemenliğini herkese arz ve
ilân etmek ve böylece Muhammed ümmetini, peygamberler cemaati arasındaki Hz.
Muhammed'in makâmı ile uyumlu olarak çeşitli milletlerden teşekkül eden sosyal
bir toplum üzerinde genel barışı üstlenen, kamunun kalbi gibi egemen ve orta
yolu tutmuş bir ümmet yapmak ve peygamberlerin hiç birini ayırmayıp hepsine
derecelerine göre iman etmekle Allah'ın birliğine dayanan İslâm dinini, bütün
dinlerin genel bağlantısı ve ilerleme hedefi olan genel bir din olarak savunup
açıklamaktır. Bunun için İslâm'da savaşın gayesi, intikam, öldürmek, din değiştirmeye
zorlama değil; hasmı mağlub etmek ve zorlayıcı gücünü alıp, dininde serbest
olarak hakkın hükmüne tabi tutmaktır ki, Allah'ın kelâmını yükseltmek bundadır.
Bu sebeple her ne zaman müslümanlara bir zayıflık gelir, hak din savunulmazsa
fitneler kopacak, zorlama çoğalacak, bütün insanlık allak bullak olacaktır.
Fakat
bu açıklamadan sonra bir soru kaldı. Yukarda, "Fitne ortadan kalkıncaya
ve din yalnız Allah'ın dini oluncaya kadar onlarla savaşın." (Bakara,
2/193) âyetinde görüldüğü üzere Mekke ve hatta Arap yarımadası müşriklerine
kitap ehli gibi din hürriyeti verilmemiş, bunlar hakkında, "Bana, Lâilâhe
illallah (Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur) deyinceye kadar insanlarla savaşmam
emredildi. Bu sözü söyledikleri zaman canlarını ve mallarını benden korumuş
olurlar." hadisiyle ya İslâm, ya ölüm ilan edilmiştir. Bu ise, "Dinde
zorlama yoktur." hükmüne ters değil midir? Bunun cevabı şudur: Eğer bunlar
birbirine zıt ise, iki âyet, birbirini nesh veya tahsis eder, onların buraya
dahil olmadığı anlaşılır. Bununla beraber şu da bilinmelidir ki, onlara din
hürriyeti verilmemesi özellikle, "Dinde zorlama yoktur." hükmünün
tatbiki içindir.
Bu
münasebetle tefsircilerden birkaç görüş vardır:
1-
Bu "Lâ ikrâhe" âyetinin önceden genel bir şekilde indiği, daha sonra
cihad ve savaş âyetleriyle neshedilmiş bulunduğu Zeyd b. Eslem'den rivayet
edilmiştir. Fakat bu görüş genel olarak doğru görülmemiştir. Aslında "Doğruluk,
sapıklıktan ayırd edilmiştir." âyeti, bunun inişinin, dinin tam olarak
ayırd edilmesinden sonra olduğunu göstermekte ve böyle bir düşünceye engel
görünmektedir. Bir de, görüldüğü üzere cihad meselesi aslında buraya dahil
değildir ki, onunla nesih bahis konusu olsun. Fakat şunu bilmek gerekir ki,
her nesih, neshedicinin alış derecesine göredir. Şu halde bu, cihad ile neshedilmiştir
demek, diğer durumlarda muhkem (neshedilmemiş, hükmü açık) demektir. Ve bu
sebeple zorlamanın, cihadı da içine aldığı görüşüne sahip olabilecekler için
bu rivayet önemlidir. Demek oluyor ki bu âyette böyle bir ihtimal olursa,
bu ihtimal neshedilmiştir. Ve nesih rivayeti ancak bu yöne mahsustur. Yoksa
cihad âyetleriyle geri kalan kısmın neshedilmiş olmasına imkân yoktur. Âmm
(genel hüküm), nesihten sonra geri kalan kısımda yine kesindir. Kısaca nesih
âyetin tamamiyle ilgili değil, kısmîdir.
2-
Bu âyet kitap ehli hakkında inmiştir. Dolayısıyla müşrikler, bunun genel hükmünden
hariçtir. Gerçi "şu peygamberler..." âyetinden başlayan sözlerin
gelişi, bunu teyid ettiği gibi, iniş sebebi hakkındaki rivayetler de bunu
desteklemektedir. Rivayet ediliyor ki Hz. Muhammed'in peygamberliğinden önce
Ensar'dan bazıları, çocuklarını Yahudiliğe veya Hıristiyanlığa sokmuşlardı.
İslâm dini gelince bunlara zor kullanmak istediler. İslâm'dan önce Ensar'dan
bir kadının çocuğu yaşamadığı durumlarda, şayet çocuğu yaşarsa onu kitap ehli
ile beraber ve onların dini üzere bulundurmayı adardı. Bu sebeple Ensar çocuklarının
bir kısmı kitap ehlinin dininde bulunuyorlardı. Dolayısıyla İslâm'a geldikleri
zaman dediler ki: "Biz vaktiyle bunların dinlerini, bizim dinimizden
daha üstün görürdük ve çocuklarımızı onun için o yola sevkederdik, mademki
İslâm dini geldi, her halde biz bunları zorlarız." dediler. Bu cümleden
olarak Salim b. Avf oğullarında Husayn adında Ensar'dan birinin iki oğlu vardı.
Önceleri Şam tüccarlarının telkinleriyle hıristiyan olmuş gitmişlerdi. Hz.
Muhammed'in peygamberliğinden sonra Medine'ye geldiklerinde babaları bunlara:
"Vallahi sizi bırakmam, mutlaka müslüman olmalısınız." diye sataştı.
Onlar da çekindiler, üçü birlikte Resulullah'a müracaat ettiler. Bunun üzerine
bu âyet indi, babaları da onları bıraktı. Bu olaylar, gerek cihada izinden
önce olsun ve gerekse sonra, her iki takdirde nüzul sebebi, müşrikleri içine
almamaktadır. O halde hükmünün genelliği de kitap ehline aittir ve neshedilmiş
değil, muhkemdir (hükmü açık ve geçerlidir). Bu güzel! Fakat sebebin özel
oluşu, hükmün genel oluşuna mani değildir. "Dinde zorlama yoktur."
hükmü ise daha geneldir. Sonra bu hüküm yalnız kitap ehline mahsus olsaydı,
dâr-ı İslâm'da (İslâm yurdunda) kitap ehlinden başkasına taahhüd ve güvence
(emân) verilmemesi gerekirdi. Halbuki Arap yarımadası müşriklerinden başkasına
bu muamele yapılmamıştır. Şu halde bu âyet, mutlak olarak neshedilmiş olmadığı
gibi, genel hükmü kitap ehline de mahsus olmamalıdır. Nitekim Hz. Enes: "Nüzul
(iniş) sebebi, Resulullah, birisine 'Müslüman ol' buyurmuştu. O da 'kendimi
hoşlanmaz buluyorum' demişti. Bu âyet bunun hakkında inmiştir." diye
rivayet etmiştir ki, bu sebep daha mutlak olmakla hükmün genel oluşunda daha
açıktır.
3-
Bilinmektedir ki Arap müşrikleri hakkındaki muamele, "Fitne ortadan kalkıncaya
ve din yalnız Allah'ın dini oluncaya kadar onlarla savaşın." (Bakara,
2/193) emrine dayanmaktadır. "Dinde zorlama yoktur." hükmünün ise
"Arapların Müslüman oluşundan sonra dinde zorlama yoktur, vergi yeterlidir."
meâlinde olduğu Tefsir-i Kebîr'-de açıklanır.
Demek
ki doğruluğun sapıklıktan ayırd edilmesi o zamandır. Ve bu hüküm, daha öncesini
kapsamaz, bu mânâca bu âyet, "Fitne ortadan kalkıncaya kadar onlarla
savaşın..." âyetinden sonra inmiş demek olur. Önce inen, sonra ineni
ne nesih, ne de tahsis edemeyeceğinden "Lâ ikrâha = zorlama yoktur"
hükmü genelliği üzere kalır. Bu durumda aralarında bir yönden çelişki varsa,
sonradan inen, önce ineni neshetmiş olacaktır. Halbuki bunun, öncekini neshettiğine
dair hiçbir görüş yoktur ve olamaz. Çünkü bunun tarih itibariyle sonradan
indiği açıkça belli değildir. Yukarda görüldü ki, aksine rivayet bile vardır.
Bu bakımdan usûl itibariyle birbirlerine yakın olarak yorumlanması gerekir.
Böyle olunca da birbirlerini karşılıklı olarak tefsir (izah) ve tahsis edebilirler.
Şu halde İslâm'ın doğruluğunun ortaya çıkıp ayırdedilmesini Araba ve zorlamanın
olmayışını ondan sonraya tahsis de doğru olamaz. Önce İslâm'ın başlangıcında
zorlama değil, misliyle karşılık bile verilmediği bilinmektedir. Şimdi Arapların
müslüman oluşundan sonra da zorlama olmadığı kabul edilmiş, bu arada müslümanlar
arasında bulunan Arap müşriklerine de bu olaya kadar hiç bir zorlama yapılmadığı
bilinmektedir. O halde, âyetinin bütün kapsamıyla mânâsı, "İslâm dininin,
hüküm dairesinde zorlama yoktur." demek olur. Savaş ve savaş hâlinde
bulunan düşman meselesi, bu hükümden esas itibariyle hariç olduğu gibi, zorlamaya
karşılık vermek ve suça ceza da bunun dışındadır. Ancak bu, "Fitne ortadan
kalkıncaya ve din de yalnız Allah'ın dini oluncaya kadar onlarla savaşın."
(Bakara, 2/193) âyetiyle beraber düşünmek lazımdır. Buna göre âyetin sonunun
da delâlet edeceği üzere İslâm dininin hüküm dairesinde zorlama bulunmaması,
tahsis yoluyla iki kayıt ile bağlanmıştır ki; biri fitne bulunmaması, biri
de İslâm yurdunda diğer dinlere mensup olanların tebalığı (uyruğu) bozmamalıdır.
Âmm (genellik ifade eden hüküm) ise tahsisten sonra zan ifade eder. Burada
fitneden maksat da şirkti. Fakat genel mânâsıyla alınması da caizdir. Bu şekilde
ikinci kaydı da içine alacağından, bu bir kayıt, diğerinden müstağni kalır
(ona ihtiyaç duyurmaz). Demek ki kısaca mânâ şu olur: "Fitne yoksa dinde
zorlama yoktur, çünkü doğruluk, sapıklıktan iyice ayrıldı. Bunları karıştıranlar,
belalarını bulurlar".
Bundan
dolayı, her kim tağuta, azgınlara veya azgınlıklara küfredip (inkâr edip),
Allah'a iman ederse, yani samimi bir kalb ile, "Allah'tan başka hiçbir
ilah yoktur." diyerek önce o tağutları kökünden siler, sonra da bütün
varlığıyla Allah'a iman eder ve dolayısıyla Allah'ın gönderdiği peygamberleri,
Hakk'ın indirdiklerini tasdik ederse, o mutlaka en sağlam kulpa yapışmıştır
ki, kopmak onun için değil. Bu sağlam ipin kulpu, o tutamak ne kopar, ne kırılır.
Ancak bırakılırsa fena düşülür. Bu ilmî ve amelî delillerden, hak ve batılın
bu ortaya çıkışından sonra akıl ve doğruluğun gereği artık bugün var, yarın
yok, gelip geçici olan fani, batıl, koyu gölge kırılıp dökülecek, nihayet
kendine tutunanı düşürüp bırakıp gidecek olan tağutların, Firavunlar, Nemrudlar,
sihirbazlar, kâhinler, şeytanlar gibi azgın, sahte mabudların çürük kulplarına
yapışmak değil, "Ezelden sonsuza kadar dirisi, her şeyin yöneticisi"
şaşmaz, yanılmaz, uyumaz, ımızganmaz, göklerin ve yerin hükümranlığının sahibi,
izni olmadan huzuruna yanaşılmaz, şefaate cesaret gösterilmez, büyüklük sahibi,
gizli açık, cüz'î (kısmî), genel her şeyi bilen, her şeyden haberdar, ilminin
gerçek mahiyetine erilmez, o bildirmedikçe bir şey bilinmez, büyüklük kürsisi
yerleri, gökleri tutmuş, yerler, gökler kudret avucunda bir hiç kalmış o yüksek,
pek yüksek kudretinin yüceliği, şanı, büyüklüğü sonsuz, kendisinden başka
hiç bir ilâh bulunmayan Allah Teâlâ'nın kopmaz, kırılmaz, sağlam kulpuna iki
eliyle seve seve canı gibi koruyup yapışmak, yani misal olarak o ilâhî kürsiden
uzatılmış, kopmaz, kırılmaz sağlam bir ipin kulpuna, tutamağına benzeyen ve
dinin başı olan Hakk'ın tevhidine (birliğine) güzelce inanmak, inanıp gereğince
amel etmek ve onu hiç bırakmamaktır. İşte, bu imanı yapan, böyle bir kulpa
yapışmış olur. Fakat bu iman ve itikat, yalnız sözde ve yalnız kalbde kalmamalı,
ağız, gönül bir, iç ve dış bir olmalıdır. Çünkü Allah her şeyi işiten ve bilendir.
Hem sözleri işitir, hem de niyetleri bilir. Ağzından, deyip, içinde inkâr
saklayan münafıkların ve aksine içinden hakkı bilip, ağzından küfür ve inkâr
savuran kâfirlerin yaptıklarından Allah gafil ve habersiz değildir.
TAĞUT:
"Tuğyan" (azgınlık) kökünden mübalâğa kipiyle bir cins ismidir ki,
aslı "ceberût = zorbalık" gibi "tağavut" olup, yer değiştirmekle
"tavagut" yapılarak "vâv", "elif"e çevrilmiştir;
tekile, çoğula, erkeğe, dişiye söylenir. Tuğyanın (azgınlığın) kendisi kesilmiş,
isyankâr, azgın, azman, azıtgan demek gibidir.
İbnü
Cerîr et-Taberî'nin tarif ettiği gibi, Allah'a karşı isyankâr olup zorla,
zorlama ile veya gönül rızasıyla kendisine tapınılıp mabud tutulan, gerek
insan, gerek şeytan, gerek put, gerek dikili taş ve gerekse diğer herhangi
bir şey demektir. Bunun tefsirinde "şeytan veya sihirbaz, yahut kâhin
ya da insanların ve cinlerin, inad edip büyüklük taslayanları veya Allah'a
karşı mabut tanınıp buna razı olan Firavun ve Nemrud gibiler veya putlar diye
çeşitli rivayetlere rastlanır. Ebu Hayyan der ki: "Bunların birer örnekle
açıklanması gerektir. Çünkü tağut bunların her birine hasredilmiş (mahsur)tir.."
Yukardaki tarif, bunların hepsini içine almaktadır. Bununla birlikte Kâdî
Beydavî bu hususa: "Allah yolundan menedenler" fıkrasını da ilave
etmiştir ki, daha genel bir tarifi içerir. Çünkü bunu yapanlar, mabud tanınmış
olmayabilir. Şu kadar ki, bu da "Heva ve hevesini ilâh edinen kimseyi
gördün mü?" (Câsiye, 45/23) âyeti gereğince kendi hevasına uyup kendi
kendine mabut rütbesi vermiş sayılabileceği düşünülürse önceki tarife dahil
olacaktır. Bu açıklamadan birkaç fayda elde edeceğiz: Önce, tağutun çeşitli
tefsirleri (açıklamaları) örnek veya çeşitlerini gösterebileceği gibi "şeytan,
sihirbaz, kahin, batıl mabud, insanların ve cinlerin büyüklük taslayıp inad
edenleri" kelimelerinin her biri tağut kelimesiyle tarife benzer ve uygun
düşecek bir tarzda ifade edildiğine göre bunların, mânâ itibarıyla tam eş
anlamlı değilseler bile pek yakın veya birbirini gerektiren şeyler olarak
kullanıldıklarına da işaret edebilir. İkinci olarak demek oluyor ki, tağutun
açığı da, gizlisi de, görünürü de, görünmezi de vardır. Üçüncü olarak, tuğyan
(isyan, azgınlık) kavramından anlaşılıyor ki, putlar ikinci derecede tağutlardır.
Bakılırsa akıl sahibi olmayan putların ve dikili taşların tağutlardan bile
sayılmaması gerekirdi. Çünkü bunların kendileri Allah'a karşı bir azgınlığa
sahip olamazlar ve azgınlığa rıza gösteremezler. Fakat red de edemezler. Bu
sebeple nihayet bir azgınlık sebebi olabilirler. Bu sebebi de azgınlar bulurlar.
Putlar, aslında erkek veya dişi tağutların hayalleri ve azgınların azmanlarıdır.
Gizli veya açık azgınlar, bunlarla kendi azgınlıklarını ileri sürerler. Bu
yönüyle putlar, asıl tağut değil, tağutların temsilcileridirler. Böyle "Kim
tağutu inkar ederse..." ifadesi şunu bildirmiş oluyor ki, tevhid emrinde
ilk iş, putlardan önce ona sevk eden azgın isyankârlara küfretmek (onları
inkar etmek)tir. Dördüncü olarak, Allah'a karşı isyankâr olmayan ve şirke
razı olma ihtimali bulunmayan ve bununla beraber birtakım isyankârlar tarafından
ilâh diye kabul edilen Hz. İsa ve Üzeyr gibi büyük insanların kendileri tağutun
tarifinden ve kendilerine tağut denilenlerden hariçtirler. Tevhid emrinde,
"başka hiçbir ilâh yok" derken bunların ilâhlığını da olumsuz kılıp
inkar etmek, ibadet etmemek farz olduğu halde, diğer taraftan bunları inkâr
caiz olmayacak, bilakis Allah'a imanın gereklerinden olarak peygamberlere
iman ve saygı da imanın şartlarına dahil bulunacaktır. Bu çok önemli nükteye
işaret edilerek "kim tağutu inkâr ederse..." buyurulmuş da diğerlerini
inkâr şart koşulmamıştır. Demek ki tevhidin şartı Allah'tan başkalarını inkâr
etmek değil, Allah'tan başkalarından ilâhlık vasfını kaldırmak ve bu arada
tağutları inkar etmek, yani onları hiç tanımamak, diğerlerinin de ilâhlık
altındaki derecelerine göre haklarını tanımaktır. Çünkü hak Allah'ındır. Nihayet
şunu da kesinlikle ifade ediyor ki, Allah'ın birliğine inanan bir mümin olmak
için, Allah'a imandan önce küfre tevbe etmek şarttır. Ve bu tevbenin şartı
da tağutları asla tanımamaya kesin karar vermektir. Bu durumda, "kim
tağutu inkar eder de Allah'a iman ederse..." ifadesi, "Allah'tan
başka hiçbir ilâh yoktur." kelime-i tevhidinin bir tefsiri demektir.
İşte böyle içi ve dışı ile iman eden mutlaka sağlam kulpa yapışmış olur ki,
buna tutunanların Allah'ın Kürsisine, cennetin en yüksek tabakalarına doğru
çekilip, götürülecekleri ve giderken bırakıverenlerin de dehşetli bir şekilde
düşecekleri kelâmın mânâsından anlaşılıyor. Şimdi hem bunu daha çok aydınlatmak,
hem de acaba hiç tutunmasak, hiçbir kulpa yapışmasak ne lazım gelir, diyebilecekleri
irşad için buyuruluyor ki:
Meâl-i
Şerifi
257-
Allah, iman edenlerin velisidir. Onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır.
İnkâr edenlerin velileri de tağuttur, onları aydınlıktan karanlıklara çıkarırlar.
İşte onlar cehennemliklerdir. Orada ebedî olarak kalırlar.
258-
Allah, kendisine hükümdarlık verdi diye, Rabbi hakkında İbrahim'le tartışanı
görmedin mi? Hani İbrahim, ona: "Benim Rabbim odur ki, hem diriltir,
hem öldürür." dediği zaman: "Ben de diriltir ve öldürürüm."
demişti. İbrahim: "Allah güneşi doğudan getiriyor, haydi sen onu batıdan
getir!" deyince o inkâr eden herif şaşırıp kaldı. Öyle ya, Allah zalimler
topluluğunu doğru yola iletmez.
259-
Yahut o kimse gibisini (görmedin mi) ki, bir şehre uğramıştı, altı üstüne
gelmiş, ıpıssız yatıyordu. "Bunu bu ölümünden sonra Allah, nerden diriltecek?"
dedi. Bunun üzerine Allah onu yüz sene öldürdü, sonra diriltti, "Ne kadar
kaldın?" diye sordu. O da: "Bir gün, yahut bir günden eksik kaldım."
dedi. Allah buyurdu ki: "Hayır, yüz sene kaldın, öyle iken bak yiyeceğine,
içeceğine henüz bozulmamış, hele eşeğine bak, hem bunlar, seni insanlara karşı
kudretimizin bir işareti kılalım diyedir. Hele o kemiklere bak, onları nasıl
birbirinin üzerine kaldırıyoruz? Sonra onlara nasıl et giydiriyoruz?"
Böylece gerçek ona açıkça belli olunca: "Şimdi biliyorum ki, Allah her
şeye kadirdir." dedi.
260-
Bir zamanlar İbrahim de: "Ey Rabbim! Ölüleri nasıl dirilttiğini bana
göster!" demişti. Allah: "İnanmadın mı ki?" buyurdu. İbrahim:
"İnandım, fakat kalbim iyice yatışsın diye istiyorum." dedi. Allah
buyurdu ki: "Öyle ise kuşlardan dördünü tut da onları kendine çevir,
iyice tanıdıktan sonra (kesip) her dağın başına onlardan birer parça dağıt,
sonra da onları çağır, koşa koşa sana gelecekler ve bil ki, Allah gerçekten
çok güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir."
257-
Allah iman edenleri, ezelî ilimde iman etmesi kararlaştırılmış olanları sever,
onların dostu ve kayırıcısıdır. Onları, hidayeti ve başarılı kılması ile karanlıklardan
(zulümâttan) aydınlığa (nura) çıkarır. Burada, "zulümât"ın çoğul,
"nur"un tekil getirilmesi ne kadar dikkate değerdir. Demek ki dünyada
çok "zulmet" (karanlık) vardır. Bütün bu karanlıkları ortadan kaldıracak
"nur" (aydınlık) ise, birdir ki, o da, "Allah göklerin ve yerin
nurudur." (Nur, 24/35) hükmü gereğince, Hakk'ın nurudur. Herhangi bir
konuda Hakk'ın nuru bulunmadı mı insanı her tarafından sayısız karanlıklar
kaplar. Hakk'ın nuru ortaya çıkınca da o karanlıklar kalkar. Hakkın nuru bulunmadı
mı, yerler ve gökler hiç, gündüz gece, güneşler zifir, gözler kör, kulaklar
sağır olur; kalpler bin türlü hayal ile buhranlar içinde çırpınır kalır; aranan
bulunmaz, ne aranacağı bilinmez; gönüllere kuruntular, acılar, azaplar çöker;
çevreyi kuruntular, umacılar (öcüler) kaplar; cinler, şeytanlar, başa toplanır.
O zaman insana var olmak bir belâ kesilir de, "Ah keşke ben de bir hiç
olsaydım!" diye haykırır, o sırada herhangi bir sebepten Hakk'ın nuru
ortaya çıkıverirse, gökler güler, yıldızlar doğar, baharlar açılır, neşeler,
sevinçler sunulur, acılar silinir, sıkıntılar unutulur, gönüller ferahlık
ve sevinçle dolar, var olmanın tadı duyulur. Ve zaten işte Hakk'ın nurunun
bu bir zevk pırıltısıdır ki, insana: "hayat, hayat!" dedirtir. Bu
tadı sonsuza dek sürdürmek isteyen akıllı kimseler de kendini kendine bırakmaktan
vazgeçip, Hakk'ın nuruna ermek için onun sağlam kulpuna yapışmalıdır. Bilindiği
üzere her şeyin ancak bir doğru yönü vardır ve Allah'a ancak o yönden gidilir.
Buna karşılık her şeyde batıl yönler sonsuzdur. Mesela bir şey yitirdiniz,
o bir yerdedir ve ancak oradadır. O anda bu şey için doğru yön budur. Fakat
siz bir kez onu bilmiyor ve hele o yeri bildiğiniz halde, o, orada yoktur
diye inanmış bulunuyorsanız, oradan başka hangi taraf aklınıza gelse, oralar
hep batıl olan yönlerdir, bulamazsınız. Bu bir şeye karşı dünyanın bütün yönleri
batıl kesilir. Bu şekilde herhangi bir şeyde bir hak yöne karşılık, sonsuz
batıl yönler vardır. Hakk'ın nuru olan marifet doğunca bu karanlıklardan çıkılır.
Şu halde karanlıklar çok, nur birdir. Nur (aydınlık) var olmaya, bütün karanlıklar
yok olmaya adaydır. Bir varlığa, sonsuz yokluk karşılık olur. Bütün varlıklar
üzerinde idareci olan da ancak Allah Teâlâ'dır. Bunun için Allah'a iman, Hakk'ın
nurunun, kuşkusuz bilginin, mutlak ferahlığın doğmaya başlaması ve şafağıdır.
İman ve marifete karşı veya muhalif olan yokluk, ümitsizlik, küfür, kuşku,
kuruntu, sapıklık, cahillik, eksik bilgi, fasıklık, heveslere uyma, terbiyesizlik,
nankörlük, ahlâksızlık, haddini bilmemezlik ve benzerleri hep birer karanlıktır.
Demek oluyor ki buradaki "zulümât" (karanlıklar), küfür ve isyanların
zulümâtından (karanlıklarından), kuşku ve şüphe zulümâtından, istidlâl (bir
delile dayanarak bir şeyden bir sonuç çıkarma, delil ile anlama) ilimlerinin
güçlü mertebelerine nispetle zayıf mertebelerinden ve hatta "keşif"
ve iyana (gözle görmeye) nispetle fikir ve istidlâl ilimlerinin hepsini kapsar.
"Nur" ise her birine derece derece karşılık olan "marifet"
ve "kuşkusuz inançtır" ki, iman îkanı (kuşkusuz bilgisi)nden, ıyan
îkanına (açıktan açığa görürcesine kuşkusuz imana) kadar gider.
İşte
Allah Teâlâ iman edenlerin ellerinden tutar, zulmetlerden (karanlıklardan)
çıkarır, yakîn nuru (kuşkusuz imanın ışığı) ile işlerinde başarı, ruhlarına
terbiye, gönüllerine huzur bahşeder. Doğru yolda sonsuz mutluluğa erdirir.
Buna karşılık, o sağlam kulpa yapışmayan ve tağutları (doğru yoldan çeviren
azgınları) inkâr edecek yerde, Allah'ı inkâr eden, tevhid ile iman kulpuna
sarılmayan kâfirler ise, (ki bunların bir kısmı) Allah'a az çok inansa bile,
aynı zamanda tağutlara inanırlar. Bir kısmı Allah'a inanmaz, tağutlara inanır,
bir kısmı da ne Allah'a inanır ne tağutlara, ancak kendine tutunmak ve başka
hiçbir şey tanımamak ister ve tağutlar, çoğunlukla bu kısımdandır. Artık bunları
yönetenler tağutlardır. Başlarına azgınlar çöker, zorlama, dayatma ile, hile
ve aldatma ile her taraflarını kıskıvrak bağlar, yularlarını ellerine alırlar.
Onları nurdan, Allah'ın yaratılıştan verdiği iman nurundan, doğru yoldan çıkarır,
karanlıklara çekerler. Çünkü tağutlar dosdoğru aydınlıkta iş görmesini istemezler,
her tuttuklarını aksine, tersine sürüklerler, sürekli karanlığa, gidilmedik
yollara giderler, aklı, ilmi sevmez, fikirleri, istekleri fesada verir, ahlâkları
bozar, Allah'a, Peygamberlere yarış etmek zan ve iddiasıyla yapılamayacak
şeyler yapar, keyfini yerine getirmek için nerde Allah'tan korkmaz varsa peşine
takar ve taktığını karanlıklara, içinden çıkılmaz belalara sürükler. Sonra
ne olur? Bunlar ortada kalırlar da tağutlar kurtulur mu? Hayır tağutları ile
birlikte bütün kâfirler nur içinde kalanlar değil, nâr (ateş) içinde kalanlardır,
Allah tarafından o sonsuza kadar yanacak olan ateşe mahkûmdurlar. Hepsi o
cehennem ateşinde sonsuza kadar kalırlar. Görülüyor ki, Allah'a iman etmeyen
kâfirler, tağutları inkâr etmiş bile olsalar, yani hiçbir kulpa yapışmak istemeyip,
kendi kendilerine kalmak isteseler bile, yine tağutların sataşmasından, kurtulamayacak,
her halde tağutlara takılmaya mecbur olacaklardır. Çünkü insanın toplumsuz,
emirsiz, yasaksız, yaşaması mümkün olmadığından, Allah'ın teklifini (koyduğu
yükümlülüğü) Allah'ın emirlerini dinlemeyenler, mutlaka tağutların emirlerine
mahkûm olacaklardır. "Zorlama yoktur" diyen dini tanımayıp, zor
kullanan zorba tağutlar da, sonuç olarak kendilerini kurtaramayacak, sonunda
ebedî olarak ateşlerde kalacaklardır. Şüphe yok ki hak tanımayan kuduz nefislerin
sürükleyeceği yer cehennem ateşidir.
258-Bakınız
Allah'ın yardımı ile bir mümin bir tağuta neler yapmış ve Allah müminlere
ne gibi şeyler gösterebilir. İşte tarihî bir örnek: Görmedin mi Allah, kendisine
'mülk' yani devlet ve hükümdarlık verdiği için gururlanarak veya hükümdarlığının
şükrünü tam aksine olarak, nankörlük ile yerine getirmeye kalkışarak, "Halîlullah"
(Allah'ın dostu) olan İbrahim'le Rabbi hakkında tartışmaya girişen, onu yenerim
zannı ile tartışmaya çıkışan o tağutu (o Nemrud'a baksana!) O zaman İbrahim,
"Benim Rabbim O en yüce ve en ulu olan varlıktır ki, hem hayat verir,
hem de öldürür." demişti ki; hem hayatı yaratır, hem ölümü demekti. Rivayet
olunduğuna göre, Hz. İbrahim putları kırdığı zaman Nemrud onu zindana atmış,
bir süre sonra çıkarıp, "Sen kime davet ediyorsun?" diye sormuş.
O da böyle söylemişti. Buna karşı Nemrud, "Ben de hayat veririm ve öldürürüm"
dedi. Rivayete göre iki adam getirtmiş, birini idam edip, birini salıvermiş,
işte gördün mü demiş. Bununla Hz. İbrahim'in anlattığı hayat verme ve öldürme
deliline gereği gibi dikkat etmemiş, güya kendince bir yandan bir "üslûb-ı
hakîm" (hikmetli ve bilge kişinin üslûbu) yapmış, bir yandan da tehdid
savurarak: "İşte o benim!" diye Rablık iddiasına kalkmıştı. Bu cahilce
müşrik cevabına karşı derhal ona haddini bildirmek için tam yerinde bir bilge
üslûbu, "üslûb-ı hakîm" ile, İbrahim: "Şu kesin ki, Allah güneşi
doğudan doğduruyor, sen de batıdan doğdur bakayım." dedi. Deyince "kâfir
tutuldu kaldı." Şaşkın ve yenik düştü. Buna kâfir azgınlık yapmayıp da
Hakk'ı kabul etseydi, hayat vermeyi ve öldürmeyi gerçek biçimi ile alıp, ilâhî
hidayeti reddederek zulmetmeseydi, bu zulmete (karanlığa) düşmezdi. Fakat
Allah da zalimler zümresine hidayet etmez. Onları doğru yola iletmez. Kendilerini
Hakk'ın ta kendisi varsayıp da hak ve hakikate karşı gelen böyle zalimler
Hakk'ın nurundan nasıl yararlanabilirler? "Hayat" yaratmanın, güneşin
hareket yönünü değiştirmekten daha önemli, hayat olaylarının, mekanik olarak
meydana gelen olaylardan daha yüksek bir kudret delili olduğunu takdir etmeyen
ve onu oyuncak zannedip de hafife alan zalimler sonunda böyle gökten inen
mekanik bir tokatla yenilirler. Ancak hakkı kabul etmek arzusunda bulunmayan
azgınlar böyle şaşkın ve yenik olurlar da yine imana yanaşamaz, karanlıktan
çıkamazlar; kişiler böyle olduğu gibi toplumlar da böyledir. Demek oluyor
ki, tağut'un örneklerinden biri, böyle, "Ben hayat veririm ve öldürürüm."
diye Allah ile boy ölçüşmeye kalkışan kâfirdir ve işte bir mümin böyle bir
azgına yağ çekmek şöyle dursun, ona gerektiği gibi haddini bildiriverir ki,
bu Allah'ın bir lütfudur. Allah'a imanı olmayanlar, bunun yanında korkusundan
tiril tiril titrerken bak İbrahim ona ne yapmış, ne hale getirmiştir. Bununla
şu da ortaya çıkıyor ki kâfir, iktidar sahibi birisi olabilir ve fakat bir
kimse iktidar sahibi olmakla hidayete ermiş olmaz, iktidarın nimeti gereği
onu kendi gönlüne ve hevesine göre kötüye kullanmak değil, Allah'ın emrine
ve hakkın gereğine göre idare ve takip etmektir. Yani Allah'ın hayat vermesi
ve öldürmesi o kadar kesin ve açıktır ki, bunu pek değersiz, pek aşağı bir
şey gibi zannedip kendilerine mal etmek isteyen kimseler bile bulunuyor. Fakat
sözle ifadesiyle bu kadar sağlam ve sağlam yapılı olan bu gerçek ayrıntıya
geçildiği zaman kısa akıllar, hayatın tekrar edip duran örneklerini göremezler
de hayatın aslına inanırlarken, yeniden dirilmeyi ve mahşere gelmeyi inkâr
ederler.
Kendilerini
hak kanununun üstünde tanımak isteyen, emirleri ve iradeleri ile hakkı ve
gerçeği değiştirmek sevdasında bulunanlar mutlaka Hakk'ın sillesine mahkûmdurlar.
Kendilerine uyanlarla birlikte kendilerini de karanlıklara sürüklerler ve
uçurumlardan yuvarlanır ateşin diplerine tıkılırlar. Elbette haktan kaçan,
hakka karşı gelen, haksız olur, haksızın, hakka ermesi de bir çelişkidir.
Kuşkusuz iktidar ve hükûmet pek büyük ilâhî bir nimettir. Fakat insanlar kendilerini
bunun asıl ve gerçek sahibi değil, vekâleten ve mecazen sahibi bilmelidirler.
Nemrud bunu böyle tanımadığı için ilâhî hidayetten mahrum olan zalimlerden
oldu. Ve Allah'a dayanan İbrahim üstün gelerek Allah'ın izni ile onu şaşkın
ve perişan eyledi.
Ayrıntılı
ve uzun tefsirlerde bütün ilmî yönleri incelenmiş olan bu ilmî münazara (tartışma)
örneği, Allah'ın iman edenlere yardımını ve bir müminin tağuta karşı davranışını
bir iki kısa cümle içinde o kadar açık ve belîğ bir şekilde ifade etmiştir
ki, ilâhî yardımın bu örneği bütün akılların kavrayabileceği açık bir gerçeği
kapsamaktadır. Başka bir tabirle bu âyet, ifadesiyle muhkem âyetlerden olan
apaçık bir âyettir. Bununla birlikte Cenab-ı Allah'ın gücü ve hayat vermesi
bir defaya mahsus değildir. O mutlak gücü ile dilediği gibi hayat verme gücüne
sahiptir. Yok olanı var edip hayat verdiği gibi, ölüyü de tekrar diriltebilir
ve hayat verebilir. Ve bu hayat vermenin ve öldürmenin çeşitleri vardır. Bunlar
normal nedenlere dayalı olarak meydana gelebildiği gibi olağanüstü biçimlerde
de olabilir. Zaten "hayat verme" sırrı başlı başına bir harikadır.
Bunun gibi Allah'ın müminleri karanlıktan nura çıkarması da akılların kavrayabileceği
derecelerden çok yüksektir. Onun öyle incelikleri, öyle gizli yönleri ve öyle
olağanüstü şekilleri vardır ki, onlar akılların, tekniklerin kavrayamayacağı
harikalara varır. Böyle olmakla birlikte bunlar akılların kabul edemiyeceği,
reddine mecbur olacakları muhalâtdan (meydana gelmesi mümkün olmayan şeylerden)
değildirler. Aksine hayatın akışından elde edilebilecek birer gerçektirler.
Meydana gelmeden önce akılların tahmin etmeleri ihtimali olmayan ve fakat
meydana geldikten sonra da kabulünde tereddüt etmeye imkan kalmayan öyle örnekler
vardır ki, bunlar imanı olmayanlar için bir sır, müteşabih (karmaşık) bir
iş olarak kaldığı halde, iman edenler için diğer bir muhkem (sağlam) delil
oluştururlar. Cenab-ı Allah bunları da iki örnekle açıklayacaktır.
259-Birincisi:
Şöyle ki, o örneğe yahut şu kişi gibisine baksana! Buradaki yukardaki 'ye
atfedilmiş (ulanmış) olduğuna göre "Ya da şu kişi gibisini görmedin mi?"
demek olur. Bu şekilde âyetteki (kâf) da harf-i cer olursa, harf-i cerrin
harfin başına gelmesi caiz olmayacağından, âyette denilmesi gerekirdi. Bunun
için bu kâfa yani sözü güzelleştirmek için gelmiş fazladan bir harf diyenler
olmuştur. Fakat bunun (misil) anlamına isim olan "kâf" olarak "...o
kimse gibisini görmedin mi?" demek olduğu hatırlatılmış, ya da atıf anlamı
ile "veya buna benzer bir şey gördün mü?" anlamına geldiği de söylenmiştir.
Ancak atıf anlamı açısından düşünülürse ifadesinin meâli, "Bu, şunun
gibi" demek olacağından, de buna atfedilerek "veya şunun gibi"
demek olur. Bununla birlikte her ne olursa olsun burada "kâf"ın
açıkça getirilmesi öncekinden daha çok olayın kendisine, burada benzer ve
örneğine dikkat çekilmiş, yani görülenden görülmeyene geçilerek (yaşanmış
olaydan yaşanmamış olaya geçilerek) benzerlik kanunu gereğince önce "kıyas-ı
temsilî" (temsilî kıyas), ikinci olarak "kıyas-ı istikraî"
yolu ile daha özelden daha genele bir "istidlâl ilmi" gösterilmiş
ve imanın prensiplerinden olan "Allah'ın her şeye gücü yeter". gerçeği
yerleştirilmiş ve böylece imanla ilmin birleştirilmiş olduğuna dair bir hatırlatmayı
içermiştir. Yani müminlerin işlerini çekip çeviren Allah'ın onları, karanlıklardan,
cehaletten, olayları çözemeyip şaşkınlık içinde kalmaktan yakînin (kesin bilginin)
nuruna nasıl çıkardığını ve O'nun öldürme ve hayat vermedeki sonsuz gücünü
anlamak için şu üzgün ve kederli şahsın olağanüstü olayını tek bir harika
olarak değil, çeşitli açılardan ibret verici olaylarla dopdolu olan hikâyesini
bir örnek olarak alıp benzerleriyle düşününüz ve bütün çeşitleriyle hayatın
akışının her an öldürmeyi ve diriltmeyi kapsayarak benzerlerinin tekrar edip
durması içinde, herkese özgü ve kişisel bir olay olduğunu anlayınız ve her
tümel (küllî) kanunun başlangıçta bir tek harikanın genelleştirilmesi bulunduğunu
biliniz ki, o kişi bir köye, bir şehre uğramıştı, o sırada bu köy damlarının
üzerine çökmüş, o dimdik ayaktaki binaların tavanları çöküp inmiş, altındaki
duvarlar onların üzerlerine yıkılmış altüst olmuş veya bağlarına, bahçelerine
rağmen harap, bomboş, kimsesiz, ağlanacak bir durumda idi. Âyet metninde yer
alan "Arş" kelimesi, aslında tavan demek olup, üzeri damla örtülü
olan yerlere ve her yana gölge veren şeylere de dendiğinden burada birkaç
tasvir (bakış açısı) mümkündür. Hz. Ali, İbnü Abbas, İkrime, Ebü'l-Âliye,
Said b. Cübeyr, Katâde, Rebi, Dahhâk, Süddî, Mükâtil, Süleyman b. Büreyde,
Nâciye b. Ka'b, Sâlim el-Havâs demişlerdir ki: "Âyette kastedilen kişi
Hz. Uzeyr idi." Fakat Vehb, Mücâhid, Abdullah b. Ubeyd b. Umeyr, Bekr
b. Muzar: "Hz. Ermiyâ idi." demişler. İbnü İshak da Ermiyâ'nın Hızır
olduğunu söylemiştir. Bunlardan başka Lût (a.s.)'ın kölesi veya Şa'ya dahi
denilmiş. İlk başta bir kâfir kişi ve fakat dirildikten sonra mümin olduğu
da söylenmiştir. Âyet metninde yer alan "KARYE"ye gelince, Vehb,
Katâde, Dahhâk, İkrime, Rebi' buna "İlya" yani "Beytü'l-Makdis"
demişler, Dahhâk'tan "Beyt-i Makdis"e iki fersah uzaklıkta, "Karyetü'l-İneb"
veya "Arz-ı Mukaddes", bazılarından Mü'tefike, İbnü Zeyd'den yukarda
sözü edilen ölümden kaçan "Binler şehri", İbnü Abbas'tan Dicle kıyısında
"Deyr-i Hirakl", Kelbî'den, "Şabur-âbâd", Süddî'den Selâmâd
diye de nakiller vardır. Bunların içinde en meşhuru bu şahsın Hz. Uzeyr b.
Şerhiya, "Karye"nin de İsrailoğulları devletinin yerleşip kurulduğu
yer olan Kudüs şehri olmasıdır ki, Buhtünnassar'ın savaşı ile işgal edilmiş
ve tamamen yıkılmış ve bütün İsrailoğulları üç bölüme ayrılıp, bir kısmı baştan
başa öldürülmüş, bir kısmı Şam'da yerleştirilmiş, bir kısmı da esir edilip
götürülmüştü. Uzeyr bu esirlerin arasında olup, daha sonra kurtulmuş ve bir
gün eşeği ile Kudüs'e uğrayıp Kudüs'ü bu hâlde görmüştü. İbnü Abbas'tan, âyetin
iniş sebebinin bu olduğu tafsilatıyla rivayet olunmuştur. Bununla birlikte,
yukarda açıklandığı üzere, diğerleri hakkında da böyle birer öldürme ve diriltme
harikaları rivayet olunmuş ve hikâyenin genel anlamının her birine veya hepsine
ihtimali bulunduğu gibi, hikâyenin konusunun bir ümitsizlik karanlığı üzerine
gerçekleştirilmiş gibi görünmesine, "ümitsizliğin" de bir "inkâr"
olması nedeniyle bu olayı, inkâr karanlığından imanın ışığına, "ümitsizlikten"
başarıya ve ümide bir geçiş örneği gibi değerlendiren müfessirler olmuş ise
de, âyetin gelecek ifadesi bunun, meşhur anlamına uygun olarak "bir peygamberlik
harikası'" olması daha yakın bir ihtimaldir. Ve hikâyenin konusu, kâfirce
bir ümitsizliğin değil, mümince bir üzüntünün ve kederin sonuçlarını ve olağanüstü
bir ortaya çıkış tarzını kapsar. Her türlü hayat nedenlerini kökünden sökmüş
görünen acıklı bir yıkım olayından acı bir ümitsizliğe düşerek, hayat vermeyi
temenni, fakat hayat verme gücünü gözünde büyütme ve bunun yolunu bilmekte
kendisinin yetersiz olduğunu itiraf edip, insan olarak güçsüzlüğü ile derin
bir üzüntü ve kederle yanıp yakılma içinde kalan ve bu halde Allah ile ilişkisini
(muamelesini) kesmeyip isterse hatalı bir dil sürçmesiyle olsun dertleşen
bu acıklının geçirdiği imtihanı ve nihayet gizli ve ince harikaları dirilmeyi
isbata ve karanlıktan ışığa çıkarmaya mükemmel bir örnek olarak almak için
bir inkâr olan "mutlak ümitsizlik" düşünmeye âyetin anlamı aykırıdır.
Şu kadar ki Nemrud gibi zalimce ve azgınca bir şekilde olmayan ve "Allah
onların kalplerini mühürlemiştir." (Bakara, 2/7) hükmü üzere inkârı huy
edinmemiş olanlar hakkında küfürden imana çıkarma, imanı harikalara erdirmek
de "Allah'ın her şeye gücü yeter." (Bakara, 2/20) hükmüne dahil
olarak caiz olabilir. Ve kuşkusuz, "Allah iman edenlerin dostudur."
ifadesinin bu gibileri de kapsadığının düşünülmesi gerekir. O halde âyetin
iniş sebebi Üzeyr veya Ermiya olayı da olsa âyetin mânâsı tahsis edilemeyerek
hikâyenin birçok olaylara uygun düşmesi için "Karye" nekire (belirsiz)
olduğu gibi, de ahd-i zihnî (zihnen bilinen) ile düşünülmelidir.
Demek
olur ki -ismi gerekli değil o kişi uğradığı köyün bu acıklı durumunu görünce,
bu dehşetli ölümünden sonra Allah bu memleketi nerden diriltecek diyordu ki,
bu söz o şahsın durumuna göre şu anlamları ifade edebilir:
1-
Allah bu memleketi diriltecek ama, acaba nerden diriltecek? Nasıl diriltecek,
ne zaman diriltecek?
2-
Ben buna çok hızlı bir hayat temenni ediyorum, fakat acizim, yolunu bilmiyorum,
bilmem ki Allah bunu yapacak mı? Yaparsa da galiba geç yapacak, onu da ben
görmem, ah ne felâket ne felâket!..
3-
Yapabilir ama, galiba yapmayacak.
4-
Ölen dirilir mi? Giden geri gelir mi? Buna hayat verilmesine, öldükten sonra
dirilmesine imkân ve ihtimal yok, heyhat!.. Bu dördüncüsü tam bir ümitsizlik,
bir inkârdır. Bunun için bu sözü söyleyen bu amaçla söylememiş olsa da, bu
ilham dolayısıyla bir dil kayması, bir dil sürçmesi yapmış olur. Mümin hiçbir
şeyden ümitsizliğe düşmez. Ancak basit nedenlerin etkisi ile insanlık icabı,
ümit zayıflığı ile karşı karşıya gelebilir. Çünkü ümitsizlik inkâr olduğu
gibi, kendi durumu hakkında tam bir güven duymak da inkârdır. O da Allah'a
gurur ile ondan bir bakıma kopmak demektir. Bu nedenledir ki, "Ve şeytan
Allah'ın affına güvendirerek sizi kandırmasın." (Lokman, 31/33) buyurulduğu
gibi, "Gönderdiğimiz Peygamberler, ümmetlerinden iyice ümit kestiklerinde
ve kesinlikle yalancı sayıldıkları sonucuna vardıklarında kendilerine yardımımız
erişiverdi." (Yusuf, 12/110) buyurulmuştur. Demek ki ümitsizlik değil,
fakat ümitsizliğe doğru bir zan ve kuruntu ile ümit kırıklığı ve böylece bir
keder ve acı, peygamberler hakkında bile mümkündür. Fakat peygamberler ilâhî
ismet (koruma) de bulunduklarından öyle bir noktada derhal ilâhî yardım kendini
gösterir. Müminlerin de böyle bir anda, "O'nun gücü herşeye yeter."
(Hûd, 11/4), "Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin." (Zümer,
39/53), "Allah'ın lütfundan ümit kesmeyiniz." (Yusuf, 12/87) diyerek
imanın kulpuna daha çok sarılıp sabır ve namazla yardım dilemesi, ümitsizliği
andıran bir telâş ve sızlanma göstermemesi, Allah'ın ölümden sonra da diriltmeye
gücünün yettiğini bilmesi ve onu beklemesi gerekir. İşte, "bu ölümden
sonra Allah bu memleketi nerden diriltecek," böyle üzgün, yardım isteyen
bir ümit kırıklığı hâlinin ifadesi ise de, bunun az-çok bir ümitsizlik havası
vermesinden uzak kalmamış olması, bir "zelle" (ayak sürçmesi) olacağından,
o anda hem ilâhî yardım başlayacak, hem de bu sürçmenin bir terbiyesi olmak
üzere, arzu edilen şeye kavuşmak bir asırlık "betaet" (hareketsiz
kalma) ile ortaya çıkacaktır.
Bu
bakımdan, Allah hemen o kişiye yüz sene süren sürekli bir ölüm verdi. Bu sürede
hayat namına bir şey tattırmadı. Rivayete göre o kişi bir uykuya dalmış o
uykusunda ölekalmıştı. Ve henüz gençti. Sonra da o ölüyü tekrar hayata salıverdi.
Önceki gibi canlı, akıllı, anlayışlı; ilâhî bilgide, düşünceye ve delillere
dayanarak sonuçlara varmaya (istidlâle) hazır bir ruh ile yeniden dirilmeyi
nasip etti. Bazı rivayetlere göre, bu yüz senenin yetmişinci senesi "Yuşek"
adında bir Fars (Acem) hükümdarı tarafından kalabalık bir askerle Arz-ı Mukaddes
fethedilip alınmış, Buhtünnassar yok olmuş, İsrail oğullarının geriye kalanları
yine Beytülmakdis (Kudüs mescidi) ve civarına yerleştirilmiş, otuz yıl içinde
Kudüs yeniden yapılmış ve işte "Bu, ölümünden sonra Allah bu memleketi
nerden diriltecek?" diyen Hz. Uzeyr'i de Allah bu sırada o karye (köy)
gibi öldükten sonra diriltmiştir. Diriltince, "Ne kadar kaldın?"
diye sormuştu. O da bir uykudan uyanırcasına, "Bir gün veya bir günün
bir kısmı kaldım." demişti. Belli ki ilk kendine geldiğinde, ruhuna bu
soru yönelince, henüz gerçeği bilmediğinden ve zaman aralığı da kişiliğin
sürekliliğine engel olmadığından önceki hayatın uyku hakkındaki hatıralarının
kalıntısından yola çıkararak tahminen ve yalandan kaçınmak ve tedbirli olmak
için böyle söyledi. Demek ki her gelecek, geçmişin hatırasına sahiptir. Gerek
uyku ve gerekse ölüm bile, ilk kendine gelmede insana kısaca (icmalen) bir
hatıra bırakıp da gidiyor. Öyle olmasaydı kalkan adam, o anda kendini geçmişe
bağlayamaz, varlığının o anda başladığını zanneder, "kalmadım yeni doğuyorum"
derdi. Böylece nice zaman aralıklarından sonra bile hayatın anlarını birbirine
bağlayabilir de geçmişte, şimdi ve gelecekte yaşar. Bu bağı kurma o kadar
hızlıdır ki, hayatta geçen yüz yıllık bir ömür bile, sonunda insana bir gün
gibi gelir. Bütün bunlar insanlara ahireti ve dirilmenin sırlarını, gizli
yönlerini anlatmak için canlı örneklerdir.
Bu
müttakice itiraf üzerine, Allah gerçeği anlatıp buyurdu ki: Hayır yüz sene
kaldın, şimdi yiyeceğine ve içeceğine bak, Allah'ın gücünü seyret ki, hiçbiri
yıllanmamış yani bozulmamış, hep eskisi gibi tazece duruyor. Eşeğine de bak,
onu da öyle bulacaksın. Ve seni ecelin geldiği için değil, sırf bir ibret
için, seni insanlara bir delil, Hakk'ın gücünün görülen bir delili kılmak
için böyle öldürüp dirilttik, bu harikaları yaptık. Sana bu kadar uzun bir
ölümden sonra insanî, bitkisel, hayvansal, kişisel, sınıfsal (sınıf ve cinsle
ilgili) ruhsal, bedensel hayatların tümünde diriltip hayat vermeyi gerçekten
gösterdik ki, kuşkusuz bilginin tadına açıktan açığa eresin de insanlara peygamberlik
veya velilikle bir Hak tanığı olasın. O halde sadece haberlerle kalma, ilâhî
gücü açıkça anlamak için tekrar bak, o kemiklere yani kendinin veya eşeğinin
kemiklerine veya her ikisine veya genel olarak kemiklere de bak; hem gözle,
hem de sezme gücü ile seyret ki, biz onları nasıl çıkarıp birbirine bindiriyoruz
ve yerli yerine koyuyoruz. Nâfi', İbnü Kesir, Ebu Amr, Ebu Ca'fer, Yakup kırâetlerinde
noktasız "Râ" ile dan okunduğuna göre, bak o kemikleri hayata nasıl
atıyoruz da sonra onlara et giydiriyoruz. O kemikler nelerden, nerelerden
çıkıp geliyor, düzenine giriyor ve etler nasıl oluşuyor, yeniden ortaya çıkıp
gelişiyor, o kemikleri sarıyor da canlı bir cisim oluşuyor? Gerçekten öldürme
ve hayat verme sırrını, her anındaki değişiklikler ve o değişiklikler içindeki
kişiliğin değişmemesi ile gösteren bu etlerin, kemiklerin ortaya çıkıp ayağa
kalkmasına dikkat et. Şimdi her hayatta, var olan yoklukla varlığın, ölümle
hayatın, yok olmakla yok olmamanın, aynılıkla başkalığın bir çelişki gibi
görünen anlayışlarını içeren bu olaylar, bu harikalar akılla ve insan gücü
ile ölçülecek olursa bunların meydana gelmesine imkân olur muydu? "Parçalar"
değişsin, "bütün" değişmeden sabit kalsın, bu nasıl şey? Demek ki
bütün bunlarda değişmeyen ne o parçalar, ne de bütündür; ancak Allah'ın gücüdür.
Bu bakışlarla şu gerçek ortaya çıkar ki, hayat her şeydir ve her şey, Allah'ın
gücüyle ayaktadır. İnsan bunları dalgınlıkla unutursa, gerçekten içinde bulunduğu
halde bile, dirilmeyi ve canlanmayı anlayamaz da karanlıkta kalır. Bunlar
ilk hayatta bile olup dururken bu gözlemi dikkatten kaçırıp bunları yapıp
duran Allah'ın gücünden şüphe etmek, büyük bir sefilliktir. Dolayısıyla bu
konuda asla tereddüt kalmaması için, içinde bulunduğun şu zamanda bunlara
iyi bak da Allah'ın gücünün canlı, bilinçli bir delili ol. Bu hitap üzerine,
hakkı anlayınca, o kişi, bilirim Allah'ın her şeye gücünün yettiğinde şüphe
yoktur dedi. Hamze ve Kisaî kırâetlerinde emir kipi ile okunur ki, bu şüphe
üzerine Allah o kişiye bu kesin emri ("Allah'ın herşeye gücünün yettiğini
bil!" emrini) verdi demek olur. Bu bilgiye erenler, ilmî ve aklî prensiplerinin
başına ilmî delillerin tümünden daha açık olan bu gerçeği koyanların akılları,
fikirleri, gönülleri göklerden ve yerden daha geniş olur. Hiçbir zaman karanlıkta
kalmaz. Kâmil aklın, ilim ve teknikte, ikinci derecede sebeplerin ve normal
prensiplerin itibarî olan hakkını vermek isterken, kâinatın saltanatına hakim,
herkesi yöneten Allah Teâlâ'nın mutlak hakkını unutmaması gerekir. Bunu unutanlar
da bir zihniyet içinde sıkışır kalırlar da akıl ve teknik adına hareket ediyoruz
zannı ile bir yudum suda boğulurlar, imkân ve meydana gelme alanlarını daraltır,
ümitsizliklere ve gönül darlıklarına düşer, pek adi sebeplerden korkar, kuşkulanır,
sabit harikaları inkâra kalkışır, "hurafe" der geçer. Halbuki bunu
derken, takıldığı sebebin kapsamına dahil olmayan bütün kâinat onun gözünde
bir hurafedir. Sebebinin kendisi de zaten bir bilmecedir. Bunun için göklerin
ve yerin nuru olan Allah'ın gücüne tutunmayanlar, o sağlam kulpa yapışmayanlar
yakîn (kuşkusuz bilgi) ile aydınlanamazlar, aydınlanmış olamazlar; ışığa karanlık,
karanlığa "ışık" derler giderler.
260-Allah,
"her şeye gücü yeter" olunca, bizzat kendisi dilediği şekilde dirilttiği
ve hayat verdiği gibi, bunu kullarına da ihsan edebilir. Hayat ve nur (ışık)
verdiği kullarına o hayat ve o nurdan diğerlerine dökecek bir hayat verme
ve aydınlatma gücü de verebilir ki, bu da "nurun alâ nur" (nur üstüne
nur) olur. Buna örnek olmak üzere de bir zaman İbrahim: "Ey Rabbim! Bana
göster, ölüleri nasıl diriltirsin?" demişti. Şüphe yok ki, "Benim
Rabbim hayat verir ve öldürür." (Bakara, 2/258) diyen İbrahim "Ey
Rabbim!" dediği zaman, "Ey hayat vermeye ve öldürmeye gücü yeten
Rabbim!" diyor, "Ölüleri nasıl diriltirsin?" demekle de "Bilirim
sen ölüleri diriltirsin, fakat nasıl yaptığını tamamen bilmediğimden, hayat
feyzi gibi diriltme feyzi de bende ortaya çıkabilir mi? Buna karar veremiyorum
da düşünüyorum, bana bunu göstermeni niyaz ediyorum." demiş oluyordu.
Rabbi, İman etmedin de mi ki? Yani nasıl olduğunun ayrıntısını bilmiyorsan,
sırf söylenmesi (ıtlakı) ile inanmadın da benim nasıl dilersem öylece hayat
vermeye, diriltmeye gücümün yettiğini bilip iman etmedin mi? İman için görmek
mi lâzım ki, "göster" diyorsun, dedi. Bunda herhangi bir nitelik
özel bir belirleme ifade eder. Mutlak ilâhî gücün ortaya çıkışı ise sonsuzdur.
Onlar tamamen görünmez, ancak mutlak bir imanla bilinir. Sen ise mükemmel
bir müminsin, o halde neden "göster" diyorsun ve hangi "nasıllığı"
görmek istiyorsun? Burada, elbette ben istersem sana da gösteririm, fakat
bütün "nasıllıkları" değil, bazısını gösteririm gibi, uyarı cilvesini
andıran bir müjdeleme vardır. O zaman sorduğu sorunun nedenini ve amacını
belirlemekle İbrahim, evet, ya Rabbi! İman ettim, sen dilediğin zaman hayatı
bana, bende gösterdiğin gibi diriltmeyi de gösterirsin, ancak kalbimin rahat
etmesi için, o imanın verdiği şevk ile kalbime düşen ümit heyecanını dindirmek,
imandan bizzat görmeye, kesin bilgiden kesin müşahedeye, hayattan hayat verilmesine
geçmek için istiyorum, dedi ve asıl amacının her türlü leke ve kusurdan temizlenmiş
ve sürekli bir kalp hayatı olduğunu ve bu şekilde "makamı hullete"
(içten sevgi ve dostluk makamına) erip sonsuza dek Halilullah (Allah'ın dostu)
olarak kalmaktan ibaret bulunduğunu ortaya koydu. Bu âşıkane niyaz üzerine,
Allah hayatın uçup giden bir şey olduğuna işaret olsun diye buyurdu ki, öyle
ise kuşlardan dördünü -rivayete göre kelimesindeki elif-lâm ahd için olmak
üzere tavus, horoz, karga, güvercin veya kartal tut da bunları çevir, kendine
meylettir, kendine bağla. Hamze kırâetinde Sâd'ın kesresi ile , diğerlerinde
zammesiyle okunur. Zammelisi dan, kesrelisi den gelir ki, ikisi de, "imâle"
(meylettirme, bir tarafa eğme) anlamına birer lügat (sözlüktür) tır. Parça
parça kesmek, biçim biçim kesip ayırmak anlamlarına da gelir. Zammeli okunuşu,
"imale" (meylettirme), kesrelisi (kesme) anlamına olduğu açıklanmış
ve iki şekilde de tefsir edilmiştir. Fakat kesme anlamı âyetin daha sonrasından
da anlaşılacağı için burada "imale" yeterlidir. "İmale"nin
ile kullanılması (sılalanması) da kendine bitiştirme, katma anlamını verir
veya bu anlamı gerektirir. Bunun için âyetin anlamı: Onları kendine meylettir,
evir, çevir, kendine bağla, biçimleriyle, kendilerine özel gerçekleri (karekterleri)
ile bil, tanı, demektir ki, bununla tutulacak kuşların, özelliklerini ve kimliklerini
oluşturan özel biçimlerini iyice düşünülerek, tasavvur edilerek, kavranarak
hayat sırrını elde eden kendilerine özel gerçeklikleri ile tanınıp İbrahim'in
ilmine katılması, gerçek biçimleri ve sabit olan varlıkları ile İbrahim'in
nefsine zammolunmaları (katılmaları) diriltme gücü için bir şart olduğu gösterilmiştir.
Bu şekilde tutulan kuşlar hayat şekilleriyle İbrahim'in ilminde sabit olarak
(yer ederek) İbrahim'in nefsine katılacak, İbrahim'in de Allah'a kendi isteğiyle
tam olarak dönmesi dolayısıyla bu nokta, diriltilecek ölülerin Allah'a dönmesi
prensibine bir örnek oluşturacaktır. Bu olduktan sonra da ilim ile irade arasındaki
ilginin ortaya çıkışından "ol" emrinin, bir anda meydana gelişinden
başka bir şey kalmayacağını anlamak kolay olur. İşte bu önemli kurallara dikkat
çekmek için buyuruluyor ki: Onları tut, kendine meylettir, nefsine kat, özel
varlıkları ile ilmine al, kendine bağla. Sonra nefsinde parça parça tahlil
et, parça parça ayır ve her dağın başına bunlardan bir parça koy, sonra onları
çağır, Allah'ın izniyle irade ve diriltmenin hükmü ortaya çıksın da, sana
koşarak gelsinler, sen de şunu bil ki, Allah mutlaka azizdir, hakîmdir. Önce,
bütün mümkinata (olabilen şeylere) gücü yeten, hakîm ve hiçbir nedene mahkûm
ve mağlup olmayan bir izzet sahibidir. Bununla birlikte fiilleri ve bunların
sonuçlarını birbirine bağlamış, onlara da bir diğerine sebeb olma ve onun
sonucu olma özelliği vererek, aralarına bir düzen ve tertip koymuş ve dolayısıyla
eşyanın parçalarını birbirlerine karşı da bağsız, ilgisiz bırakmamış, hepsinin
arasında özel düzenlemeler ve sonuç bağlantılarıyla da gücünü göstermiş olan,
işlerin sonuçlarını ve eşyanın amaçlarını bilen bir hikmet sahibidir. Böyle
fiillerinin normal nedenlere, düzgün kanunlara dayalı olması, her birini olağanüstü
yollarla meydana getirmekten aciz olduğu için değil, her fiilinde sonsuz hikmetler
ve yararlar bulunduğu içindir. Sebeplerin yaratıcısı olan Allah, ilk sebep
ve en yüce fail olduğu için, hiçbir sebeb yaratmayıp her fiilini doğrudan
doğruya bir harika olarak yapmaya da gücü yeter. Ancak o zaman fiilleri arasında
kendinden başka hiçbir bağlantı yönü, münasebet ve eşyada bu sanat ve sağlam
yapı bulunmazdı. Kuşkusuz yalnız illetlere ve sebeplere bağlı sonuçlar yaratmak
başka, aynı zamanda o sonuçları, bir diğerine birbirini takib eden sebepler
ve sonuçlar hâlinde bağlayarak yaratmak yine başkadır. "Hayat verir,
öldürür, her şeye gücü yeter." (Hadîd, 57/2) olan Allah'ın ne izzeti
hikmetine aykırıdır, ne de hikmeti izzetine aykırıdır. Bütün sebeplere ve
onların sonuçlarına hakim ve onları kontrolünde tutan (gâib) olan izzeti,
onların hepsini durdurmaya da kâdirdir. Sebeblere yapışıldığı zaman, O dilemezse
hiçbir şey olmaz. Hikmeti ile sebeblere geçerlilik verdiğinden dolayı, izzetini,
yaratılmış olan sebeblere bırakmış da değildir. İşte Allah böyle bir aziz
ve hakim olduğundan, ölüleri de dilerse kendinden başka hiçbir sebebe bağlı
olmayarak diriltir ve dilerse hikmetiyle bilinen sebeblere dayalı olarak diriltir.
Her olayda hem izzeti, hem hikmeti ortaya çıkmaktadır. Bununla birlikte ilk
yaratması izzetine, ikinci yaratması da daha çok hikmetine bağlıdır. Hikmetlerinden
birisi de kullarının imanlarına ve tercihlerine bile özel bir sebeblik vermiş
olmasıdır ki, bu sebeblik dirilmenin sırrına kadar çıkabilir. Ve bu sayede,
insanlar, mecburi bir dönüş ve mecburi bir dirilme ile ergeç zorunlu bir hayata
atılacakları gibi, isteyerek dönüş ve isteyerek dirilme ile de seçilmiş bir
hayata ve hatta isteğe bağlı bir dirilmeye nail olurlar ki, din ve ahiret
mutluluğu bunun içindir. Demek ki, "O'nun gücü yeter." icmal (kapalı
anlatım), ve "çok güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir" ifadesi ise
tafsildir (açıklamadır).
(Uzeyr),
icmal makamında, izzet hükmü ile mecburi diriltmeye, İbrahim, makam-ı tafsîlde
(açıklama makamında) izzet ve hikmet hükmü ile hem mecburi diriltmeye, hem
isteğe bağlı diriltmeye ermiştir. O Halilullah (Allah'ın dostu)tır. Bu açıklamadan
anlaşılıyor ki, Hz. İbrahim bu emirlere sarılıp muradına erdi mi, ermedi mi
diye düşünmeye gerek yoktur. Gerçi bu noktayı âyet açıkça belirtmiyor. Fakat
bu emirler ya emr-i tekvînî (yaratmaya ait emir) veya emr-i teklîfî (yükümlü
kılma emri) veya emr-i ta'cizî (âcizliğini ortaya çıkarmak için emir)dir.
Tekvînî emir olduğuna göre bunun gereklerinin, meydana gelecek bir iş olacağında
kuşku yoktur. Teklifî emir ise, İbrahim'in bunlara aykırı davranıp isyan etmesi
söz konusu olamaz. Ta'cizî emir olmalarına ise hiçbir gerekçe ve işaret bulunamayacağı
gibi, âyetin devamındaki ifadeler buna aykırıdır. Çünkü âyet Cenab-ı Allah'ın,
müminleri karanlıklardan nura (ışığa) çıkarmasını ve diriltme gücünü temsil
ve Hz. İbrahim'i övmek için gelmiş bulunmasının bir sonucu olarak, Allah İbrahim'i
bu emirlerle âciz ve mahrum bıraktı demek açıkça batıldır. Dolayısıyla Hz.
İbrahim tarafından bu emirlere uyulmakla diriltmeyi ve hayat vermeyi gözlemleyerek
kalbin tatmin olmasının gerçekten meydana geldiği, sözün anlamından tam olarak
ortaya çıkmaktadır. Ve bu konuda önceki (selef) ve onlardan sonra gelen bütün
tefsircilerin görüş birliği ve rivayetlerin ittifakı da vardır. Bizce doğrusu,
bu emirler teklifî emirler olmakla birlikte, tekvinî emri de içermektedir.
Hz. İbrahim'in Rabbine kâmil imanla tam bir dönüş yapması, Allah'ın izni ile
diriltmenin nasıllığından bazısının kendisinden ortaya çıkışını gözlemleyerek,
kalbini tatmin eylemesine neden olmuştur. Bir taraftan harikalarla dopdolu
olan, diğer taraftan en yüksek ilmi ve hikmetli kanunları kapsayan şu iki
hikâyenin akıllara durgunluk verecek yönlerini anlatıp açıklamakla tüketmek
mümkün değildir. Bunlarda ilâhî Kürsi'nin hakimiyetinin tecellisi (ortaya
çıkması) kadarı gayet açık ve bununla birlikte onun gibi kavranması mümkün
olmayan marifet sırlarını da içine almaktadır. Bunlardan herkes kendi derecesine
göre nura dalar. En genel olmak üzere şunu söyleyebiliriz ki, bu âyet bize
hiç söz götürmez bir yakîn (kesin bilgi) sırrını telkin etmektedir. Hayatın
gerçek yönüne dair gerektiği kadar bilgi elde edilir ve en yüce başlangıç
noktasına ulaşma, bağlanma sağlanırsa, diriltmenin ve hayat vermenin bir irade
meselesine, bir "ol" emrine bağlı olacağı görülecektir. Bunu akıllarına
sığdıramayanlar şu örneği düşünebilirler: Bir insan nefsinde ilmî şekli var
olan bir şeyi kalbinde dilediği gibi parçalasın, birbirinden ayırsın, parçalarını
duman gibi her yöne savursun; sonra dönüp yine kalbinden o şeye önceki gibi
aynen "gel" diye irade yöneltsin, o anda Allah aksini isteyip de
ona bir unutma veya diğer bir arıza vermezse derhal görür ki, o dağılmış parçalar
bir anda aynen önceki gibi toplanır, gelir karşısına dikilir. İşte iç (enfüsî)
âleminde her zaman olup duran bu hafıza ve akılda canlandırma işi bize bir
vücudu, o vücud da bir diriltmeyi ve hayat vermeyi simgeler. Ve bizim ruhumuza
göre iç âlemin (sübjektif âlemin) sırları ilâhî ilim ve iradeye göre sübjektif
ve objektif bütün varlıklar âleminin sırlarına en açık örnektir. Bizim zihnimizdeki
şekillerin değişmelerindeki tahliller (analizler), terkipler (sentezler) her
gün bize bu varlıkta binlerce diriltme ve hayat verme örnekleri arz ederler
ki, birçokları irademizin sonucudur. Her hatırlama bir diriltmedir. Bunlar
bizim nefsimizin kürsisi olan, kalbin ve beynin hâkimiyet alanıdır. Bütün
subjektif ve objektif kürsileri, gökleri ve yeri kuşatan Allah Teâlâ'nın ilâhî
ilim ve iradesi altında bulunduğundan buna, karşı ufuklar tasavvuru söz konusu
olamaz. "Oysa kıyamet günü yeryüzü bütünü ile O'nun avucu içindedir,
gökler de O'nun kudretiyle dürülmüştür." (Zümer, 39/67) âyeti gereğince
bütün canlar ve bütün varlık âlemi bir avuç içinde dürülüdür. Allah'ın diriltmesi
ve hayat vermesi, bizim zihnimizde bir şeyi hatırlamamızdan daha hızlıdır.
Dolayısıyla bütün yaratma alanında her şey O'nun bir "ol" emrinin
sonucudur. O emir, bize yöneldiği zaman biz de O'nun hükmünü kendimizde ve
kendi dışımızda görürüz. Ve nitekim dışarda yapabildiğimiz şeyleri de bu sayede
yaparız. İşte Hz. İbrahim, Allah'a dönme ile dostluk makâmında bir tekvînî
emri de kapsayan bu emirler üzerine, o kuşları Allah'ın izniyle tutup kendine
katıp bağlayabildiğinden dolayı öyle bir kalb hayatına ermiştir ki, sübjektif
diriltme örneği üzere, bir irade ile objektif diriltmeyi kendinde gözleyebilmiştir.
Allah'ın, yalnız "Hayy" (diri) değil, "Muhyî" (dirilten)
olduğunu ve yarattığını görmüş; hem aziz, hem hakim olduğunu anlamış, izzetine
kendini teslim ederek hikmetinden Halilullah (Allah dostu) olmuş, zorunlu
dönüşten sonra, zorunlu dirilme nasıl mutlaka olacaksa, tam bir istekle O'na
dönüş üzerine de isteğe bağlı dirilmenin gerçekleştiğini görmüş, bu sayede
Nemrud'un ateşini söndürüp gül bahçesi, gül tarlası yapmıştır. Allah böyle
işleri çekip çevirendir. Ve peygamberlerin mucizelerinde ortaya çıkan harikalar
ve hayat verme sırları hep böyle demektir. Bunları akla sığmaz görmek, kendinin
karşısındaki dış dünya gibi, Allah'ın karşısında ufukların birtakım ortakları
(şürekây-ı âfak) veya O'nun üstünde bir şey var saymaktan doğar ki, şirk ve
inkâr da bu demektir. Allah derken, böyle bir tasavvurda bulunmak ise çelişkidir.
Bu çelişkiden çıkamayanlar ise ebedî olarak karanlıklara mahkûmdurlar. Bundan
ancak Allah çıkarır. O da zorla değil, iman ile çıkarır.
Allah'a
iman etmek aklın başıdır. Akıl herhalde bir kaynak, bir başlangıç noktası,
bir tutamak arar. Onu Hakk'ın izzetine teslim edip O'nun sağlam kulpuna yapışmalı,
hikmetine uymalıdır. Din ve imanın hikmet düzeni üzere ne büyük meyveler vereceği
ve imanın esaslarından olan öldükten sonra dirilme ve hayat vermenin bütün
çeşitleriyle mümkün ve meydana geleceği, hayatın yürümesinin bununla mümkün
olduğu, ebedî hayatın da bununla olacağı ve her dirilmede ikinci hayat, birincinin
meyvelerini taşıyacağından, sonsuz gelecekte ahiret mutluluğu hayatı, dünyadaki
kazançların Allah'ın hikmeti ile, onun sonucu, meyveleri gibi ortaya çıkıp
gideceği ve dolayısıyla dirilme gününde, ancak ilâhî izzet hakim olurken,
insanların birinci hayatta din konusu olan kendi istekleri ile yaptıkları
fiilleri de hikmet gereği, daha önce geçen normal sebeblerden olacağı ve herhalde
insanlar için ahiret sebepler âlemi değil, sırf bir neticeler âlemi olabileceğinden,
onların ahirete, ahirette değil, ancak dünyada Allah'ın emri ile hükmedebilecekleri
ve bunun için, "Ne alışverişin ne dostluğun, ne de iltimasın söz konusu
olmadığı." (Bakara, 2/254) özelliğinde olan o dirilme günü gelmeden,
isteğinizle o sağlam kulpa yapışıp Allah yolunda "infak" (harcama)
ve mücahede (cihad) ile Allah'a dönenlerin Allah'ın dostluğu ile karanlıklardan
ışığa, kesin ölümden ebedî hayata nasıl geçecekleri ve bunları yapmayıp tağutların
ellerine düşenlerin nefislerine pek büyük bir zulüm yapmış olacakları öteden
beri, Hakk'ın delilleriyle hem haber verilmiş, hem ispat edilmiş, hem de bu
hikâyelerle akıllılar tam anlamı ile aydınlatılmışlardır. İlâhî Kürsiden ortaya
çıkan, din ve imanın niteliğini ve meyvelerini açıklayan ve aydınlığa kavuşturan
bu kesin deliller yukardaki, "Ey müminler, ne alışverişin ne dostluğun
ve ne de iltimasın söz konusu olmadığı gün gelmeden önce size verdiğimiz rızıklardan
Allah yolunda harcayın." (Bakara, 2/254) âyetinin hükmî sebebleri ile
açıklamasından başka daha yukardaki hükümlerin ve özellikle, "Kimdir
o ki, Allah'a karşılıksız (güzel) borç verir de Allah da o borcu ona kat kat
fazlasıyla öder." (Bakara, 2/245) âyetindeki bildirinin ve ilâhî sözün
ezelî ve ebedî kesin güvencesini de kapsadığından, bu açıklamanın ona bağlı
olduğunu göstermek için azîz ve hakîm olan Allah hayat vermenin nasıllığının
ardından hikmet gereği bu borç vermenin ve harcamanın elde edilecek kazanç
ve artışının nasıl olacağını ve kabul olmasının şartlarını da açıklamak için
buyuruyor ki:
Meâl-i
Şerifi
261-
Mallarını Allah yolunda harcayanların durumu, bir tanenin durumu gibidir ki,
yedi başak bitirmiş ve her başakta yüz tane var. Allah, dilediğine daha da
katlar. Allah'ın rahmeti geniştir. O, her şeyi bilir.
262-
Allah yolunda mallarını infak eden, sonra verdiklerinin arkasından başa kakmayı,
gönül incitmeyi uygun görmeyen kimselerin Rableri yanında mükafatları vardır.
Onlara hiçbir korku yoktur ve onlar, üzülmeyeceklerdir.
263-
Bir tatlı dil ve kusurları bağışlamak, arkasından eza ve gönül bulantısı gelecek
bir sadakadan daha hayırlıdır. Allah, hiçbir şeye muhtaç değildir, halimdir,
yumuşak davranır.
264-
Ey iman edenler! Sadakalarınızı, başa kakmak, gönül kırmakla boşa gidermeyin.
O adam gibi ki, insanlara gösteriş için malını dağıtır da ne Allah'a inanır,
ne ahiret gününe. Artık onun hâli, bir kayanın hâline benzer ki, üzerinde
biraz toprak varmış, derken şiddetli bir sağnak inmiş de onu yalçın bir kaya
halinde bırakıvermiş. Öyle kimseler, kazandıklarından hiçbir şey elde edemezler.
Allah, kâfirler topluluğunu doğru yola iletmez.
265-
Allah'ın rızasını aramak, kendilerini veya kendilerinden bir kısmını Allah
yolunda sabit kılmak için mallarını Allah yolunda harcayanların hâli ise,
bir tepedeki güzel bir bahçenin hâline benzer ki, ona kuvvetli bir sağnak
düşmüş de yemişlerini iki kat vermiştir. Böyle bir bahçeye yağmur düşmese
bile mutlaka bir çisenti vardır. Allah, yaptıklarınızı görür.
266-
Hiç biriniz ister mi ki, kendisinin hurmalık ve üzümlüklerden bir bahçesi
olsun, altında ırmaklar aksın, içinde her türlü ürünü bulunsun da, kendi üzerine
de ihtiyarlık çökmüş ve elleri ermez, güçleri yetmez küçük, zayıf çocukları
olsun. Derken ona ateşli bir bora isabet ediversin de o bahçe yanıversin.
İşte Allah, âyetlerini size böylece açıklıyor. Umulur ki, düşünürsünüz.
261-Dirilmenin
sırrı ve hikmetin feyzi iledir ki, Mallarını Allah yolunda, din uğrunda gönüllerinden
gelen kendi tercihleri ile ve tam bir hoşnutlukla harcayanların, yani gerek
farz ve vacip, gerek nafile ve sırf sevap amacı ile (tatavvu') olsun, hayır
ve iyi amellere mal harcayanların durumu ve kazancı öyle bir tanenin durumuna
benzer ki, ekilmiş, yedi sünbül (başak) bitirmiş, Allah'ın hikmetiyle bir
kökte çatallanarak yedi başak bitmesine sebeb olmuş, hem nasıl başaklar, her
başakta yüzer tane var. Kısacası bire yedi yüz tutmuştur. Müminler bir taneyi
bile küçük görmemeli, yok etmemeli ve Allah'tan hiçbir şeyi kıskanmamalıdır.
Eğer bunu eken, elimde bir tanecik var toprağa atarsam bu da gidecek diye
düşünürse ne kazanır? Hiç değil mi? Öyle ise, Allah'ın hikmet düzenine dikkat
etmeli, harcayacakları şeyleri
262-Allah
yolunda harcamalı ve bundan çekinmemelidir. Hikmetin düzeni ve dirilmenin
sırrı olmasaydı, o bir tane çürür gider; ne filiz verirdi, ne başak. Bunların
her anında ilâhî izzet de hükmünü göstermekle birlikte, daha çok ilâhî hikmet
ortaya çıkar. İşte kulların fiilleri de böyledir. Böyle olduğu içindir ki,
insanın ekme fiili, bir tane nedeniyle Allah'ın hikmeti ile yüzlerce taneye
bürünür. Allah yolunda yapılan infaklar da ahirette böyle çok fazla olarak
karşımıza çıkacak ve teraziye konacaktır. Artık Allah yolunda koşacak insanlar
Allah için harcanan, ekilen tanelerin feyzini (bereketini) anlamalı, acaba
bu örnek verme olayı "varsayım" cinsinden bir şey midir? Yoksa kesin
midir? Tane ne cinsten olursa olsun, herhangi bir taneye denildiğine göre,
verimli tarlalara ekilen çekirdek, darı gibi bazı tahıllarda bu irfan gözlenebilir
şeylerdendir. Fakat tane dendiğinde daha çok buğday anlaşıldığına göre, bu
örneğe ender rastlandığı söyleniyor. Verilen örneğin gerçek olması için bu
kadarı da yeterli ise de, bize özellikle şunu anlatıyor ki, Allah'ın hikmeti
en az olmak üzere, bu kadarına uygundur. Bunun böyle üretilememesi hikmet
düzenine göre ekin yapılamamasındandır. Dolayısıyla insanlar bozulmayı ortadan
kaldırıp, tarımı da ilerletecek olurlarsa bu kadar ürün alacakları müjdelenmiştir.
O zaman yeryüzünün rızıkları bize yetişmiyor diye kavga etmezler, yetişmeyecek
diye ümitsizliğe düşmezler. Ancak örneğe dalıp da asıl hedefi unutmayalım.
Maksat buğday toplamak değil onları yerinde, Allah yolunda harcamaktır. Bu
ekinin ürünü ise asıl cennette biçilecektir ki, işte o zaman bire yedi yüzden
aşağısı yok. Allah dileyeceğine böyle veya daha çok katlar da katlar. Yedi
yüzü sade iki kat değil, daha fazla katlar artırır. O'nun artırma kanunu,
sonsuza kadar gider. İbnü Kesir'den Bezzî kırâetinde okunur ki, anlamı aynıdır.
Zamanımızda tarım deneyleriyle uğraşanlar bir buğday tanesinden çıkan çimleri
çatallandıktan sonra ayırıp fide halinde dikerek bir taneden iki bin taneyi
aşkın ürün alınabildiğini gözlemlemişlerdir. Bunlar bir kez daha aynı şekilde
ekilecek olsa nelere erişir. Fakat biz "Habbeyi kubbe yapmaktan"
(işi abartmaktan) vaz geçelim de şunu bilelim ki, hayatın kanunları her halde
"kat kat prensibine" göre işlediğinden hayatta, canlıların yararlanması
ve Allah'ın hükmünün yükseltilmesi için Allah yolunda, Allah'ın kullarına
ve özellikle mücahitlere verilen harcamaların ve sadakaların Allah katında
sonsuz verimlere ve sevaba sebeb olacağı şüphe ve kuşkudan uzaktır. Ve Allah'ın
rahmeti geniştir. O'nun yolunda ne kadar çok harcama yapılırsa yapılsın artık
yetişir ben bunların kârını ve sevabını vermem demez. Bununla birlikte "alîm"dir
de. Harcama yapanın niyetini, harcadığı miktarı, kendisine vadedilen ürünü
(sevabı) bilir hiçbirinin sevabını şaşırmaz.
SEBÎLULLAH:
Allah yolu, din demektir. Fakat dinin güvencesi, dindarların zorlamadan korunması
demek olan Allah yolunda cihat, hareketlerin en önemlisi olduğundan, "Fî-sebîlillah"
(Allah yolunda) deyimi, şeriatta daha çok cihad anlamında örf haline gelmiştir.
Bunun için bazı tefsirciler burada "Fî-sebîlillah" örf olduğu üzere,
cihad demek olup, bu âyet, bizzat cihada giden ve kendi mallarını harcayan
mücahidler, bundan sonraki âyet de kendi gitmeyerek diğer mücahitlere harcamada
bulunanlar hakkında inmiştir. Diğer iyi amellerden Cenab-ı Allah, bire on
vaad ettiği halde, kendi malını harcayarak cihad edenlere en az bire yedi
yüz sevap vaad etmiş demişlerse de, diğerlerinin açıklamasına göre bire on,
genel olarak, iyiliklerin en az sınırı olup, cihad ve diğer bazı ameller gibi,
harcamanın başka bir üstünlüğü olduğundan, bu âyet genellikle harcamaya (infaka)
teşvik ve her çeşit hayır şekillerine, yerlerine infakın sevabını açıklamıştır.
Bundan sonraki de onların kabul şartlarını açıklayacaktır. Ebu Hayyan tefsirinde
İbnü Ömer'den rivayet edilmiştir ki, bu âyet indiği zaman, Resulullah: "Ey
Rabbim! Ümmetime daha artır" diye dua etmiş, sonra, "Ancak sabredenlere
mükafatları hesapsız ödenecektir." (Zümer, 39/10) âyeti inmiştir.
Allah
yolunda harcamanın sevabı ve feyzi bu kadar yüksektir. Ancak her infaka da
bu sevap verilmez. Çünkü asıl neden tohumun, infakın kendisinde değil, Allah'tandır.
Bunun için, mallarını Allah yolunda harcayıp infak edenler, sonra da harcamalarına
ne başa kakma, ne eziyet takıştırmayanlar, gururlanmayanlar, tiksindirmeyenlerdir
ki, Allah yanında ancak onların sevapları vardır. Ve yalnız Allah'tan korkup
ve ancak ondan sevap beklediklerinden dolayı bunlara ne başka bir korku gelir
ne de üzülürler. Bir zarar yerine kat kat mükafat alırlar.
Dikkat
edilsin ki, bazı âyetlerde bazılarında da burada olduğu gibi buyurulmuştur.
Bunun sebebi şudur: Sebeblik ifade eder. Sebebliğin açıklanmasının istendiği
yerlerde "fâ" getirilir. Olmayan yerde de bırakılır. Yukarda hikmet
temeli üzerine infakın sevaba sebeb olması gösterilmişti. Bunda ise, gerçek
sebeplik, tam sebeplik anlaşılması ihtimali vardır. Bu âyet de bu yanlış anlamayı
ortadan kaldırmakla asıl gerçek sebebin Allah olduğunu ve hikmetin ilâhî izzeti
yok etmeyeceğini anlatarak infakın Allah katında kabul şartlarını açıkladığından
getirilmiştir.
263-MENN
VE MİNNET: Sözlükte iki anlama gelir. Birisi nimet verme ve nimet anlamınadır
ki, dilimizde "memnun olmak" bundan alınmıştır. Diğeri de hakkı
eksiltmek, kesmek, kısacası ihsan ettiği kimseye karşı ihsanını bir şey saymak
ve az çok ihsanı ile gururlanmaktır ki, gönül bulandırır ve ihsanın değerini
eksiltir veya keser. Burada kastedilen budur. Dilimizde minnet (başa kakma)
bu anlamdan alınmıştır.
EZA:
Tiksindirmek, iyiliğe balgam atmaktır ki, in'amı (iyiliği) dolayısıyla bir
kusur yüzünden şikâyet etmek, el, dil uzatmak, yaptığı iyiliği yüzüne vurmak,
başa kakmak hep "eza"dır.
Dilimizde
"minnet" ikisinden daha genel olarak kullanılır ve bunlara katlanmaya
minnettarlık denilir. Minnet çekmem, minnettarlık etmek yerine de "Minnet
etmem" denildiği vardır. Kısacası iyiliği bir görev diye yapmalı ve unutulmalı;
yaptığı bir iyiliğe göz dikmek, onu kendine yapmamış saymaktan doğar. Sevap
ise, niyyete bağlıdır. Bundan dolayı "iyiliği yap, denize at, balık bilmezse
hâlık (yaratıcı) bilir." Tebuk gazası (savaşı) için hazırlanan ve "Ceyş-i
usret" (sıkıntı ordusu) diye isimlendirilen ordunun hazırlanmasına Hz.
Osman (r.a.) odunlarıyla, çullarıyla bin deve, Abdurrahman b. Avf (r.a.) hazretleri
de dört bin dirhem sadaka vermişlerdi. Bu âyetin bunların gönüllerini hoş
etmek için indiği rivayet edilmiştir. Hükmün, âyetin iniş sebebine özel olmadığı
da bilinmektedir. Bilmeli ki, gönül alan hoş bir söz, tatlı dille reddetmek
(geri çevirmek) ve kusura bakmamak ayıp örtmek, saygısızlığa karşı bağış ile
muamele etmek arkasından eza gelen, veya bir gönül bulantısı ile birlikte
olan bir sadakadan hayırlıdır. Çünkü Allah ki hiçbir şeye muhtaç değildir.
O'na kirli şeyler sunmak, felaket sebebi olabilir. Zengin olan (kimseye muhtaç
olmayan) Allah, fakirlerine başkalarının minnet yükünü yüklemez, onları hatır
ve hayale gelmez öyle yönlerden rızıklandırır ki, gün gelir fakiri o başa
kakıcıya sadaka verecek derecede zengin eder. Bununla birlikte Allah halîmdir,
her günahkârı derhal paylamaz. Eza yapanlara da cezayı hak etmediklerinden
dolayı değil, fakat tevbekâr olsunlar diye hilminden dolayı mühlet verir,
geri bırakır.
264-İnfak
ve sadakaların kabul şartları bilindikten sonra, Ey müminler! sadakalarınızı
yüze vurmak, başa kakmakla iptal etmeyiniz, bunlardan biriyle sevabını kesmeyiniz,
başa kakma ve eza karışan sadakalar sevapsız kalır. Ne Allah'a ve ne de ahiret
gününe inanmayıp, malını insanlara gösteriş, iki yüzlülük için harcayıp infak
eden münafığın sadakası gibi hiçe gider. Çünkü bunun hâli, üzerinde az bir
toprak varken başına şiddetli bir yağmur yağmış da cascavlak bırakmış, bir
toz bile kalmamış, yalçın kayanın bu hâli gibidir. Öyle bir sadaka böyle bir
taş üstüne atılmış tohum gibi zayi olur gider de imkânsızlıkla harcama, riya
ile başa kakma ve eziyet verme ile sadaka verenler yaptıkları bu amellerden
hiçbir şey elde edemezler. Allah kâfirler zümresini hayra erdirmez. Bunun
için sadakalarını başa kakma ve eziyet ile kâfirlerin gösteriş yaparak ve
riyakârca harcamasına benzeten müminler de onlar gibi sevaptan mahrum kalırlar.
265-
Mallarını, Allah'ın hoşnutluğunu istemek ve böylece kendilerini veya kendilerinden
bir kısmını, canlarının bir nafakası olan mallarını, amellerini, kardeşlerini
bozuk eğilimlerden ve her türlü sarsıntıdan koruyarak Allah yolunda vermek
ve hayır ve iyilikleri kendilerine değişmez bir huy kılmak ve ondan sonra
her çeşit fazilet ve ibadetleri kolaylıkla yapmak, kısacası ekecekleri tohumu
tutturmak için cân ü gönülden harcayanların durumları ise, yüksek bir tepedeki
güzel bir bahçenin şu hâline benzer ki, buna kuvvetli bir yağmur yağmış da
meyvelerini iki kat vermiştir. Normal bir durumda meselâ bin veren bu bahçe,
bu yağmur nedeniyle ikibin vermiş bulunuyor. O kayayı cascavlak bırakan yağmur,
bu tepede rahmetin ta kendisi olur. Bu benzetme yukardaki, bire yedi yüz ve
daha kat kat vaadini aşağıya indirmiş değil, aksine bir daha katlamıştır.
Böyle bir bahçeye şayet yağmur yağmazsa, hafif bir yağmur, az bir nem de yetişir.
Vereceğini yine verir. Unutmamalı ki, Allah amellerinizi görür ve bilir. Sakın
gösteriş yapmayın, gizlide ve açıktan açığa da ihlâstan ayrılmayın.
266-
Hiçbiriniz ister mi ki, altından ırmaklar akan, hurmalık, üzümlükleri içeren
gönül alıcı hoş bir bağı, bağlık bahçelik bir yeri , ve bunun içinde kendinin
her çeşit meyveleri olsun, üstüne de ihtiyarlık çöksün ve bu durumda elleri
ermez, güçleri yetmez yavrucukları dahi bulunsun da, o gönül alan bağa ateşli
bir bora gelsin, baştan başa bir anda yansın mahvolsun... Böyle felaketi kim
ister? İşte iman ile iyiliklerin karşılığı ve sevabı böyle bahçeler (cennetler),
bunların ihlasına ve Allah rızası için olmasına engel olan imansızlık, riyakârlık,
başa kakma ve eziyet etme ve diğer kötü amaçlar gibi kötülükler de kıyamet
gününde o ateşli bora gibidir. Ahiret cennetlerinin bir yolu, ebedi, sonsuz
nimetlerin tarlası olan ve içinde zorlamasız yaşanması gereken İslâm yurdu
da böyle güzel infak (harcama) ve salih amellerin meyvesi bir bağa, bir cennete;
cebbar (zorba), zorlayıcı, kâfir, zalim düşmanların ve bunun gibi fasıklığın
ve günahkârlığın, ahlâksızlığın, gayretsizliğin çabasızlığın onu kuşatması
da bu ateşli boralara, kasırgalara benzer; hem dünyayı yakar, hem ahireti.
Bunu anlattığı gibi, Allah size başka âyetler açıklayacaktır ki, düşünesiniz.
Yani ibretler alasınız, güzel güzel benzetmelere yol bulasınız, bunların her
birini delil, asıl, düstur, büyük prensip edinip hikmet kuralları üzere düşününüz.
Durumunuzu, menfaatlerinizi bunlara vurarak her birine uygun önermeler bulup
neticeler alasınız ve o sonuçlarla amel edip muratlara eresiniz. Çünkü fikir,
belli işleri tertip ile düzene koymakla bilinenden bilinmeyeni bulmaktır.
Şimdi
düşünüp de o infakları nerden yapacağız, zekâtları, sadakaları nerden ve nasıl,
kimlere vereceğiz mi diyeceksiniz?
Meâl-i
Şerifi:
267-
Ey iman edenler! İnfakı gerek kazandıklarınızın, gerek sizin için yerden çıkardıklarımızın
temizlerinden yapın. Kendinizin göz yummadan alıcısı olamıyacağınız fenasını
vermeye yeltenmeyin. Biliniz ki, Allah sadakalarınıza muhtaç değildir ve hamde
layık olandır.
268-
Şeytan sizi fakirlikle korkutup çirkin çirkin şeylere teşvik eder. Allah da
lütfundan ve bağışlamasından birtakım vaatlerde bulunuyor. Allah'ın lütfu
geniştir. O herşeyi bilendir.
269-
Dilediğine hikmet verir, hikmet verilene ise pek çok hayır verilmiş demektir.
Ve bunu ancak üstün akıllılar anlar.
270-
Her ne çeşit nafaka verdinizse veya ne türlü bir adak adadınızsa, Allah onu
kesinlikle bilir. Ve zalimlere hiçbir şekilde yardım olunmayacaktır.
271-
Sadakaları açıkça verirseniz o, ne iyi olur; yok eğer onları gizler de fakirlere
öyle verirseniz bu sizin için daha hayırlıdır ve günahlarınızın birçoğunun
bağışlanmasına sebep olur. Bilin ki, Allah, her ne yaparsanız hepsinden haberdardır.
272-
Onları yola getirmek senin boynuna borç değildir, ancak Allah dilediğini yola
getirir. Yaptığınız her iyilik sırf kendiniz içindir. Siz yalnızca Allah rızasını
gözetmenin dışında infak etmezsiniz. İyilik cinsinden ne infak ederseniz o
size aynen ödenir. Size hiçbir şekilde haksızlık yapılmaz.
273-
Sadakalarınızı, kendilerini Allah yoluna adamış olan fakirlere veriniz. Onlar
yeryüzünde gezip dolaşmaya güç yetiremezler. Utangaç olduklarından dolayı,
bilmeyenler, onları zengin sanırlar. Oysa sen onları yüzlerinden tanırsın.
Yüzsüzlük yapıp kimseden birşey de isteyemezler. Ne türden bir iyilik yaparsanız,
şüphe yok ki, Allah onu bilir.
274-
Mallarını gece ve gündüz, gizlice ve açıkça infak edenler yok mu, işte onların
Rableri katında ecir ve mükafatları vardır. Ve onlara herhangi bir korku yoktur,
onlar hiçbir zaman mahzun da olmazlar.
267-
Ey müminler! Kazandıklarınızın temizlerinden; kaynağı ve elde edilme yolu
helâl olan, helâl kazanç ile ele geçirdiğiniz her çeşit mal varlığınızın iyi
ve hoşlanılanlarından, bu cümleden olmak üzere ticaret mallarından ve nakit
paradan ve size yerden çıkarıverdiğimiz ürünlerden; tahıl, meyveler ve madenler
gibi yerden çıkan şeylerden, bunların iyilerinden infak ediniz. Açıkçası zenginlik
kaynakları ikidir: Birincisi, kazanç adı verilen genellikle kişinin kendi
emek ve gayretiyle bilgi ve sanatıyla doğrudan veya dolaylı olarak elde ettiği
gelirlerdir ki, miras da bunun içindedir. İkincisi yerden çıkanlardır ki,
bunda kara, deniz ve hava da dahildir. Denizden çıkan balık, inci ve benzeri
şeyler de yerden çıkmış hükmündedir. Geriye bu iki kaynağın birlikte harekete
geçirilmesi sonucunda elde edilen kazanç şekli kalır ki, onda da kısmen emeğin,
kısmen de yerin payının büyük olduğu görülür. Hangisi daha ağır basıyorsa
o tarafa bakarak durum değerlendirmesi yapılır. Sonuçta bütün kazanç yolları
bu iki sebepten birine dönüşür. Öne alınmış olmasından anlaşılıyor ki, kendi
emeğine dayanan kazanç yolu insanlar için daha yakın bir sebeptir. Genellikle
yerden mal çıkarmak dahi bir anlamda yine buna bağlıdır. Fakat aynı zamanda
kazanç, doğanın zenginliği ile de yakından ilgilidir. Çünkü bu şekilde emek
ve gayret, yaratılıştan ihsan edilmiş olan sebep ve aletlerin kullanılması
demek olduğundan, bunlar da bir anlamda hiçbir emek karşılığı olmadan doğuştan
ihsan edilmiş güçler, kabiliyetler ve sebeplerdir. Emek dediğimiz şey de işte
bu güç ve kabiliyetlerin geliştirilmesi ve yerli yerinde kullanılması anlamına
gelir. Bundan dolayı kesb, hiçbir zaman tek başına kazanç için bağımsız bir
sebep olmadığı halde, yerden çıkanlar bağımsız ve yeterli kazanç sebebi olabilir.
Demek ki kesb, aslında bir katılıma da yönelik olduğundan kesb yolu ile yerden
çıkanın birleşmesinden meydana gelen üçüncü bir kazanç yolundan söz etmeye
gerek yoktur. Bu zaten sözün sonucundan çıkan bir şeydir. Bu konuda insanların
başlıca iki türlü hata yaptıkları görülür: Birincisi servette emek ve çalışmayı,
tek başına yeterli bir sebep gibi kabul edip, öteki bütün sebepleri ve sermayeleri
buna borçlu saymak ve onların hepsini geçersiz sanmaktır ki, bu hataya genellikle
emek harcayıp, zahmet çeken ve sermaye kullanmayan çalışan insanlar düşer.
Bunlar sermaye sahipleriyle derin ve köklü bir didişmeye girerler. Bunlar
emek ve çalışmanın, kazanmanın değerinin, aynı zamanda sermayenin değeri demek
olduğunu görmek istemezler. Eğer çalışıp kazanmanın amacı sermaye biriktirmek
olmasaydı, tek başına çalışmanın bir değeri olmazdı. Kendi amacını gözardı
eden her fikrin boş bir çelişki olduğu aşikârdır. Para biriktirmenin, sermaye
elde etmenin çalışmanın hedefi ise yalnızca tüketim açısından değil, yukarıda
açıklanan, değerlerin karşılıklı olarak birbirine bağımlılığı kanunu gereğince,
üretilen malın yeni yeni işlemlere malzeme teşkil etmesi ve kazanç yollarını
çoğaltması ve kolaylaştırması açısından da önemli olmasından dolayıdır. Bunun
için emekleriyle geçinen insanların, sermayeye düşmanlık duyması, kendi zahmet
ve yoksulluklarının daha da artmasını istemesi demektir. Bunun içindir ki,
emekten sonra özellikle yerden çıkarılanlardan da sözedilmektedir. Üstelik
emeğe karşılık olarak zikredilmiştir. İkinci hata, sermayeyi mutlak kazanç
sebebi olarak kabul edip, emek ve çalışmayı geçersiz saymaktadır. Bu hataya
da bizzat çalışmak ihtiyacını duymayan ve başkalarının emek ve çalışmalarından
zahmetsizce yararlanmak isteyen sermaye, yani para sahipleri düşerler. Bunlar
paraya öncelikli kaynak olarak bakarlar ve her türlü kazancın, onun eseri
olduğuna inanırlar ve çalışmadan yaşamak mümkünmüş gibi zannederler. Bunun
için çalışanları küçümseyerek ve kendi paralarına fazlaca önem vererek, emekleri
zora koşmak ve sermayelerinin karşılığını fazla fazla almak, daha doğrusu
sermaye gücüyle çalışanların emeklerini ucuza almak ve gasbetmek suretiyle
kendileri hiç çalışmadan ve yorulmadan yaşamak isterler. Düşünmezler ki, bunların
elindeki değerler aslında sermaye olarak doğmuş değil, emek ve çalışmanın
birikiminden oluşmuş olan kazançlardır. Para, emek ve çalışmayı kolaylaştırıp
geliştirmeye hizmet eden bir maya ise de, kaynağı bakımından yine de sermaye
değil, birer emek birikimidir. Sermayenin, emeği sıkıştırması ve onu hareketsiz
bırakması, kendi bindiği dalı kesmesi ve dayandığı temeli yıkması demektir.
Gerçi asıl sermaye büsbütün yok değildir, fakat o, olsa olsa yerin zenginliği
ve yaratılışın ihsanı olan şeydir. Bundan dolayı para sahiplerinin hiç çalışmadan
yaşama sevdasına kalkışmaları ve çalışanları sıkıntıya sokacak bir tutum izlemeleri
büyük bir hatadır. Herhangi bir toplumda para ve sermaye bu duruma gelir,
para ve para sahipleri mutlak hükümran kesilirse, buna tepki olarak birinci
hata kendini gösterir. O zaman sermaye ile emek arasında kavga başlar. Cemiyet
düzeni altüst olur. İşte sermaye adı verilen paranın, kaynağı bakımından sermaye
olmayıp, kazanç birikimi olduğu, hatta iyi yollarla elde edilmişse kazançların
en hoşa gideni olduğu, en temizi bulunduğu gerçeğini hatırlatmak için, "kazandıklarınızın
en güzelinden" buyurulmuştur. Asıl sermayenin yeryüzü zenginlikleri olduğu,
öteki bütün zenginliklere göre emeğin de bir anlamda sermaye durumunda bulunduğu
ve hatta bunun, yerin sermayesinden daha önce gözönünde tutulması gerektiği
gösterilmiştir. "Kazandıklarınızın en güzelinden" ilâhî sözü, şunu
da anlatıyor ki, kazançların bir temizi ve güzeli, bir de bunun zıddı olan
kötüsü vardır. Her kazanılmış olan şey iyi ve temiz olmaz. Bu da ya kazanılan
şeyin doğrudan doğruya kendisine veya elde edilme yollarına göre maddî veya
manevî anlamda iki bakımdan ele alınır. Yukarıda açıklandığı üzere, infak
sonsuz bir bereketin tohumu ve ebedî hayatın bir parçası olduğundan, bu tohumun
en temizinden seçilmesi lazım gelir.
Bunun
için bunları iyi düşünüp akla ve şeriate uygun olarak çalışınız da kendi emeğinizin
ve yerin sermayesinin ürünü olan gelirlerin temiz ve iyilerinden infak ediniz.
Ve öyle habîsini, yani kötüsünü veya haramını vermeye yeltenmeyiniz ki; siz
onu başkasına infak edersiniz de kendiniz gözünüzü yummadan, sıkılmadan hediye
diye veya hoşgörüyle alacağınızın yerine almazsınız. Böyle kötü, bayağı ve
değersiz şeyleri kendiniz almayı düşünmezken, Allah'a olan borcunuzu bu aşağılık
şeylerden vermeye kalkışmayınız.
Rivayetlere
göre, başlangıçta sadaka ile ilgili emirleri bildiren âyet indiği zaman ashabdan
bir kısmı hurma salkımlarını getirir, muhtaç olanlar yesin diye Mescid'e asarlardı.
Bir kısım ashab da caiz zannıyla döküntü, bozuk, çürük çarık şeyler getirmişlerdi.
Sonra bu âyet indi. Bununla verilecek vergilerin, zekât ve sadakaların ne
gibi mallardan verileceği böylece açıklanmıştır. Her malın vacip olan vergisi
kendi cinsindendir. Mesela altına altın, gümüşe gümüş, paraya para, hayvana
kendi cinsinden hayvan, deveye deve, sığıra sığır, davara davar, ata at; tahıl
ürünlerinde de böyledir, buğdaya buğday, arpaya arpa... Madenler ve daha başka
gelirler için hep böyledir. Hepsi de daha aşağı kalitede olmamak şartıyla
malın vergisi kendi cinsinden ödenir. Bunların değer bakımından düşük kalitelisini
ve yüksek kalitelisini birbirinin yerine vermek, ancak kıymet ve fiyatını
iyice hesap edip tam karşılığını vermek suretiyle yine caizdir. Bu husus,
mükellefin seçimine aittir. Bu şekilde esnek ödeme tarzı halk için kolay bir
yol olduğundan dolayı İslâm dini bunu emretmiş idi. Bunun, İslâmiyetin yayılmasına
ve İslâm adaletinin kök salmasına büyük katkıları olmuştur. Başka ülke insanlarından
mutlaka nakit olarak vergi topladıkları ve toplama masraflarını da yine halkın
üzerine yıktıkları için, diğer devletlerin harcama yerleri de yine İslâmın
gösterdiği sarf yerleri gibi tamamen hayra yönelik olmadığından dolayı, İslâm
dininin infakı böylece tam bir adalet uygulamasına dönüşmüş olup "Allah
size kolaylık diler." (Bakara, 2/185) ilâhî hükmünün yerine gelmesi demek
olduğundan, çeşitli devletlerin tebaası durumunda bulunan insanlar bu kolaylık
ve adaleti yakından gördükleri zaman büyük bir memnuniyetle bunu kabul etmişlerdir.
Fakat bunun bir devlet için böyle büyük bir yarar sağlaması, bir şarta bağlıdır
ki, o da bunu uygulayacakların Allah'ı tanıyan, dindar ve ahlâklı vergi memurları
olması, ellerine verilen görevi, kendi öz mallarından daha fazla bir özenle
yerine getirmeleri ve emaneti iyi korumaları meselesidir. Bu olunca toplanan
malların bir çoğu değiştirmeye gerek kalmadan devlet ve milletin ihtiyacına
harcanabileceği gibi, değiştirilmesi gerekenler de en iyi şekilde değerlendirileceğinden
hiçbir şekilde kötüye kullanılması söz konusu olmaz. Böyle olunca da hem milletin
masrafı azalır, hem de devletin gelir kaynakları sürekli olarak gelişir. Ancak
böyle olmayıp gerek vergi mükellefleri, gerek vergi toplayan memurlar arasında
ahlâksızlık yayılır, görevler gereğince yapılmaz, emanetler korunmaz ve suiistimal
edilirse, adam kayırma, çalma çırpma, israf, aldırmazlık ve ciddiyetsizlik
meydanı almış bulunursa, malın cinsinden alınan vergiler pek çok kayba ve
suiistimale elverişli olduğu gibi, masraf ların artmasını ve gelirlerin azalmasını
gerektireceğinden, hükümetler ayniyatı bırakıp vergilerini nakit yoluyla toplamayı
daha uygun bulurlar. Nakit para ise mal ile değişime tabi tutulmadan hiçbir
iş göremiyeceğinden, yine mal değişimi olacak ve yine olan olacak demektir.
Devletin harcamaları durmadan artar, arttıkça da milletin vergi yükü artar
ve herkes sıkıntıyı çeker, fakat sadece para hükümran olur. Bu arada en çok
kazananlar da para işleriyle uğraşanlar olur. Fakat yine de diğer üretim alanlarında
çalışanlar sıkıştırıldıkça para ile uğraşanların da geleceği tehlikeye düşer.
Bütün bu gibi tehlikelere sebep olan şey ise, bu gibi hizmetlerde çalışan
görevlilerin, görevlerini kötüye kullanmaya elverişli olan ahlâksızlıklarıdır.
Bunu gerçek anlamda ortadan kaldıracak ve yok edecek olan da din ve dindarlıktır.
Bunun için insanların dinden ve dindarlıktan kaçınmaları, infak görevlerini
en iyi şekilde yerine getirmekten ve en iyi şekilde idare etmekten uzak kalmaları,
ilâhî hikmetin gereği olarak acı çekmelerinin ve felâketlerinin başlangıç
noktasını oluşturur. Bundan dolayı bu ilâhî emir gereğince hareket etmeyenler,
ilim ve hikmet iddiasında ne kadar ileri giderlerse gitsinler, hikmetin tam
aksi olan bir yöne gitmiş olurlar ve kendi elleriyle geleceklerini tehlikeye
atarlar. Bu âyet, bu gerçekleri de gözeterek zekât ve sadakası gerekli malların
usulünü açıklamış, bununla beraber bunun nafile cinsinden olan sadakaları
da kapsamına alıp almadığı söz konusu olmuştur. Yani aşağılık ve haram şeylerden,
farz cinsinden vergi yoktur ve verilemez. Lâkin nafile olarak sadaka verilebilir
mi? Burası ihtilaflıdır. Doğrusu haramdan nafile sadaka dahi caiz olmaz. Bunun
Allah katında bir sevabı olmaz. Fakat aşağılık yani, düşük kaliteli maldan
nafile sadaka caiz olur. Ancak mendub olan en iyisinden vermektir. "kötüsünü
vermeye yeltenmeyin!" yasağı farz olan sadakalarda haram, nafile olanlarda
ise kerahet demektir. Âyetin zahiri her çeşit maldan zekât verilmesi gerektiğini
gösteriyor gibidir. Fakat malın nisabı ve miktarı hakkında hiçbir açıklama
yapmadığı gibi, "tayyib ve habis" gibi özelliklerle belirgin olduğundan
hangi malları içine aldığı da mücmel ve açıklamaya muhtac bulunduğundan, bu
mallar Hz. Peygamber'in uygulaması ve çeşitli hadisler ile açıklığa kavuşmuştur.
Daha geniş bilgi edinmek isteyenler, fıkıh kitaplarının zekâta tabi mallar
bölümüne başvurabilirler.
Hasılı,
Allah buyuruyor ki: Ey müminler, sizin kazandıklarınızın ve bizim yerden çıkardıklarımızın
temizlerinden infak ediniz ve kendinizin gönül rahatlığı ile almadığınız,
kabul etmediğiniz kötü şeylerden zekat ve sadaka vermeye kalkmayınız! Ve biliniz
ki, Allah, kesinlikle zengindir, sadakalarınıza muhtaç değildir, sadakalarınız
kendi faydanız, kendi menfaatiniz içindir. Ayrıca Allah hamîddir, yani övgüye
lâyıktır. Herkes O'na şükür ve hamd borçludur. İşte böylesine zengin ve övülmüş
olan Allah'ın rızasına ermek için kötü ve bayağı şeyler nasıl olur da sunulabilir?
Diğer bir mânâ ile Allah hamîddir, kendi adına yapılan hayır ve hasenatı daha
yüksek ikram ve ihsanlarla karşılar. Rızası uğrunda ortaya konan emekleri
ve çabaları makbul ve meşkûr eder. Böyle bir Allah adına en temiz, en güzel
şeyler sunulmalı değil midir?
268-Ey
nisab sahibi olan zenginler! "Bu emirlere karşı elimize geçenlerin en
iyilerini vere vere kendimiz fakir düşmez miyiz," gibi bir düşünceye
kapılırsanız, bunun bir şeytan vesvesesi olduğunu biliniz. O şeytan, Allah'ın
rahmetinden ümidini kesmiş olan o karamsar iblis veya hayırlı işlere karşı
gizlice veya açıkça ümitsizlik telkin ederek, yanlış ve aldatıcı fikirler
ve duygular saçan her çeşit şeytanlar veya insanın içindeki nefs-i emmare,
size hep fakirlik vaad eder, "Aman hayır yapmayın, sonra züğürt düşersiniz."
der, ve size çirkin hasletler emreder, sizi cimriliğe ve hasisliğe sevkeder,
mallarınızı fenalıklara, fuhşiyata, anlamsız şeylere, isyanlara harcamanızı
teşvik eder, Allah ise, size, tarafından bağışlama ve lütuf ve ihsan vaad
ediyor. O sadakalarla ahirette günahlarınızı bağışlamayı, dünyada da yaptığınız
harcamaların yerine kat kat kârlar, dünyada ve ahirette ecirler ve sevaplar
ihsan ederek sonsuz mutluluğunuzu güvence altına alıyor. Ve Allah vâsîdir,
alîmdir. Yani kerem ve ihsanı bol, ilmi de çoktur. İnfakınızın kadrini bilir,
ecrini verir, sözünü yerine getirmekte hiç güçlük çekmez. Her şeyin önünü,
sonunu bilerek emir verir ve ona göre vaadde bulunur.
269-Allah
vâsî olduğu içindir ki, kime dilerse ona hikmet verir, vermek için hiçbir
şarta ve kayda bağlı değildir. Kötülükleri engelleyecek ve önleyecek, faydaları
sağlayacak sebepleri ve hikmetleri, hükümranlıkları, gerçeğin bilgisini, iradeye
bağlı olan sevap kazandıracak işleri yapabilme gücünü ve faydalı şeyler yapmayı
yalnızca kendine ait kılmakla yetinmez de akıl sahiplerinden dilediğine dahi
verir. Ve her kime hikmet verilirse, yahut Yakub kırâeti üzere "tâ"nın
kesriyle, Allah kime hikmet verirse o muhakkak ki, birçok hayra erdirilmiş
olur. Çünkü hikmetsiz binde bir hayra erilirse, bir hikmet ile binlerce hayra
erilir. Hikmet dünya ve ahiretin hayrını içine alır. Hikmetsiz hayır ise bir
vardır, bir yoktur. Ve fakat aklı temiz, özü sağlam olanlardan başkası bunu
düşünemez. Hak ile doğrunun ne olduğunu, ne kendisi düşünüp hatırlar, ne de
uyarı kabul eder. Bizzat Allah Teâlâ âyetiyle ihtar edip uyarır da o yine
aklını başına almaz, aklını yormayınca da ilâhî hikmetten faydalanamaz. Demek
ki hikmete ermek için vermek yetmez, almak da gereklidir. Veren Allah keremi
geniş olduğundan, herhangi bir şarta da bağlı ve muhtaç değildir, ama alacak
olan kul şarta bağlıdır. Hikmete ermenin başlangıcı düşünmedir. Bu da temiz
akıl ve temiz kalb ile olur. Allah'ın verdiği aklı şehvetlere ve şeytanın
vesveselerine kaptıranlar ne kendi iç dünyalarındaki ilhamları, ne de dış
dünyada olup biten ibretli sahneleri düşünüp anlayamazlar, kavrayamazlar.
Zihinlerinde güç bulamazlar. Ya hiç düşünmezler veya düşünseler bile hatıralarına
dönüp göz atarken, neyin gerçek, neyin hayır olduğunu kestiremezler; çünkü
hakkın ve hayrın alâmetlerini bilemezler, onu seçip belirleyemezler. Bunu
yapamayınca da hikmet yolunda ilerleyemezler. Bu suretle büyük bir ilâhî lütuf
olan hikmet, ancak temiz yürekli, temiz düşünceli gerçek akıl sahiplerine
nasip olabilir. Bundan dolayı akıl ve iyi seçim hikmetin şartı, düşünce de
başlangıcıdır. Bunlar hep Allah vergisi ve ilâhî iradenin eseri olan kabiliyetlerdir.
Ancak şu kadar var ki, ilk şartlar ve ilk sebepler, kayıtsız şartsız bir ön
iradenin bağış eseri iken; hikmet düzeninde olayların cereyan şekli, kulun
istek ve iradesi yanında ilâhî iradenin de o yönde tecellî etmesiyle meydana
gelir. Bir bakımdan vehbî, (Allah vergisi) bir bakımdan kesbî (kazanmakla
ilgili) sayılır. Kulun iradesi adî sebep, ilâhî irade gerçek ve geçerli sebeptir.
Önünde ve sonunda ilâhî irade bulunmadan hiçbir şey meydana gelmez. Kulun
iradesi bağlantı kurmaya yarayan bir küçük yoldur. İlahî iradenin çok değişik
şekillerde tecellî etmesi, işte Allah'ın vâsi' (geniş) adıyla anılmasının
bir sonucudur. Bundan dolayı hikmetin aslı ihsandır, hikmet eseri olan şeyler
hem ihsandır, hem de kesbdir.
Hikmet
ne demektir? Bu kelime hüküm, hükûmet ve sağlamlaştırmak demek olan ihkâm
mânâlarıyla ilişkili olarak mastar ve isim olur. Bundan dolayı manevî ya da
lafzî alanda anlam ilişkileriyle birçok mânâlarda kullanıldığından yerine
göre tefsir edilmesi gerekir. Mastar olması bakımından, aslında kötülükleri
ortadan kaldırmak, iyilikleri elde etmek mânâsı vardır ki; hüküm ve hükûmet,
sağlamlık ve muhkemlik hep bu kökten alınmıştır. Her nerde kötülüğü gidermek
ve iyiliği elde etmek varsa, işte orada hikmet mânâsı vardır. Bundan dolayı
bir şeyin içinde gizlenen ve sonuç bakımından ortaya çıkacak olan fayda ve
iyiliğe o şeyin hükmü ve hikmeti denilir ki, hikmetin birçok anlamından biri
de budur. Bunda bütünüyle nihâî (son) hedef mânâsı olmasa bile, bunun az çok
bulunması gerektiği söylenebilir. Buna göre, anlam bakımından hikmet sözü,
fayda sözünden daha özel bir anlam ifade eder. Sebep kelimesinden daha geniş
anlamlıdır. Zira hikmet, sebepten önce olabildiği gibi, nihâî hedeften sonra
da olabilir. Yani sebebin sebebi, amacın sonucu şeklinde ortaya çıkabilir.
Bundan dolayı hikmet denildiği zaman, mutlaka ya bir sebep sonuç ilişkisi
veya daha genel olarak bir sebebin nedeni ve buna benzer gerekçeli bir mânâ
söz konusudur. Yani hikmet, kesinlikle sonucun sebebe irca edilmesi, tutarlı
ve sağlam bir ilişki anlamı ifade eder. Nitekim bir işi, bir başka işe isnad
etmeye hüküm denildiği gibi, bilimsel veya amelî herhangi bir doğru karara
da hikmet denilir. Hasılı böyle içerikli veya gerektirici çeşitli anlamlardan
her biri dolayısıyla hikmet, çok yönlü mânâlar için çok anlamlı bir isim olmuştur.
En genel anlamda hikmet, fayda, yarar ve ihkâm anlamlarından dolayı her güzel
bilginin ve her faydalı işin ismi olmuştur. Bununla beraber pratik ilimlerle
ilişkisi, teorik ilimlerden daha fazla olduğu gibi, doğrudan doğruya amele
tahsisi de ilimden daha fazladır. Güzel ameller içindeki yeri de ilme yöneliktir.
Yani bir işi körü körüne değil de, önünü sonunu düşünerek ve ondan doğacak
bütün tehlikeleri bertaraf etmeyi gözeterek yapmak demektir. Bütün bunlardan
anlaşılmaktadır ki; hem ilim, hem iş yapma hikmetin en esaslı mânâsını teşkil
eder. Bütün bunlardan dolayı hikmet kelimesi, aşağıda görüldüğü çeşitli anlamlarla
tefsir edilmiştir:
1-
Sözde ve fiilde doğruyu tutturma (Mücahid'den İbnü Nüceyh). Söz, fikir ve
lafızdan daha geniş anlamlıdır. Fiil de, bu kalbin fiili, dilin fiili gibi
diğer amellerden daha geniş anlamlıdır. Herhangi bir hususta kalbinden geçirerek
ve dil ile söyleyerek, şu şöyledir demeli ve öyle yapmalı ve yaptığı işte
isabet de etmeli; işte bu bir hikmet olur. Şu halde yalnızca sözde doğru söylemek
tek başına hikmet olmadığı gibi, yalnızca işi doğru yapmak da hikmet değildir.
Sözde isabet etmek, o konu hakkında gerçek ve doğru olan hükmü vermek demektir;
o hükmün gerçekten o olayın hakikatına uygun düşmesi, yani gerçek bilgiye
dayanması, içinde bilgisizlik, hata ve yalan olmamasıdır. Harekette isabet
de, o işin hem özüne uygun olması, hem de gerçekte kendisinden beklenen sonucun
gereği gibi ortaya çıkması; yani kötülüğü gidermek, iyiliği elde edebilmek
şeklinde sonuçlanmasıdır ki, bunlara o işin hükmü, hikmeti, gayesi, garazı
veya illet-i gâiyyesi denilir. Hasılı sözde isabet hakka, fiilde isabet hayra
yöneliktir. Hikmetin hakikatı, başlangıcında ilmî anlamda, sonucunda ise amelî
anlamda her iki yönünün birlikte bulunması demektir. Bu mânâ daha başka şekillerle
de ifade edilmiştir. Şöyle ki:
2-
Hikmet hem bilgi, hem de iştir: Bilmek ve bildiğiyle amel etmektir. Bu ikisini
birlikte yürütemeyene hakîm denilmez. Mukâtil ile İbnü Kuteybe hikmeti böyle
anlamışlardır. Burada ilim, gerçek mânâsıyla ilm-i yakîn (kesin bilgi) demektir.
Yani bir şeyin özünü kavramış olmak demektir. Buna açıklık kazandırmak için
genel olarak "ilimde ve amelde ihkâm ve itkan" veya "tahkîk-i
ilim ve ihkâm-ı amel" tabirini kullanmışlardır. Zira ilmin muhkemliği
yakîniyet derecesiyle, amelin muhkemliği kendisinden bekleneni sağlamasıyla
ilgilidir. Bu önceki tarif bize gösteriyor ki hikmetli bilgi, tecrübe ile
desteklenmiş ve uygulanabilir özellikler taşıyan ilimdir. Hikmetli hareket
de bilimsel temellere dayalı olan ve bir ilmin ölçüsüne vurulduğu zaman doğru
olduğu kesinleşen ameldir. Hasılı hikmet, ilim ile iradenin karşılıklı işbirliği
sonucu fiil sahasına çıkması ve o fiilin de kendisinden bekleneni sağlamasıdır.
Bir başka deyişle hikmet, ilim ile sanatın birleşmesidir.
3-
Hikmet; ilim ve fıkıh demektir (Mücahid). Bu tarif öncekilerden başka bir
şeymiş gibi kabul edilebilirse de öyle değildir. Fıkıh kelimesi esas itibariyle
hikmet kelimesinden çok farklı bir anlam taşımaz, aslında bu ikisi birbirinin
benzeri gibidir. Mesela: "şunun hikmeti veya sırrı veya ruhu veya hakikatı
şudur" demek yerine, "fıkhı şudur" denilir. Hikmet gibi fıkıh
da birçok yönden ve ayrıntılı sebepler bakımından derin bilgi ve faydalı iş
anlamına gelir. Lügat anlamıyla fıkıh, amaç ve maksadı kavramak demektir.
O halde ilim katıksız bilgiyi, fıkıh o bilginin amacını anlamaktır ki, bu
anlam, işi de içine alır. "Allah kime hayır murad ederse onu dinde fakih
kılar." hadisi şerifi dahi, bu âyetteki hikmetten maksadın fıkıh olduğunu
ortaya koyacak bir delil olarak gösterilebilir. Dinde fıkıh ise, dinin amaçlarını
kavramak demek olur ki, bunun hakikatı da insanoğlunun kendi yararına veya
zararına olan hükümleri, haklarını ve görevlerini bilme melekesidir. Bu da
kendi kendini ve Allah katında kendisiyle ilgili olan hüküm ve kuralları tanıması
ve ona göre görev bilerek yapması ve bu gücü kendinde bulmasıdır. Şu halde
fıkhı olmayan ne kadar bilgili olursa olsun hakîm olamaz. Bu tarife göre,
şu da muhakkaktır ki, fıkıhtan başka ilmi olmayanlara da hakîm denilemiyecektir.
Gerçekten de fakih olabilmek için fıkhın dayandığı temellerin neler olduğunu
da bilmek şarttır. Bu da bütün ilim dallarıyla ilişkilidir. Fıkıh hem nazarî
(teorik), hem amelî (pratik) yanları olan bir ilim olduğu gibi, bir bakıma
bildiğini yaşama işiyle de yakından ilgili bir ilimdir. Yani ilmi ile amel
etmeyene gerçek anlamda fakih adı verilemez. Bundan dolayı ilim, tevhid ilmi
ve akaid gibi usûle ait, fıkıh da fürû' ve amele ait kabul edilince bu tarif,
hikmet-i nazariye (nazarî hikmet) ve hikmet-i ameliyenin (amelî hikmet) tamamına
uygun düşmüş olur ki; hasılı hikmet usûl ve fürû'u, ilkeleri ve amaçları,
özündeki bütün incelikleriyle bilip ne yapacağını tayin etmek ve bu bilgilerin
gereğiyle amel etmek anlamına gelir. Ancak fıkıhta, yalnızca bilgi söz konusu
edilirse o zaman bu tarif, hemen aşağıda gelecek olan dördüncü tarif gibi
olur.
4-
Hikmet varlıkların özündeki mânâları anlamaktır (İbrahim Neha'î). Mânâlar,
âyân (cevher) karşılığı olduktan başka, erken devirlerdeki İslâm âlimlerinin
dilinde "sebep ve illet" kelimesi yerine kullanılmakla etkili özellikler,
sebepler ve sonuçlar, daha doğrusu sebepler ve amaçlar demek olacağından bunun
özeti, varlıkların içyüzündeki gerçeği ve o gerçeğin gerektirdiği özellikleri
tanımak ve en etkili özelliği tanımak, o özelliğin değişik amaçlara nasıl
yönlendirdiğini anlamaktır. Yani varlıklar arasındaki sebep sonuç ilişkilerini
ve etkileşim düzenini izleyip, varlıkların özünü ve amaçlarını kavramak demek
olur. Bu tarif, amel ve uygulamayı hesaba katmamış ve hikmeti yalnızca bilgi
yönüyle ele almış olduğundan öncekilerden daha geniş kapsamlıdır. Çünkü iş
ve hareket alanına uygulandığı takdirde de doğruluğu ortaya çıkar. Fakat bilmeyi
ve anlamayı, varlıkların taşıdığı mânâlar ile sınırlayıp kavram ve kapsamını
genişlettiğinden dolayı bir bakıma özel anlamlıdır. Bilmek ve anlamak demek,
mütkan ilim (kesin bilgi) anlamında olup tümevarım metodunu da dile getirmiş
olur. Bununla beraber "vav" tertip anlamını gerektirmeyeceğinden,
aksine bir anlama da ihtimali vardır. Buraya kadar verdiğimiz bilgilerin hiçbiri
Allah'ın hikmet sahibi ve hakîm olmasıyla ilgili değildir. Zira Allah'ın ilmine
ve hikmetine "fıkıh" denilemiyeceği gibi, "ma'rifet ve anlamak"
da denilemez. Çünkü bu deyimler, öncesindeki bir bilgisizliği de îma ederler.
Demek oluyor ki, her marifet hikmet olmaz, işin özünü kavramak da şarttır.
Anlamak demek, bir şeyin akılla ilgili yanını kavramaktır. Eğer bu tarife
amel şartı ilave edilmiş olsaydı, o zaman böyle bir hikmetin sahibinin, herşeyi
yapabilmesi gerekirdi. O zaman da âyette geçen hikmet sözüne uygun düşmezdi.
Marifet ve anlamanın eklenmesiyle hikmet, Allah'ın sıfatının tarifinde sakınca
doğururdu. Bu tarif, bütün ilimlerin ve fenlerin bir temele irca edilmesiyle
hepsini aynı düzeyde ifade eden ve ilâhî hikmetin bilgisi denilen yüce bilgiye
uygun düşer. Meşhur olduğu üzere, hikmet bilgisinin "Varlıkların hakikatını
tanımak" diye tarif edilmesi de buna benzemekle birlikte bundan daha
dar anlamlıdır. Hakikatler, tabiatüstü olduğu gibi, amaçları da kapsamına
almaz. Lâkin insanoğlunda böyle bir hikmet bilgisi mümkün müdür? Herşeyden
önce marifet ve anlamak bilfiil değil de meleke ve kabiliyet olarak ele alınırsa
belki bu tarif gerçeği ifadeye yarar. Ayrıca Allah dilerse mümkün olur. Bu
anlamda bir hikmet bilgisi peygamberlerde ve büyük velîlerde bulunabilir.
Gerçekten de Kur'ân'ın birçok yerinde "hikmet" peygamberlik kavramıyla
birlikte bulunmaktadır ve çoğu zaman da onun yerine kullanılmaktadır. Nitekim
tefsir âlimlerinden Süddî bu âyette de hikmeti böyle tefsir etmiştir. Zira
peygamberlik hem ilmî, hem amelî yönden ilâhî ihsan eseri olan hikmetin en
yüksek mertebesini ifade eder. Bunun içindir ki, İbnü Rüşd, "Tehâfüt"
adlı eserinde, "Her peygamber hakîmdir, fakat her hakîm peygamber değildir."
diyerek bu hikmeti tarif etmiştir.
5-
Hikmet, Allah'ın emrini anlamaktır (Zeyd b. Eslem ve oğlu). Bu tarifte de
anlamak için kullanılan akıl, aslında nazarî akıldan da, amelî akıldan da
daha geniş bir anlam taşıyorsa da, insanın kendi işlerini kapsam dışı bırakmaktadır.
6-
Hikmet, anlamak demektir (Şüreyk). Bu bir lafzî tarif olmakla beraber diğer
tariflerin ortak yönünü almıştır. Demek ki, hikmetin en genel anlamı anlamaktır.
Mutezile bunu anlama gücü ve yeteneği şeklinde kabul etmişse de doğrusu anlama
yeteneği değil, anlamanın kendisidir. Aslında her ikisi de Allah'ın ihsanıdır.
Anlaması olmayan hakîm olamaz. Bu üç tarif (Yani 4. 5. ve 6.) hikmeti yalnızca
bilgi özelliğiyle ele almıştır. Bunlara karşılık, hikmeti yalnızca amelî değeri
ile ele alanlar da vardır. Şöyle ki:
7-
Hikmet, icad demektir (Ta'rifat-ı Seyyid'den). Hikmet sebep ve illetlere irca
edilen ve onunla ilişkili olduğundan, illiyetin hakikatı da yaratmak ve icad
etmek olduğundan, asıl hikmet icad demektir. Fakat bu tarif, her şeyden önce
Allah'ın hikmetine uygun düşmektedir. Bir de mutlak anlamda yaratmak yalnızca
Allah'ın işi olduğundan, hikmet yalnızca eserleri, sebep ve illetleri yaratmak
değil, aynı zamanda o sebepleri birbirlerine karşı çok yönlü fayda ve maslahatları
da gözeterek, bir uyum içinde ilişkilere yöneltmektir. Böylece birinci eser,
ikinciye, ikincisi üçüncüye ve sonsuza kadar ilk sebep ve illetin etkisine
doğru uzanan bir yol olur da eserlerin hepsi birbirlerine perçinlenmiş bir
halde aralarında sarsılmaz bir düzen kurulmuş olur ve buna "sünnetullah"
(Allah'ın sünneti) adı verilir. İşte hikmetin bütün sırrı bu kurulu düzenin
içindedir. Bundan dolayı hikmetin çeşitli isimlerinden biri de "Sünnet-i
muhkeme"dir. Hakk'ın nizamı, Hakk'ın şeriati, Hakk'ın dini ve bunlara
uymak, uymakla birlikte hakikatın ortaya çıkmasına vesile olan her güzel haslet
hep hikmettir. Ve yine bundan dolayı hikmetin bir mânâsı da sebeptir. İşte
bu yüzdendir ki, insanlarda dahi basit bir özellik kazandıran sebep ve illetler
bulunduğundan, bu hikmeti icad eden Cenab-ı Allah, dilediği insanlara da bundan
bir hisse bahşetmiş, yine kendi hikmetinin icabı olarak, insanlara da dış
görünüşte basit ve geçici bir düzen kurabilme gücü ve yeteneği ihsan eylemiştir.
Bu demektir ki, insanoğlu ortaya koyduğu düzende gerçek yaratıcı değilse de
ilâhî yaratışın ortaya çıkmasına bir araç olmak bakımından, aynı yolda O'nun
bir vekili durumunda olduğundan yine bir değer ifade etmektedir.
Özetleyecek
olursak, Fahruddin Razî'nin beyanına göre, bu mânâca Allah'ın hikmeti, her
zaman her yerde, kulların yararına olacak şeyler yaratması demek olduğu gibi,
kulların davranış ve eserlerinde de bu böyledir. İnsanların hikmeti de başka
kulların yararına olacak şeyler yapmak ve ortaya koymak, sünnetullah denilen
kâinat düzenini anlayıp ona göre keşif ve icadlarda bulunmak demektir. Yani
sadece kendisine yarayacak birşey değil, başkalarına da yarayacak eserler
ortaya koymasıdır. Ancak insanların haddi zatında yaratılmış ve birtakım sebeplere
bağlı olarak ortaya çıkmış oldukları bilinip dururken, birtakım keşif ve icadlar
ortaya koyan kimseler, kendilerini ilk sebep yerine koyup öyle sanırlarsa,
ilim açısından sonuçtan sebebe yol bulup geçememiş ve bir yerde takılıp kalmış
olacaklarından, dışa bağımlı olan zahiriyeden sayılırlar ve hikmet ehlinden
olamazlar.
8-
Hikmet, varlık düzeninde herşeyi yerli yerince koymak demektir ki, bu tarif
de görünüşte bütün varlığı açıklamaya yönelik olduğundan, bir bakıma ilâhî
hikmeti, ilâhî sıfatları topluca tarif sayılır. Ancak herhangi bir şeyi kendi
yerine koymak denildiği zaman, cüz'î hikmete de uygun düşeceğinden, insanların
hikmet özelliği için de geçerli olur. Ayrıca buradaki yerli yerine koymayı,
yaratılış anındaki ilk yerleştirmek veya yaratılmış olan mevcut düzendeki
yerinin ne olduğunu keşfedip kavramak şeklinde iki türlü anlamak da mümkündür.
Bununla beraber bu tarif, hikmetin, varlık düzeni içinde çeşitli varlıkların
yerini ve değerini anlamanın gerekli olduğunu dile getirmektedir. Bundan dolayı,
hiçbir sıra ve düzen gözetmeden ortaya konan icad, hikmet kavramının dışına
çıkmak olur. Bununla beraber bu tarif, yaratılmış varlık düzeni içinde kulların
ne gibi düzenlemeler yapabileceği açısından daha ziyade adaletin tarifi olmak
üzere meşhur olmuştur. Şu halde pratik açıdan hikmet adalet demektir. Amelî
hikmet denilen ahlâk ilmi, ahlâkı, ifrat ile tefrit arasında adalet temeline
dayandıran bu mânâyı almışdır.
9-
Hikmet güzel ve doğru işlere yönelmektir. Bu tarifte hikmetin, güzelliği ve
iyiliği hedef tuttuğu ve bu amacın sınırlı olmayıp sonsuza kadar durmadan
ilerlemeyi gerektirdiği ifade ediliyor. Bundan dolayı hikmetin bir meleke
ve bir huy olduğu kesin demektir. "Sonucu iyilik olan işi yapmaktır."
şeklindeki tarifi de buna çok yakın bir tariftir.
10-
Siyasette, insanın gücü yettiği kadarıyla yüce yaratıcıya benzemeye çalışmasıdır
ki, bu da ilmini bilgisizlikten, icraatını zulüm ve haksızlıktan, ikram ve
ihsanını cimrilikten, hoşgörüsünü bunaklıktan arındırmak ile mümkün olur.
Fahruddin Razî'nin tefsirinden alınan bu tarife göre, siyaset deyimi bu tarife
bir özellik kazandırıyor gibi görünüyorsa da, "Hepiniz çobansınız ve
her çoban sürüsünden sorumludur." hadîsi şerifinin anlamı derinden derine
düşünülürse, kapsamının genişliği iyice anlaşılır. Bununla beraber bu tarif,
daha ziyade hikmetin hakimiyet mânâsıyla olan ilişkisini ön plana çıkarıyor.
11-
Hikmet, Allah'ın ahlâkı ile ahlâklanmaktır. Bu tarif de yine Fahruddin Razî'ye
aittir. Nitekim bir hadîsi şerifte, "Allah'ın ahlâkı ile ahlâklanın."
buyurulmuştur. Fâtiha Sûresinde ilâhî ahlâkın bir tecellisini görmüştük. Nûn
Sûresinde Peygamber (s.a.v.) efendimiz hakkında, "Doğrusu sen büyük bir
ahlâk üzere yaratıldın." (Kalem, 68/4) buyuruldu. Bu âyet de bunun canlı
bir örneğini göstermektedir. İlahî ahlâk veya büyük ahlâk adı verilen şeyin
Kur'ân ahlâkı olduğu da tefsirlerde açıklanmıştır. "Ben ahlâk yüceliklerini
kemale erdirmek için gönderildim." hadîsi şerifi gereğince Hz. Peygamber'in
peygamber olarak gönderilişinin sırrı da bu noktada toplanmıştır. Şüphe yok
ki akıl, anlayış, iman, marifet ve ilim böyle bir ahlâklanmanın öğelerinden
değilse bile şartlarındandır. "Bunu ancak üstün akıllılar anlayabilir."
meâlindeki âyeti de bu anlama açıklama getirmiştir. Hikmetin kâh ilim, kâh
amel, bazen de her ikisi birden olmak üzere ele alınmış olması da bundan ileri
gelmektedir. Bundan dolayı sebepler ile sonuçlar, ilkeler ile amaçlar arasındaki
inceliklere ve ilişkilere dönük olan gerçekleri, hikmet ile uygulama arasındaki
sebep sonuç düzeni içinde görmek ve göstermek bakımından, ilk tariflerde dile
getirildiği üzere; hikmet, ilimde ve amelde sağlamlık, sözde ve işte isabet
diye tarif olunduğu zaman, hemen hemen bütün tarifler gözetilmiş olur. Bunun
gibi sebep durumunda olan birinci şıkkın varlıkta da önceliği olduğuna göre
ilim ile; sonra bu ilişkiden maksadın sonuç ve amaç olması, varlıkta sonra
gelen amacın bilgide önceliği bulunması bakımından "amel" ile tarif
edilmiştir. Fakat şunu gözden uzak tutmamak gerekir ki, sebep sonuç ilişkisini
ve bu ilişkide kötülükleri önlemek ve faydaları sağlamak kavramını daima gözetmek
durumunda olan hikmet, sonuçta amele yönelmeyen ve pratiği gözetmeyen ilme,
aynı şekilde ilimden etkilenmeyen amele ve her ikisinin birlikte iyiliği elde
etmek değil de kötülüğü hedef tutan kısmına uygun düşmeyeceğinden, bu çeşit
bilgiye hikmet denilmesi doğru olmaz. Bir bilgiye hikmet denebilmesi için
üzerinde faydalı bir işin eserinin görülmesi gerekir. Herhangi bir faaliyete
hikmet adı verilmesi de hem ilmî temellere dayanması ve ilmin gereklerine
uygun olarak ortaya konması, hem de kötülüğü ve zararı amaçlamamış olması
gerekir. Bundan dolayı, uygulama alanı olmayan herhangi bir nazarî bilgi bizzat
bir hikmet olmadığı gibi, tesadüflere bağlı olarak meydana çıkmış olan herhangi
bir iş de öyledir. Bunun için ilâhî hikmetin içinde ne kuru ve nazarî bilgi
vardır, ne de tesadüfe dayanan bir hareket, bir oluş. Bundan dolayıdır ki,
sebepler düzenine dayalı olarak kurulmuş olan bilginin hakikatı, tesadüf eder.
Çünkü tesadüf, gerçeğe ve bilinene göre değil, sebebini bilmeyen bilgisizliğe
göre tesadüftür. Tesadüf nazariyesi daima bilgisizlik nazariyesidir. Böyle
olduğu içindir ki, varlığın başlangıcı konusunda tesadüfe dönüşmekten kurtulamıyan
tabiat nazariyesi, tabiatın ilk başlangıç ve ilk sebep olduğunu savunan görüş,
her yönüyle ilim dışıdır. Ve bütün ilimlerin ve fenlerin akışına ters düşen
bir cehalet nazariyesidir. Gerçekten de bütün olayları ve oluşları ve bütün
yücelikleri bir bakıma tesadüfe bağlayan bir fikrin, ne kendisinde, ne eserinde
hikmet nasıl olur da söz konusu olabilir. Hikmet ve varlık düzenindeki sağlamlık
kesinlikle ilme, ilim de "âlim-i kül" (herşeyi bilen) ve "hakîm-i
mutlak" (mutlak hakîm) olan bir ilk sebebe dayanır. Ve âlemde görülen
hikmet, mutlak hakîm olan Allah'ın gücüne ve hikmetine şahittir. Ve insandaki
hikmetin temeli de işte O'na iman etmek, O'nu tanımaktır. İnsan hikmetinin
amacı da O'nun kurduğu düzendeki incelikleri, o düzenin kanun ve kurallarını
ve sebep sonuç açısından işleyiş şeklini anlamaya çalışmak, ona uygun davranmak,
onun ahlâkıyla ahlâklanmak ve her işinde doğru ve faydalı olanı yapmaktır.
Demek ki ilk sebep olan Allah Teâlâ ile yaratılmışlardan her birinin iki türlü
ilişkisi vardır. Birisi O'na, doğrudan doğruya O'na bağlanan sebep ilişkisidir
ki, her şeyin kendine mahsus olan özelliği buna bağlıdır. Eğer bu özel sebep
ilişkisi ve bağı olmasaydı varlıkta hiçbir şey, diğerinden ayrıcalık kazanamaz,
ferdî özelliği ve ferdî kişiliği olan varlıklar gerçekleşemezdi. Bu nokta,
müminin Allah'a tevekkülünün, yüce gücüne ve mucizelere imanının temelidir.
Burada akıl değil, yalnızca iman hakimdir.
Diğeri
ise şimdiki zamandan ezele, ezelden ebede doğru zincirleme olarak akıp giden
bir sebepler ve sonuçlar ilişkisidir ki, bunda bütün varlıklar birbirlerine
tutunarak bir bütün hâlinde yaratılışın başlangıcı ve sonucu itibariyle Allah'a
dayanır. Bu da ilâhî hikmet meselesidir ve akıl ile ilmin alanıdır. İnsanoğlunun
hikmeti, genel ve özel karakterli bu iki türlü ilişki ve bağlantının gözetilmesine
uygun düşecektir. Bu ikisi birlikte gözetildiği takdirde akıl ile kalb birleşecek
ve o zaman insan, insan-ı kâmil olacaktır. Ve insan-ı kâmil olanlar ebediyete
kadar varlıkta bir hakimiyet sırrına nail olurlar da hiçbir zaman bunu kendilerinden
bilmezler ve kendilerine mal etmezler, kendilerinde meydana gelen o hâli,
ilâhî hakimiyetin bir akışı olarak tanırlar. Nitekim Hz. İbrahim ölüyü diriltme
sırrına erdiği halde, "Ben diriltiyorum, ben öldürüyorum." demedi
de "Rabbim diriltiyor, Rabbim öldürüyor." (Bakara, 2/258) dedi.
Halbuki Nemrud, bir mülke nail olmakla, "Ben diriltirim, ben öldürürüm."
şeklinde iddiaya kalkıştı. "Üstün akıllılardan başkası düşünüp anlayamaz."
İnsanlarda
hikmetin başı olan akıl, yalnızca ilâhî bir ihsan olduğu gibi, şeref ve güç
kaynağı olan kalb de yine ilâhî bir ihsandır. Bunlar doğrudan doğruya Allah'a
dayanırken, bunların eserleri olan fiil ve hareketler de kesb (kazanma, çalışma)
sebeplerine bağlı olarak hem doğrudan doğruya, hem dolaylı olarak yine ilâhî
ihsan eseridir. "O dilediğine hikmeti verir." ifadesi, kayıtsız
şartsız her iki ilişkiyi birlikte ifadeye yöneliktir. âyeti de zekâ itibariyle
vehbî olana, düşünme itibariyle kesbî olanla vehbî olana, her ikisine birlikte
bir uyarıdır. Demek ki sırf kendi kerem ve fazlından Cenab-ı Allah, dilediğine
hak ile batılı, şeytanî olanla rahmanî olanı anlayıp ayırd edebilecek ve ona
göre doğru olanı yapacak, kötülüğü giderip iyiliği elde edecek bir hikmet
ve hakimiyet bahşeder. Hikmet ise bir sonuca birçok sebebin etkili olabileceğini
gerektirdiğinden "çok hayır" demek olur. Fakat bilgi ve anlayış,
sağlam iş için bir sebep ve şart olmakla beraber, yine tam ve yeterli bir
sebep değildir. Bundan dolayı akıl ve anlayış sahiplerinin, kendi kesb ve
gayretleriyle düşüncelerini ve iradelerini kullanmaları da hikmet açısından,
bu hakimiyete ve çok hayra erebilmek için şarttır. Bu şekilde her akıl sahibinin
kendi akıl derecesine göre hikmetten bir hissesi vardır. Her zaman insanoğlu,
şeytanî telkin ile rahmanî telkini anlayıp ayırd edebilmek için, işin başlangıcında
aklını ve düşüncesini uyanık tutmak zorundadır. Daha sonra bu düşünce ve o
hikmet ilâhî feyzin de yardımı ile insanda bir meleke oluşturur ve nihayet
insan derecesine göre, ilâhî ahlâk ile ahlâklanır. Pratik aklı gelişir, kuvvetlenir;
dolayısıyla bildiği ve yaptığı şeyler gerçekten ve doğruluktan şaşmaz olur.
Şu halde düşünceyle pratik bilgiye sebep olması bakımından, hikmetin ön şartı
sayılabilir. Bunun için nazarî ilim, hikmetin başlangıcı sayılarak "nazarî
hikmet" adını almıştır. Lâkin yalnızca nazarî bilgiye saplanıp kalmak,
yolunu şeytana kestirmek demektir; bu olsa olsa filozofluktur. Yani hikmetin
kendisini değil, hikmetin lafını etmektir. Sırf felsefe ile uğraşmanın ayıp
sayılması da bundandır. Bunların pek çoğunun sözü işine uymaz. O zaman sözü
doğru ise, yaptığı yanlış; yaptığı doğru ise söylediği yanlış olacağından,
bunların varlıkları bir çelişki ortaya koyar. Bu tutumları yalnızca kendilerini
perişan etmekle kalmaz, başkalarını da yoldan çıkarır, bunlar şeytan ve şeytanlık
kavramının kapsamı içine girerler. Bundan sakındırmak için, "Siz faydalı
bilgiyi isteyiniz ve faydasız ilimden Allah'a sığınınız!" buyurulmuştur.
İşte birçok âlimlerin, hikmeti tarif ederken amelde ısrar etmeleri, bilgiyi
abesle iştiğalden ayırd etmek ve faydalı olanı elde etmek amacını gerçekleştirmek
içindir. Zira ilim ve marifet pek yüksek bir şey olmakla beraber, lafta ve
uygulama dışı kaldıkça ya da uygulamada onun tam zıddı ortaya kondukça, boşuna
bir uğraştan başka birşey olmaz. Amel denilen şey olmasaydı, bilginin bilgi
olduğu gerçekleşemezdi. Allah Teâlâ bile kâinatı bilip de yaratmasaydı hikmeti
mevcut olmazdı. Allah'ın ahlâkı ile ahlâklanmak sözü de bu noktada çok önemlidir.
Buna karşılık diğer bir kısım âlimlerin, tarifte ilmi ön plana almaları da
ilimsiz amelin hikmet olamayacağını bilhassa vurgulamak içindir. Yoksa herhangi
bir işi ve faaliyeti hedef tutmayan, varlıkta gerçekleşmesi hayır hedefine
yönelik olmayan ilme de hikmet demek için değildir. Demek ki asıl hakikat
ikisinin birleşmesindedir. O halde önceki tarifleri esas olarak almak, sonrakileri
de onların birer yönden açıklaması görmek gerekmektedir. Bundan dolayı, ilim
ile ameli, hikmetin birer çeşidi gibi değil, birer parçası olarak kabul etmek
gerekir. Yani hikmet denilen şey, ya gerçek bilgi, ya doğru hareket değil;
doğru bilgi ile doğru hareketin bütünüdür. Bunların her birine tek başına
hikmet denilmesi mecaz, ya da ıstılahtır. Bu açıklama ile amelin imandan bir
cüz (parça) olmadığı halde, dinden cüz olmasının önemi de ortaya çıkar. Böylece
akıldan sonra, anlamak ve düşünmek hikmetin şartı olduğundan pratik bilgiden
önce nazarî bilginin dahi insan hikmetinin bir cüz'ü değilse bile bir başlangıcı
olacağı ve bunun mutlaka pratik bilgiyi, onun da faydalı ve hayırlı olan ameli
hedef tutması ve "Ben cinleri ve insanları yalnızca bana ibadet etsinler
diye yarattım." (Zâriyat, 51/56) âyetinde de işaret buyurulduğu gibi,
bilgiden kulluğa geçilmesi gerektiği yolundaki ilâhî hikmetin gerçekleşmesinin
önemi anlaşılır ki, İslâm fıkhının üslubu da zaten budur. Herhangi bir konuda
nazarî bakımdan derinleşmek ve orada saplanıp kalıp amel ve faaliyet alanına
geçememek hüsran demektir. Aslında nazarî anlamda hikmet, objektif ve sübjektif
yönleriyle varlıktaki ilâhî kanunların akış şeklini gözlem konusu yapmak ve
onlardan düşünüp bir sonuç çıkarmaktan meydana gelir. Kâinat bir hikmet kitabıdır.
Kur'ân ise bu hikmetin ilâhî dille oluşumunu anlatır ve hatırlatır. Kâinat
bir hâl, Kur'ân ise bu hâlin başı ve sonudur; akıl sahipleri şimdiki hâli
görüp, öncesini ve sonrasını da akılla kavramaya çalışmalı ve böylece hikmete
ermelidir. Şimdiki hâli görmemek veya onun içinde boğulup kalmak, ondan öncesine
ve sonrasına intikal edememek veyahut edip de bir yerde yine takılıp kalmak,
baştan sona kadar hikmet düzenini takip etmemek, ettikten sonra da onun icabına
uygun olarak hareket etmeyip aksine davranmak, işte bunların hepsi hikmete
aykırı düşen şeylerdir. Bu şekilde hikmetin başı ve başlangıcı varlıklara
dikkatli bir gözle bakabilmek, tanıyabilmek, kavrayıp üzerinde düşünebilmek
ve bir sonuca varabilmektir. Bu bakımdan hikmetin başlangıç noktası ilim,
ortası din, ibadet ve tâat, sonu da ahiret mutluluğudur. Bunun içindir ki
hikmet çok hayrı içine alır. Bu mânâları tesbit için de denilmiştir ki:
12-
Hikmet, Allah'ın emirlerini düşünmek ve ona uymaktır. (İbn Kasım'dan Kuşeyrî).
13-
Hikmet Allah'a tâat, fıkıh ise din ve ameldir (Kuşeyrî). Buraya kadar verdiğimiz
bu onüç tarif, hikmetin mânâsını, efradını cami', ağyarını mânî bir şekilde
anlamaya yeter. Fakat daha ziyade aydınlanabilmek için şunları da gözönünde
bulundurmalıyız ki, her birinde başka bir fayda bulunmaktadır:
14-
Hikmet bir nurdur ki, vesvese ile gerçek makâm arasındaki fark bununla kestirilir.
(Ebu Osman).
15-
Doğru ve hızlı karar verebilmektir. (Bündar İbni'l-Hüseyn).
16-
Doğruya iletmektir. (Fadıl).
17-
Ruhların sükûn ve güvenliğinin son durağıdır. (Kettanî).
18-
Sebepsiz işarettir. Yani öncesinde herhangi bir illet ve sebebe bağlı olmadan,
Hak Teâlâ'dan kayıtsız şartsız vârid olan, içinde şek ve şüphe, zaaf ve fesat
ihtimali bulunmayan, niçin ve neden diye sormaya hacet bırakmayan işarettir.
19-
Bütün hallere hakkı tanık tutmaktır.
20-
Din ve dünya düzenidir.
21-
Ledünnî ilimdir.
22-
İlham vârid olması için sırrı saklamaktır.
23-
Bunların hepsidir.
Görülüyor
ki bunların bir kısmı hikmet, ilim ve ameldir derken, bir kısmı da meseleyi
kalbe ve vicdana dayamışlardır. Gerçekten de ilim ve amel, akıl ve irade söz
konusu edilirken, hakikatte ikisinin birleşme noktası olan vicdandaki duyguları
hesaba katmamak doğru olmaz. Çünkü, "Bunu lüb sahibi (üstün anlayışlı)
olanlardan başkası anlayamaz." âyetindeki "lüb" kavramıyla
aklın bu özüne işaret edilmiştir. Bilincin bilinci demek olan vicdan, nefsin
kendini kendinde olduğu gibi bulmasıdır ki; bunun aşamaları nefsin, zamanın
akışı içinde kendi varlığını tanımasını sağlar. Her nefis, kendi vicdanına
bir göz atışta, kendi varlığının ikilik içindeki birliğini görür ki; biri
bulan nefis, öbürü bulunan nefistir. Bulan kim, bulunan kimdir? Burada hayret
verici bir vahdet (birlik) sırrı kendini gösterir. Kalb denilen şey de işte
nefsin bu birlik merkezidir. Yürek denilen cismanî kalb, bedendeki dolaşım
sisteminin, sinirlerin ve adelelerin çeşitli dokularına sahip olduğu gibi;
ruhanî kalb de böyle bir çalışma ve iletişim sisteminin merkezidir. Cismanî
kalb nasıl periyodik hareketlerle sürekli olarak bir açılıp büzülme nöbetini
tekrarlıyor ve cismanî hayat onun bu açılıp büzülmesi sayesinde sürüyor ve
ona borçlu bulunuyorsa, ruhanî kalb de böyle bir manevî açılıp kapanmanın
sürüp gitmesi içinde varlığını sürdürür. Manevî hayat bu bir anlık atışların
merkezi olan vicdana borçlu olarak varlığını sürdürür. Her iki mânâsıyla hayatın
kökü, kalbin temayüllerine ve atışlarına bağlı kalır. Cismanî kalbin açılıp
büzülmesi, akciğerlerin havadan nefes alıp vermesinden görünüşte nasıl bir
güç alıyorsa; iç dünyamızda ruhanî kalb de açılıp büzülmesinde "ruh-ı
emrî" ile rahmâniyetin nefeslerinin yardımından feyz alır. Rahmânî nefeslerin
çekilmesi bir büzülme, akışı ise bir genişleme ve ferahlama ifade eder. Buna
ruh ilminde "kabz ve bast hali" adı verilir: "Allah kabzeder,
bast eder." (Bakara, 2/245) âyeti buna işaret eder. İnkıbazın inbisata
(büzülmenin genişlemeye) dönüştüğü vicdan ışıltıları ruhta bir haz ve ferahlık,
inbisatın inkıbaza dönüştüğü vicdan anları da ruhta bir elem ve sıkıntı doğurur.
İnkıbaz, ruhî kalbin kendine dönüşü, duyduğu acı da bu dönüş içinde yok oluştan
azıcık tadışıdır. İnbisat ise kalbin, rahmânî nefeslere kavuşması, aldığı
haz ve lezzet de bu kavuşma içinde varoluşu tadışıdır. İlâhî kabz, insan ruhuna
bir önceki imdadı yutturup, asıl hasleti olan yokluğu tattırmak üzere, kalbi
kendine döndüren bir terk ve yöneltmedir. İlâhî bast ise, bunun aksine kalbi
kendinden alıp varlığı tattıran bir imdattır. Bunun içindir ki, insan kendi
kendine terk edildiği zaman pek ziyade kabz hâline dönüşür ve acı duyar da
kendisini her şey zanneden o azgın insan o anda Hak'dan azıcık bir imdat almak
için kıvrandıkça kıvranır. Hasılı hayat gerek dışta, gerek içte Hak ile böyle
sürekli bir alış veriş içindedir. İnkıbaz hâlinin sürüp gitmesi bir hastalık
(melankoli) demek olduğu gibi inbisat hâlinin de sürüp gitmesi yine bir hastalıktır.
İnkıbaz-ı küllî de, inbisat-ı küllî de ölüm demektir. Biri boğar, biri çatlatır.
Sağlıklı hayat kalbdeki inkıbaz ve inbisatın nöbetleşe olarak sürüp gitmesinde;
kâh elem, kâh haz şeklinde durmadan değişmesindedir. Geleceğe göre hikmet,
ümitsizlik ile ümidin dengede durmasında, ümitle korku arasında (beyne'l-havfi
ve'r-reca) kurulan uyumdadır ve bu uyumun sağlamlığındadır.
Hikmetin
mastar mânâsı açıklanırken, isim anlamlarından birçoğu da bu arada dolayısıyla
anlatılmış oldu ki, bunların bir kısmına özel olarak, bir kısmına da genel
olarak hikmet adı verilir. Bundan dolayı sağlam bilgi, güzel huy, faydalı
sanat, herkesin faydasına olan hizmet, sebep ve sebebiyet, bir kötülüğü önlemek
veya bir iyiliği elde etmek için yapılan herhangi bir şey, ibret ve ders almayı
gerektiren herhangi bir söz ve nasihat, tuhaf bir şeyin sırrını anlamaya yönelik
çaba, peygamberlik, sağlam gelenekler, Allah'ın değişmez kanunları, Peygamber'in
sünnetleri, şeriat, din, kitap, Kur'ân, İncil. İşte bunların her biri hikmetin
çeşitli mânâlarından birer tanesidir.
Mukatil'den
rivayet olunuyor ki, "hikmet" Kur'ân'da dört türlü tefsir edilir:
1-
Kur'ân'ın öğütleri mânâsına ki, Bakara Sûresi'nde, "Ve Allah'ın size
indirdiği kitap ile size öğüt vermek için indirdiği hikmet..." (Bakara,
2/231) bu mânâyadır.
2-
Anlamak ve bilmek anlamına hikmet ki, "Andolsun ki, Biz Lokman'a hikmet
verdik." (Lokman, 31/12) âyetinde olduğu gibi.
3-
Nübüvvet (peygamberlik) mânâsına hikmet ki, "Gerçek şu ki, Biz İbrahim
soyuna kitap ve hikmet verdik." (Nisa, 4/54) ve "Ve Allah Davud'a
hükümdarlık ve hikmet verdi." (Bakara, 2/251) âyetlerinde bu anlamadır.
4-
İnce sırları ile Kur'ân demektir ki, "Rabbinin yoluna hikmetle davet
et." (Nahl, 16/125) ve yine bu âyetteki "Her kime hikmet verilmişse
ona çok hayır verilmiş demektir." bu anlamdadır.
Fahruddin
Razî de bu dört mânânın, iyice araştırılınca "ilim" mânâsına geldiğinin
anlaşılacağını söylemiştir. İbnü Mes'ûd, Dahhâk ve daha başkalarından bu âyette
hikmetten muradın Kur'ân olduğu rivayet edilmiştir. Ayrıca Abdullah İbnü Abbas'dan
gelen bir rivayette, "Kur'ân'ın nâsih ve mensuhunu, muhkem ve müteşabihini,
mukaddem ve muahharını bilmektir." diye; İbrahim, Ebu'l-Âliye ve Katade'den,
"Kur'ân anlayışı" diye; Hasen'den "Dinde takva = " diye;
Rebî' b. Enes'den "haşyet" diye tefsir edildiği de nakledilmektedir.
Bunlar da daha yukarıda kaydettiğimiz mânâlara eklenince toplamı yirmi dokuz
çeşit tefsire ulaşır. Bunların bir kısmı masdar, bir kısmı hasılı masdar,
bir kısmı da isim cinsinden kelimelerdir. Tariflerin bir kısmı ilme, bir kısmı
amele, bir kısmı da her ikisine birden raci olduğundan buraya kadar yapılan
açıklamalar da kısmen tarife, kısmen misale ait olmak üzere tariflerin toplamından
üç farklı tefsir şekli çıkar:
1-
Faydalı amele götüren bilgi,
2-
Bilgiye dayalı olarak ortaya konan faydalı amel,
3-
İlimde ve amelde ihkâm (sağlamlık).
Bir
başka deyişle, sözde ve işte isabet veya ilim ve fıkıh mânâlarıdır. Bu mânâlar
birbirlerinin yakını ve gerekçeleri durumundadırlar, hikmeti bunlardan birine
mahsus kılmaya hiçbir ipucu yoktur. "Lâm"ın ahde hamledilmesi ile
hikmetin, nübüvvet ve Kur'ân mânâları ihtimal dahilinde, ve , yani "dilediğine..."
ve "çok hayır" gibi ifadeler buna bir ipucu gibi ise de âyetin gerek
yukarısı ile bağlantısı, gerekse "bunu üstün akıllılardan başkası anlamaz"
şeklindeki sonucu ve ayrıca bunun kesbî ilimlere de işarette bulunması, genel
anlamda hikmet cinsinden olan herşeyi kapsamı içine aldığında şüphe ve tereddüde
yer kalmaz. Tefsir ilminde otorite sayılan âlimlerin tercihleri, bu üç mânâdan
mastar veya hasılı mastar olarak hiçbirine tahsis etmeden tefsir etmişlerdir.
"Çok hayır" diye övgüye layık kılmaktan da anlaşılacağı gibi, yukarıda
açıkladığımız şekilde çok hayır, ancak ilimle amelin birleşmesinden doğar.
Kötülüğü önlemek, iyiliği elde etmek şeklindeki esas anlamının bilfiil gerçekleşmesi
de buna bağlıdır. Her çeşit hikmet Allah'ın ihsanıdır, fakat "çok hayır"
kâmil hikmettedir. Ekmel hikmet de "hayr-ı kül"dür.
270-
Cenab-ı Allah'ın lütuf ve rahmeti işte böyle geniştir. Fakat Allah Teâlâ'nın
bu irşadlarını ancak "ülü'l-elbâb" olan, yani ilmiyle âmil olan
hikmet ehli ve derin düşünceliler anlar. Bunlardan başkası ilâhî telkinler
ile şeytanî telkinlerin arasındaki farkı anlayıp ayırdedemezler. Allah'ın
infak emrindeki ve diğer emirlerindeki incelik ve hikmetleri, ilâhî ihsan
ve ikramların genişliğini takdir edemezler. Onlar şeytanın vesvesesine aldanabilirler;
çünkü kalbleri bozuktur, düşünceleri çürüktür, lübsüzdürler, yani işin özünü
kavrayamazlar. Ayrıca Allah, "alîm" olduğu için, az veya çok, iyi
veya kötü, gerek Allah yolunda, gerek şeytan yolunda her ne niyyetle, her
ne türlü nafaka harcar veya infak ederseniz veya ister ibadet ve taat, ister
masiyet ve günah uğruna ne adak adarsanız, nezir yaparsanız, onu da şüphesiz
Allah bilir. Ona göre ne yapacağını da bilir; iyiye iyi, kötüye kötü ecir
ve ceza verir. Bundan dolayı Allah'dan bir şey gizlenir sanıp da kötülüğü
ibadet ve taat, ibadet ve taatı da masiyet yerine koymamalıdır. Allah'ın hakkını,
kulların hakkını hiçe sayarak ve çiğneyerek insan, ne başkalarına, ne de kendi
kendine zulüm ve haksızlık etmemelidir. Çünkü genellikle zalimler çıkarına
yardımcı cinsinden bir kişi, bir şefaatçi yoktur. Allah'ın azabı o zalimleri
yakaladığı gün, hiçbir taraftan bir kimse çıkıp da onlara yardımcı olmaz ve
olamaz. Zulüm herhangi bir şeyi, hakkı lâyıkı olan yerin dışına koymak demek
olduğundan, iyilik tohumu ekmek için yapılması gereken infakları günah ve
kötülük uğruna harcayarak şer tohumu ekmek veya ibadet ve taata harcanması
lazım gelen adakları, masiyetlere harcamak, mal varlığını gizleyip borcu olan
vergileri ve zekâtları vermemek veya adayıp da adağını yerine getirmemek veya
kötü ve işe yaramaz şeyler infak etmek veya daha başka yollarla insanların
haklarını yemek suretiyle zulmedenler en çok kendilerine yazık etmiş ve zulmetmiş
olurlar. Allah'ın kurduğu hikmetli düzen, bir gün bunları elbette yakalar
ve cezaya çarptırır. İşte o gün onlara bir taraftan bir yardımcı çıkıp da
el uzatmasına ihtimal bile yoktur. Allah'ı saymayan o zalimlerin, her şeye
gücü yeten Allah Teâlâ'dan imdat beklemeye de hakları yoktur. Allah'ın herşeyi
kuşatmış olan bilgisi, onların hiçbir niyetini, hiçbir hareketini kaçırmayacağından,
hikmet gereği olarak lâyık oldukları cezalarını bulurlar. Burada, "Hikmetin
başı Allah korkusudur." hadisinin anlamına işaret vardır. Zira Allah'dan
korkmayanlar her zaman korkulacak akıbete uğrarlar. Hikmetin, iyiliği elde
etmek mânâsı, Allah sevgisine bağlı olduğu gibi, ondan daha önce gelen kötülüğün
önlenmesi mânâsı da Allah korkusuna bağlıdır. Saygısız bir ilişki; severken
sevilmek arzusundan ve sevilmemek korkusundan etkilenmeyen, kaybolmasından
korkulmayan ve endişe duyulmayan, laubali ve ciddiyetsiz bir ilişki; sevgi
değil, bir eğlencedir. Sevdiğinin rızasını gözetmeyen ve onu her fenalığa
razı olur sanarak, hiçbir hareketten nefret ve iğrenmesini hesaba katmayan
ve bütün bu tarz düşüncelerinden dolayı, ona karşı hiçbir edepsizlikten korkup
çekinmeyen bir kimsenin seviyorum iddiasında bulunması, bir oyun ve eğlenceden
başka ne olur? En yüksek, en hassas sevgi, en küçük bir karşı gelmeye meydan
vermemek için itreyen ve bu titreyişten en yüksek bir edep ve terbiye ilhamı
alan kalbin sevgisidir. Ayrıca izzetinefsi olmayan sevgilinin ne seveninde,
ne de sevgisinde bir değer ve anlam yoktur. İzzet ve şerefin ilk hükmü ise
heybet, vakar, saygı ve korku telkin etmesidir. Sevginin gereğini yerine getirmeye
lâyık, muhabbeti küstahlığa çevirmeye engel olacak böyle bir ihtişam ve korkudan
yoksun olan muhabbet iddiaları, yalandan ve tehakküm etme duygusundan başka
bir şey değildir. Hiçbir sevgi tasavvur edilemez ki, onda en derin elemlerin
ve lezzetlerin çatışmasından çıkan ateşli bir heyecan bulunmasın. Gerçek aşığın
kalbi en büyük savaş meydanlarından daha fazla heyecanlı, en büyük zevk meclislerinden
daha neşelidir. Hicran (ayrılık) ile visâl (kavuşma)ın çarpışmadığı hiçbir
sevgi anı düşünülemez. Elektrikte müsbet (artı) ve menfi (eksi) iki zıt akım
birleşmedikçe faydalı bir akım meydana gelmediği gibi, kalbde de elem ile
haz, korku ile muhabbet kaynaşmadıkça sevgi akımı meydana gelmez. Göz yaşıyla
temizlenmedikçe hikmet nuru hasıl olmaz. Bundan dolayı Allah sevgisi, hem
bilgiyi, hem ameli güzel bir sonuca ulaştıran hikmetin bir kanadı olduğu gibi,
Allah korkusu da ilim ve ameli her türlü kötülükten ve bozukluktan koruyan
hikmetin başıdır. Ayrıca aşkta sevgi ve muhabbet yükseldikçe korku ve endişe
de yükselir. Yükselmenin zevk ve heyecanı, düşmenin korkusuyla orantılıdır.
Huzurun şartı, gıyabın şartından ayrı olduğu gibi, yakın olmanın şartları
ile uzak olmanın şartları da başka başkadır. Bunun içindir ki Allah sevgisine
mazhar olan ve yalnızca sevmiş değil, ayrıca sevilmiş olduklarını da bilen
büyükler, "Onlar için hiçbir korku yoktur, mahzun da olmayacaklar."
(Yunus, 10/62) müjdesini aldıkları halde, "İyiler için hasenat sayılan
birtakım hâl ve hareketler vardır ki, bunların en yakınlardan sudur etmesi
kabahat sayılır." endişesinden dolayı onlar, her an hasenatlarının kabahat
sayılması tehlikesini bildiklerinden, söz konusu yakınlığın gereği olan en
yüksek korku derecesinde bulunurlar. Öyle işler vardır ki, küçüklerden sudur
etmesi onlara derece kazandırırken, büyüklerden sudûr etmesi -Allah korusun-
büyük bir cinayet sayılır. İşte Cenab-ı Allah hikmeti açıkladıktan sonra,
bu korku mertebelerine işaret etmek üzere önce, "Bunu üstün akıllılardan
başkası anlamaz." sonra, "Muhakkak ki, Allah onu bilir." daha
sonra da "Zalimlere hiçbir yardımcı bulunmayacak." diye işaret ve
delâletten sarahata doğru üç dereceli birer ihtar ve uyarıda bulunmuştur.
271-Şimdi
gelelim sadakaların veriliş şekline: sadakaları nasıl vermeli, gizli mi yoksa
açık mı diye bir soru akla gelebilir. Gerçekten de işbu âyeti indiği zaman
Peygamber Efendimize, "Sadakanın gizlisi mi efdal, açığı mı?" diye
sual sormuşlardı. Buna cevap olarak şu âyet nazil oldu: Eğer sadakaları açıkça,
alenen verirseniz,
SADAKA:
Farza da, nafileye de sadaka denilir. "Sen onların mallarından sadaka
al ki, onları tertemiz yapmış olasın." (Tevbe, 9/103) ve "Hiç şüphesiz
sadakalar fakirler... içindir." (Tevbe, 9/60) âyetleri farz olan sadakalar
hakkındadır. Bunun gibi, "Kişinin evlâd ü iyaline nafakası da sadakadır."
hadisi ile bildirilen nafakanın da farz olan nafakalardan olduğuna hükmedilmiştir.
Fakat zekât tabiri yalnızca farza aittir. Dilbilimciler demişlerdir ki, sadakanın
aslı olan maddesi, bu tertip üzere bir sıhhat, doğruluk ve mükemmellik anlamına
gelen bir köktür. Bu maddenin sıdk (doğruluk), sadîk (dost, arkadaş), sâdık
(doğru olan) bütün türevlerinde bu anlam bulunmaktadır. Hatta, nikâhtaki mehre
sadaka denilmesinin sebebi de nikâhın bununla tekemmül etmesi dolayısıyladır.
Zekâta sadaka denilmesi de iki bakımdandır: Birisi malın arındırılması ile
sıhhata ve kemâle delâlet etmesidir, diğeri de zekâtı verenin imanda sıdk
ve samimiyet sahibi olduğuna delâlet etmesidir. Her sadakada bu anlamlar vardır.
İşbu daki lâm-ı târifin istiğrak veya ahd-i haricî mânâlarından hangisi olduğu
hakkında birkaç görüş vardır. Müfessirlerin birçoğu ahd için olup yalnızca
nafile sadakalara ait olduğu görüşünü öne sürmüşlerdir. Çünkü farzlarda açıkça
vermenin daha efdal olduğu bilinmektedir. Bu arada bir kısım müfessirler de
ahd için olmakla beraber yalnızca farz sadakalara ait olduğu görüşünü savunmuşlardır.
Bu takdirde, ifadesi de "daha hayırlı" demek olmayıp "sizin
için bir hayırdır" mânâsına yorumlanmıştır. Fakat başta Hasan Basrî hazretleri
olmak üzere diğer bir kısım müfessirler "istiğrak lâmı" olarak farzdan
da, nafileden de daha geniş kapsamlı olduğu görüşünü ileri sürmüşlerdir ki,
muhakkikin (kritikçiler) adı verilen otoritelerin görüşü de budur. Ebu's-Suûd
ile daha bir kısım müfessirlerin açıklamasına göre, âyette bu mânâ üzere güzel
bir taksim üslubu vardır. Açıkça vermenin güzel bir şey olduğunu bildiren
birinci şık, farz olan sadakalar hakkında, gizli vermenin daha hayırlı olduğunu
bildiren ikinci şık da nafile olanlar hakkındadır. Ayrıca bir insanın zekâtının
hepsini açıktan vermesi, servetinin tamamını belli edeceğinden, bazı zamanlar,
hele bazı şahıslar hakkında birtakım insanların haset ve kıskançlıklarını
çekeceğinden, onları tahrik ederek zarara sebep olabilir. O zaman malını gizlemek
efdal olacağından, zekâtını da gizli vermek efdal olur. Bu bakımdan mal, mülk
dahi iki kısımdır: Birisi hayvanat ve ekili, dikili araziler gibi genellikle
gizlenmesi kabil olmayan mallardır ki, bunlara emvâl-i zahire (açıktaki mallar)
denilir. Bunların farz olan sadakalarını gizlemek de zaten bir fayda yoktur.
Diğeri nakit paralar gibi gizlenmesi mümkün olan mallardır ki, bunlara da
emvâl-i bâtına (gizli mallar) denilir. Bir sakınca bulunmadıkça bunların zekâtını
da açıkça vermek daha faziletlidir. Fakat işaret olunduğu üzere bir sakınca
bulunduğu ve mesela açıktan verildiği zaman lâyık olan yere gitmeyeceği takdirde
bunu da nafile sadakalar gibi gizli vermek efdal olur. Yoksa nafile sadakaları
gizli vermek, açıkça vermekten yetmiş kat daha efdal; farzda da açıkça vermek,
gizli vermekten yetmiş kat efdal olduğu açıkça beyan olunmuştur ki, âyet de
bediî bir üslup ile bu taksimî ifadeye yöneliktir. Allah da açık, gizli her
ne yaparsanız haberdardır. Bundan dolayı Allah'a bildirmek için sadakalarınızı
dünyalara ilan etmeye kalkışmakta bir mânâ yoktur, gizlemek daha samimî olur.
Bu
yüce âyetin mazmunu üzere sadakaların açıklanması, gizli tutulmasından her
birinin durumuna göre, hangisinin daha efdal olduğu hakkında genellikle şer'î
delillere dayandırılarak elde edilen sonuçlar aşağıda görüleceği üzere müfessirler
tarafından açıklanmıştır:
Nafile
sadakalarda gizliliğin efdal olduğu: Önce gizli vermek, riyadan ve "desinler"
düşüncesinden uzaktır. Peygamber (s.a.v.) efendimiz, "Allah, ne desinler
diye hayır yapan süm'acıdan, ne gösteriş yapan mürâîden, ne de minnet altında
bırakan mennândan hiçbir şey kabul etmez..." buyurmuştur. Sadakasını
söylemeye ve elâlem ortasında vermeye kalkan da riyâ ve süm'a peşinde dolaşır,
susmak ve gizlice vermek ise bundan kurtarır. İslâm büyükleri arasında sadakalarını
verecekleri fakire bile kendilerini bildirmemeye çalışan kimseler çoktur.
Kimi, sessiz sedasız bir âmânın eline bırakır; kimi, fakirin geçeceği veya
oturacağı yere onun görebileceği şekilde gizlice koyar, fakat kendini göstermez;
kimi, fakir uyurken, onun cebine koyar veya elbisesine bağlar; bir kısmı da
başkaları aracılığıyla fakirlere ulaştırırlardı ki, hepsinden maksat, riyadan,
süm'adan ve minnet altında bırakmaktan sakınmaktır. Zira fakirin kendisine
sadaka vereni görmesinde bir gösteriş ve minnet izi bulunabilir. İkinci bir
husus şu ki sadakasını gizlediği zaman, insanlar arasında şöhret, medih ve
saygınlık gibi birşey meydana gelmez; bu da nefse zor gelir. Bundan dolayı
sevabı da çok olur. Üçüncü olarak, Peygamber (s.a.v.) efendimiz, "Sadakanın
en faziletlisi, az bir şeyi olanın, fakire gizlice verdiği, gücünün son yettiğidir."
buyurmuştur. Bir başka hadiste, "Kul gizlice bir amel yapar, Allah da
onu gizlice yazar. Sonra bu ameli açıklarsa, Allah onu gizli amellerden nakleder,
açıkça yapılan ameller listesine yazar. Sonra bunun lâfını ederse, Allah da
onu gizli yapılan ameller listesinden de, açıkça yapılan ameller listesinden
de çıkarır, riyaya yazar." buyurulmuştur. Yine bir meşhur hadiste, "Kıyamet
günü, Allah gölgesinden başka bir gölgenin bulunmadığı o gün, Allah Teâlâ
yedi kişiyi kendi gölgesiyle gölgelendirir. Bunlardan birincisi bir sadaka
verip de sağ elinin verdiğini sol eli bilmeyen kimsedir...." Bir hadis-i
şerifte, "Gizlice verilen sadaka, Rabbin öfke ateşini söndürür."
buyurulmuştur. Dördüncü olarak, sadakayı açıkça vermek, alan kimseye birtakım
zararlar getirebilir ki, gizlice verildiği zaman böyle bir şey söz konusu
olmaz. Bunun sakıncalarını da şöylece sıralayabiliriz: Birincisi, açıkça verildiğinde
fakirin şeref ve haysiyetine dokunulmuş, onun fakir olduğu ilan edilmiş olur
ki, o fakirin gönlü buna razı olmayabilir. İkincisi, açıkça verildiği zaman,
az sonra gelecek olan âyette methedilen iffetli hâlden onu çıkarmak, ahlâkını
bozmak tehlikesi vardır. Üçüncüsü, bir kısım halk, sadaka almasını onun sadakaya
muhtaç olmadığı hâlde aldı zannederek, hakkında kötü düşüncelere kapılabilir.
Böyle fakir aşağılanmış, onun hakkında kötü düşünenler de gıybet yapmış ve
günah işlemiş olurlar. Dördüncüsü, "veren el, alan elden daha hayırlı"
olmak bakımından açıkça vermekte fakiri bir aşağılama ve ihanet etme mânâsı
da gizlidir. Halbuki bir mümini küçük düşürme caiz değildir. Beşincisi, sadaka
hediye cinsinden birşey sayılır. Halbuki bir hadisi şerifte "Her kime
bir hediye sunulduğunda yanında bir cemaat varsa, onlar da o hediyeye ortaktırlar."
buyurulmuştur. Bundan dolayı açıkça bir sadaka verildiği zaman, o fakir ondan
yanındakilere bir şey vermezse, bu yüzden yakışık almayan ve hoş olmayan bir
duruma düşmüş olur ki, buna sebep olmak da hoş bir şey değildir. İşte bütün
bu akla uygun ve nakle dayanan sebepler, nafile olan sadakanın gizlice verilmesinin
daha faziletli olduğunu ortaya koyar.
Sadakanın
açıktan verilmesinin caiz olması meselesine gelince: Bir insan sadakasını
açıkça verdiği zaman, onu görenlerin de ona uyup sadaka vereceklerini ve bu
yüzden fakirlerin faydalanacağını bilirse, o takdirde açıkça vermek gizlice
vermekten daha faziletli olur. Nitekim Abdullah b. Ömer (r.a.)den rivayet
olunduğu üzere Hz. Peygamber (s.a.v.): "Gizlice vermek, açıkça vermekten
efdaldir. Açıkça verdiğinde kendine uyulmasını isteyen kimse için de açıkça
vermek efdaldir. buyurmuştur. Hakîm, Tirmizi, Muhammed b. İsa demiştir ki,
"İnsan halktan gizliyerek bir amel yapar ve içinde onu halkın görmesini
isteyen bir arzu bulunduğu halde o arzuyu yenerse, bu sefer şeytan yine ona
halkın görmesi isteğini telkin eder de onun kalbi onu çirkin bulur yine itmeye
çalışır durursa, işte bu insan şeytanla savaş hâlindedir. Bundan dolayı onun
bu gizli ameli, açıkça yapılan amellere göre sevabı yetmişe katlanır."
Sonra Allah'ın öyle kulları vardır ki, nefislerini arındırıp terbiye etmişler
ve bundan dolayı da Allah kendilerine çeşitli hidayet ihsan etmiştir de kalblerinde
marifet nurları birikmiş, kalblerinden nefis vesveseleri gitmiştir. Çünkü
şehvetleri ölmüş, kalbleri Allah Teâlâ'nın azamet der -yasına dalmıştır. Böyle
bir insan açıkça bir iyilik yapacağı zaman nefsiyle savaşmaya bile muhtaç
olmaz. Zira nefsin şehveti kırılmış, vesvese ve çekişmesi yenilmiş, perişan
edilmiştir. Bu insan açıkça bir amel yaptığı zaman, başkalarının kendisini
görüp uymalarından ve onların da sevap kazanmaları arzusundan başka bir maksat
beslemez. Bu, kendisi kemale ermiş de başkalarını kemale erdirmeye çalışan
ve bu şekilde tam ve hatta tamın da üstünde olmak isteyen bir kuldur. Nitekim
Allah Teâlâ, kitabında bir kısım insanları medh ü sena etmiş, onlara "Rahmânın
kulları" adını vermiş, "İşte bunlar cennet köşkleri ile mükâfatlandırılacaklar."
(Furkan, 25/75) diye bunlara cennetin en yüksek derecelerini vaad eylemiştir.
Bunların dualarında istedikleri özellikleri de "Bizi müttakilere önder
yap (derler)." (Furkan, 25/74) diyerek beyan buyurmuştur. Musa ümmetini
methederken "Musa'nın kavmi içinde öyle bir ümmet vardı ki, hakka yol
gösterir ve hak sayesinde adaleti sağlarlardı." (A'râf, 7/159) buyurduğu
gibi, Muhammed (s.a.v.)'in ümmetini methederken de "Siz iyiliği emreyler,
kötülükten nehyeyler olduğunuzdan insanların hayrı için ortaya çıkarılmış
en hayırlı bir ümmetsiniz." (Âl-i İmrân, 3/110) buyurmuştur. Sonra gerçeği
iyice dile getirmek ve vurgulamak için, "Yine bizim yarattıklarımızdan
hak yolu gösteren ve onunla adaleti yürüten öyle bir ümmet vardır ki..."
(A'râf, 7/181) buyurmuştur.
İşte
bunlar hidayet önderleri, din bayraktarları, halkın efendileridir ki, halk
Allah'a giderken bunlara iktida etmek sayesinde yollarını bulurlar...
Farz olan zekatın açıkça verilmesinin efdal olmasına gelince: Önce
bu konuda "Sen onların mallarından sadaka al!" (Tevbe, 9/103) diye
açıkça almaya emir verilmiştir. Bu ise açıktan almayı göstermektedir. İkinci
olarak: Bunun gizlenmesinde kendi üzerine birtakım töhmetleri çekme, halkı
da "bu adam zekat vermiyor" şeklinde sû-i zanna düşürme tehlikesi
vardır. İşte açıkça vermek bunu ortadan kaldıracağından daha faziletli olur.
Nitekim Hz. Peygamber, nafile namazlarının pek çoğunu evde kıldığı halde,
farz namazlarının hepsini açıkça ve cemaat halinde kılmıştır. Namazda töhmeti
ortadan kaldırmak için farz ile nafilenin durumları nasıl değişik ise, zekatta
da öyledir. Üçüncü olarak: Açıkça vermek, ilâhî emre ve teklife uyduğunu gösterir,
gizlemeye kalkışmak ise emre uymadığı şüphesini doğurur. İlâhî emir dururken,
başka art düşüncelere değer vermek, esasen doğru değildir. Bundan dolayı farzlarda
açıklık, nafilelerde gizlilik evladır.
272-Zekat
yalnızca müminlere verilir. Çünkü o soyut bir ihsan değil, belli bir hak olan
borcun ödenmesidir. Fakat buna kıyas edilerek sırf ihsan demek olan nafile
sadakalar da böyle zannedilebilirdi. Nitekim rivayet olunduğuna göre Hz. Ebu
Bekr'in kızı Esma (r.anha)nın anası Kuteyle ile ninesi müşrike oldukları halde
Hz. Esma'dan bir şey istemek için yanına gelmişler; o da Resulullah'dan izin
almadan size bir şey vermem, çünkü siz benim dinimde değilsiniz, demişti.
Bir de Ensar'dan bir kısım insanların, Beni Kurayza ve Beni Nadir yahudilerine
yakınlıkları vardı. Böyle iken onlara sadaka vermezler ve müslüman olmadığınız
sürece size birşey vermeyiz derlerdi. Bir rivayete göre, müslümanlar arasında
fakirlerin çoğaldığı bir sırada, Hz. Peygamber, müslümanları müşriklere sadaka
vermekten menetmiş ve müşriklerin ihtiyaç yüzünden İslâm'a girmelerini arzu
etmişti. Bu sebeplerden biri veya hepsi dolayısıyla şu âyet inmişti: Ya Muhammed!
Onları bilfiil hidayete, doğru yola getirmek üstüne görev değildir. Sen ancak
kötülüklerden sakındırmak, iyiliğe irşad ve teşvik etmeye memursun. Bilfiil
hidayete, yani kalblerde hidayet yaratmaya gelince, onu sen yapacak değilsin,
ve lakin Allah, her kime hidayet dilerse, ona bilfiil hidayet de nasip eder.
Yol gösterdiği gibi, yola da iletir; o yolda ona güç verir, başarı ihsan eder.
Düşünce nasip ederek gönüllerini hidayete yöneltir ve onların gönüllerinde
hidayet sevgisi yaratır. Ve siz her ne hayır, yani hayır adına her ne mal
infak ederseniz kendiniz içindir. Hayrın ve infakın sevabı alana değil, yapana
aittir, size aittir. Muhsin olacak, o ihsanın ecrine erecek olan sizsiniz.
Bundan dolayı kendi menfaatiniz için sadaka verdiğiniz kimselere minnet yükleyip
eza etmeye hakkınız olmadığı gibi, başka dinden olduğu gerekçesiyle müşriklerin
fakirlerine sadaka verilmesini engellemeye kalkmanız da doğru değildir. Siz,
yani sen ve ümmetin, hele hele ashabın Allah'a sunulmak arzusundan başka bir
maksatla veya O'nun rızasını gözetmenin dışında başka bir amaçla infak da
etmezsiniz. O halde insanları, Allah'ın herhangi bir kuluna sadaka vermekten
nasıl engellersiniz veya Allah'a sunulmaya layık olmayan kötü bir şeyi nasıl
verirsiniz? Siz herhangi bir hayır, bir mal infak ederseniz, o, nihayet size
kat kat sevabıyla birlikte fazlasıyla geri ödenecek, siz hiçbir şekilde zulme
de uğramayacaksınız. Size kat kat fazlasıyla vaad olunan ecirlere ve sevaplara
nail olacaksınız. Allah'ın verdiği sözden dönmediğini, size ödenecek sevapta
bir eksik, bir noksan olmadığını göreceksiniz. Yahut böyle iyi niyete dayalı
olarak, hiç fark gözetmeksizin bütün insanlara yaptığınız iyilikler ve yardımlar
sayesinde siz hiçbir zaman zalimlerin eline düşmeyecek, zulme uğramaktan korunmuş
olacaksınız. Bundan dolayı gerek müslüman, gerek gayr-i müslim herhangi bir
fakire sadaka vermekten, verdiğiniz zaman da en iyisini vermekten sakınmayınız.
Madem ki Allah, mümin veya kâfir herkesin Rabbidir, madem ki sadakalarınız
Allah içindir; o halde mümine de, kâfire de Allah rızası için nafile ve tatavvu'
olarak sadaka verebilir, her ikisine verdiğiniz sadakalardan ayrı ayrı sevap
kazanabilirsiniz. Fakat en iyisi hangisidir? Ve vermekle emrolunduğunuz farz
olan sadakalar kimlerin hakkıdır?
273-Bu
noktaya gelince, vermekle emrolunduğunuz, borcunuz olarak ödemekle yükümlü
bulunduğunuz infak ve sadakalar, Allah yolunda tutunmuş, din uğrunda ilme,
cihada kendini adamış, yeryüzünde gezip dolaşamayan, şuraya buraya gidemeyen,
yani Allah yolunda meşguliyetlerinden veya hastalık ve düşkünlük gibi sebeplerden
dolayı geçimini kazanmaya gücü yetmeyen fakirler içindir ki, halden anlamayan
cahil kişi, onları iffetli ve haysiyetli olmalarından, yani kimseden birşey
istemeye tenezzül etmeyip, yokluğa katlanmalarından, seve seve göğüs germelerinden,
izzet-i nefislerini korumalarından dolayı zengin sanırlar. Sen onları simalarından
tanırsın. Dikkat edildiği zaman hallerinde görülecek yoksulluk alâmetlerinden
bilirsin. İnsanlardan birşey isteyemezler, hele hele ısrarla ve bıktırırcasına
hiç isteyemezler, dilencilik edemezler. Olsa olsa pek zor durumda kaldıkları
zaman, dolaylı yollardan hallerini anlatmaya çalışırlar.
Abdullah
b. Mes'ud (r.a.)'dan rivayet olunmuştur ki; "Allah iffetli olan ve iffetini
korumaya çalışanları sever. Çok verilince övgüde aşırı giden, az verilince
sövgüde aşırı giden, yırtık, yüzsüz, dilenci ve ısrarcı olanı da sevmez."
Sadakaların
kimlere verileceğini bildiren bu âyet "Ashab-ı Suffe" adı verilen
fakir muhacirler hakkında nazil olmuştur ki, bunların sayısı dörtyüz kadar
olduğu zamanlar olmuştur. Medine'de ne kalacak yerleri, ne aşiret ve akrabaları,
ne de kazanç getirecek bir meslekleri vardı. Hep Hz.Peygamber'in Mescid'ine
devam ederler, Mescid'in sofasında oturur, orada yatar kalkarlardı. Kur'ân
öğrenirler, Hz. Peygamber'in sohbet ve konuşmalarını dinlerler, genellikle
oruç tutarlar ve vakitlerini ibadetle ve İslâmiyeti öğrenmekle geçirirlerdi.
Bunlar Peygamber dersanesinin, kendilerini Allah yoluna adamış öğrencileriydi.
Bundan dolayıdır ki, İslâm Dünyası'nda medreseler ve öğretim yuvaları hep
camilere bitişik yapılmıştır. Medrese öğrencisinden de Suffe Ashabı'nın ahlâkı
ve davranış biçimi beklenmiştir. İlim öğrenmek ibadettir. Din uğrunda her
türlü sıkıntıya katlanmak ve iffetini koruyup dini yaymaya hizmet etmek, icabında
cihaddır. Bununla beraber ilerde Tevbe Sûresi'nde "Müminlerin hepsinin
savaşa çıkmaları gerekmez. Her topluluktan bir cemaatin dini iyi öğrenmeleri
ve kavimleri kendilerine döndüklerinde onları uyarmaları için savaştan geri
kalması daha doğru olmaz mı? Gerekir ki böyle yanlış hareketlerden sakınırlar."
(Tevbe, 9/122) âyetiyle ilim öğrencilerinin hepsinin cihada gitmemesi ve öğrenime
ara verilmemesi gerektiği de açıklanmıştır.
Abdullah
b. Abbas hazretlerinden gelen bir rivayete göre; bir gün Hz. Peygamber (s.a.v.)
Suffe Ashabı'nın başında durmuş, onların hallerini gözden geçirmiş idi. Onların
fakirliklerini ve çekmekte oldukları zahmetleri gördü ve gönüllerini almak
için buyurdu ki: "Ey Suffe Ashabı! Size müjdeler olsun ki, her kim şu
sizin bulunduğunuz durumda olur, halinden razı olarak bana kavuşursa işte
o benim arkadaşımdır." İşte bu âyet de bunlar dolayısıyla nazil olmuştur.
Şu kadar var ki, hükmü umuma aittir. Allah rızası için düşmana karşı nöbet
bekleyen veya Allah rızası için medreselerde dirsek çürüten veya Allah rızası
için halka hizmet uğruna kendini vakfeden ve bu durumda malı, mülkü olmayan,
geçimini kazanmaya vakit bulamayan veya vakit bulduğu halde gücü yetmeyen,
yoksul ve fakir müslümanlar, nerede ve ne zaman yaşamış olursa olsunlar bu
âyetin kapsamı içine girerler. Bunlar infak ve sadakaların verilecek en güzel
yeri olarak tercih sırasında daima başta gelirler. Bununla beraber, gerek
özel olarak bunlara, gerekse genel olarak bütün ihtiyaç sahiplerine herhangi
bir mal infak ederseniz, yahut maldan, çabadan, bilgiden, nasihattan, irşaddan
ve hizmetten bir şey ikram ederseniz, hatta saygı, sevgi gösterisi ve selamdan
herhangi bir iyilik gösterirseniz, iyi biliniz ki, Allah onu bilir; emeğinizi
boşa çıkarmaz, karşılığını verir. Bundan dolayı veriniz efendiler, veriniz!
Özellikle Allah yolunda kendilerini hizmete adamış olan fakirlere, yoksullara
veriniz. İhlasınız ve olgunluğunuz size gece veya gündüz, gizli veya açık
vermenin farkını hissettirmeyecek kadar yüksek olsun.
274-Minnet
yüklemek, başa kakmak suretiyle fakire ezadan, riyadan ve nifaktan sakınıp
Allah rızasını gözeterek ve kendinizi Allah yolundan ayrılmayan biri yapabilmek
için gönül hoşluğuyla, gücünüzün yettiği kadarıyla en iyisinden vermek âdetiniz,
huyunuz, melekeniz olsun da her zaman ve her çeşitten veriniz. Çünkü, mallarını
gece ve gündüz, gizli ve açık infak edenler, yani, her vakit ve her suretle
infak edebilme melekesini kazanmış olanlar yok mu bu infakları sebebiyle bunların
Rableri katında kat kat ecirleri vardır. Ve bunlara bir korku olmadığı gibi,
hiçbir zaman mahzun da olmazlar. Verdiklerini dünyada ve ahirette kat kat
geri alırlar, bütün korkulardan selamet bulurlar. Dünyada verdiklerine hüzün
ve esef duymayıp, memnun oldukları gibi, ahirette de cimriler mahzun olurken,
bunlar her türlü hüzün ve kederden uzak kalırlar ve mutlu olurlar.
Hz.
Ebu Bekir (r.a.) sahip olduğu kırkbin dinarın onbinini gece, onbinini gündüz,
onbinini gizli, onbinini de açıkça olmak üzere birden tasadduk etmiş idi ve
bu âyet bunun hakkında inmiştir deniliyor. Hz. Ali (r.a.) dahi dört dirhem
gümüşten başka hiçbir şeye malik değil iken bunun birini gece, birini gündüz,
birini gizli, birini de açıkça olmak üzere hepsini tasadduk etmiş idi. Hz.
Peygamber, "Niçin böyle yaptın?" diye sorduğunda, "Rabbimin
va'dine hak kazanmak için," demiş, bunun üzerine kendisine "O, senin"
buyurulmuştu ki, bu âyetin nüzul sebebinin bu olduğu da böylece rivayet edilmiştir.
Bir başka rivayette bu âyetin Allah yolunda cihad için atlar besleyip masraf
yapanlar hakkında indiği söylenmiştir. Hz. Ebu Hüreyre (r.a.) besili bir at
gördüğü zaman bu âyeti okurmuş. Bunlardan başka bu âyetin bütün zamanlar ve
bütün durumlar içinde sadaka veren ve herhangi bir ihtiyaç sahibinin durumunu
gördüğü vakit, hiç gecikmeksizin derhal onun o ihtiyacını gideren ve başka
bir zamana ertelemeyen kimseler hakkında, bütün müslümanları hayra koşmaya
teşvik için indiği de nakil yoluyla gelen bilgiler arasındadır ki; Fahruddin
Razî, "Nüzul sebebine dair anlatılan çeşitli rivayetler içinde en güzeli
budur. Çünkü bu âyetin infakla ilgili hükümleri bildiren âyetlerin sonu olduğunda
hiç şüphe yoktur. Bunda infak çeşitlerinin en mükemmel şekli açıklanmıştır."
diyerek bu sonuncu rivayeti tercih etmiştir.
İlâhî
hikmete ve ilâhî sünnete göre, böyle gece gündüz, gizli ve açık demeyip her
zaman ve her durumda infaka devam edebilmek az olsun, çok olsun infak çeşitlerinin
en mükemmeli olan bu tarzı, sahibinin kazanç yollarına göre, çeşitli derecelerde
değerlendirilmesi ihtimali bulunmaktadır. Bunun temelinde malların faydalanılmaya
sunulmasıyla, istifçilik ve karaborsadan korunması ve dolaşımının hızlandırılması
gibi hayatî, malî, iktisadî hikmetler vardır. En dikkat çekici nokta ise ferdî
ekonomi ile genel ekonomiyi içiçe kaynaştırmasıdır. Toplum düzeninin genel
yapısı, servetin topluca dolaşımını engellemeye yönelik istifçilikten aşırı
kâr hırsına yardımcı olduğu zaman çöküntünün başlamış olduğunu bilmek gerekir.
İşte o dönemlerde iman ehlinin mal ve mülk sahibi olan zenginlerine yüksek
görevler düşer ki, bunlar bütün mal varlıklarının hepsini sarfetme durumunda
kalabilirler. Bununla beraber bu şekilde bütün mal varlığını harcamak âyetin
öngördüğü bir şey değildir. Tam aksine daha yukarılarda geçtiği üzere "Sana
Allah yolunda ne harcayacaklarını soruyorlar. De ki: 'İhtiyaçtan fazla olanı."
(Bakara, 2/219) âyetinin anlamı gereğince farz olan sadakalarda nisabın dikkate
alınacağı gibi; nafile olan sadakalarda da o kazancın devamını sağlamaya yarayan
sermaye, tezgâh, işletme masrafları gibi şeylerle, ihtiyat sermayesi gibi
şeyler, söz konusu infakın dışında tutulacak ve bu husus hiçbir zaman gözden
uzak bulundurulmayacaktır. Yani en mükemmel şekilde infaka devam edebilmek,
o infakın kaynağını kurutmadan gerekli şartları esnek ve ekonominin şartlarına
uygun olarak kullanabilmek ayrı bir mesele olarak karşımıza çıkar. Fakir fukaranın
ihtiyacını karşılamak, Allah'ın rızasını kazanmaya vesile olur; fakat o insanın
yardıma muhtaç bir duruma düşmesi Allah'ın murad ettiği ve kuldan istediği
bir şey değildir. Nitekim İsra Sûresi'nde ki, "Eli boynuna bağlıymış
gibi yapma, eli sıkı cimri biri olma, eli büsbütün açık olup israf da etme..."
(İsra, 17/29) âyeti zaten bu noktayı açıkça ortaya koymuştur. Bu hikmete dayalı
olarak ifade edilmiş olsa gerektir ki, İbn Ceriri Taberî'nin nakline göre,
işbu âyeti hakkında Katade şöyle rivayet etmiştir: "Bunlar cennet ehlidirler,
bize nakledildi ki, Hz. Peygamber (s.a.v.) 'Müksirler, yani çok servet toplayanlar
alçaktırlar' buyuruyordu. Ashab 'Ey Allah'ın Resûlü, istisnaları kimlerdir?'
diye sordular, o yine 'Çok mal toplayanlar alçaktırlar.' buyurdu. Onlar 'Ey
Allah'ın peygamberi, istisnaları kimlerdir?' dediler. O yine 'Çok mal toplayanlar
alçaktırlar.' buyurdu. Onlar 'Ey Allah'ın peygamberi istisnalar kimler?' diye
sordular ve dönüşü olmayan kesin bir durumun ortaya çıkmasından da korktular.
Nihayet Hz. Peygamber, mübarek elleriyle işaretler yaparak, 'Ancak malıyla
sağından ve solundan şöyle şöyle, önünden şöyle şöyle, arkasından şöyle şöyle
diye dört bir yanına infak ederek malına hükmedebilen müstesna, bunlar da
pek azdır. İşte bunlar Allah'ın farz kıldığı ve razı olduğu yolda israfsız,
sıkıntısız, döküp saçmadan ve kötülüğe yönelmeden infak edenlerdir.' buyurdu."
Demek
oluyor ki, ölçülü ve aşırılıktan uzak bir şekilde infakta bulunmak, bu âyette
de söz konusudur. Fakat bizzat âyetin kayıtsız şartsız olarak mutlak mânâda
infakı ortaya koyması, az veya çok elde bulunan bütün malın infakını gerektirmemekle
birlikte buna engel de görünmüyor. Nitekim nüzul sebebinde görüldüğü gibi,
Hz. Ali'nin yaptığı infak, eldeki avuçtaki şeyin hepsini vermek şeklindedir.
Bu bakımdan kemmiyet, yani verilen miktar hiç söz konusu değildir. Bunun için
âyetteki bu ıtlakın (kayıtsızlığın), iktisadî şartlara bağlı olarak bir takım
kayıtlara tabi tutulması veya bir kısmını zikrettiğimiz diğer âyetlerden birisiyle
veyahut daha başkalarıyla anlamının şu veya bu yöne tahsis edilmesi, bir cihetten
de olsa neshini gerekli kılacaktır. Bunun için bir kısım müfessirler 'dan
buraya kadar olan âyetler, Tevbe Sûresi'ndeki ayrıntılı zekat âyetleri (âyet
60) nâzil olmadan önce yürürlükte olup, sözkonusu âyetler nâzil olunca hükmün
onlara tahsis edildiğini nakletmişlerdir. Fakat buradaki sadakât (sadakalar)
deyimi, kabul edilen görüşe göre, zekat ve nâfile sadakalardan daha geniş
kapsamlı olduğundan böyle bir açıklama yeterli olmayacaktır. Şu halde buradaki
infak farz, vacip, nâfile her çeşit infakı içine almakta, aynı zamanda infakın
en üstün şeklini de göstermiş bulunmaktadır. Bundan dolayı âyetin kendi mutlak
anlamı ile alınıp, infak sebebi olan ihtiyaçların gereğine göre, zamanın ve
yerin, kişilerin ve durumların icabına göre uygulamasını infak sahiplerinin
hikmet ve kemâldeki derecelerine uygun irfan ve ictihatlarına bırakmak daha
elverişli olacaktır. Zaman olur ki evlâdu iyal, din ve millet uğrunda bütün
mal varlığının harcanıp infakı gerekir ve böyle yapmak iktisat kurallarının
bile çerçevesine girer. Sonra mal denilen şey, olsa olsa canın bir yongasıdır.
Halbuki Allah yolunda canını bile feda etmekten çekinilmemesi gerekli olan
öyle görev zamanları vardır ki, bu gibi durumlarda infak-ı küllî adı verilen
her şeyini harcamak bile hafif kalabilir. İşte bundan dolayıdır ki, "hayırda
israf olmaz" dahi buyurulmuştur. Fakat bu yüce derece, en büyük olgunluk
sahibi kimselerin işidir ki, bunlar "Kendileri darda olsalar bile başkalarını
kendilerine tercih ederler." (Haşr, 59/9) medh ü senâsına mazhardırlar.
Bundan ders alabilecek derecede sabır ve tahammül gösteremeyip yaptığı hayra
sonradan pişman olacak olanların bütün mal varlıklarını infak etmeleri, kendi
dindarlıkları açısından tehlikeli olacağından haklarında hayırlı olmaz. Allah
korusun o türlü bir pişmanlık onları küfre kadar götürebilir. Zira bu gibiler
hakkında da "Neredeyse fakirlik küfür olacaktı." buyurulmuştur.
Bu hususta şahsî kıymet kadar ve hatta daha çok sosyal çevrenin de büyük etkisi
vardır. Çünkü faziletli davranışlara düşman olan ve kişilerin kendi şahsî
çıkarlarından başka bir endişe taşımayan bir çevre içinde, iyiliksever ve
faziletli insanlar boğulup boğulup gitmeye ve bozulmaya mahkum olurlar. Bu
zorluğun üstesinden gelmek için, Allah tarafından ihsan olunacak bir ruh gücüne
ihtiyaç vardır. Ve işte Kur'ân'ın başından beri devam edip gelen infak hakkındaki
yüksek açıklamaları da ilâhî hikmet gereğince insanlar arasında böyle feyizli,
kalıcı ve sarsılmaz bir cemiyet düzeni ortaya koyacaktır. "Ve Allah yolunda
infak ediniz ve geleceğinizi kendi elinizle tehlikeye atmayınız." (Bakara,
2/195) âyetinin hükmü gereğince nice nice tehlikelerin önüne geçecek bir kutsal
ahlâk öğretimini dile getirmektedir ki, ahirette vaad olunan ecir ve sevap,
ilâhî ahlâk ile ahlâklanarak, Allah'dan vekalet şerefini bağışlayacak olan
bu gibi özellikleri kazanmaya bağlıdır. Bundan dolayı, önderlik ve eğiticilik
edebilecek ileri gelenlerin, daha doğrusu bunlara örnek sayılan en uluların
yüce hasletleriyle, onların izinden gidecek avam (halk)a örnek olacakları
ve böylece onlara iyi alışkanlıklar ve yüce değerler uğruna fedakarlıklar
öğretebilecekleri ve bu iki çeşit insan arasında birtakım farklılıklar olabileceği
gibi; ıslahat devirleri ile durulmuş, oturmuş ve istikrar kazanmış salâh devirleri
arasında da uygulanacak hüküm ve kurallar arasında birtakım farklılıklar bulunabilir.
Meseleye bu açıdan bakılınca infak-ı küllî denilen bütün mal varlığının infakı,
halk için hayır yerine şer ve zarar doğurabilir. Ancak velî ruhlu ve üstün
ahlâklı bazı iyiliksever kimseler için baştanbaşa hayır, hatta görev bile
olabilir. Şunu da unutmamak icap eder ki, sırf infak yüzünden iflas etmiş,
perişan olmuş bir zengine tesadüf olunmamıştır. Halbuki nefsanî arzular yolunda
harcanmış olan gayr-i meşrû infaklar ile nice hanümanlar sönmüş olduğu her
zaman görülmüştür. Hatta ticaret sahasındaki iflasların pek çoğu bir taraftan
daha fazla kazanmak hırsıyla girişilen yanlış muamelelerin, diğer taraftan
da yine daha çok kazanç hırsıyla yapılan istifçiliğin ve karaborsacılığın
geri tepmesiyle uğranılan zarar ve ziyanlar yüzündendir ki, bunların hepsi
de "Şeytan size fakirliği ve kötülüğü emreder." anlamının kapsamı
içindedir. Malların serbest dolaşımını sağlayan ve hızlandıran hayırlı harcama
ve infaklarda ise bu gibi tehlikelerin hiçbiri yoktur. Bunlar da "Allah
size mağfiret ve kendinden bolluk vaad eder." âyetinin hükmü geçerlidir.
Yani hayır yollarına yapılan harcamalar daima faydalıdır. Şu kadar ki, bunun
faydalarındaki bereket ve zevk, kişilerin ve durumların değişmesiyle değişik
olabileceği gibi, birtakım insanlarda bu faydaların doğmasını bekleyecek kadar
sabır ve tahammül bulunmayabilir. Bunun için genel olarak infaktan bahsolunduğu
zaman yukarıda da belirtildiği gibi, yoksul ve kimsesiz kalmak ve muhtaç duruma
düşmek endişesinden uzak bir şekilde tutumlu ve dengeli olmak gerekir. Fakat
zavallı ve gafil insanlar, genellikle heva ve hevesler uğruna faydasız, sonuçsuz
ve anlamsız harcamalar, bir hiç uğruna yapılan israflarda aşırıya gitmekten
sakınmaz da, sıra hayırlı yollara yapılan harcamalara gelince, bunda iktisat
ve itidale riâyet şöyle dursun, kırkta bir olan zekatını vermekten bile kaçınır.
Öyleleri vardır ki, kumar ve oyun masalarında avuç avuç paraları havaya savurmaktan
korkmaz da, beri tarafta devlet ve milletin eksiğini düşünmez, karşısında
yoksulluktan kıvranan komşusunun, akrabasının kursağına bir lokma ekmek vermekten
tiksinir, kıskanır. Fazla olarak ona karşı görüyor musun işte sen açsın, ben
tokum; sen açlıktan inlersin, ben zevk u sefa ederim gibisinden bir gurur
ve iftihar ile çalım satar. Düşünmez ki fertlerin sefaleti, toplum düzeninin
çökmesi demektir. Ve toplumun çöküşü ve sefaleti de er veya geç bütün fertlere
yayılır. Düşünmez ki bir insanın çevresindeki sefalet ve ihtiyaç, aynı zamanda
kendi sefalet ve ihtiyacıdır. Serhatlar (sınır boyların)da açılan gedikler
evdeki gedikler sayılır. Ailesinde, akrabasında, komşusunda, hemşehrilerinde,
hemcinslerinde bulunan açlıkların, hastalıkların, perişanlıkların, felaketlerin
hepsi insanın kendi varlığındaki yaralardır. Fakir fukaranın gözleri önünde
açık lokantaların süslü masalarında veyahut velvelesi ve çığlıkları etrafı
çınlatan gümbürtülü konakların yemek salonlarında, çevrede yaşayanların çektiği
sıkıntılara göz yumarak kahkahalarla yiyip içen, servetler israf eden gaflet
sahipleri düşünmezler ki, fazla kaçırdığı her lokma, belki bir fakirin bir
iki günlük, ölmeyecek kadar gıdası olurdu. Bir lokma belki binlerce kimsenin
hayat hakkından sıyrılmış, sızdırılmış bir emeğin ürünü bulunuyordu. Düşünmez
ki, her kahkaha birçok ihtiyaç sahibinin içindeki öfkeyi harekete geçirecek,
iffet ve haya ehlinin tahammül gücünü çatlatacak, namusluları baştan çıkarıp
kötü yollara, çalmaya, çırpmaya itecek bir tahrik ve heyecan sebebi olabilir.
Evet,
kuvvet nedir bilmezsin ey mağrur-i nahvet sen,
Ezer bir müşt-i kudret beynini yevm-i mesarinde.
İşte
genellikle insanlar, bu gibi gaflet özellikleri taşırlarken kayıtsız şartsız
infaka teşvik ve terğip etmek, itidâli temin etmekle birlikte bir toplum içinde
düzen ve dengenin kurulması hedefini de gerçekleştirir. Ondan sonra infakta
aşırı gidip te zenginlerin fakirleşmeye başlaması söz konusu olacağı ve sosyal
dengenin bozulacağı zaman gelince, o zaman da, "Elinizi, avucunuzu sonuna
kadar açmayın!" (İsrâ, 17/29) uyarısına lüzum ve ihtiyaç duyulur. İnsan
düşünmelidir ki, hiçbir kimsenin kendi çabası, elde ettiği nimetin yeterli
sebebi değildir. Bunda her şeyden önce yüce yaratıcının doğuştan ihsan ettiği
kabiliyet ve özelliklerin payı vardır. Her doğan çırılçıplak, fakir ve muhtaç
olarak doğar ve herkese açık olan bu nimetler sofrasına konuk olur. Bir sineği
bile kovalamaya gücü yokken etrafında kendisine yine de kısmeti kadar nimet
sunulur. Sunulan nimetleri alıp hazmedecek güç ve kabiliyetler verilir. Feryatlarına
çekici ve etkili nağmeler konulur, etrafında bunlara karşılık verecek kimseler
bulunur. Ne suretle olursa olsun eli ekmek tutacak yaşa kadar yaşamış olan
hiçbir kimse yoktur ki, bu gibi yardımları görmemiş olsun. Bundan dolayı ferdî
emek, birinci derecede kendi varlığını yüce yaratıcının bu gibi ihsan ve ikrâmlarına
borçludur. İşte böylece hayat defterinin ilk sayfaları borç ve zimmet hesaplarıyla
açılır. İkinci husus şu ki, insan hayatında her emek ve kazanç daha önceki
birçok kazançların elbirliğine borçludur. Hiçbir kişisel kazanç düşünülemez
ki, ona toplumun bir etkisi ve başkalarının bir kazanç ilişkisi bulaşmamış
olsun. Tok, kendi sofrasında karnını tıka basa doyururken, o sofrada oradan
geçen bir aç insanın hakkı bulunmadığı iddia edilemez. Meşru olmayan kazançları
zaten kale almıyorum; fakat en hukukî olan kazançların değişim esasına dayandığı
düşünüldüğü zaman, kâr ve kazanç zaruretiyle ilişkili olan değişimin tam bir
denge içinde yürümeyeceği ve dolayısıyla bu yüzden mal dağıtımında birçok
boşlukların birikmesi de kaçınılmaz olduğundan, kamunun servetinde daha önceden
emeği geçmiş bulunan pek çok kişinin çabası ve hakkı ödenmemiş olan katkısı
bulunduğu düşünülmelidir. Bu emek ve katkılar olmadan dünya hayatında mal
değişiminin düzenli olamıyacağı da göz önüne getirilirse yenen her lokmanın
çok derin ilişkilerle haklara bağlı olduğu ve bu hakların yerine getirilmesi,
her emek sahibine hakkını ödemiş olmanın ötesinde ancak hayır ve hasenat yapmak
ve infakta bulunmak yoluyla mümkün olacağını anlamak zor olmaz.
İhtimâl
ki, bir lokmanın karşısında yutkunacak fakir, onu kanıyla, canıyla elde eden
bir şehidin yavrusu veya babasıdır. Böyle olmasa bile hayatın yararına yaradılmış
olan malı tutup hapsetmek veya boş yere telef edip de yok etmek, hayatı yok
etmek demek olacağından ne büyük haksızlıktır. Gaflete dalıp bu ince ve derin
görevleri düşünmeyen zenginlerin birçoğu servetlerini boşu boşuna sarf etmekten
veya kilitli yerlerde kapalı tutmaktan zevk alırlar. Kendi çevresindekilerin
bütünüyle ve aynı vatanın evladı olan fakir fukara ile gereği gibi ilgilenmez,
zenginler ile fakirler arasında kavga ve didişmeye sebep olurlarsa, böylece
toplum düzenini altüst etmiş olurlarsa sonuçta kendilerine yazık etmiş olurlar.
Burada
özellikle bu gibi kötülüklerin düzeltilmesi mutlak surette gözetilmiş olduğundan,
toplumun bütünüyle uyumlu bir toplum haline gelmesini sağlamak için âyet,
ileri gelenlerin öncüsü durumunda olan büyüklerin "infak-ı küllî"
ile cömertçe vermeye yönelik "vilâyet makamı" üzere vârid olmuştur.
Kur'ân-ı Kerim'in daha birçok yerlerinde infakın değişik özelliklerini gösterecek
âyetler gelecektir. Burada Kur'ân infakı, ahlâk ve toplum düzeni açısından,
daha ziyade iktisadî açıdan öğretip, herşeyden önce bize şunu gösteriyor ki,
kazanç ve üretim yollarını düzene koymak için, işin başında üretimin gayesi
olan tüketimi ve harcamaları düzenleyip, mal ve hizmet dolaşımını hızlandırıp
yaymak gerekiyor. Zamanımızda ekonomi ilminin uzmanlarının istihlâk (tüketim,
konsumasyon) tabir ettikleri infak, genel anlamda ikiye ayrılır: Bunlardan
biri, ferdî veya ictimâî hiçbir faydayı gözetmeyen, abes veya zararlı, hatta
çirkin sayılan harcamalardır ki, tamamen günah ve israf sayılan infaklardır
ve Hak Teâlâ, bu gibi harcamalardan insanları sakındırmış ve bunları yasaklamıştır.
Diğeri, herhangi bir ihtiyaç ve faydaya yönelik olarak yapılan hayırlı infaklardır
ki, malları hayata ve ihtiyaca sunmak demek olan bu infaklar, haddi zatında
istihlâk (tüketim) değil, üretimin esas hedefidir. Ve bu tüketim ne kadar
geniş kapsamlı, ne kadar ahlâkî ve ne kadar temiz olursa, değeri de o kadar
yüksek olur. Emek ve çabasını Allah katında ebedî hayata dönüştürüp de dünya
ve ahiretin korkusundan ve hüznünden kurtulmak isteyenler bu iyiliğe, bu ahlâka,
bu toplum düzenine ve bu iktisat yoluna girmeli, buna uygun bir kazanç ve
üretime yönelmeli ve çaba harcamalıdır.
Bunun
tam zıddına gidenlerin durumlarına gelince:
Meâl-i
Şerifi
275-
Riba (faiz) yiyen kimseler, şeytan çarpan kimse nasıl kalkarsa ancak öyle
kalkarlar. Bu ceza onlara, "alışveriş de faiz gibidir" demeleri
yüzündendir. Oysa Allah, alışverişi helal, faizi de haram kılmıştır. Bundan
böyle her kim, Rabbinden kendisine gelen bir öğüt üzerine faizciliğe son verirse,
geçmişte olanlar kendisine ve hakkındaki hüküm de Allah'a kalmıştır. Her kim
de yeniden faize dönerse işte onlar cehennem ehlidirler ve orada süresiz kalacaklardır.
276-
Allah faizi mahveder, oysa sadakaları bereketlendirir. Allah günahta ve inkârda
direnen hiç kimseyi sevmez.
277-
İman edip iyi işler yapan, namazı dosdoğru kılıp zekatı verenlerin Rabbleri
katında elbette mükafatları vardır. Onlara hiçbir korku olmadığı gibi, onlar
mahzun da olmazlar.
278-
Ey iman edenler! Allah'tan korkun ve artık faizin peşini bırakın, eğer gerçekten
müminler iseniz.
279-
Eğer böyle yapmazsanız, o zaman Allah ve Resulü tarafından size savaş açılmış
olduğunu bilin. Eğer tevbe ederseniz, sermayeleriniz sizindir. Haksızlık etmezsiniz,
haksızlığa da uğramazsınız.
280-
Eğer borçlu darlık içindeyse, ona ödeme kolaylığına kadar bir süre tanıyın.
Ve bu gibi borçlulara alacağınızı bağışlayıp sadaka etmeniz eğer bilirseniz
sizin için, daha hayırlıdır.
281-
Öyle bir günden korkunuz ki, o gün Allah'a döndürüleceksiniz. Sonra da herkese
kazancı tamamıyla ödenecek ve hiç kimse haksızlığa uğramayacaktır.
275-KIRÂET:
Asım'dan Ebubekr Şu'be ile Hamze kırâetlerinde "hemze"nin meddi
ve "zâl"in kesri ile dur. kelimesi Nâfi kırâetinde "sin"in
zammı ile dir. kelimesi ise Hafs'ın dışındakilerce "sad"ın da şeddesi
ile dur. kelimesi Ebu Amr ve Yakup kırâetlerinde "tâ"nın fethi ve
"cim"in kesri ile okunur.
RİBÂ: Sözlük anlamıyla ziyadelenmek, fazlalanmak mânâsına mastar olup,
faiz dediğimiz "artık değer"in ismi olmuştur. Şeriat dilinde, karşılıklı
faydaya yönelik bir sözleşmede karşılıksız kalan herhangi bir fazlalık demektir.
Ribâ bir muamelede, hem karşılık maksadıyla, hem de karşılıksız suretinde
kendini gösteren bir yalancılık, bir çelişkidir. Bundan dolayı bir karşılık
gözetme maksadı olmayınca ribâ tasavvur olunamaz. Cinsi ve ölçüsü bir olan
şeyler birbirleriyle değiştirildiği zaman ikisi arasında fiyat farkından dolayı
bir fazlalık meydana geleceğinden o vakit bir değer artışı gerçekleşir. Yani
ribânın ölçüsü hem cins, hem miktar veya birinden biri şeklinde kendini gösterir.
Karşılıklı sözleşmenin esası, malı malla terazide tartarak değiştirmek demek
olan alışveriştir ki, malın faydasının satışı demek olan kira da bunun kapsamı
içindedir. Gerçi satış bazı hallerde sadece kâr anlamı ifade eder. Fakat bu
kâr, tek taraflı değil, en az iki taraflı bir sözleşmenin ürünü olduğundan
karşılıksız sayılmaz. On kuruşa alınan bir mal on bir kuruşa satıldığı zaman,
o bir kuruşa kâr denilir. Ribâ ise bir sözleşme sırasında olur: Bir sözleşmede
cinsi ve miktarı birbirine eşit iki mal birbiriyle karşılıklı olarak değiştirildiği
zaman bir tarafa bedelsiz bir fazlalık söz konusu oldu mu işte bu bir ribâdır
ki, bu bedelsiz fazlalığın aslında karşılığı ödenmemiştir ve karşılığı yoktur.
Mesela, birine daha sonra almak üzere borç olarak on lira verdiniz, o sizin
verdiğiniz on lirayı harcadı; fakat bir süre sonra, sizin verdiğiniz o on
liranın yerine size yine on lira getirip verdi. Verdiği anda da bu iki on
lira birbiriyle değiştirilmiş oldu demektir. Bunlar cins ve miktarca tamamen
birbirinin karşılığıdır. Fakat o borçlu on yerine mesela on lira on kuruş
verirse, bu on kuruş açıktan ve bedelsiz verilmiş bir fazlalıktır. İşte bu
âyet nazil olduğu zaman böyle altın veya gümüş nakit borçlanmalar ile ribâ,
cahiliyet devri Arapları arasında bilinen bir şeydi. Hatta zenginlerinin genellikle
yediği içtiği hep ribâ demekti; biri öbürüne altın veya gümüş, belli bir para
borç verirdi, aralarında kararlaştırdıkları vâdeye göre, geçen süre için belli
bir miktar da fazladan ödeme yapılacağını önceden şart koşarlardı. Bu âyet
indiği zaman aralarında en yaygın olan ribâ bu idi. Herhangi bir borçta vade
geldiği zaman borçlu borcunu ödeyemiyecekse alacaklısına, "veremiyeceğim,
irbâ et", yani "arttır" derdi, yine bir miktar daha ribâ eklenir
ve böylece her vade yenilendikçe borcun miktarı da artardı ve arta arta ana
paranın bir veya birkaç mislini bulurdu. Borcun aslına ana para anlamına gelen
"re'sü'l-mal" ve ona eklenen fazlalıklara da "ribâ" adı
verilirdi. Her vade yenilenişinde eklenecek ribânın yalnızca ana para üzerine
veya birikmiş faizlerle birlikte ana paranın toplamı üzerine konularak tartıya
dahil edilirdi ki, zamanımızın deyimi ile birincisi basit faiz, ikincisi mürekkep
faiz demektir. Böylece ribânın ana paraya eklenip katlanması mürekkep faizde
daha hızlı olmakla beraber, faizin her iki şeklinde de meydana gelmesi söz
konusudur. İş ve ekonomi dünyasında bu gün yürürlükte olan faiz işlemleri
de öz bakımından cahiliyet devrinde cari olan faiz geleneğinden farklı bir
şey değildir. Zaman zaman faiz miktarlarının ve işlemlerinin çoğalıp azalması
da bunun niteliğini değiştirmez. İşte Araplar arasında geleneksel ribâ, tam
anlamıyla zamanımızda nakit paralara ait faizin veya nema denilen fazlanın
kendisidir. Bunun "karz-ı hasen" denilen "karşılıksız borç"
dışındaki bütün borçlanmalarda uygulaması da işte böyledir. Şüphe yok ki,
işin aslına göre ve lügattaki anlamına göre, bunun en uygun adı "ribâ"dır.
Ziyadelik, mutlaka bir artık değer, bir fazlalık anlamına gelir; buna "faiz"
veya "nema" adı vermek "alışveriş de ribâ gibidir" iddiasında
görüldüğü gibi, ticarete benzetilerek verilen yalan ve uydurma bir isimdir.
Ribânın nakit paralarda ifade ettiği bu fazlalık, anlam bakımından şeriatte
diğer mallara ve "nesî" adı verilen vadeli satışlara da uygulanmıştır.
Nitekim "Nesîdeki de kesinlikle ribâdır." hadis-i şerifi uyarınca
soyut sarraflık işlemleri de, veresiye esasına dayanan vade farkları da başlı
başına birer ribâdır. Bunun gibi "Aynı cins ve kalitedeki buğdaya karşılık,
aynı cins ve kalitede buğday alınabilir, fazlası ribâdır. Aynı cins ve kalitedeki
arpaya karşılık, aynı cins ve kalitede arpa alınabilir, fazlası ribâdır..."
diye buğdayı, arpayı, hurmayı, tuzu, altını ve gümüşü, hasılı altı ayrı şeyi
aynı şekilde tek tek sayan meşhur hadis-i şerifte hem "yeden biyedin"
yani peşin olarak elden, hem de "mislen bimislin" değer ve kalite
bakımından eşiti ve eşdeğeri olarak tam karşılığı demek olduğu halde; peşin
olmadığı takdirde gerçekleşecek olan, yani sırf veresiye olmaktan dolayı söz
konusu olan fazlalığın bu hadisin hükmünün kapsamı içinde olduğunda görüş
birliği vardır. Bununla beraber bu hadiste ribânın altın ve gümüş gibi nakitler
dışında kalan şeylerde dahi nasıl gerçekleşeceği gösterilmiştir ki, bunlar
o günkü geleneksel anlayışta ribâ sayılan şeylerden değildi. Bundan dolayı
ribâ kelimesi, geleneksel anlamı dışına çıkarılarak daha geniş kapsamlı bir
şer'î deyim olmuştur. Bunun böyle olduğu şununla da desteklenmiştir ve kuvvet
kazanmıştır ki, Hz. Ömer el-Faruk (r.a.): "Ribânın gizli, kapalı olmayan
birtakım bölümleri vardır ki, onlardan birisi de hayvan alış verişlerindeki
selemdir."(3) buyurmuştur. Selem peşin para ile veresiye mal alma, malı
ucuza kapatma olduğuna göre; Hz. Ömer'in bu sözünden de anlaşılacağı gibi,
ribânın birtakım gizli yolları ve şekilleri de olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim
lügatte ve örfte ribâ adı verilmeyen ve günümüzde dahi faiz kapsamı içine
girmeyen bu çeşit hayvan alışverişlerindeki işlemin açıkça ribâ sayılması
gerektiğini kesin bir dille belirtmiştir. "Ahkâm-ı Kur'ân"da açıklandığı
üzere yine Hz. Ömer (r.a.) demiştir ki: "Ribâ âyeti, Kur'ân'ın en son
nazil olan âyetlerindendir. Hz. Peygamber (s.a.v.), bunu bize bütün yönleriyle
açıklamadan göçtü. Bundan dolayı ribâyı ve rîbeyi bırakınız yani mevcut açıklamalara
göre ribâ olduğu iyice bilinen şeyleri bıraktığınız gibi, ribâ reybi, ribâ
şüphesi bulunanları da bırakınız.
Bundan
dolayıdır ki, İslâm'da "Helal olan şeyler apaçık, haram olan şeyler de
apaçıktır ve ikisi arasında birtakım şüpheli şeyler de vardır, iyice şüpheden
kurtuluncaya kadar, sana şüpheli gelenleri de bırak." hadis-i şerifi
gereğince, genel olarak şüpheli şeylerden uzaklaşmak mendup olduğu ve takva
sayıldığı halde, özellikle ribâ şüphesi bulunan şeylerden kaçınmak vacip cinsinden
bir görev olmuştur. Bundan dolayı fıkıh ilminde "ribâ şüphesi ribâdır,
zira ribâ konusunda şüphe geçerlidir" diye bir kural vardır. Müslümanların
bunları bilmesi gerekir. Yukarıda sözü edilen ve altı şeyden örnek göstererek
ribâyı açıklayan hadis-i şerifiyle bu konuda mevcut diğer hadislerin ve âyetlerin
verilerinden elde edilen bilgilere dayanarak Hanefî mezhebi imamlarının çıkardığı
sonuçlara göre; gerek nakitlerde, gerek diğer mallarda ribânın sebebi ve ölçü
birimi iki şeydir: cins ve miktar. Fakat Şafiî fakihleri nakitler dışındakilere
bir "ta'm" denilen "yeme" anlamını, Malikîler "kut"
mânâsını ilave etmişlerdir.
Ribâ ile ilgili hükümler, Peygamberlik yıllarının sonuna doğru ve Mekke'nin
fethi sıralarında nazil olmuştur. Ve hatta halka duyurulması ile ilk uygulaması
da Vedâ Haccı'na rastlamıştır. Bu sıralarda da "Bugün sizin için dininizi
kemale erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak
İslâm'a razı oldum." (Maide, 5/3) âyeti gereğince İslâm dininin ikmal
dönemleri yaşanıyordu. Önce Âl-i İmrân Sûresi'ndeki "Ey iman edenler
kat kat katlanmış olarak faiz yemeyin!.." (Âl-i İmrân, 3/130) âyeti,
sonra da işte bu âyetler nazil oldu. Bu bize gösterir ki, ribânın ortadan
kaldırılması bir tekâmülü ve gelişmişliği hedef tutmaktadır. Sistem olarak
faizin yer aldığı bir toplum düzeni, henüz tam anlamıyla istenen düzeyde mükemmel
hale gelmemiş demektir ve mükemmel bir toplum düzeni ortaya koyamayan millet
ve kavimlerden de ribâ kalkmayacaktır. Dine ve inanca bağlı ahlâkları yükselmemiş,
sosyal yardımlaşma ve dayanışması sadece sözde kalmış, sosyal yapıları kuvvet
ve tahakkümden kurtulup kardeşliğe varamamış olan toplumlar ribâdan kurtulamazlar,
kurtulmadıkça da gerçekten Allah rızası olan ahlâk olgunluğunu ve sosyal düzen
sağlamlığını bulamazlar, kamu yararı ile kişisel çıkarların çatışmasını ortadan
kaldıramazlar. Herhangi bir toplumda faizsiz yaşanamıyacağı inancı yayılmaya
ve faizin meşru olduğuna çareler aranmaya başladı mı, orada çöküntü ve çözülme
başgöstermiş ve cahiliyet devrine doğru dönüş başlamıştır. "Zaruretler
mahzurluyu mubah kılar." kuralınca zaruretler, mubah görme kapısını açar.
Bugünkü insan toplumlarının ribâ devrinden kurtulabilmesi, ciddi ve sağlam
bir toplum düzeni kurmalarına bağlıdır. Fakirlik azalıp sosyal yapıdaki düzelme
ilerledikçe faizler kendiliğinden düşecek ve bir gün gelip ortadan kalkacaktır.
Fakat faiz devam ettikçe de servetler tekelleşmeden kurtulmayacak ve fakirlik
azalmayacaktır. Genel bakış açısından bakıldığında günümüz dünyasında faizin
ortadan kaldırılması bir ideal olarak düşünülmeye başlanmış ise de, doğrusu
hâl-i hazırdaki eğilimler henüz tamamıyla ortadan kaldırılması değil, aşağı
çekilmesi konusunda yoğunlaşmaktadır. İşte bütün dünyanın henüz gerçekleştiremediği
bu ideoloji, Allah tarafından İslâmî toplum düzeninde gerçekleşmişti. Bu suretle
Kur'ân ve İslâm dini, hal-i hazırdaki bütün beşeriyete dahi en yüksek bir
tekamülün ilhamını sunacak bir aydınlık kitap, bir ilâhî kanundur. Toplumun
iktisat düzenini güven altına almak için, hayır yolunda infakı genelleştiren
toplumlar fakirliği ortadan kaldırmayı en önemli hedef kabul ederler. Bunun
aksine mal bölüşümünde ribâ usullerini revaçta tutan toplumlar da servette
tekelleşme ile fakirliğin yaygınlaşmasını hedef tutarlar. Faizci, borç verip
ribâ alabilmek için daima bir muhtaç gözetir. Ve her ribâ bir bedel verilmeden
alınan açık bir fazlalık olduğu için, ihtiyaç sahibinin ihtiyacını hafifletecek
yerde onun emeğini ve üretimini karşılıksız gasp eder, dolayısıyla borç yükünü
daha da ağırlaştırır ve gerçekte o toplum ribâcılara çalışmış olur. Fakir
fukara kısmı ne kadar dürüst ve faziletli olursa olsun o toplumun dışına itilmiş
ve yabancı durumuna sokulmuş olur. Bu da o toplumu durmadan ihtilâllere sürükler.
Meşru olmayan art düşünceli maksatlardan doğan ihtilâl fikirleri ile fıtrî
sebeplere dayanan ihtilâl arasında ise çok büyük farklar vardır. İlâhî rahmet,
zenginlerle fakirlerin yaratılış sofrasından samimi bir yardımlaşmayla nimetlenmelerini
gerektirirken, bunun aksine hareket eden ve karşılarında fakirlik olmadan
nimete eremiyeceğini sanan toplumlar, hiçbir zaman ızdıraptan ve ihtilâl sancıları
çekmekten kurtulamazlar. Böyle mal bölüşümünde ribâyı alışkanlık haline getiren
toplumun fertleri için ribâ, tiryakilerin afyonu gibi hasret duyulan bir ihtiyaç
halini alır. O zaman gerçekten faziletli sermaye sahiplerinin de bundan sakınmaları
zorlaşır. Hepsi ister istemez bu çarkın dişleri arasında ezilir gider. O zaman
bu zorluğu göğüsleyip de çevresindekilere biraz nefes aldırabilen büyükler
işte yukarıda açıklanan "Onlar için Rabbleri katında ecir vardır, onlara
korku yoktur ve onlar mahzun da olmazlar." âyetinin verdiği müjdeye nail
olurlar. Ribâcılar ise ebedî bir ihtilâl sarasının çırpınışları içinde kıvranır
dururlar. İşte Hak Teâlâ bunların bu hallerini açıklamak üzere buyuruyor ki:
"faiz yiyenler" , yani faizcilik yapan ve böylece servet elde ediyoruz
diye muhtaçların kazançlarını ellerinden alan ve üretimin hedefini kamu yararından
kişi çıkarlarına doğru kaydıran, gerçekte ise üretimden ziyade tüketime hizmet
eden, velhasıl hayır yoluna infak amacının tamamen zıddına gidenler, saradan,
cinnetten kalkamazlar, ancak kıyamet gününde şeytan çarpmış saralı veya deli
gibi perişanlık içinde kalkarlar. Esasen dokunmak demek olan "mess"
Arap dilinde "delirmek" anlamına da gelir, mecnûna ve saralıya "memsûs"
yani dokunulmuş, çarpılmış denilir. Bunlar anlaşılmaz gizli sebeplerden ileri
gelen fena hastalıklar olduğu için cinlere ve şeytana nisbet edilerek "cin
tutmuş", "şeytan çarpmış" denilegeldiği de herkesçe bilinen
bir şeydir. Bunların böylece şeytana nisbet edilmesi hakikat mı, mecaz mı
olduğu meselesi ayrıca tartışma konusu yapılmış ise de, burada asıl mânâ aşikârdır
ki, fenalığın dehşetini ve gizli sebeplere dayandığını göstermektir. Bunlar
ribâ ile emek ve iş sahiplerinin çalışmalarının ürünü olan şeyi alıp, onunla
geçindiklerinden tembellik içinde yatar, rahat ve hızlı bir şekilde uyanamazlar,
hemen kalkamazlar; pekçoğu yataklarında şeytan çarpmış gibi saatlerce gerneşerek,
ağzını, yüzünü buruşturarak, sendeleye sendeleye kalkarlar. Bütün hayatları
ribâ düşüncesi ile ve onun dedikodusu ile geçer, düştükleri zaman da bellerini
doğrultamazlar. Fakat asıl mesele bu değil, bunlar karınlarını ribâ ile doldurduklarından
dolayı bir hadis-i şerifte de beyan buyurulduğu üzere, kabirlerinden kalkarken
genellikle saralı veya deli halinde kalkacaklar ve bu hal onların belirgin
özellikleri olacaktır. Mîrac gecesinde Resulullah, ribâcıları bu âyetin tasvir
ettiği şekilde görmüş, bunlar kimdir diye sorduğu zaman da Cebrail bu âyeti
okumuştur.
O
ceza esasen şu sebeptendir ki, bunlar alış-veriş de başka birşey değil, ancak
ve ancak ribânın bir benzeridir. O da ribâya benzer, o da ribânın bir bölümüdür
diye inandılar. Alışveriş ile ribânın hakikatteki farklarına rağmen, ayrı
ayrı özellik taşıyan iki şeyi aynı şeymiş gibi kıyaslayıp aynı işleme tabi
tuttuklarından başka bununla da yetinmeyip ribâyı asıl, alışverişi de ona
benzer bir ayrıntı yerine koydular. Sanki alışverişin de ribânın akıntısına
kapılması gerekirmiş, onun izinde olması icap edermiş gibi bir düşünceden
hareket eylediler. İşte fenalığın başı, ribâyı alışverişe benzetmeleri ve
böyle bir kıyas ile ikisini aynı şeymiş gibi saymaları, daha önemlisi bu teşbih-i
kalb, veya teşbih-i maklûb ile ribâyı asıl ve temel kabul edip alışverişi
de onun bir ayrıntısı yerine koymalarıdır. Sadece "ribâ alışveriş gibi
değil", bilakis "alışveriş ribâ gibidir" demeleri ve böyle
bir mantık oyunu ile ribâyı alışverişe bir esas, bir temel imiş gibi gösterip
helal saymaları sebep olmuştur ki, bunlar bir taraftan alışveriş ile ribânın
farkını kaldırmak iddiasında bulunur, diğer taraftan bu farkı tersine çevirip,
tersyüz edip ortaya koyarlar. Tefsir âlimleri bu benzetmenin "teşbih-i
maklûb" veya "teşbîh-i ma'kûs" olması hakkında biraz ihtiyatlı
davranmışlar ve idare-i kelâm etmişler, fakat âyetin dış görünüşü bakımından
"teşbîh-i ma'kûs" suretiyle bir kıyas-ı ma'kûs olmasını tercih etmişlerdir
ki birine göre, yani teşbih-i maklûb olduğuna göre, ribânın mübalağa yoluyla
asılmış gibi abartıldığı, diğerine göre de asıl iddia edildiği anlaşılır.
Nakitlerin,
her çeşit malın hızlı bir şekilde değişim aracı olması, alışveriş ve değişimin
tekrarlanması ve sürüp gitmesi de sonuçta malların bir kâr ve nemâ (artma)
sebebi olması itibarıyla; nakitler durduğu yerde bilfiil nemâ yapmasa da takdiren
bilkuvve nemâya sebep sayılır. Bu şeriat açısından da böyledir. Bu bahane
ile ribâcılar birine bir para verdikleri zaman, verdikleri paranın bilfiil
olmayan nazarî nemâsını zihnen hesaba katıp, hayal edilen nazarî menfaatını
karşılık göstererek, onun yerine faiz denilen bir kesinleşmiş fazlalığı alırlar.
Aslında mesele yine mal değişimi meselesidir. Fakat gerçekte karşılığın birisi
var, diğeri ise hayalî olarak var gibi görünmektedir. Yani alınan faiz görünür,
bilinir, belli bir maldır, bir değerdir; fakat onun karşılığı farzedilen şey
ise ne görülür, ne bilinir, ne de elle tutulur bir şeydir, sadece çeşitli
ihtimaller içinde gezip dolaşan bir hayaldir, şöyle olabilirdi, böyle olabilirdi
gibilerden bir hayalî kuvvettir, bir vehimdir. Hayal ise hakikate dönüştüğü
zaman bir hiçtir. Hayalin hakikat ile değiş tokuşu da bir hayal değiş tokuşundan
başka bir şey değildir. Alışveriş ise gerçek anlamda bir değiş tokuştur. Gerçeğin
gereği de hayale hayal, hakikate hakikat hükmünü vermektir. Ribâcı hak gözetmediğinden,
bu hayalî değişimi, bir gerçek değişim olan alışverişe benzeterek karşısındakine
"Ribâ da alışveriş gibidir, ben bu faizi karşılıksız almıyorum, alışveriş
gibi bir değişim yoluyla alıyorum." diye gösterir ve bunu malın kendisinin
değil de faydasının satışı demek olan kira akdi gibi bir şey olarak tanıtmak
ister. Oysa kirada fayda ortada ve gerçek ribâda ise nazarî olarak hayalde
ve vehimde vardır. Ribâcının değişim iddiası, altınların şıngırtısını altınla
satmaktan daha hayalî bir değişimdir. Ribâcı altınlarına şöyle bir bakar,
"Ben bunları tedavüle çıkarsam da herhangi bir alışveriş etsem, neler
neler kazanmazdım. İşte şu on lirayı bütün bu faydalarıyla sana veriyorum.
Haydi bu kazançları şu kadar sürede sen kazan da süre sonunda bu on liramı
ve sağladığı faydalardan da şu kadarını toplam olarak geri bana ver."
der. Ayrıca "Bak, ben sana ne kadar iyilik ettim." diyerek bir de
minnet yükletir. O zavallı fakir de belki kazanırım ümidiyle o parayı o şartlarla
alır, kazanabilirse zaten kazancını faizciye verir. Kazanamazsa da mahvolur
gider. Bununla beraber ribâcılar, "ribâ alışveriş gibidir" demekle
kalmış olsalar, hakikate karşı büyük iftira anlamı taşıyan bu sözleri ve bu
ruh halleri toplum için yine de nisbeten ehven-i şer (ehven şer) olurdu. Çünkü
o zaman alışverişin esas olduğunu kabul ve itiraf etmiş olacaklarından faiz
işlemlerini mümkün olduğu kadar gerçek değişime yaklaştırmaya çalışırlardı.
O zaman bütün ticarî işlemlerde ribâ hakim olmaz, faizsiz, sağlam ve gerçek
anlamda kâr esasına dayalı ticaret de yapılabilirdi. Emek ve üretim sahipleri
o kadar zarar görmez, servetler de sürekli olarak sermaye sahipleri lehine
(çıkarına) birikip durmazdı. Halbuki ribâcılar kendi zihniyetlerinde "ribâ
alışveriş gibidir" demekle kalmazlar. Onlar şu kanaattedirler: "Ticarî
işlemlerde ve her türlü girişimde asıl maksat, kamu yararı değildir; en az
emekle ve en az zahmetle çok kazanç sağlamaktır. Bol kazanç elde etmenin en
rahat, en kısa yolu da faizciliktir. Faizde kâr muhakkak ve kuvvetli; ticarette
ise riskli, zayıf ve vehim, yani varsayımdır. Alışveriş gibi değişik sözleşmelerin
çeşitli çaba ve zahmetlerin arkasından gelecek olan kâr ile tek sözleşmeyle
ve bir hamlede elde edilecek kâr arasındaki fark çok açıktır. Sonra gerçek
değeri ve faydası olan malların değişiminden çıkacak kârda fazla bir fevkalâdelik
yoktur; çünkü o kâr, o uğurda verilmiş zahmetlerin normal bir karşılığıdır.
İnsan hayalî bir şeyi, gerçeğe çevirdiği zamandır ki ciddi bir kâr elde etmiş
olur. Alışveriş kapsamı içine giren bütün işlemler, hep kazanç ve kâr elde
etmek için araçlardır. Alışveriş yalnızca kazanç ve kâr içindir. Tüccarlık
kamu yararına hizmet değil, kamu yararını kendine çekmektir. Hasılı alışverişin
asıl özü değişim ile onun bedeline sahip olmak demek değildir, yalnızca kazanç
ve kâr elde etmektir. Bundan dolayı da ticaretin özü alışveriş değil kârdır.
Halis kâr ise ribâdır. Bu anlamda ribâ alışverişe benzer değildir, ancak alışveriş
ribâya benzemektedir. "Alışveriş de ribâ gibidir." formülüne göre;
alışveriş helâl ise, ribâ öncelikle helâl olmalıdır derler. Ve hiçbir üretim
yapmadan paralarını durmadan arttırmak isterler.Bunun için paranın sağladığı
fayda derken yalnızca ribâyı düşünürler. Paralarının getireceği faizi düşünmeden
hiçbir işe girişmezler. Faiz kalkarsa ticaret durur derler. Kendilerini tüccarların
en büyüğü sayarlar. Faiz işine bulaşmadan ticaret yapanlara tüccar bile demezler.
Halbuki tüccarı yaşatan faizciler değil, faizcileri yaşatanlar tüccarlardır.
Faiz düşünmeyen bir kimse, mesela yüzde beş kârla işe girişmek isterse ribâcılar,
yüzde on ile bile iş tutmaya razı olmazlar, fakat başkalarını iflas ettirmek
ve faiz piyasasını yükseltmek için türlü türlü entrikalar çevirerek bir süre
için zarara bile katlanırlar. Bir kerre ticarî işlemlerin aslı esası faizdir
şeklinde karar verildi mi, artık ribâ bütün alışverişe hakim olur. Ribâya
benzetilmeden, faiz hesabı karıştırılmadan hiçbir alışveriş yapılamaz. Esas
hedef olan mallar ile onu elde etmeye araç olan para arasındaki denge, araya
giren ribâ ile, malların aleyhine ve paranın lehine bozulmaya başlar. Emek
ve çalışmanın karşılığı, faiz kanallarından ribacıların ellerinde toplanır,
derece derece ve gitgide servet tekelleşmeye başlar, lüks ve zararlı tüketim
meydanı alır, sermaye sahipleri lehine tüketim önem kazanır. Bizzat üreticiler
hesabına üretimin değeri düşer, aracılar da bu ikisi arasında durmadan bocalar
durur. Bakarsınız hem mal vardır, hem de sermaye, bununla beraber ihtiraslar
ve kıvranmalar arttıkça artmıştır. Toklar azalmış, açlar çoğalmış, gülenler
eksilmiş, ağlayanlar artmıştır. Dünyalar kadar mal yığılı olsa, parası olmayan
yine fakirdir. Derken çalışan ve üretime katkıda bulunan emek sahipleri ile,
sermaye sahipleri arasında kin ve öfke başlar. Bir taraftan sermaye sıkıntısı
çeken üreticilerde paranın değişim aracı olması aleyhine fikirler ve duygular
gelişmeye başlar ve onlar malların, parasız ve aracısız değişimini arzu etmeye
başlarlar. Öbür taraftan da para kaynaklarını ellerinde tutanlar, bütün imkanlarını
kullanarak bunları ve bütün ekonomik hayatı kontrol altına almaya, bunları
saf dışı etmeye veya esaret altına almaya çalışırlar. Gitgide sermayeden de,
üretimden de yoksun olan işsizler çoğalır. Bunlarda da bir yağmacılık hissi
uyanır. Dışardan bakıldığı zaman mutlu ve muhteşem sanılan bir toplum, oysa
artık içinden çürümüş ve kurtlanmıştır. Sükûn içinde kımıldanmak ihtimali
bile yok gibi görünen kesimler, ruhlarındaki acının telaşı ile artık patlamaya
hazır hale gelmiştir. Şeytanlar da bundan istifade etmeye kalkışırlar. Bütün
bu fenalıklara sebep olan ribâcıları, korkunç bir cinnetin sarsıntısı sarar
da bütün gerçekleri hayal, bütün emelleri altüst olur. Bu sara onlara da dedikleri
zaman zihinlerine gizlenen cinnet eserinin bir anlamda dışa vurması demek
olacaktır ki, küçük veya orta kıyamette olmasa da büyük kıyamet mutlaka bu
cezayı göreceklerdir. İnançlarını düzeltip tevbe etmedikçe bu kötü sondan
kurtuluş yoktur. Kur'ân'ın belağatı, ne kadar hayret verici bir şeydir ki,
bir tahsis ve hasr edatı altında bir teşbîh-i ma'kûs ifade eden veciz cümlesi
içinde bu kadar çok mânâyı özetlemiş ve halkın ihtiyacını karşılamış, iyilik
ve takva yolunda yardımlaşmak için kapsamlı ve meşru olan bütün değişim usullerini
ve ticarî ilişkileri ribânın tekeline vermek ve bununla ilgili olarak bütün
hukukî ve sosyal düzeni, normal mecrasından hayra ve halka hizmet hedefinden
çevirmek ve çalışanların, üretenlerin ve tüketenlerin emek ve işgücünü, şahsî
ihtiraslarına hizmetçi kılmak ve gerçekleri hayale dönüştürmek isteyen ribâcıların
bir nevi cinnet anlamı taşıyan bütün ruh hallerini gösterivermiştir.
Evet
ribâcılar demekte ve bu kanaatla hareket etmektedirler, halbuki Allah, alışverişi
helal, ribâyı haram kıldı. Bunlar birbirine benzer şeyler değil, tamamen zıttırlar.
İlâhî nassın hükmü böyle iken aralarındaki fark nasıl olur da görmezlikten
gelinir ve aksine ortaya konulan bir batıl benzetme ile alışverişi ribâya
veya ribâyı alışverişe kıyas etmeye kalkılır. Bunları birbirine karıştırıp
haramı helal, helali haram yapmaya kimsenin hakkı yoktur. Allah, birbirinin
zıddı olan yalan ile doğruyu, hayal ile hakikatı nasıl ayırmış ve bu farklılığı
kaldırmak yetkisini hiçbir kimseye nasıl vermemiş ise gerçek ve sağlıklı bir
değişim olan alışveriş ile yalan ve vehim ürünü bir değişim olan ribânın birbirine
zıt olduğunu ortadan kaldırmaya, haramlığını ve helalliğini karıştırmaya kalkışmak
da böyledir. Birbirinin zıddı olan nur ile karanlığı birbirinin aynı saymak
nasıl bir cinnet ise, ribâ ile alışverişi benzer şeyler saymak da öyledir.
Akıl
ve idrakleri olgunluğa ulaşmamış ve henüz ilâhî irşad kendilerine ulaşmamış
bulunanlar haydi neyse, fakat böyle açık seçik rabbanî uyarıların gelişinden
sonra da bu sevdadan vazgeçmeyip böyle batıl duygu ve düşüncelerde ısrar edenlerin,
ahiretteki halleri şeytan çarpmış deli ve saralı gibi olmaz da ne olur? Bundan
dolayı kendisine Rabbinden böyle bir öğüt, bir nasihat ve uyarı gelip de derhal
ribâcılıktan vazgeçen her kim olursa olsun geçmişte kalan ribâ artık onun
kendisinindir. O fesh olunmaz, geri alınmaya da kalkışılmaz, hüküm öncesine
şamil olmaz ve değildir. Ve onun hükmü sırf Allah'a kalmıştır. Şimdiki halde
ilâhî emri dinlediğinden dolayı, artık ihlas ve nedamet derecesine göre, Allah
ona ecir verir; geçmiştekileri de dilerse bağışlar, dilerse bağışlamaz, onu
ancak O bilir. Şu kadar var ki, tevbe hakkındaki vaadine bakılırsa, o kulun
affedilme ümidi fazladır. Her kim dönerse, yani eskiye döner de yine ribâyı
helal görmeye başlarsa işte onlar ateş, yani cehennem ehli ve ashabıdırlar.
Cehenneme gönderilirler ve orada ebediyyen kalırlar.
Bu
Kur'ân âyeti, ribânın niteliği ile kâr gözeten alışverişin niteliğini öylesine
kesin bir şekilde ayırmış ve ikisi arasındaki farkı ve tezadı öylesine tesbit
etmiştir ki, bu karşılıklı ayırım kelimesindeki "elif lamı" ahd-ı
haricîye hamledip, ribânın "kat kat ve katmerli", yani mürekkep
olan bir tek çeşidine aitmiş gibi göstermeye imkan bırakmamıştır. Bundan dolayı
"ribâ" kavramı ile "alışveriş" kavramı iyice anlaşıldıktan
sonra bunları birbirine karıştırmaya imkan yoktur. Allah katında alışveriş,
"alışveriş" olduğu için helal; ribâ da "ribâ" olduğu için
haramdır. Kendisine ribâ karıştırılarak yapılmış olan alışverişlere gelince,
bunların da temiz ile pisin karışmasından çıkacak olan belli hükme bağlı olacağı
bilinmektedir. Midesi temiz olanlar, bir damla pislik karışmış olan suyu nasıl
içemezlerse işte bu da öyledir. Nitekim bir hadis-i şerife göre: "Haram
ile helal birleşince haram öne geçer" kuralı bunu bildirmektedir. Ribâ
haram ve batıl olunca, ribâ ve benzeri pislikler karışan alışveriş de fasit
olur ki, bunun ayrıntıları ve açıklaması fıkıh ilminin konusuna girer. Yukarıda
görüldüğü üzere, şeriat açısından ribâ kavramı oldukça genel bir kavramdır.
Bunu mümkün olduğu kadar Hz. Peygamber'in açıklamalarından anlamak ve ayrıntılarını
onun hadislerinden çıkarmak gerekir. Ancak geleneklerde ve dilde yaşayan ve
bilinen bir ribâ örneği vardır ki, o da nakit paralarda kendini gösteren faizdir
ve bunun âyetteki ribâ kavramının içinde yer aldığı her türlü şüpheden uzaktır.
Âyetin bunun dışındakiler hakkında genel ve mücmel şer'î anlamı ve delaleti,
başlıcaları ismen zikredilen ve yukarıda geçen meşhur "eşyayı sitte"
(altı şey) hadisi ile ve bir de "Nesîde de ribâ vardır." hadis-i
şerifi ile tefsir edilmek gerekirse de belli bir vadeye bağlı olarak verilen
nakit borçtan dolayı alınan meşhur faizin haram olduğu, bizzat âyetin kesin
hükmünden çıkan bir sonuçtur. Şu halde gerek âyette geçen uyarı ve gerek ribâcılara
Allah'ın savaş ilan ettiği şeklindeki tehditler topluca göz önüne getirildiği
zaman, hiçbir müminin şüphe etmemesi gerekir ki, toplum düzeninin iyiliğini
ve mutluluğunu gözetecek yerde onu gözardı edenler, Kur'ân'ın bu kesin açıklamalarına
rağmen ribâ için cevaz yolları aramaya kalkışırlarsa, bunda toplum için, toplumun
geleceği için büyük faydaların değil, büyük zararların ve tehlikelerin mevcut
olduğunu hesaba katmamış olurlar. Çünkü ribâda toplum için büyük zarar vardır.
Ancak konuya kişisel açıdan yaklaşıldığı zaman, herhangi bir ferdin toplumdaki
gidişatı tek başına durdurmaya veya o gidişatın yönünü değiştirmeye gücü yeteceği
iddia edilemiyeceğinden bazı hallerde ve bazı kimseler için bunun "Kim
başkasının elindekine saldırmaksızın ve haddi aşmaksızın mecbur kalır da yerse..."
(Bakara, 2/173) âyetinin hükmüne göre, zaruret halinde ölmüş hayvanın etinden
yeme cinsinden bir hükme tabi olabileceği söz konusu olmuş ve bunun için bir
vakitler yetim, dul ve kimsesizler için ve onlara benzeyen sakat ve yatalaklar
gibi muztar durumda bulunanlar için, "hîleyi şer'iyye" adı verilen
"devir" usûlüne göre çare bulunduğu sanılmış idi ki, bu da herhangi
bir sû-i istimal ve kötü niyet söz konusu olmaksızın, denilebilir ki, özden
ziyade bir şekil işidir. Böyle bir zaruret durumuna düşmek kimse için temenni
edilecek bir şey değildir. Ancak şu da çok iyi bilinmelidir ki, ribâ hastalığı,
ferdî bir dert olmaktan çok sosyal bir dert, toplumsal bir hastalıktır. Bundan
dolayı sosyal yardımlaşma ve dayanışması pek kısır olan gelişmemiş toplumlarda
hızla yayılır ve toplumu etkisi altına alır. Gelişmeye doğru güvenli adımlarla
yürüyen toplumlarda bunun tam tersi meydana gelir ki, İslâmiyetin başlangıcında
Muhammedî feyiz sayesinde yirmi sene içinde bu gelişme meydana gelmiş ve kısa
zamanda ribâ belası toplumdan silinip atılmıştır ve ribâsız bir ticaret uygulanmıştır.
Tefsir
âlimleri, ribânın haram kılınmasının sebeplerini aşağıda görüldüğü üzere tek
tek zikretmişlerdir:
1-
Yukarıda daha öncede anlatıldığı üzere ribâ, insanın malını karşılıksız olarak
almaktır. Yüz lirayı, yüzbir liraya peşin ya da veresiye satmak, bütün çıplaklığıyla
açıktır ki, o bir lira fazlayı karşılıksız almaktır. İnsanın malı da kendi
ihtiyacıyla ilgili olduğundan bunun gasbedilmesi haramdır. Nitekim Hz. Peygamber
"İnsanın malının hürmeti, yani haramlığı, kanın hürmeti gibidir"
buyurmuştur. Bundan dolayı insanın malını karşılıksız olarak almak haram olmak
gerekir. Acaba o yüz lira sermayenin bir müddet zimmette beklemesi, o bir
lira fazlanın karşılığı değil midir? Bir de bugün peşin olarak on kuruşa satılacak
bir şeyi, bir ay sonra veresiye olarak onbir kuruşa satmak da caiz olmuyor
mu? Hayır. Verilen o bir lira gerçek ve sağlam bir liradır. Yüz liranın zimmette
durması ise vehim ve nazarî, dolayısıyla itibarî bir duruştur ki, bu duruş
bir menfaat olabileceği gibi, aynı zamanda bir zarar olabilir.
Hatta
bundan dolayıdır ki, ribâ yalnızca insanın malını karşılık almakla kalmayıp,
karşılık adını vermek gibi bir ahlâksızlığı ve bir çeşit sahtekârlığı da içermektedir.
Buna karşı gösterilen karşılıklı rızanın bir tarafı hakikatte rıza değil,
bir hoşnutsuzluktur. Bundan dolayı bir lirasını doğrudan doğruya hibe veya
sadaka olarak veren kimse ile faiz olarak veren kimsenin kalbindeki duygularda
ne büyük farklılık vardır. Birisi en yüksek haz ve zevke erişmiş bir kalb
olarak gayet ferah ve sevinçli olurken, diğeri malını çarptırmış bir zavallı
durumunda ve acılar içindedir. Alışverişteki peşin ve veresiye farkına gelince,
eğer alınan verilen her iki bedel bir cinsten değilseler, bunlar herhangi
bir sözleşmede birbirleriyle karşılaştırıldıkları ve yalnızca birbirleriyle
ölçüldükleri zaman aralarındaki üstünlük farkının ortaya çıkmasına imkan yoktur.
O üstünlük farkı bu değişimde değil, sözleşmenin dışında kalan üçüncü bir
değer ölçüsünün yardımıyla ortaya çıkabilir. Bunun için yalnızca bir satış
sözleşmesi hiçbir zaman kârlılık ifade etmez. Satışta kâr, işte o üçüncü şey
üzerine yapılan sözleşmenin bir sonucudur. Tüccar da böyle sürekli sözleşmelerle
iştigal eden kimsedir. Mesela, on kuruş şu anda ve şu sözleşmede bir okka
buğdaya tam karşılık olabildiği gibi, başka bir günde ve başka bir alışveriş
sözleşmesinde on okka buğdaya karşılık olabilir. Ve kuruş ile buğday arasında
cinslerinin ve faydalarının değişmemesinden dolayı her iki taraf, yani alan
ve satan taraflar, her zaman için seve seve hakiki bir değişme yapabilir.
Ve hiçbiri kendi amacına göre birşey kaybetmiş olmaz. Bu durum, taraflardan
birine bir kâr ve fayda sağlamışsa; söz konusu o kâr, sırf bu satış sözleşmesinden
doğmamıştır, bu sözleşmeyle daha önceki bir satış sözleşmesinin arasındaki
farktan doğmuştur. Yani on okka buğdayı on kuruşa satan adam, ihtimal ki,
daha önce onu beş kuruştan almıştır. Aksine bir okka buğdayı on kuruşa satan
da daha önce yirmi kuruşa almış olabilir. Alışveriş yoluyla ticarî işlerde
görülen kâr ve zarar da hep böyledir. Yoksa değiştirilen çeşitli mallar arasındaki
bir tek değişim doğrudan doğruya söz konusu olduğunda tek başına ne kâr, ne
de zarar düşünülemez; ancak birbirine denk olup olmadığı düşünülebilir. İşin
içyüzü de böyledir. Diğer sebepler ve araya giren bozucu unsurlar önlenirse
alışverişin niteliği böyledir. Ancak bu alışveriş, buğdayın buğdayla, altının
altınla değiştirilmesi gibi aynı cinsten olan şeylerde ise o zaman her birinin
miktarı, öbürünün ölçüsü olacağından; bunlar gerek peşin, gerek veresiye olsun
aralarındaki fazlalık, bir okka un ile iki okka unun, yine bunun gibi bir
lira ile iki liranın değişiminde olduğu gibi, derhal kendini belli eder ve
göze batar. Bunun için bunlar eşit bile olsalar biri bir gün sonra verilmiş
olunca, bir günlük gecikme veya öncelik bir fazlalık teşkil eder ve bu artık
alışveriş olmaz sırf faiz olur. Zaten borç verme de böyle olduğundan dolayı
ribâdır. Bundan dolayı ribâyı buna benzeterek tahlil etmek bir gasptır, bir
müsaderedir. Bunun içindir ki, meşhur "eşyayı sitte" hadisiyle bu
mânâ, örfteki ribâ kavramına ek olarak ayrıca açıklanmış bulunmaktadır.
2-
Ribâ insanları cidden çalışıp kazanmak ve üretim ile meşgul olmaktan uzak
tutar. Çünkü herhangi bir sûretle beş on kuruş para sahibi olmuş bulunan bir
kimse faizcilikle parasını peşin veya veresiye arttırmak imkanını bulunca
artık geçimini kazanmak için az veya çok kolay bir yol elde etmiş olur. Ve
o zaman zahmetli olan ticaret veya sanatlarla çalışıp kazanmak zorluğuna ve
sıkıntısına dayanamamaya başlar. Bu durum, yüksek üretim yapmaya kabiliyetli
birçok kimsenin çalışmalarından iş dünyasının mahrum kalmasına ve bundan dolayı
da halkın genel çıkarlarının kesilmesine sebep olur. Halbuki dünya ve toplum
düzeni ticaretler, üretimler, sanatlar ve bayındırlık faaliyetleri ile gerçek
boyutunu kazanır. Yüksek çalışmanın, yüksek sermayelerin dahi yakından ilgili
olduğu bu açıdan bakılınca sermayeyi arttırmak için ribânın da bu anlamda
kamu yararına hizmet edebileceği iddia olunamaz. Çünkü bu arttırma, yalnızca
ribâdan beklenecek olursa emek ve çalışmaya hiç önem verilmemiş ve iltifat
edilmemiş olur. Halbuki bayındırlık ve kamu yararı paraya, bir araç olarak
bağlı gibi görünüyor ise de, emek ve çalışmaya bizzat geçerli bir sebep olarak
dayalıdır. Bundan dolayı sermaye sahiplerinin nakitleriyle birlikte kendi
emek ve çalışmaları da üretime eklendiği takdirde meydana çıkacak sonuç ile,
bunların emek ve çabalarını kısmen de olsa ribâya terketmeleriyle diğer çalışanların
ve üretenlerin ortaya koyduklarını tüketmekten doğacak sonuçlar arasındaki
fark pek büyüktür. Eğer ticaret ve iş dünyasında ribâ sayesinde iktidar ve
güçlerini sürdüren sermaye sahiplerinin faizcilikleri ellerinden alındığı
zaman bunların ticaretteki kıymetlerinin kalmayacağı düşünülüyorsa, o zaman
da bunların zaten faydalı ve kıymetli bir kesim olmadıklarının ve işe yaramadıklarının
kabul edilmesi ve bu yüksek sermayeleri ellerinde hapsetmeye haklarının olmaması
lazım gelir. Yok eğer bu sermaye sahipleri cidden ticarî gücü yerinde ve kabiliyetli
kimseler ise o zaman da ribâcılık, bunların gerçek değerlerini engellediği
ve mesaîlerinden ticaret dünyasını mahrum bıraktığı için, onlara ve kamuya
zarar veriyor demektir.
3-
Ribâcılık insanlar arasında ihtiyaca göre "karz-ı hasen" suretiyle
iyilik ve yardımlaşmanın kesilmesine sebep olur. Çünkü ribâ haram ve yasaklanmış
olunca, insanların yüz yüze gelip birbirlerine faizsiz borç vermesi; onların
hem hoşuna gider, hem de bu durum ahlâk ve sosyal güvenin gelişmesine, yaygınlaşmasına
ve neticede de sosyal düzenin sağlamlaşmasına sebep olur. Herkes ihtiyacı
ölçüsünde tüketmeye, tükettiği ölçüde ödemeye mecbur olacağından borcunu ödemede
titiz davranır, vaktinde ödemeye daha çok gayret gösterir ve borcuna dört
elle sarılır. Şüphe yok ki, on yerine onbir ödemeye mecbur olanlar arasında
batan borçların çoğu batmaktan kurtulmuş olur. Ribânın yürürlükte olduğu yerlerde
muhtaç olanların ihtiyacı bir lira yerine iki lira borçlanmaya sebep olabilir.
Bu imkanı bulan para sahipleri de bunu vesile yaparak "karz-ı hasen"den
vazgeçmeye başlarlar. Bu şekilde halk arasında iyilik, ihsan, yardımlaşma
ve dayanışma duyguları silinmeye; yerine hırs, kin, öfke ve saldırganlık fikirleri
yayılmaya yüz tutar. Bu da toplumun felakete sürüklenmesi demek olur.
4-
Ribâyı caiz kabul etmek, zenginlere fakir fukaradan fazla bir mal çekmek imkanını
bağışlamak demektir ki, bu da Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın rahmetine aykırı
düşer. Bu sayılan birkaç sebep bile; ribânın infaka, hayır denilen kamu yararına
ters düştüğünü açıkça göstermeye yeter.
5-
Bunların her biri ribânın çirkin ve kötü bir şey olduğunu ifade eden zararlarını
göstermekle beraber, Allah katındaki haramlığının hikmetini tam anlamıyla
anlatmaya yine de yetmez. İhtimal ki ribânın bilinmeyen daha birçok kötü yönleri
vardır. Ribânın haram oluşunun asıl sebebi bunun ilâhî nass ile sabit olmasıdır.
Ve bütün mükellefiyetlerin ve yasakların sebepleri ve hikmetleri, mükellef
olan halk tarafından bilinmeleri de gerekli değildir. Binaenaleyh biz, sebep
ve hikmeti bilemesek bile, ribânın kesinlikle haram olduğunu tanımamız gerekir.
276-Sonuç
olarak ribâ, bir çok yönüyle hakkı ve hukuku rayından çıkarmaktır. Bunda aracı
amaç, amacı da araç zannettiren bir göz boyama; bir şeyi kendisiyle hem mukayese
etmek, hem de kendine intibak ve eşitliğini ortadan kaldırmaya çalışmak gibi
bir çelişki bulunmaktadır. On lira, on lira ile hem ölçülmek, hem de onbir
lira yerine konulmak gibi hak ve hakikatın zıddına bir çelişki vardır. Bunun
için ribâ, gerçekte hakka değer vermek ve hayat hakkı tanımak istemeyen ve
nihayet kendi çıkar ve isteklerini hakkın gerçek ölçüsü ve temeli saymak isteyen
kısır görüşlü kimselerin şiarıdır. Bunun için ribâya taraftar olanlar, daima
hukukî mevzuatı, Hakk'ın ölçüsüyle ölçmeyip beşeriyetin kanunlarını, hakkın
ve gerçeğin yegane ölçüsü sanan ve her şeyi kendi kişisel çıkarları açısından
görenler arasında bulunur. Cenab-ı Allah da ribânın, insanların koyduğu kurallarla
değil, ilâhî hükümlere dayalı olarak haram olduğunu ve bundan dolayı bunu
helal sayanların saradan kurtulamıyarak en sonunda cehennemi boylayacaklarını
ve yalnızca tevbe edip bundan vazgeçenlerin kurtulma ümitleri olduğunu beyan
buyurmuştur. Artık bu kadar büyük bir zarar olan ribâyı bir kâr, bir kazanç
sanıp da arkasından koşmamalıdır. Sonra ribâcıların zannettiği gibi, ribâ
malı arttırır da sadakalar eksiltir değildir. Tam tersine, Allah, malı arttırır
sanılan ribâyı derece derece eksilte eksilte nihayet mahveder. Ribâ içinde
ayın on dördü gibi parlak görünen servetleri, hilal gibi küçülte küçülte nihayet
gözle görünmez hale getirir de buna karşılık; malı eksiltir sanılan sadakaları
"irba" eder, yani gitgide büyütür ve çoğaltır, nemalandırır. Ribâ,
mal üretecek hayatları kurt gibi yiye yiye bitirir, nihayet sermayelerin de
batmasına sebep olur. Halbuki sadakalar ecir, hayat ve bereket olur. Ve Cenab-ı
Allah, haramı helal tanımakta ısrar eden çok kâfir, çok günahkâr kimselerin
hiç birini sevmez. O tevbe edenleri sever, onlardan razı olur. Ribâ ise pek
kâfirane ve pek günahkârane bir iştir.
277-Buna
karşılık iman edip iyi işler, salih ameller yapan ve özellikle namazlarını
doğru dürüst kılıp zekatlarını veren kimseler yok mu? Her zaman bunların Rableri
katında ecirleri vardır. Bunlara gelecek bir korku yok, bir kayıptan dolayı
mahzun olacak da değiller.
278-
Ey iman ehli Allah'dan korkun, O'nun azabından korunun! "Geçmişte yaptıkları
kendisine aittir" âyetinin hükmüne göre, geçmişte kalan ribânın sahibinin
zimmetinde bulunduğundan gaflet etmeyin. Henüz alınmamış, elde edilmemiş ve
kalmış olan ribâdan geriye kalanları bırakın, terkedin. Eğer siz gerçekten
mümin iseniz, böyle yaparsınız. Zira imanda olgunlaşmak, gereğini yerine getirmeyi
gerektirir.
279-
Şayet yapmazsanız, yani Allah'dan korkmaz, ribânın haram olduğuna inanmaz
veya inanır da yine terketmezseniz Allah ve Resulü tarafından bir harbe maruz
kalacağınızı bilmiş olasınız. Yahut kırâetine göre, Allah ve Resulü tarafından
kendinize harb ilan ediniz.
Burada
ribâyı terketmeyenleri, gerek ribâ helaldir inancına dönmüş mürted veya ahdini
bozmuş kâfir olsun, gerekse haram olduğuna inandığı halde o inançla amel etmeyip
ribâya devam eden fasık mümin olsun; her ikisine de Allah Teâlâ, savaş ilan
etmeyi emretmiştir. Çünkü bunlar, zekatı inkar eden veya inandığı halde vermemekte
direnenler gibi, ya mürted veya bâğî ve âsîdirler. Dışardaki kâfirlere her
zaman için savaş açmak zaruri ve gerekli olmadığı halde, bunlara savaş açmak
kayıtsız şartsız vacip kılınmıştır. Demek olur ki, ribâdan sakınmak, İslâm
tabiiyetinde bulunanların hepsine farzı ayn bir ferdî görev olduktan başka,
genelde ribâ işlemlerini kaldırmak da mühim bir ictimaî farizadır. Çünkü ribâ
öyle bir sosyal hastalık ve öyle bir toplumsal fitnedir ki, toplumda sürüp
gittiği müddetçe tek tek kişilerin ondan kaçınmaları çok zor, belki de imkansız
olur. Gerçi küfür diyarında bulunan bir müslümandan, müslim ile gayri müslim
arasındaki ribânın haramlığı sakıt olacağı Hanefî mezhebinde açıkça ortaya
konmuştur. Bilhassa bu hikmetten dolayı olsa gerek ki, Asr-ı Saadet'te müslüman
ümmeti kemal derecesini bulup da savaş edebilme güç ve kabiliyetini kazanmadıkça
ribânın haram oluşu ilan edilmemiştir. Bundan dolayı İslâm devleti, ribâ işlemleri
yapan kişileri uyarır ve terbiye eder. Bunlar fert veya cemaat halinde devlete
karşı koyarlarsa o zaman onlara savaş ilan etmek bütün müslümanların dinî
görevleri gereğidir. Bununla beraber bugünkü müslümanlar bu vazifelerini unutmuş
ve bunun uygulanması hususunda sosyal güçlerini yitirmiş, bir kararsızlık
ve karışıklık içine düşmüş bulunduklarından pratik hayatta ribâdan kaçmak
sırf ferdî bir görev gibi kalmış; ribânın toplum hayatında revaç bulmuş olması
da ona karşı koymak isteyenlerin durumunu güçleştirmiştir. Kur'ân böyle ribâyı
terketmeyenlerin Allah tarafından savaş ilanını hakkettiklerini anlatıyor
ki, Kur'ân dilinde "Allah ve Resulü'nün harbi" deyimi, bazen gerçekten
savaş anlamında, bazen de günahın büyüklüğünü ve zararını tasvir için uyarı
makamında mecaz olarak kullanılır. Ve burada her iki tefsirle ilgili olarak
görüşler öne sürülmüştür. Demek ki biri olmazsa, diğeri muhakkak olacaktır.
Faiz yiyen veya yedirenler maddî veya manevi anlamda ilâhî savaştan kurtulamıyacaktır.
Bunun için bir hadis-i şerifte "Allah, ribâ yiyeni de, yedireni de lânetlemiştir."
veya lânet etsin, buyurulmuştur.
Bu
böyledir. Ve eğer siz ribânın haram olduğuna inanır, ribâya tevbe ederseniz,
ana paranız sizindir. Ana paralarınızın hepsini alırsınız, o şekilde ki, zulüm
etmezsiniz, zulüm de edilmezsiniz, yani ne fazla alırsınız, ne de eksik alırsınız.
Fakat tevbe etmezseniz, dinden çıkmanızdan veya zulmünüzden dolayı ilâhî harbe
muhatap olmakla her türlü zarara uğrar, ana paralarınızı ve hatta bütün mallarınızı
bile kaybedebilirsiniz ve kendinize yazık etmiş olursunuz. 'dan buraya kadar
bu âyetin, müslüman olup da daha önce yaptıkları ribâ işlerinden henüz alamadıkları
alacakları kalmış olan bir takım kimseler hakkında nazil olduğu anlaşılıyor.
Daha özel anlamda olmak üzere ve aşağıda açıklanacağı şekilde daha başka birkaç
nüzul sebebi de rivayet edilmektedir:
Mukatil'in
rivayetine göre, Taif'deki Sakif kabilesinden Amroğulları denilen oymaktan
Mes'ud, Abdi Yaley, Habib ve Rabi'a adlarındaki dört kardeş hakkında nazil
olmuştur ki, bunlar Mekke'de Beni Mahzûm'dan Beni Muğire'ye faizle borç verirlerdi.
Hz. Peygamber Taif'i fethettiği zaman bu kardeşler müslüman olmuşlar, sonra
Beni Muğire'deki alacaklarının faizlerini istemişlerdi. Beni Muğire de müslüman
olmuş ve İslâm'a rağmen faiz vermek istememişlerdi. Fetih'ten sonra Mekke
valisi olan Attab ibni Üseyd'e müracaat olundu ve bir rivayete göre, Sakif'in
Hz. Peygamber'le Taif antlaşmasında hak üzerinde ribâdan olan gerek alacak
ve gerekse vereceklerinin mevzu', yani metruk ve sakıt olduğuna ilişkin hüküm
de yer almaktaydı. Attab ibni Üseyd (r.a.) Hz. Peygamber'e yazdı, o zaman
işte bu âyet nazil oldu. Bundan dolayı Hz. Peygamber, cevap olarak bu âyeti
yazdı ve altına da şu notu ekledi: "Onlar buna razı olurlarsa ne âla,
yoksa onlara savaş ilan et!" Ata ile İkrime'nin verdiği bilgilere göre,
Hz. Peygamber'in amcası Abbas ile damadı Osman b. Affan (r.a.) ortak olarak
hurma bahçesi kiralamışlar, yani vakti gelince hurmaları toplamak üzere peşin
para vererek selem yoluyla bir alışveriş sözleşmesi yapmışlardı. Toplama vakti
gelince, hurmanın bir kısmını toplayıp kaldırmışlar, geriye kalanını da faiz
karşılığı olarak toplamak istemişlerdi. Bu da faizin karşılığı demişlerdi.
Bunun üzerine bu âyet nazil oldu. Süddî'nin rivayetine göre, Hz. Abbas ile
Hz. Halid bin Velid, cahiliyet devrinde ortak olarak faizcilik yapıyorlardı.
İslâm'a girdikleri zaman eskiden kalma pek çok faiz alacakları vardı. Bu âyet
bunlar hakkında nazil oldu.
Hadis
kitaplarında sahih rivayetlerle yer almış bulunan bilgilere göre, Abdullah
b. Ömer ile Cabir (r.a.), bizzat Hz. Peygamber'den şöyle rivayet etmişlerdir
ki; Resulullah, Vedâ Haccı günü Mekke'de, yani Cabir'in açıkça bildirmesiyle
Arafat'taki meşhur hutbesinde "Cahiliyyet devrindeki ribâların hepsi
batıl ve sakıttır. İlk iptal edeceğim ribâ da Abdulmuttalib oğlu Abbas'ın
ribâsıdır" buyurmuş idi. Mekke ve Taif'in fetihleri hicretin sekizinci
senesinde, Veda Haccı ise onuncu senesinde olmuş ve hacdan birkaç ay sonra
da Hz. Peygamgamber vefat etmişti.
Bundan
anlaşılmaktadır ki, bu ribâ âyetinin ilk uygulaması bu hutbede ilan buyurulmuş
ve âyetin hükmüne göre; o güne kadar alınmış olan ribâlara dokunulmamış ve
alınmamış olanlar da iptal edilmiştir. Bundan dolayı Hz. Abbas'ın faiz alacakları
âyetin özellikle nüzul sebebi değilse bile genel olarak âyetin hükmünün ilk
uygulandığı alacaklar olmuştur. Bu âyet, sonradan müslüman olan kâfirlere
uygulanacak hüküm hakkında da büyük bir temel olmuştur. Bu gibi kimselerin
müslüman olmadan önceki zamanlarında, İslâm dininin hükümlerine aykırı ve
fakat kendi aralarında muteber ve geçerli olmak üzere yapmış oldukları işlemler
temelden fesih ve iptal edilmez; lakin İslâm'a girdikten sonra ortaya çıkan
sonuçları, İslâm'ın hükümlerine göre çözüme kavuşturulur. Mesela, kendi aralarında
caiz ve fakat İslâm'a göre caiz olmayan bir nikah yapmış bulunsalar, bu nikah
geçerlidir, fakat İslâmiyete aykırı düşüyorsa onda devam olunamaz. Kâfir iken
süt kardeşiyle nikahlanmış ve onunla yatmış ise, bu nikah eskiye göre muteber
ve geçerlidir. Verilen mehir geri alınmaz. Fakat İslâm'a girdikten sonra onda
devam olunamaz. Boşanmaları gerekir. Mehir verilmemiş ise mehr-i misil ödettirilir.
İşte ibaresi yalnızca ribayı ilgilendiriyor gibi görülen bu âyet, kapsamı
ve delaleti bakımından birçok işlemlere ait hükümleri de içine almaktadır.
Bunun gibi, Veda Haccı Hutbesi de birçok hükme temel teşkil eder. Bu cümleden
olmak üzere, bu şuna da delalet ediyor ki; dar-ı harpte yapılmış olan sözleşmeler,
aslında İslâm'a göre fasit yapılmış olsalar bile, fetihten sonra onlar temelden
feshedilmez. Zira biliniyor ki, âyetin nüzulü ile Mekke'de tahsil edilmemiş
ribâların iptalini fiilen ilan eden bu hutbe arasında, Mekke fethinden önceye
ait akitlerin uzantısı olarak devam edip gelen birtakım ribâ sözleşmeleri
vardı. Demek ki, bir dar-ı harpte müslümanlarla diğerleri arasında yapılmış
olan sözleşmeler, orayı müslümanların fethinden sonra bile esasından feshedilmez.
Alınmış olanlar iade olunmaz. İşte bu ribâ konusunda görüldüğü gibi, fasit
kısım, yani İslâm hükümlerine uygun olmayan kısım devam da ettirilmez. Yani
fethin hükmü, daha öncesine şamil olmaz, ancak sonrasına dönük olur. Bu açıklamalardan
şu sonuçları alabiliriz: Evvela şunu belirtmek gerekir ki, bu âyetin inişi,
sadece Veda Haccı'ndan değil, Mekke fethinden de önce imiş. Ayrıca ribâ için,
onu inkar edene veya haram olduğunu kabul ettiği halde ribâ işine devam edene
savaş açmanın faraz olması dâr-ı harpte değil, dâr-ı İslâm içinde ve Müslümanlığı
kabul etmiş olanlar için geçerli olan bir hükümdür. Müslümanların vazifesi,
dâr-ı harbde bulunan kâfirlere, ribâdan vazgeçmeleri için savaş ilan etmek
değil, kendi ülkelerini müslim veya gayri müslim, kim olursa olsun ribâ fitnesine
uğratacak olanlardan korumaktır. Bunun için "Ey müminler Allah'dan korkun!"
diye hitap buyurulmuş, "Ey insanlar" diye buyurulmamıştır. Müminlerin
hükümranlığı ve vilâyeti de dâr-ı İslâm'a aittir. Dâr-ı harb için geçerli
değildir. Bu mânâdan dolayıdır ki, Hz. Peygamber, İslâm uyruğunda bulunmayanlara
ribâyı terk etmeleri gerektiğini teklif etmediği halde, İslâm'ın zimmetini
kabul eden Necran Hıristiyanları'na ribâ yememek ve ribâ yedikleri takdirde
zimmetin sağladığı haklardan mahrum olacaklarını bildirmek üzere onlara söz
vermiş ve onlara, "Ya ribâyı terkedersiniz veya Allah ve Resulünden harb
açılacağını bilmiş olunuz." diye yazarak bu âyetin içerdiği hükmü tebliğ
etmiştir. Zira dâr-ı İslâm'da zimmet ehlinin sözleşmesi, hukuk açısından müslümanların
imanı yerindedir. Ve zimmet ehli, ibadet ile yükümlü değil, fakat muamelat
ile yükümlüdür.
Velhasıl
dâr-ı İslâm'da ribâ işlemleri yapanlar, gerek dini inkârlarından ve dinden
çıkmak niyetiyle yapsınlar, gerekse sırf günah ve isyan niyetiyle yapsınlar,
her iki şekilde de Allah'ın ve Resulünün harbine muhatap olmuş olurlar. Fakat
tevbe edenlerin de ana paraları, eksik ve fazla olmadan aynen korunur. Şu
kadar ki, bunun hemen ödenip ödenmiyeceği de borçlunun kolay ödeme şartına
bağlıdır.
280-
Ve eğer borçlu züğürt durumda ise o halde ödemeye ilişkin hüküm, çaresiz olarak
onun kolay ödeyebileceği zamanı beklemeyi gerektirmektedir. Borçluya, ödeyebilecek
duruma gelinceye kadar süre tanımak gerekir. Ve bu gibi borcunu ödeyemiyecek
borçlulara alacağınızı sadaka edip bağışlamanız, sizin için onlara süre tanımaktan
daha hayırlıdır. O parayı bağışlamanın sevabı daha çoktur. Eğer bilirseniz
böyle yaparsınız. Bu âyetin hükmü, delaleti ve kapsamı açısından her çeşit
borç için geçerlidir. Hükmü bütün borçlara şamildir. Bu husus da borçlanmayla
ilgili hükümler arasında temel hükümlerden biridir. Bundan dolayıdır ki, borçlunun
gerçekten sıkıntı içinde olduğu kesin olarak ortaya çıkarsa hapsine hüküm
verilmez, hapsedilmez. Borçlu olan fakirlere borçtan kurtulmaları için yardım
etmek ve alacağını ona olduğu gibi bağışlamak da büyük bir hayır teşkil eder.
281-Ey
iman ehli! Bunları yapınız ve öyle bir günden korkunuz ki, o gün Allah'a döndürüleceksiniz,
yahut döneceksiniz. Sonra herkese kazandığı aynen ödenecek. Ve onlar zulüm
görmüş de olmayacaklar. Onlar kıyamette ebedî cezaya ve azaba uğrasalar da
asla zulüm görmüş olmayacaklar, çünkü kendi kazançları neyse onu almış olacaklar.
Abdullah
b. Abbas hazretlerinden rivayet ediliyor ki, bu âyet Kur'ân-ı Kerîm'in en
son nazil olan âyetidir. Şöyle ki: Hz. Peygamber, hac farizasını ifa ettiği
zaman "kelâle" âyeti, yani "Sana soruyorlar, de ki, Allah size
kelâle hakkında hüküm bildiriyor..." (Nisa, 4/176) âyeti nazil olmuştu.
Sonra Arafat'ta vakfede iken "İşte bugün size dininizi ikmal ettim..."
(Maide, 5/3) âyeti nazil oldu. Sonra da işte bu âyeti nazil oldu. Ve Cebrail
Aleyhisselâm "Ya Muhammed! Bunu Bakara'dan ikiyüz sekseninci âyetin başına
koy." dedi. Ve bu âyetten sonra Resulullah seksenbir gün yaşadı ki, yirmi
yirmibir gün veya yedi gün, yahut sadece üç saat yaşadığı da söylenmiştir.
İyi
veya kötü amellere ileride verilecek ecir veya ceza, sahiplerinin kendi kazancı
olmak üzere Allah katında defterlerine geçirilecek bir karşılık, bir yükümlülük
derecesinde bulunduğundan son nazil olan bu âyetin, ölümü veya kıyamet gününü
ihtar ederek nazil olması çok anlamlıdır. Ayrıca özellikle ribâ konusunu izleyerek
borçlanmayla ilgili hükümlerin arasında yer almış olması da çok açık seçik
ve anlamlı bir uyarıdır.
İnfak
ile ilgili hükümler, kazanç yollarından olan alışveriş ve ribâyla ilgili hükümlere,
bu da borçlanmayla ilgili hükümlere müncer olmuştur. Borç ise her şeyden önce
yükümlülük ve zimmet denilen insan haysiyeti ile ayakta duran bir özellik
olduğundan, Cenab-ı Hak, bunu bizzat kendi ezelî misakı altına alarak ve nihayet
en büyük müeyyidesi (yaptırımı) olan dindarlık ve takva duygusuna bağlamış
ve fakat takva duygusunun helal kazanca engel olacak olumsuz bir yöne sapmaması
için bundan sonra genel olarak borçlanmaların yazılı belgelere bağlanmasını
ve nasıl yazılması gerektiğini, ikinci derecedeki ayrıntı sayılabilecek açık
belgelerini ve diğer temel hükümlerini beyan ederek buyurmuştur ki:
Meâl-i
Şerifi
282-
Ey iman edenler! Belli bir vade ile karşılıklı borç alış verişinde bulunduğunuz
vakit onu yazın. Hem aranızda doğruluğuyla tanınmış yazı bilen biri yazsın.
Yazı bilen biri, Allah'ın, kendisine öğrettiği gibi yazmaktan kaçınmasın da
yazsın. Bir de hak kendi üzerinde olan adam söyleyip yazdırsın ve herbiri
yazarken Rabbi olan Allah'dan korksun da haktan birşey eksiltmesin. Şayet
borçlu bir bunak veya küçük bir çocuk veya söyleyip yazdıramıyacak durumda
biri ise velisi doğrusunu söyleyip yazdırsın. Erkeklerinizden hazırda olan
iki kişiyi şahit de yapın. Şayet iki tane erkek hazırda yoksa, o zaman doğruluğuna
güvendiğiniz şahitlerden bir erkekle iki kadın ki, birisi unutunca, öbürü
hatırlatsın, şahitler de çağırıldıklarında kaçınmasınlar; siz yazanlar da
az olmuş, çok olmuş, onu vadesine kadar yazmaktan usanmayın. Bu, Allah katında
adalete daha uygun olduğu gibi; hem şahitlik için daha sağlam, hem şüpheye
düşmemeniz için daha elverişlidir. Meğer ki, aranızda hemen devredeceğiniz
bir ticaret olsun, o zaman bunu yazmamanızda sizin için bir sakınca yoktur.
Alım satım yaptığınız vakit de yine şahit tutun. Ayrıca ne yazan, ne de şahitlik
eden bir zarar görmesin. Eğer onlara zarar verirseniz, o işte mutlaka size
dokunacak bir günah olur. Üstelik Allah'dan korkun. Allah size ayrıntılarıyla
öğretiyor ve Allah her şeyi bilir.
283-
Şayet siz sefer üzere olur bir kâtip de bulamazsanız, o vakit alınmış bir
rehin belge yerine geçer. Yok eğer birbirinize güveniyorsanız kendisine güvenilen
adam Rabbi olan Allah'dan korksun da üzerindeki emaneti ödesin. Bir de şahitliğinizi
inkâr edip gizlemeyin, onu kim inkâr ederse mutlaka onun kalbi vebal içindedir.
Her ne yaparsanız Allah onu bilir.
282-KIRÂET:
Hamze kırâetinde "hemze"nin kesriyle dir. İbnü Kesir, Ebu Amr ve
Yakup kırâetlerinde in sükûnu ve şeddesiz olarak okunur. Hamze kırâetinde
de nın zammiyle dir.Î ise Âsım kırâetinden başkasında ref' ile şeklinde okunur.
kelimesi Ebu Ca'fer kırâetinde şeddesiz; kelimesi İbnü Kesir ve Ebu Amr kırâetlerinde
ve nın zammiyle elifsiz okunur.
Bu
birinci âyete (âyet 282) "Müdâyene Âyeti" denilir ki, Kur'ân'daki
en uzun âyet budur. Bir rivayete göre; nüzul sebebi "selem" denilen
alışverişlerdir. Yani peşin para ile veresiye mal almak demek ise de her çeşit
alışverişe ve borçlanmaya şamildir. Ancak dil âlimleri demişlerdir ki, "karz"
ile "deyn" birbirinden farklı şeylerdir. Bundan dolayı bu âyetteki
şartın, aslında karzı içine almaması gerekir. Fıkıh açısından da karz başlangıçta
emanet, sonuçta da satış demektir. Onun ödenmesi belli bir süreye bağlı değildir.
"Ey
iman edenler! Bir ecel-i müsemmaya, yani gün, ay gibi belirlilik ifade eden
ve bilinmezliği ortadan kaldıracak şekilde belirlenmiş olan bir vakte kadar
herhangi bir borç ile işlem yaptığınız zaman o borcu yazınız. Allah ribâyı
haram kıldı diye borç ile veresiye muamelelerin hepsini haram kılmış sanılmamalıdır.
Birbirinizle borç alıp verebilirsiniz, fakat alışverişte borçların vadesi
belli olmalı, bir de yazılarak belgelenmelidir. Ve bunu iki taraftan birine
meyil göstermeyecek, eşit olarak her iki tarafın da haklarını olduğu gibi
gözeterek yazabilecek tarafsız ve âdil bir kâtip yazsın. Birbirinizin yokluğunda
her biriniz kendi kendine veya özel kâtibi ile kendi defterine ve yalnızca
kendi hesabına yazdırabilirse de bununla yetinilmesin. Kendisine yazması için
başvurulan hiçbir kâtip de yazmaktan imtina etmesin, çekinmesin. Allah'ın
kendisine öğrettiği gibi, yani senet ve belgelerdeki yazılış usûl ve geleneklerine
uygun olarak, yahut demin bildirildiği üzere adalet ve hakkaniyet çerçevesinde,
yahut kendisine ilâhî bir lütuf demek olan yazı bilmenin şükrü olarak hiçbir
şekilde yazmaktan çekinmesin de öylece yazsın. Borçları yazmak farzı kifayedir,
yani herhangi bir yazı bilen insana farzı kifayedir. Fakat bu işle görevlendirilmiş
biri olunca ona farzı ayn olur. Bundan dolayıdır ki, hükûmetin "Kâtib-i
vesâik", başka bir deyimle "Kâtib-i adl" denilen "noter"
tayin etmesi de görevleri arasındadır. Böyle kâtiplerin bir müracaat olduğunda
yazmaları onlara farzı ayndır. Ve üzerinde hak bulunan, yani borçlu olan taraf
söyleyip imlâ ettirsin. Çünkü yazılacak olan senedin muhtevası onun ikrarı
olacak, şahitler de onun aleyhine şahitlik edecekler. O halde yazıya geçecek
ifade ikrar sahibinin ifadesi şeklinde olmalıdır, senedi borçlu olan taraf
vermelidir.
İMLÂL:
İmlâ kelimesinin aslı veya eşanlamlısıdır, ezbere söyleyip yazdırmak demektir.
Bundan şu da anlaşılır ki, böyle bir borçlanmada borcun senede geçirilmesini
asıl borçlu olan taraf teklif etmeli, o yazdırmalıdır. Bunun için tamamen
imlâ etsin, yazdırsın ve imlâ ederken, yazdırırken kâtipten, vesaireden değil,
rabbi olan Allah'dan korksun da o haktan zerre kadar bir şey eksik etmesin,
ifadesinde hileye ve art düşünceye saparak veya araya bazı engelleyici ifadeler
katarak, borç olayının hâlde ve gelecek zaman içinde hukukî şeklini ve akışını
değiştirmesin. Şimdi üzerinde hak bulunan borçlu malını israf ve telef eden
cinsten kafası az çalışan bir sefih, yahut küçük çocuk veyahut bunak bir zayıf,
bir zavallı, yahut da dilsizlik, tutukluluk, bilgisizlik vesaire gibi herhangi
bir sebepten dolayı bizzat söyleyip yazdırmaya gücü yetmeyen bir kimse ise,
velisi, yani onun yerine, işine bakan kâhyası, veliyy-i umûru, vasîsi, vekili,
tercümanı, yahut veliyy-i deyni olan alacaklısı, adalet ve hakkaniyet çerçevesinde
imlâ ettirsin, o yazdırsın, yaptığınız borçları böyle yazınız. Ayrıca siz
müminlerin erkeklerinizden en az iki şahit getirip, gerektiğinde buna şehadet
etmelerini onlardan talep ediniz. yani "...erkeklerden" buyurulmayıp,
"erkeklerinizden" buyurulması, çocukların ve müminler aleyhine gayri
müslimlerin şehadetinin yeterli olmadığını anlatıyor. Yani sizin erkeklerinizden,
mümin erkeklerden olmayan erkeklerin, siz müminler aleyhindeki şahitlikleri
geçerli olmaz. Eğer iki erkek olmazsa, o zaman da bir erkekle iki kadın şahit
olsunlar, öyle ki, bunlar şahitliklerine razı olacağınız, sizce adalet ve
güvenilirlikleri belli şahitlerden bulunsunlar, yoksa gelişigüzel bir erkekle
iki kadının veya iki erkeğin şahitliği muteber ve geçerli olmaz. Başka bir
âyette "Sizden iki adaletli kimseyi şahit yapın" (Talak, 65/2) buyurulduğu
için âdil kimselerden olmaları da şarttır. Sonra bir erkek yerine iki kadın
olsun ki, birisi unutacağından, öbürü ona hatırlatsın, yahut Hamze kırâetinde
olduğu gibi, birisi unutur, şaşırırsa diğeri ona hatırlatır. Görüldüğü gibi,
şahitliğe ehliyet ve liyakatin şartlarından biri de hakkıyla zabt ve hıfzetmek,
yani akılda iyi tutmak ve unutmamaktır. Ahlâk açısından güvenilir olmayanların
da şahitliği geçerli değildir, fakat akılda tutmak için olayı başından sonuna
kadar her an hafızasında tutmak, aklından çıkarmamak şart değildir. Elverir
ki, şahitlik edeceği sırada hakkiyle hatırlasın ve aklına getirmiş bulunsun.
Demek ki, bir olayı defterine yazan bunu bir süre sonra unutsa da o deftere
başvurduğu zaman zihninden iyice hatırlayabilirse şahitlik edebilir. Kendi
kendine içinden, "Ben buraya bir şeyler yazmışım, ama ne olduğunu iyice
hatırlayamıyorum." diyorsa şahitlik edemez. Şahitlerin hatırlatmaya uyması
da iyi olmaz, unutan şahit kendiliğinden hatırlayabilmelidir. Şahit sayısının
en az iki kişi olması da şüphe ve töhmeti, iftirayı, yanlışlığı ve unutmayı
bertaraf etmek, hata ihtimalini ortadan kaldırarak zabtın ve adaletin kuvvetini
açığa çıkarmak içindir. İşte genellikle göz önünde bulundurulduğu zaman erkeklere
nisbetle kadınlarda zabt denilen akılda tutma gücü biraz eksiktir, unutma
ihtimali daha fazladır. Böyle olmayanları bulunabilirse de burada itibar kişiye
değil cinsedir, cinsin de çoğunluğuna göredir. Bunu şöyle de düşünebiliriz:
Evvela kadınlığın yaratılışında duygusallık ağır basar, duygusallığın ağır
bastığı kimseler de aşırı heyecan ve etkilenme söz konusu olur, yani duygusallık
etkilenmeyi gerektirir. Etkilenmenin çokluğu ise unutma sebeplerindendir ve
bir şeyi aklında iyi tutmak sadece bir zeka ve hafıza meselesi de değildir.
Pek çok zeki insan vardır ki aşırı duygusallıktan, fazla etkilenmeden dolayı
hafızasına güvenilmez. Ayrıca kadında enfüsiyet (sübjektiflik) daha ilerdedir.
Dış çevredeki olaylar onu ilk anda ilgilendirir ve telaşa sevkeder. Doğrusu
ticarî işlemler ve insanlar arasındaki borçlanmalar gibi dışarıya ait olaylar
ile ilgilenmek veya böyle şeylerle meşgul edilmek kadınlık açısından arzu
edilecek bir olgunluk değildir. Bu gibi işler esas itibariyle erkeklerin işleri
olmalıdır. Bundan dolayı mükemmel bir kadın olmak üzere düşünüldüğü zaman,
bu gibi dışarıya ait olayları tek başına takip ederek şahitlik yapabilecek
şekilde akılda tutmaktan ve hafızasını böyle şeylere yormaktan uzak kalmak
ve bu çeşit işlere doğrudan itilmemek gerekir. Üçüncü bir husus olarak göz
önünde bulundurulması icab eden bir şey de şudur: Kadında haya ve utanma duygusu
kuvvetlidir ve kuvvetli olması gerekir. Onun bu değerli özelliği, en küçük
bir uğraşmayla büyük ölçüde gücünü kaybeder. Bunun için olayların kadına anlattıkları
erkeğe anlattığından daha azdır. Bu şartlar altında bir kadına şahitlik yükünü
yükletmek, onu bir anlamda zarara uğratmak ve tedirgin etmektir. Dördüncü
olarak, kadının fıtratı ve kendi cinsinin olgunluğu erkeğin zıddı olduğundan,
erkekleşmek kadın için bir düşüş ve dejenerasyon demektir. Bundan dolayıdır
ki, kadınlaşmış ve hünsalaşmış erkeklerin şahitlikleri geçerli ve muteber
olmayacağı gibi, erkekleşmiş ve yarıyarıya erkek gibi olmuş kadınların şahitliği
de caiz değildir. Bunların her ikisi de kendi nevinin özelliklerini kaybetmiş
ve düşüş göstermişlerdir. Böyle kalbi yumuşaklığa yönelik olanların şahitlikleri
de hakkı tahrif etmek töhmetinden uzak kalamaz. Şu halde yaratılış gerçeği
kadının mükemmelliğiyle erkeğin mükemmelliğini ayrı ayrı özelliklere bağlamış
ve farklı kılmış olduğundan, kadının dışarıda olup biten olaylara ait ilgisini
ve onlara ait hafızasını kısmen kapalı tutması, kendi kadınlığının ve kadınlığındaki
mükemmelliğin bir gereğidir. Bunun için şahitliğe konu olan olayı kadın erkekten
daha fazla unutabilir. Çünkü o gibi olaylar, onun ilgi alanı değildir. Lakin
unuttuktan sonra tekrar hakkiyle hatırlayabilirse yine de şahitlik etmesi
mümkün olur. Kadını doğrudan bu gibi olayları hatırda tutmaya mecbur etmek,
ona karşı haksızlık etmek olur. Bunun gibi icabında üzerine yüklenilen şahitlik
yükünü beşeriyet gereği olarak unuttuğu zaman da onu dışarıdan yapılan telkin
ve uyarılarla yeniden hatırlamaya zorlamak da yine ona haksızlık etmektir.
Bundan dolayı bir erkek karşılığında yalnızca bir tek kadına şahitlik yükünü
yükletmek de gerçeğe ve hakkaniyete uygun olmaz. Ancak bunlar iki kadın oldukları
zaman birinin unuttuğunu diğeri, diğerinin unuttuğunu öbürü unutmamış olabileceğinden,
bunlar şahitlik yapmadan önce dışarıdan hiçbir hatırlatmaya tabi olmadan ve
muhtaç bulunmadan birbirleriyle hasbihal ederek kendilerine karşılıklı hatırlatmalar
ile hafızalarında sakladıklarını kuvvetlendirip tesbit edebilirler ve bu şekilde
hem kendi haysiyetlerini, hem de hak adına yüklenmiş oldukları şahitliği koruyabilirler.
Şayet hiç unutmamış bulunurlarsa durumları daha da kuvvetli olur. Şu halde
bu hatırlatma ve uyarma mahkemede şahitliğin edası sırasında olacak diye önceden
anlaşıp ağız birliği etmemelidir. Çünkü bu hâl, şahitliğin kabulüne engel
olabilir. İşte bir taraftan kadının fıtratının ve haklarının, bir taraftan
insanların haklarının korunması ve yerine getirilmesi açısından erkeklerin
daha iyi bilgi sahibi olabileceği işlerde kadın şahit yapılmamalıdır. Kadınlara
şahitlik görevi yükletilmemelidir. Bu işlerde erkek bulunmadığı ve kadına
başvurmaya ihtiyaç duyulduğu takdirde de bir erkek yerine bir kadına değil,
iki kadına yükletilmelidir. Şu halde erkeklerin haberli olmaları caiz olmayan
hususlarda yalnızca kadınların bilgi vermesiyle ve hatta yerine göre yalnızca
bir kadının bilgi vermesiyle de amel etmek caiz olur. Mesela kadınlar hamamında
meydana gelmiş olan bir olayın şahidi ancak kadın olabilir. Ve bir çocuğun
annesinden doğması bir kabilenin, bir oymağın haber ve şahitliği ile sabit
olur.
Bir
de şahitler ne vakit şahitlik etmeye çağırılırlarsa çekinmesinler, şahitlik
yapmamazlık etmesinler. Bundan dolayı gerek tahammül gerek eda olsun şahitlik
için davet edildiği zaman bu davete icabet etmek farzı kifayedir. Hiç kimse
gitmezse herkes günahkar olur. Giden bulunur da maksat hasıl olursa diğerleri
de günahtan kurtulur. Başkası bulunmaz da belli kimselerin gitmesine ihtiyaç
duyulursa, o vakit bunların şahitlik için davete icabet etmeleri kendilerine
farzı ayn olur. Bazı âlimler buradaki "şahitlik yapmamazlık etmesinler"
emrinin yalnızca tahammüle, bazı âlimler de bunun tahammüle ve edaya bağlı
olmaksızın her ikisine de ait olduğunu açıklamış iseler de "Ahkâm-ı Kur'ân"
da beyan olunduğu üzere, burada hüküm mutlaktır. "davet olundukları zaman"
ifadesi de genel anlamlıdır.
Bu
âyetin nüzul sebebinde Katade'den gelen bir rivayet şöyledir: "Bir adam
bu hususta oba oba dolaşır, ona kimse aldırmazdı, sonra bu âyet nazil oldu."
denilmektedir. Bundan dolayı eda farizası daha mühim olmakla beraber, ihtiyaç
gerekli kıldığında gerek tahammül ve gerekse eda bakımından şahitlik farzı
ayn olur. Kısacası siz işte böyle yapınız. İster büyük olsun, ister küçük
olsun o borcu veya onun ödeme gününü son süresine varıncaya kadar yazmaktan
usanmayınız. Az olsun, çok olsun yazınız ve vadesinin son taksidine kadar
bütün yönleri ve bütün ayrıntılarıyla yazınız; her bakımdan açık ve anlaşılır
olsun, "Zaten azdır, önemi yoktur, canım işin bu yönü zaten bellidir,
yazmaya ne lüzum vardır." demeyiniz, yazmaya ve ayrıntılarıyla yazmaya
üşenip de işi baştan savmayınız. Bu kısım daha önceki "yazınız!"
emrinin bir açıklaması ve pekiştirilmesi olmak üzere kâtiplere hitap ve tenbih
gibi tefsir olunuyor. Fakat bunun daha geniş kapsamlı olarak senet yazmaktan
başka gerek borçlu, gerek alacaklı tarafından borç miktarının ve ödeme şekillerinin
kendi defterlerine de yazılmasını, ayrıca şahitlerin dahi şehadetini yüklendikleri
gerçeği unutmamak için mümkün olduğu kadar yazmalarını hatırlatmakla hem taraflara,
hem kâtiplere, hem de şahitlere ait bir hitap olması da âyetin kapsamı içindedir.
Ve gelecek âyetlere göre bizce bu mânâ siyaka, yani konunun akışına daha uygun
görünüyor. Çünkü ey müminler böyle ayrıntılarıyla yazılması, üç türlü fayda
getirir. Evvela Allah katında en doğru olanı, adalete ve hakkaniyete uygun
olanı, en ziyade adalet ve doğruluk demek olanı budur. Esas belge demek olan
takvanın gereğine en uygun olandır. İkinci olarak şahitliğin yerine getirilmesini
en iyi şekilde sağlayandır. Üçüncüsü kuşkuya, şüpheye düşmemenize yardım eden
en büyük sebeptir. Borcu ve gerçeği bu şekilde iyice yazarak tesbit ettiniz
mi, cinsinde, miktarında, müddetinde, şahidinde, şehadetinde, birbirinize
karşı ahlâkî ve hukukî yükümlülüklerde ve sosyal hayatınızda güven hasıl olur.
Şüpheden kurtulur, yakin üzre bulunabilirsiniz. O halde bunları yapınız. Ancak
yaptığınız iş aranızda elden ele alıp vereceğiniz, tamamen peşin ve hazır
bir ticaret işi olursa o başkadır, yahut meğer ki, iki taraftan aranızda hemen
elden alıp elden vereceğiniz hazır bir ticaret malı bulunursa o zaman mesele
yoktur. O takdirde onu yazmamanızda size bir beis, bir zarar ve bir sakınca
yoktur. Demek ki, yine de yazmak fena bir şey değildir. Müştereken bir kâtib-i
adl, bir noter huzurunda senet ve sözleşme yazdırmaya lüzum yoksa da her ihtimale
karşı özel olarak veya toplam olarak birbirine bir hatırlatma olmak üzere,
mümkün olduğu kadar yazılırsa fena olmaz. Lakin yazı bilmeyen pek çok kimse
için bunda zorluk, meşakkat bulunacağı, bunun da kolaylıktan ziyade, zarar
getireceği için yazmamanızda bir beis yoktur, buyuruluyor, amma velev peşin
olsun, bir alışveriş, bir alım veya satım yaptığınızda işhad ediniz, şahit
getiriniz, yani bu işleri şahit huzurunda alenen yapınız, herkesten gizli
bir şekilde yapmayınız. İşlemleriniz ve malınız şüpheden uzak olsun. Çünkü
hırsızlık mal satmıyorsunuz, normal ve meşru ölçüler içinde alışveriş yapıyorsunuz.
Bunun için alım ve satım işlemlerinin şahitlerin gözü önünde yapılması güven
ve hukuk açısından herhalde bir ihtiyattır. Bütün müfessirler açıkça bildiriyorlar
ki, bu âyetteki mendubluk ihtiyaç içindir. Bir de ne kâtip, ne de şahit zarar
vermeye kalkışmasın; kendilerine müracaat edildiği zaman icabet etmemek veya
yazıyı ve şahitliği değiştirip tahrif etmek gibi ahlâksızlık yaparak hak sahiplerini
zarara sokmasın, yahut mechul sîgası olduğuna göre; ne kâtip, ne de şahit
bu yüzden bir zarara uğratılmasın. Bunlara yazmak veya şahitlik gibi görev
yükletilirken, böyle dinî görev verilirken, kendilerince mühim olan işlerinden
alıkonulmak veya belirlenen hududun dışına çıkılıp ziyade tekliflerde bulunmak,
veyahut kâtibe ücretini vermemek gibi bir suretle zarar da verilmesin. Ve
eğer zarar verdirirseniz bu kesinlikle sizin için bir fısk, bir günah ve vebaldir.
Hak Teâlâ'ya karşı itaatsizliktir, Allah'ın itaatından çıkmaktır. Bunu yapmayınız,
ve Allah'dan korkunuz, ikab ve cezasından korununuz, O'nun koruması altına
giriniz. Allah size tane tane öğretecek, daha ziyade bilgiler ihsan edecek,
işinize yarayacak, işinizi kolaylaştıracak ilâhî hükümlerini ve irfanını belletecektir.
Allah her şeyi bilir. Bundan dolayı emirlerine itaat, nehiylerinden sakınmak,
sözüne güvenmek, kendisine ta'zim ve saygı ile hukuk ve ticarî işlerinizi,
bütün işlemlerinizi yazıp belgelendirin. Her şeyi yazıp belgeye bağlamanın,
din ve dindarlığın, takvanın temeli olduğunu unutmayınız.
283-
Ve şayet yolculukta olur, bir kâtip de bulamazsanız, o zaman vesikalarınız,
aldığınız rehinlerdir. Gerçi rehin alınabilmesi bu zamana ve bu şartlara bağlı
ve münhasır değildir. Hazar zamanında kâtip ve yazı mümkün iken de rehin almak
sahih ve caizdir. Fakat kâtip bulunmadığı, senet ve yazı ile belgelendirmeye
imkan olmadığı zaman rehin konusu kendini açıkça belli eder. Bundan dolayı
bu şartlar rehinin sıhhatına ve cevazına değil, belgelendirmek için belirliliğin
şartıdır. Yani bu şart, seferde değilseniz ve kâtip bulursanız rehin alamazsınız
anlamına değildir. Bunun böylece mefhumu muhalifi muteber değildir. Mantık
açısından da bellidir ki, bir önceki hükmün geçersizliği, ondan sonraki hükmün
de geçersizliğini gerektirmez. Ancak şart bulunduğu zaman o şartın gerekli
kıldığı şey, yani meşrut gerekir. Şu halde seferde olmak ve kâtip bulunmamak
rehnin cevazının veya sıhhatının şartı değildir, belki vücub veya mendubiyetinin
şartıdır. Ve bu şart da esas itibariyle kâtibin bulunmamasından dolayı yazının
imkansızlığıdır. Sefer bunun alelade sebebi ve çokça meydana gelen durumu
icabıdır. Başka bir deyişle "kayd-i ihtirazî değil, kayd-ı vukuîdir".
Diğer mazeret sebeplerinden biriyle dahi hazar zamanında da kâtip bulunmazsa,
hüküm yine böyle olacaktır. Hazar zamanında rehinin caiz oluşu Peygamber Efendimizin
uygulaması ile de sabittir. Çünkü Resulullah hazarda iken zırhını rehin vermiştir.
Bununla beraber âyet şunu gösteriyor ki, senet ve yazı ile belgelendirmek
mümkün oldukça, müminler arasındaki borç alışverişlerinde rehin talep etmek
caiz olsa da mendub olmayacaktır. Meğer ki bir mazeret, bir sebep bulunsun.
Bir de anlaşılıyor ki, rehinin tamam olması için onun fiilen alınmış olması
şarttır, sözü edilip de alınmamış olan rehin belge özelliği taşımaz. Zaten
rehin kelimesinin mânâsında hapsetmek vardır. Şu halde rehinin hisse-i şâyi'a
(çok ortaklı mal) olması da doğru olmaz. İşte esas olmak üzere borçlanmada
ve diğer işlemlerde üç türlü belgelendirme vardır: Bunlar yazı, şahit ve rehindir.
Dindarlık ve takva anlayışı, gerçeği belgelendirmeye ve hakkın yerini bulmasına
hizmet eden bu gibi belgelendirmeye engel olmamalı, hatta buna yardımcı olmalıdır.
Müminler borçlanma ve ticarî işlemlerde ve bütün muamelelerinde bu gibi belgelendirmelere
riayet etmeli ve bu surette helal malı korumaya ve onu telef olmaktan, kayba
uğramaktan kurtarmaya çalışarak, meşru yollardan kazanç ve üretimi arttırmaya
gayret etmeliler ki, insan bu sayede Allah yoluna infaka güç yetirebilsin.
Allah'ın gazabına uğrayan ribâ ve benzeri haram şeylerden sakınsın da takvaya
devamı mümkün olabilsin. Görülüyor ki, insan hakları için bu arada en büyük
güvence Allah Teâlâ'ya bağlılık ile, O'nun emirlerine sarılmak demek olan
din ve takva duygusudur. Bu olmayınca diğer belgelerin ve ayrıntı sayılan
müeyyidelerin faydası pek sınırlı kalır.
İmdi
bir kısmınız, bir kısmınızdan, yani bazı alacaklılar bazı borçlulardan güven
içinde olur, rehin almaz ve bu gibi belgelerden hiç birine lüzum görmezse
güvenilen kimse de emanetini gecikmeden tediye etsin, borcunu ödesin. Güvenilmeye
değer ve layık olduğunu isbat eylesin. Demek oluyor ki, yukarıda emrolunan
üç türlü belgelendirmeden hiçbirini yapmayıp da mutlak olarak güvenmek dahi
caizdir. O halde yukarıda geçen "yazınız!", "şahit gösteriniz!"
emirleri ile "rehin vermek" şeklinde gerekler vücub için değil,
mendûbiyet içindir. Zira bunlar vücub için olursa, o vücûbun bu ikinci şıkla
mensuh olması gerekir. Gerçekten de Hasan, Şa'bî, Hakem b. Uyeyne gibi bazı
müfessirler bu son hükmün öncekileri neshettiğini kaydetmişlerdir. Ancak Abdullah
ibni Abbas hazretleri "Müdayene âyetinde nesih yoktur, âyet muhkemdir"
diye açıkça bildirdiği ve bu âyetin nüzulünün öncekinden daha sonra olduğuna
ilişkin bir açıklama da bulunmadığı, halbuki tarih muahhar olmadıkça nesih
bulunmayacağı yönünde bütün tefsir âlimlerinin ittifakı ile burada nesih olmadığı
söz konusu ise de, bununla beraber birçoğu yine de buradaki güven şartının
nâsih (neshedici) değil, fakat nedbe bir karine olduğunu söylemişlerdir. Ata,
İbni Cüreyc, Nahaî ve daha birçokları bu cevaz "Eğer seferde iseniz ve
kâtip de bulamıyorsanız..." ifadesine göre, sefer şartına ve kâtip bulunmaması
durumuna bağlı olduğuna göre, rehnin mendubiyetine karine olursa da imkan
olduğu takdirde bu emirlerin mendubiyete hamlini gerektirmeyeceğinden, imkan
hasıl olduğu takdirde bu emirlerin, yani yazmayı ve şahit bulundurmayı öngören
emirlerin vacip olduğuna kail olmuşlardır. Ahkâm-ı Kur'ân'da Ebubekr Razî'nin
açıklamasına göre, "Fıkıh mendub olduğu görüşündedir, fakat her ne olursa
olsun kendisine emniyet edilip senetsiz, şahitsiz borç verilen kişiye emaneti
hakkıyle eda etmek farzdır." Kendisine güvenilen insan boynunda bir farz
olduğunu bilsin ve Rabbi olan Allah'dan korksun da o güveni hiçbir şekilde
kötüye kullanmasın. Siz de şahitliği gizlemeyin. Ey şahitler, ihtiyaç olduğu
anda şahitliğinizi eda etmekten hem kaçınmayın, hem de görüp bildiğiniz gerçekleri
gizlemeyin. Ey borçlular siz de içinizde bildiğiniz, görüp durduğunuz borcunuzu
inkâr eylemeyin. Zira her kim şahit olduğu gerçeği gizlerse, muhakkak ki,
o kötü kalbli günahkâr bir kimsedir. Şahitliği gizlemek, bildiğini söylememek
öyle dış veya iç uzuvların işlediği günah gibi değildir; bizzat imanın karargahı
olan kalbin ve ruhun işlediği bir günahtır. Bundan dolayı da en büyük günahlardandır,
kâfirliğe ve inançsızlığa en yakındır. Nitekim Abdullah ibni Abbas'dan rivayet
olunmuştur ki: "Büyük günahlardan en büyüğü şirk, yalancı şahitlik ve
şahitliği ketmetmektir." Şahitliği ketmetmek böyle bir kalb günahıdır.
Allah ise şahitlik veya şahitliği gizlemek gibi açık, belli veya gizli kapaklı
her ne yaparsanız hakkiyle ve tamamiyle bilir. Sırası gelince de cezasını
verir. Sakın kalbde kalan gizli şeyleri kim bilecek, demeyiniz. Zira:
Meâl-i
Şerifi
284-
Göklerde ne var, yerde ne varsa hepsi Allah'ındır. Siz içinizdekileri açığa
vursanız da gizli tutsanız da Allah onunla sizi hesaba çeker. Sonra dilediğini
bağışlar, dilediğine de azab eder. Allah her şeye kadirdir.
284-KIRÂET:
Nâfi, İbnü Kesir, Ebu Amr, Hamze, Kisaî ve Halefi Âşir kırâetlerinde nın cezmiyle
; İbnü Âmir, Âsım, Ebu Cafer ve Yakup'dan başkasında nin cezmi ile ve mim'e
idğam ile, = , ancak Verş'in kırâetinde idğamsız sadece cezm ile okunur. Bütün
bu okuyuşlarda mânâ farkı yok gibidir.
NÜZUL
SEBEBİ: Bu âyetin nüzul sebebinde iki rivayet vardır: Birisi şahitliği ketmetmek
ve doğruyu olduğu gibi söylemek hakkında nazil olmuştur, diğeri ise müminlerden
kâfirleri dost edinip, onları taklid eyleyenler hakkında nazil olmuştur. Zira
kalbin günahının küfür ile yakın ilişkisi sözkonusudur. Göklerde ve yerde
bulunan her şey kayıtsız şartsız Allah'ındır. Bütün gerçekliğiyle ve var olan
düzenleriyle O'nun mahluku, O'nun mülküdür. O'nun tasarrufu ve tedbiri altındadır.
Bütün kâinatta Allah'ın ilminden gizli hiçbir şey düşünülemez. O hepsini bilir.
Siz de bunlara dahil olduğunuz için sizin de içinizde ve dışınızda ne varsa,
ne yaparsanız onu da bilir Ve siz içinizde bulunanı açıklasanız da, gizli
tutsanız da, her iki durumda da sizi onunla Allah hesaba çeker. Bundan dolayı
ne açık, ne de gizli olarak hiçbir fenalık yapmayınız. "içinizde ne varsa"
ifadesi mutlak olduğuna göre, nefsin her türlü hallerini ve hareketlerini
kapsamı içine almaktadır. İrade, yöneliş ve duyuş, düşünüş ve hayal ediş ve
her çeşit hatıra ile vesveseler, şüpheler, inançlar, huylar ve meleler ve
bunlarla ruhsal tepkiler, ister ihtiyarî ve isterse gayri ihtiyarî, sürekli
veya gelip geçici, iyi ve kötü nefiste (iç dünyada) bulunan her şey buna dahildir.
Fakat her şeyden önce âyetteki siyak, yani sözün gelişi, şahitliği gizlemek
ve bildiğini söylememek gibi fena şeylere ait olduğundan, iyi olanlar dış
görünüşüyle sanki hesaba çekilmenin dışında gibi görünüyor. İkinci bir husus
"içinizde bulunanlar" zarf-ı müstakar olduğundan, içinizde iyice
yer etmiş, karar haline gelmiş olan duygu, düşünce ve niyetler için açık bir
anlam taşıdığından, bir var, bir yok olan gelip geçici ve kararsız duygular
bunun dışında gibi görülüyor. Üçüncü olarak gizli tutmak ve açığa vurmak ihtiyarî
fiillerden oldukları için insanların iradeleriyle ilgili olan işlere ve davranışlara,
yine kendi içinde bulundurduğu niyet ve tasavvurlara ait olup, gayri iradî
olanlar bunun dışında kalır. Zira hesaba çekilmek mutlaka açığa çıkmaya ve
gizli kalmaya ait değildir, çünkü niyetlerinin açığa çıkması da, gizli kalması
da kendi takdirlerine kalmış bir şeydir. Bu ise kesinlikle kasıt ve niyetle
olur. Yani iradeli olarak yapılan bütün işler ve ruhî haller hesaba çekilmeyi
gerektirir. Böyle olmayanların gizli kalması da açığa çıkması da Allah Teâlâ'nın
isteğine bağlıdır. Lakin kötülük kötülük olduğundan, haddi zatında azap ve
acı sebebidir. Bunun için her ne şekilde olursa olsun onun açığa çıkması insanlara
başka türlü bir azaptır. Hele zarurisi zaruri bir azaptır. Bunda hesaba çekilmek
de felahı, yani ruhsal kurtuluşu sağlamaz. O zaman bunu sağlayacak olan ancak
Allah'ın gizli tutması ve bağışlamasıdır. Bunun için insanlar Allah'ın mağfiret
ve affına muhtaç olmaktan kurtulamazlar. Hasılı insanların hiçbir şeyi Allah'dan
gizli kalmaz. Bundan dolayı insanların açığa vurmaları ve gizli tutmaları
bir önem taşımaz, kendi hür iradeleriyle ve isteyerek yaptıkları tercihler
ve seçimlerle yaptıkları işlerin hepsi hesab kapsamının içine girer ve hepsinin
hesabını Allah sorar ve sorumlu tutar. Tutar da sorumluluk kesinleştikten
sonra dilediğini bağışlar, mağfiret eder, dilediğine de azap eder. İşte bundan
dolayıdır ki, O'nun azabı bile katıksız adalettir; mağfireti de katıksız ihsan
ve inayettir. Gerçi burada önce mağfiretten söz edilip, azabın önüne alınmıştır.
Lakin bunlar O'nun istemesine (meşiyyetine) ait işlemler ve hükümler olduğundan
mağfiretin kime, adaletin kime nasip olacağını yine Allah'dan başka kimse
bilmez. Bu gerçek karşısında insan olanlar kısmetlerine adalet çıktığında,
haklarına düşen şeyin azab olmaması için, açıkta ve gizlide her türlü fenalıktan
sakınıp, kâmil imanla hayır hasenata sarılmalı, iyilikleri ve faziletleri
alışkanlık haline getirip güzel huylarla donanmalı, kendilerinde çirkin şeyler
huy, meleke ve ahlâk olarak değil, hal olarak dahi bulunmamalı, kendi içindeki
her fenalığı söküp atmaya çalışmalıdır. Bunlar nasıl gerçekleşir, demeyiniz.
Allah her şeye kâdir, hem de pek ziyade kâdirdir. İnsanları ve bütün içinde
bulunanlarla gökleri ve yeri yaratan, bilerek vücuda getiren Allah, hepsini
bir anda yok etmeye ve öldürmeye kâdir olduğu gibi, ölenleri tekrar diriltmeye,
gizli veya açık geçmişin hesabını sormaya, iyilere iyi, kötülere kötü karşılık
ve mükâfat vermeye, azabı hak etmiş olanları bağışlamaya da kâdirdir.
Allah,
kendi zat ve sıfatlarına, enfüs (insanların iç dünyaları)ü ve bütün dış dünyayı,
bütün âlemleri şahit getirip ve böylece hükmettirdikten ve herşeyi bildiğini
ilân ettikten sonra, "Göklerde ne var, yerde ne varsa hepsi Allah'ındır."
cümlesiyle "âyetelkürsî"ye yeniden bir göz atma anlamına gelen bu
âyet-i kerime, kalbin günahı olan şahitliği ketm etme işinin ne kadar ağır
cezayı gerektireceğini isbat sadedinde ve dolayısıyla yukarıdan beri sûrenin
içine aldığı âyet ve delillerin, mükellefiyet (sorumluluk) ve hükümlerin genel
bir icmalini (özetini) ve toptan bir muhasebesini yaparak, esas açıklamanın
hedefi olan iman ilkelerinden özellikle ahirete iman meselesine getirerek,
bunu da dinin temeli olan Allah'ı tanıma meselesine ve bilhassa ilâhî sıfatlardan
ilim, irade ve kudret sıfatlarına bağladığı sırada tekrar sağlam ve edebî
bir "terci-i bend" neş'e (neşve)si veren "Allah her şeye kadirdir."
fasılası ile sûrenin sonunu ta başındaki genel bir hitap olan "Ey insanlar!
Sizi yaratan Rabbinize ibadet ediniz!" (Bakara, 2/21) âyetinin öncesine
bağlayan ve böylece bu kadar çeşitli açıklamaların ve değişik hitapların tamamını
başı ve sonu aynı hizada olan bir genel hitapta birleştiren estetik ve beyan
dokusu oluşturmaktadır. Bundan dolayı bununla sûrenin baş tarafında o genel
hitaptan önce olan giriş kısmına karşılık bir sonuç kısmına başlanmış oluyor
ki, bu sonuç da üç âyetten ibaret olacaktır. Bunlara "havatimi sûreti'l-Bakara"
denilir. Bu üç âyetten birincisi, sûrenin baş tarafında yer alan ve kâfirlerle
münafıklar hakkında olan onbeş âyete (âyet 6-20) dönüktür. Bunu izleyen son
iki âyet ise, hem bu âyetin bazı izaha muhtaç yönlerini açıklamakta, hem de
sûrenin en başındaki mümin ve muttakilerle ilgili kısımla uyum sağlamaktadır.
Bu uyumu göstermek ve bütünüyle gözler önüne sermek için orada iman ve daha
başka özelliklerden sadece nazarî olarak söz eden tasvirler burada o mümin
ve muttakilerin kim olduklarını bilfiil tesbit etmektedir. Şöyle ki: "Bu
kitabın müttakiler için hidayet olduğunda hiç şüphe yoktur... ve işte onlar
kurtuluşa erenlerin tâ kendileridir." (Bakara, 2/2-5) âyetlerinin içeriğine
göre, hidayet ve ilâhî tebliğin nasıl bir feyiz kaynağı olduğu ve onun nasıl
bir sonuç verdiği, buna bağlı olarak o imanın gerçeğe, o gaybın görünüre nasıl
dönüştüğünü belgelere dayalı olarak anlatmak ve nihayet Fatiha sûresindeki
"Ey Rabbimiz! Sen bizi doğru yola ilet." (Fâtiha, 1/6) duasının
nasıl kabul olunup ne gibi gelişmelere yol açtığını gözler örüne sermek üzere
buyuruluyor ki;
Meâl-i
Şerifi
285-
Peygamber, Rabbi'nden kendisine ne indirildiyse ona iman etti. Müminlerin
de hepsi Allah'a, meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine iman ettiler.
"Biz Allah'ın peygamberleri arasında ayırım yapmayız, duyduk ve itaat
ettik. Ey Rabbimiz, bağışlamanı dileriz, dönüş ancak sanadır." dediler.
286-
Allah hiç kimseye gücünün yeteceğinden başka yük yüklemez. Herkesin kazandığı
hayır kendisine, yaptığı kötülüğün zararı yine kendisinedir. Ey Rabbimiz,
eğer unuttuk ya da yanıldıysak bizi tutup sorguya çekme! Ey Rabbimiz, bize
bizden öncekilere yüklediğin gibi ağır yük yükleme! Ey Rabbimiz, bize gücümüzün
yetmeyeceği yükü de yükleme! Bağışla bizi, mağfiret et bizi, rahmet et bize!
Sensin bizim Mevlamız, kâfir kavimlere karşı yardım et bize.
285-KIRÂET:
Hamze, Kisaî ve Halefi Âşir kırâetlerinde müfred olarak okunur. Yakup kırâetinde
ile okunur.
NÜZUL
SEBEBİ: Rivayet olunduğuna göre, "Siz içinizdekini açığa vursanız da,
gizleseniz de" (Bakara, 2/284) âyeti nazil olunca, bu ashaba pek ağır
geldi, toplanıp Resulullah'ın huzuruna vardılar, diz çöktüler: "Ey Allah'ın
Resulü, namaz, oruç, cihad, sadaka gibi gücümüzün yeteceği amellerle mükellef
olduk. Şimdi ise bu âyet indirildi. Halbuki bizim buna gücümüz yetmiyecek."
dediler ve "Herbirimiz, kendi gönlünde öyle şeyler konuşur ki, dünyaları
verseler bunların kalbinde bulunmasını arzu etmez." diye insanın elinde
olmadan içinde bulunan duygu, düşünce, tasarı ve hayallerden söz ettiler.
Peygamber (s.a.v.) onlara: "Siz de sizden önceki Kitap ehli gibi, duyduk
ve karşı koyduk mu demek istiyorsunuz? 'duyduk ve uyduk, ey Rabbimiz ğufranını
dileriz, dönüş ancak sanadır, deyiniz!' buyurdu. Bunu hep birlikte okumaya
başladılar, okudukça dilleri alıştı ve gönülleri yatıştı. O zaman âyeti nazil
oldu. Böylece Allah'a tazarrû ve niyaz ile yalvarıp yakardıklarından, istiğfar
edip Allah'a sığındıklarından dolayı bir süre sonra arkasından âyeti nazil
oldu ve güçlerinin yetmiyeceği ve ellerinde olmayan şeylerden hesaba çekilmeyecekleri
bildirilerek, endişeleri giderilmiş oldu. Demek ki, Ashab-ı Kiram "Siz
içinizdekini açığa vursanız da gizleseniz de Allah onunla sizi hesaba çeker."
nazmı celîlinin gizli ve açık yönleriyle bütün ihtimallerini dikkate almışlar
ve bu âyetin gerekli kıldığı sorumluluğun akla doğan düşünce ve duyguları
da kapsamı içine alma ihtimalinden korkmuşlar ve kendilerince âyetin insan
gücünün üstünde bir sorumluluk yüklediğini düşünerek, bunun böyle olmaması
gerektiğine hükmedip Hz. Peygamberden, her ihtimale karşı bu hükmü yorumlayacak
bir açıklama aramışlardı. Buna karşı her şeyden önce kayıtsız şartsız itaat,
istiğfar ve yalvarma ile emrolununca derhal itaat gösterdiler. İçlerinde kaçınılmaz
olarak mevcut bulunan endişe ve korkuya rağmen, ilâhî sorumluluğa ve Hz. Peygamber'in
emrine boyun eğdiler ve hiç itiraz etmeden olduğu gibi kabul ettiler. Allah
Teâlâ da evvela bunların kâmil imanlarını, bu söz dinlemelerini ve emre uymalarını,
alçak gönülle yakarmalarını, "Rabbena, Rabbena" diye yalvarmalarını
ve yalnızca kendisine sığınmalarını övgüyle dile getiriyor. Onları medh ü
sena ederek bu şekilde dua etmeye devam etmelerini teşvik ediyor ve destekliyor.
Ayrıca bir müddet sonra lütuf ve merhametini açığa vurup, "Allah hiç
kimseye gücünün yetmeyeceği yükü yüklemez." şeklinde iltifatta bulunuyor.
İstek ve ihtiyaçlarına uygun olarak hüküm göndermiş ve ızdıraplarına sebep
olan hayal ve hatıra sorumluluğundan doğan endişeyi gidermiştir ki, işte itaatın
ve Allah'a sığınmanın ürünü daima böyledir. İtaat vesvese ve endişeyi yok
eder. Hasan ve Mücahid ile İbnü Sirin'den, bir rivayette de İbnü Abbas'dan
naklen anlatıldığına göre, den itibaren bu son iki âyet, Cibrîl vasıtasıyla
nazil olmamış, Resulullah bunları Mirac gecesinde vasıtasız olarak işitmiştir.
Bundan dolayı Bakara Sûresi Medine devrinde nazil olmuştur, ancak o takdirde
bu iki âyet müstesna olarak daha önce nazil olmuş demektir. Bununla beraber
bir başka rivayette İbnü Abbas, İbnü Cübeyr, Dahhak ve Ata: "Bunlar da
Medine'de Cibrîl ile nazil oldu." demişlerdir. Gelelim mânâsına:
O
Peygamber, yani bu indirilmiş kitabın tebliğiyle görevli olan peygamber, o
özel muhatap, yukarıda "kulumuz" (Bakara, 2/23), "Muhakkak
ki sen peygamberlerdensin", (Bakara, 2/252), "Peygamberlerin bazısını
yüksek derecelere erdirmiştir." (Bakara, 2/253) özellikleriyle bilinen
o muhteşem peygamber Muhammed Mustafa (s.a.v.), Rabbinden kendisine indirilmiş
olanın hepsine iman etti, peygamberliğini şüphe ile değil, bu iman ve bu yakîn
ile yaptı. Rabbinden gelene hem kendisi inandı hem de onun ümmeti olan ve
yukarıda genel özellikleri açıklanan o müminler. Onların hepsi, Allah'a ve
Allah'ın meleklerine, kitaplarına -yahut kitabına-, peygamberlerine, onlar
da Allah'ın peygamberleri olmalarından ötürü, inandılar, iman getirdiler.
"Allah'a, bize indirilene ve bizden önce indirilene... inandık, deyiniz"
(Bakara, 2/136) gibi emirlere uyarak biz Allah'ın peygamberlerinden hiç birisinin
arasını ayırmayız. Birinin peygamberliğini kabul ve tasdik edip, bir diğerini
inkâr ederek aralarında fark gözetmeyiz, hepsini kendi derecelerine göre peygamber
olarak tanırız. "İşte bunlar peygamberlerdir, bir kısmını bir kısmına
üstün kıldık." (Bakara, 2/253 âyetine bakınız). İşte böyle iman ettiler
ve bu iman ile dediler ki: dinledik ve itaat ettik, Hak'tan gelene kulak verdik,
iyice dinledik ve anladık; kerhen değil tav'an, kendi rızamızla, seve seve
söz tuttuk, emre uyduk. Ğufranını (affını) niyaz ederiz ey Rabbimiz! Ne kadar
itaat edersek edelim yine de kusurumuz çok. Hele nefse doğan, içe dolan duygu
ve düşüncelerden kurtuluş yok. Akibet varılacak yer, son durak ancak sensin.
Senden geldiğimiz gibi, dönüp dolaşıp yine sana geleceğiz. Ölüm, ahiret, yeniden
diriliş, bunların hepsi hak ve gerçektir ya Rabbi! Öldükten sonra dönüp sana
varılacak, sana hesap verilecek, sen de dilediğine mağfiret ihsan edip, dilediğine
azap edeceksin; işte biz şimdiden sana sığınıyoruz ve senin bağışlamanı diliyoruz.
286-Bu
müminler Allah'ın emirlerini ve onlara yüklediği görevlerini böyle güzel bir
itaat ile kabul edip ahirete yakînen iman ve bu iman ile Allah'dan gufran
talep eylediklerinden dolayı, ilâhî rahmetten şu iltifat ile cevaba nail oldular:
Allah
kimseye gücünün yettiğinden başkasını yüklemez, yükleyemez değil, yüklemez.
Allah'ın kendi kullarına yüklediği sorumluluk, kulların güç yetireceği kadardır
ve hatta onun çok altındadır. Allah insanları zora koşmaz, güçlerini son sınırına
kadar zorlamaz, sıkıntıya sokmaz, müşkülat ve meşakkat vermez. Mükellef olan
kullar o görevleri güçleri rahat rahat yetecek şekilde yapabilirler. Nitekim
"Allah size kolaylık diler, zorluk dilemez..." (Bakara, 2/185) buyurmuştur.
Hak din kolaylıktır, onda zahmet yoktur. Böyle olması da güç yetmez bir sorumluluğu
yüklemeye Allah'ın kudreti olmadığından değildir, sırf fazl u kereminden ve
rahmetindendir. Bu suretle Allah'ın kullarına bahşettiği güç ve takat onlara
emrettiği görevlerden daha fazladır. Bu sayede onlara görevlerini yaptıktan
sonra dinlenecek, gezip dolaşacak, dünya ve maişet işlerinde çalışacak, hatta
daha başka emredilmemiş olan hayır ve hizmet işleriyle ilgilenecek zaman ve
imkan kalabilecektir. Nitekim kullar farzları yaptıktan sonra daha neler neler
yapabilirler. Mesela günde beş vakit namazdan başka daha ne işler görebilirler.
Gerçi sorumluluk iradeye bir anlamda zahmet yüklemek demektir, her zahmet
de bir enerji tüketimini gerektirir. Bu hikmetten dolayı her yükletilen sorumluluk
ona güç yetirebilme şartına bağlıdır. Fakat o yükün bu gücü zorlamaması da
şarttır. Yani her bir ferdin sorumluluğu gücüyle ve kapasitesiyle ölçülmek
gerekir. Bundan dolayı kişilerin güç ve takatleri farklı olduğundan, gücü
ve kapasitesi fazla olanların sorumluluk dereceleri de fazla olacaktır ki,
adalet ve eşitlik de bunu gerektirir. Mesela, malı olmayan zekatla mükellef
olmayacağı gibi, çeşitli zenginlerin zekatları da bir ölçü çerçevesinde değişik
olur. Zenginlik derecesine göre kimi on, kimi yüz verir. Fakat hepsi de aynı
nisbet dahilinde, mesela kırkta birdir. Kudret hesaba katılmayarak, nüfus
başına eşit olarak şu kadar verilecek demek, bu temele aykırı düşer. Yine
bunun gibi, ümmete toptan yönelik olan farzı kifayenin fertlere ilişkisi de
böyledir. Ayrıca bir şahsın uhdesine düşen sorumlulukların toplamı hesap edildiği
zaman dahi onun gücünü aşmamalıdır. Bunun için bazı sorumluluklarda zahmetsiz
ve külfetsiz kudret-i mümekkineden başka bir de kudret-i müyessire denilen,
yani daha da kolaylık esasına dayanan bir kudret de şart olmuştur. Velhasıl
bu âyet, hikmet-i teşrî'in en büyük esasını özet olarak ifade etmiştir. Sorumluluk
onu yüklenecek olanın kapasitesi ile orantılıdır. Herkesin kesbettiği (kazandığı)
kendi lehine (çıkarına), iktisap ettiği de kendi aleyhine (zararına)dir. Kesp
ve iktisap lügatte, Kur'ân'da bir ve aynı mânâya kullanıldığı gibi, farklı
olarak da kullanılmıştır. Kamusta dahi gösterildiği üzere, evvela kesib, iktisab,
tekasüb, rızık aramaktır; yani faydalanacak, hazz alacak bir şey istemek ve
aramaktır ki, bulmak ve ele geçirmiş olmak şart değildir. İrade-i cüz'iyye,
bir güç sarfetmek demektir. Türkçesi çalışmak, çaba harcamak demek olur. Kesp
ile iktisabın farkı olmayınca birinin lehe, öbürünün aleyhe olması ancak ilgi
alanlarından kaynaklanabilir. Bu açıdan kelimesindeki ile kelimesindeki nın
anlamları birbirinden ayrılarak birincisi Allah'ın teklif ettiği hayır, ikincisi
Allah'ın nehyettiği şer ile tefsir edilmiştir. İkinci olarak kesb, isabet
demektir; yani hedefini vurdurup, istediğini elde etmektir ki, Türkçe kazanmak
anlamına gelir. İktisab ise gerek isabet etsin, gerek etmesin mutlak anlamda
tasarruf ve gayret göstermek, yani çalışıp çabalamaktır. Bundan dolayı bir
bakıma kesibden daha genel, bir bakıma da daha özel bir anlam taşır. İşte
bundan dolayı bu iki kelime birbirinin yerine kullanılabilir. Üçüncü olarak,
kesib kazandırmak mânâsına gelir ki, o zaman iki mef'ûl alır: "Filâna
mal kazandırdım." denilir. Şu halde iktisap bu mânâya karşılık olduğu
zaman, dönüşümlü fiil olur ve kazanmak, yani başkasının kazandırmasıyla kazanmak
demek olur. Bu mânâya esas olmak üzere Rağıb İsfehanî şunu da beyan eder ki:
"Kesib hem kendisi, hem başkası için kazanıp aldığına, iktisab ise sırf
kendisi için istifade ettiğine denilir. Bundan dolayı her kesib iktisab değildir,
fakat her iktisab kesibdir. Bunlar gibidir..." Bunun için iktisab şehvet
ile, kesb ise hikmet ile ilgili olur. İşte bu mânâların her biri bakımından
değişik anlamlar ifade edebilir. Bu cümleden olmak üzere:
1-
Her nefsin istediği, yaptığı iyilik, kendi lehine, kendi iyiliğine, kendi
yararınadır. Sonunda da sevabı ancak kendisinin olacaktır. Aksine yaptığı
kötülük, yüklendiği vebal de yine kendi aleyhine, kendi zararınadır. Sonuçta
o yaptığının azabı kendisine aittir. "Kim bir iyilik yaparsa kendi lehinedir,
kim bir kötülük işlerse kendi aleyhinedir". (Fussilet, 41/46) Yani herkesin
yaptığı iyilik kendine, yaptığı kötülük yine kendinedir. Allah'ın emrettiği
görevler de iki kısımdır: Birisi dışarda ve içimizde veya her ikisinde yapılmasını
emrettiği şeylerdir. Bunlar hayır, hasenat ve iyi hizmetlerdir. İkincisi de
yapılmamasını emrettiği, yani yasak kıldığı şeylerdir ki; bunlar da şer, kötülük
cinsinden olan şeylerdir. Öncekileri yapmak faydalı, yapmayıp terk etmek zararlıdır.
Sonrakileri yapmak zararlı, yapmayıp terketmek faydalıdır. Bunların yararları
ve zararları da Allah'a değil, mükellef olan kullaradır. Bundan dolayı ilâhî
teklifler kapasiteye göre olmak gibi bir kolaylık sağladıktan başka, her mükellefin
sarfedeceği emeği zararına harcatmayıp tamamen onun yararına tahsis ettirmek
gibi bir özel faydayı, bir ilâhî rahmet ve merhameti de içine almaktadır.
Bunun için Allah kullarına hiçbir görev yükletmese, hiçbir teklifte bulunmasa
acaba daha büyük bir rahmet olmaz mıydı gibi bir vesvese hatıra gelmesin.
İlâhî rahmet ve inayet, hırs ve şehvetin itmesiyle zarara sürüklenmekten nehyetmeye
ve ebedî menfaat ve kazanç elde etmek için mükellef tutmamaya elverişli olmaz.
O'nun rahmeti kullarını başıboşluğa terketmeye müsait olmaz. Zararlar ve faydalar
karşılıklı olarak dengelidir. Zarar söz konusu olmasa idi, fayda da söz konusu
olmazdı. Allah'ın kulları mükellef kılması onlara zarar vermek için değildir,
zararlardan korumak içindir, faydalı olana yönlendirmek içindir. Külfet nimete
göredir. İşte bu hikmetten dolayıdır ki, Allah verdiği güç ve kudretin üstünde
yük yükletmez. Yükletirse o zaman faydadan ziyade zarar, nimetten ziyade külfet
yükletmiş olur. Bu ise mükellefiyet olmaktan çıkar ceza olur. Bunu da Allah'ın
adaleti ve rahmeti, ancak görevi kabul etmemenin bir cezası olarak tayin buyurmuştur.
Bundan dolayıdır ki, buyurulmuştur. Bu cihetle ilâhî emirle yükletilen görevlere
tamamen "duyduk ve uyduk" demeyen ve Hakk'ın koyduğu kurallar çerçevesinde
kesib yapmayanlar sonuçta böyle bir cezalandırmaya uğrarlar. Nitekim ahirette
"Cehennemin kapılarından haydi girin bakalım!" (Zümer, 39/72) emri,
böylelerine takatlarının üstünde yapılmış olan bir cezalandırma şeklidir.
Hakkın koyduğu kanunlar ile amel etmeyen milletler veya kişiler bu şekilde
nelere uğramışlardır. Bundan sonraki duaların öğretim tarzı da bu hikmetle
ilgilidir.
Allah
Teâlâ kullarının daha işin başında böyle zararlara uğramalarına razı olmadığından
onları mükellef tutmuş ve teklife uygun bir kapasite ile yaratmış ve adaleti
sayesinde nimetle külfeti karşılıklı olarak dengede tutmuştur. Madem ki bu
böyledir, o halde insanlara da nimete göre külfete katlanmak ve hatta Allah'ın
mükellef kıldığı görevlerden artan gücü ve takatı boş yere harcamıyarak, nafile
ibadetlere hayır ve hasenat işlerine sarfedip nimet ve menfaati arttırmaya
çalışmak yaraşır. Böylece "Yaptığı iyilik lehine, yaptığı kötülük de
aleyhinedir." formülü, hem emir ve teklifteki faydayı açıklamış ve onu
kabullenip yapmaya sevketmiş, hem de farz olan görevlerden başka hayırlara
ve nafilelere de teşviki kapsamı içine almış olur ki, buna "nedb"
tabir olunur.
2-
"Her nefsin kazandığı, yani yolunca isteyip elde ettiği kendi yararına,
aksine veya körü körüne çalışıp boğuştuğu da kendi zararınadır". Bundan
dolayı kapasiteye göre teklif, o faydayı elde etmeye ve bu zararı def'etmeye
ilişkin hikmete dayanmaktadır. Zira teklif olmazsa insan atıl ve tembel olur.
Teklif kapasiteye göre olmazsa o zaman da çabalar, boğuşur durur, bir şey
elde edemez. Her ikisi de zararlı olur. Bir de Allah kapasiteye göre sorumluluk
vermemiş olsa, hayra ve nimete varmak için; ya yol göstermemiş, ya da yolun
ne olduğunu belirlememiş olurdu. O zaman insanlar boş durmak istemedikleri
takdirde, yanlış yollara sapmış veya boşu boşuna uğraşıp didişme durumunda
kalmış olurlardı. Takattan fazla teklif yapsa ona takat yetişmez ve kazanç
olmaz ve çabalar boşa giderdi. Her iki halde de Allah kullarının hayrını istememiş,
zararlarını istemiş olurdu ki, bu da Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın merhametine
aykırıdır. Bu mânâya göre, kesb ve iktisabın kapsamına giren konularda esasen
"şer" hiçbir şekilde sözkonusu olmayabilir. Her iki da hayırdan
ibaret olabilir ki, biri ele geçen, elde edilen hayır; öbürü de ele geçirilemiyen
hayırdır. Yani yoluna ve usulüne uygun olarak hayır kazanmak bütünüyle faydadır.
Şer öyle dursun hayır kazanacağım diye körükörüne çabalamak, boğuşup durmak
bile zarardan başka bir şey değildir. Çünkü sonuç boşa çıkarsa emek heder
olur gider ve ihtimaldir ki, daha büyük tehlikelere ve şerre kadar gidilir.
Bilgisizlik bunun için zararlıdır. İşte kapasiteye göre olan ilâhî teklif
hayrın yolunu göstermekle o menfaatı temin etmiş ve enerjiyi telef etmeyerek
bu zarardan korumuştur.
3-
"Her nefsin hem kendisi, hem başkaları için kazanıp elde ettiği sırf
kendi lehinedir. Asıl kazanç böyle kazançtır ki, hayır buna derler. Hayır
her halükârda sahibinindir. Bunun aksine şehvet ve hırsına mahkûm olarak ve
yenik düşerek 'ben, ben' diye yalnızca kendisi için kazandığı da zararınadır."
Zira o tek başına yaşayamaz. Kazanmak için başkalarının varlığına muhtaçtır.
Bundan dolayı Allah'ın teklifi, bu faydaları sağlamak ve o zararı önlemek
içindir. Bunda bencillikle diğergamlığın güzel bir ayırımı vardır.
4-
"İnsanın kazandırdığı sırf kendi lehinedir . Ona hak ve menfaat sağlar.
Fakat başkasının kazancıyla yaşaması, başkasının sırtından geçinmesi de aleyhinedir".
Görev borç sayılır, fakat borçlu açısından yenilgiyi ve ezikliği gerektirir.
Veren el, alan elden hayırlıdır. Bundan dolayı teklifin kapasiteye göre olmasında
mükellefi, el açmaya muhtaç olmaktan korumak ve onun haklarını savunmak anlamı
vardır. Bunun için yüce Allah, hayır yollarına infakı, alışve-rişte sağlamcı
ve gerçekçi olmayı teklif etmiş, dilenmekten, ribâdan ve saldırganlıktan nehyetmiştir.
Çoğunlukla
tefsir âlimleri, bu dört mânâdan birincisi üzerinde durmuşlar. Diğerlerinin
her birini birer yönden ona eklemişlerdir. Bundan dolayı birincisi asıl tefsirdir.
Zira ilâhî teklifin bütün inceliklerini içine almaktadır, ayrıca çok açıktır.
Şimdi
Cenab-ı Allah "işittik, emre uyduk, ey Rabbimiz ğufranını dileriz, dönüş
yalnızca sanadır." diyen müminlerin yakarışına ve sığınmasına karşılık
olmak üzere işte bu cevabı verdi. Kolaylık ve yükü hafifletmeyle ilgili olan
bu açıklamasıyla onların telaşlarını giderdi. Bu suretle Allah kelâmı yalnızca
Resulü ile değil, yukarıdan beri yapılan açıklamalar çerçevesinde ona iman
eden ümmeti ile de bir konuşma ve münacat şeklinde tecelli eyledi ki, bu üslup
özellikle Fatiha sûresinde de böyle geçmişti. Bu, Kur'ân okuyan veya dinleyen
müminlerin ara sıra kendilerini bizzat Cenab-ı Allah ile konuşma halinde bulmaları
gibi büyük bir nimeti dile getirmeyi de içine alır. Bu derece ihlasla ve itaat
duygusuyla kendilerini Allah huzurunda hissedenler, yalnızca Allah'a muhatap
olmak şerefine ermekle kalmıyacaklar; o yüce huzurda söz söyleyebilmek için
kendilerine izin verileceğinden, bizzat Allah'dan dilek dileyebilmek şerefine
de erecekler. İşte bu visal makamının kuvvet ve şerefini göstermek için Cenab-ı
Allah, yeni baştan bir cevap demek olan bu kelâmını bir fasıla ile ayırmakla
beraber, bir taraftan da yine onların sözleri ve onlardan hikaye olunuyormuş
gibi bir üslupta ifade buyurmuştur. Çünkü mutlak anlamda "duyduk ve uyduk"
diyen o müminler, aradıkları bu cevabı, bu kolaylığı ve bu rahmeti öncelikle
ve hemen kabul edip ikrar eyleyecekler ve aynen tekrarlayacaklardır. Esas
içeriği de kendi düşüncelerine uygun olduğundan bu âyet dahi onların sözleri
gibi olacaktır. Bu nükte ile bu âyet dahi onların dilinden hikaye ediliyormuş
veya onların duaları arasındaki bir ara cümlecik olarak bulunuyormuş gibi
bir tarz-ı müteşabih olarak sevk buyurulmuştur. Bu üslup ile mükellefiyetin
inceliğini açıklayan bu cevap kendilerine güçlerinin üstünde yük yükletilmeyeceğini
ve aksine kapasiteye göre kolaylığın murad edilmiş olduğunu müjdelerken aynı
zamanda güç yetirilemeyecek bir mükellefiyetin haddizatında mümkün olduğunu
dolaylı olarak ifade etmiştir ve bununla beraber kesbin, yani çalışıp kazanmanın
değerini ve nimetin külfete göre olduğunu anlatarak, mükellefiyetten arta
kalan güçlerin, emredilmemiş ve farz kılınmamış olan hayırlı işlere harcanmasını
teşvik ederek "Mümin kulum bana nafile ibadetlerle durmadan yaklaşır."
kudsî hadisin içeriğini de anlatmış olduğundan özendirmesiyle uyarısının etkisi
altında tekrar ve yeniden bir itaat azmi ve günah korkusu ile, dua ve yakarmaya
yol açmakla bu cevap cümlesi aynı üslupta ve bütün arzularına uygun olarak
gayet önemli ve maksada elverişli dualarla sona erdirilmiş, şimdi de şöyle
deyiniz diye emir verilmeksizin bu da önceki dualarının devamı ve sonu şeklinde
öğretilmiştir. Bundan dolayı burada Nahiv ilmi (dil bilgisi) açısından üç
vecih vardır. Birisi dan başlayarak sûrenin sonuna kadar tamamı nun "mekûlü"
olmaktır. İkincisi yine böyle olup, ancak kısmı arada bir ara cümlecik (cümle-i
mu'teriza) halinde bulunmaktır. Üçüncüsü de bundan sonra yine bir "deyiniz"
takdir edilmektir. Yani, ey müminler şu halde duadan ayrılmayınız da şöyle
deyiniz; Ey Rabbimiz! Unutursak veya hata edersek bizi sorumlu tutma. Yani,
kapasitemiz ölçüsünde teklif ettiğin vazifeleri en iyi şekilde eda etmeye,
hatta gücümüz yettikçe daha fazla hayırlar kazanarak ileri gitmeye, yeni baştan
bir itaat ve iştiyak duygusuyla azmettik; fakat farz kıldığın vazifelerden
birini beşeriyet icabı unutur veya iyi, meşru bir şey yapmak isterken yanlışlıkla
haram kıldığın, yasakladığın şeylerden birine bilmeyerek düşer de hata edersek,
bu da hayrı terketmek veya şer olan bir şeyi işlemek cinsinden bir iktisab
olabilecektir, ise mutlak olduğundan bunlardan sorguya çekilmek ihtimal dahilindedir.
İşte bundan dolayı ne unutma ve hatanın kendisinden, ne bizi unutma ve hataya
sürükleyen sebeplerden, ne de bunlardan biri sebebiyle iktisab etme durumunda
olduğumuz hayrın terkinden veya şer fiilinin işlenmesinden biz Muhammed ümmetine
dünyada ve ahirette ceza verme, azab eyleme.
Unutma
ve hata iki türlüdür: Birisi sahibi mazur görülebilir cinstendir ki, bunda
sahibi mazur görülebilir, diğerinde görülmez. Mesela bir kimse üzerinde bir
pislik görse de bunu temizlemeyi geciktirse, sonra unutup namaz kılsa, mazur
olmaz. O pisliği görür görmez temizlemediğinden dolayı kusurlu hareket etmiş
olur, lakin görmezse mazurdur. Yine bunun gibi, bir kimse bir ava tüfekle
ateş etse de bir insan vursa, orada insan bulunabileceğini ve bulunduğu takdirde
ona isabet edip etmiyeceğini hesaba katmamış ve bu hususta gerekli önlemlere
riayet etmemiş ise mazur olmaz. Yine aynı şekilde insan dinî emirleri ve şer'î
görevleri bellemeye çalışmaz ve belledikten sonra da unutmamak için tekrar
tekrar mütalaa eylemez de unutursa, böyle bir unutmadan dolayı mazur olmaz.
Bunun için yukarıda belgelendirme usulleri gösterilmiş ve borçların yazılması
gerektiği üzerinde durulmuştur. İşte bundan dolayı bazı unutma ve hatalardan
kaçınmak, insanoğlunun gücü dışında ise de bazılarında durum böyle değildir.
Yine bundan dolayıdır ki, "gücünün yettiğinden başkası..." ifadesi
genel anlamda bütün hata ve unutmalardan sorguya çekilmeyeceği anlamına gelmez.
Âyet sorguya çekilme ihtimalini bütünüyle ortadan kaldırmış değildir. Bunların
elde olanlarının in kapsamı içinde bulunduğu da gözden uzak tutulmamalıdır.
Demek ki, mesele müşkildir. Unutma ve hata ile yapılmış olan fenalıklar haddi
zatında zararlı, gayri meşru ve insanın gücüne bağlıdır. Unutarak veya hata
ile yutulmuş bir zehirin zararı yoktur denilemiyeceği gibi bunlar da böyledir.
Kötülükler ve günahlar tıpkı zehir gibi zararlıdır. Hasılı hiç unutmamak ve
hiç hata yapmamak insanın gücünün üstünde bir şey de olsa, bunlar sebep oldukları
işin Allah katında, yani özünde sonucunu değiştirmez, hepsi de hükmüne dahil
olurlar. Bunun için insanlar bunlardan mümkün olduğu kadar uzak durmak ve
sakınmak ile de yükümlüdürler. Hata ile adam öldürmede olduğu gibi, hata konusunda
bazı mükellefiyet hükümleri vardır. Unutmak ve hata etmek kul hakkındaki zararın
tazminine engel olmaz. Bunlara işaretledir ki, "bizi mükellef kılma!"
denilmemiş, "bizi sorumlu kılma!" denilmiştir. Bu şekilde gerek
hatadan, gerek unutmadan, gerekse bunların ön şartlarından ve sebeplerinden,
hatta gerekse sonuçlarından mükellefiyetsizlik değil, sorumlu tutulmamak niyaz
edilmiş ve istenmiştir. Böyle bir öğretim iyilik ve adaleti de içine almıştır.
Nitekim "Hata ve unutmadan doğan sorumluluk ümmetimden kaldırılmıştır."
hadis-i şerifi bununla ilgilidir. Evet hataya düşmemiz ve unutmamız da kötü
bir şeydir, fakat lütfunla bunlardan dolayı bizi sorumlu tutma!
Ey
Rabbimiz! Bize bizden önceki ümmetlere yüklettiğin gibi ağır yük de yükleme.
Bizi asâ ve isyan milletleri gibi yapma! Yani bizi diğer milletlere yaptığın
gibi yerinden kımıldatmaz, sıkıştırır, zor dayanılır ağır boyunduruklar, şiddetli
mîsaklar, ağır tabiiyetler, meşakkatli buyruklar, katı kanun ve kurallar ve
uygulamalar altında bulundurma, sonuçta mükelleflerini meshederek (suretlerini
değiştirerek) maymunlara, domuzlara çevirecek sıkıntılara koşma. Bizim kurallarımızda
ve sosyal hayatımızda zorluklar, zorlamalar, baskılar olmasın Rabbimiz.
İSR
: Lügatte esas anlamı esaret ve hapis mânâsıyla ilgili olup, altındakini ezen
ve yerinden kıpırdatmayan ağır yük ve bağ demektir ki, boyunduruk gibi, ağır
misaka, zor dayanılır ahde ve bağımlılığa, yine bunun gibi akrabalık ve yakınlığa
da denilir. Anlaşılıyor ki, tarihlerde görüldüğü üzere, yahudi ve hıristiyanlar
gibi önceki ümmetlerde katı hükümler ve yükümlülükler vardı. Tefsir âlimlerinin
açıklamalarına göre, meselâ yahudiler günde elli vakit namaz kılmak ve mallarının
dörtte birini vergi vermek, pislik bulaşan elbiseyi kesmek, vatanlarından
sürülüp çıkarılmak, birçok konuda hemen idam cezası uygulanmak, tevbe etmek
için intihar ile yükümlü olmak, bir isyan üzerine hemen ceza verilmek, herhangi
bir hata meydana gelirse helâl olan yiyeceklerden bazıları yasak kılınmak
gibi hükümler vardı. Kaffal Tefsiri'nde denilmiştir ki, "Yahûdilerin
ellerinde Tevrat diye iddia ettikleri kitabın beşinci sifri iyice gözden geçirilirse,
onların ne kadar katı hükümlere, ne kadar çetin misaklara tabi tutulmuş oldukları
daha birçok acaip hükümlerle birlikte görülür. İşte müminler bu gibi sıkıntılardan,
zorluklardan korunmalarını niyaz ettiler ki, Allah da fazl u keremi ile ileride
gelecek olan "Üzerlerindeki ağır yükü kaldıran ve bağları çözen..."
(A'raf, 7/157) âyetiyle bunları giderdi.
"Allah
kimseye gücünün yetmeyeceği yükü yüklemez" buyurulduktan sonra bu duaya
ne hacet vardı? denilmesin. Çünkü önce vüsu' yani kapasite kelimesinin anlamı
takat kelimesinin anlamından daha geniş kapsamlı ise de onun takat yerine
kullanıldığı da meşhurdur. O halde mükellefiyetin takat ile orantılı olması
da ihtimal dahilindedir. Bu da baskı ve şiddetten başka bir şey değildir.
Önceki ümmetlerde bunun meydana gelmiş olduğu da sabittir. Bundan dolayı bu
mücmel mânânın ortadan kaldırılıp, vüs'un açık olan kolaylık anlamına olması
dilenmiştir. İkinci olarak, amel, yükümlülük kelimesinden bir bakıma daha
geniş kapsamlıdır. Bunların bizzat ilâhî teklifin ve teşrî'in eseri olarak
değil, tam aksine bunların zıddına hareket eden Firavun vesaire gibi azgınların
tasallutu ile terbiye olması da mümkündür. Bunun için yerine denilmiştir.
Sûrenin başından beri sürüp gelen İsrailoğulları kıssalarında her iki yönden
de uyarılar olmuştur. Aynı mânâ şu duada daha ziyade düşünülebilmektedir.
Ey
Rabbimiz! Bize gücümüz yetmeyen şeyleri de yükletme; hiç çekilmez, takat getirilmez,
yükletilecek olursa yerine getirilemez, isyan ve ihtilale sevkeder, uygulanacak
olursa cezalandırma olur, mahveder, helak eder, takat yetişmez belalar, sevdalar
altında inletme ey Kâdir Rabbimiz! Çünkü Sen herşeye kâdirsin. Bunu rahmetinden
dolayı yükümlülük olarak yapmazsan da imtihana çekmek için ve isyankârlara
gazabından dolayı cezalandırmak için yapabilirsin. Her şey senin istek ve
iradene bağlıdır. Bundan dolayı bize yükümlülük olarak, ne imtihan olarak,
ne de ceza olarak güç yetmez şeyleri yükletme, hasılı müjden Muhammed ümmetinedir.
İşte sağladığın bu kolaylık, bu hafifletme, bu ümmete bahşettiğin iman feyzi,
itaat duygusu, ihlas, irade gücü ve Hakk'a bağlılık gibi güzel hasletler ile
bağlantılıdır. Elbette bu kanunu tanımayanlar, bunun çerçevesinden dışarı
çıkmak isteyenler, genel anlamda bu yükümlülüğün çerçevesi dışına çıkabilecek
değiller, o zaman onlara birbirlerinin gereği olan, hak ve hukuk tanımayan
kapasite ve güç dinlemeyen yükümlülükler koyduracaksın; kâfir, kâfir olmakla
mükellefiyetsiz yaşayamayacak, fakat hakka uymadığından halka haksız ve yersiz
yükümlülükler getirecek ve karşılığında da haksız tepkiler alacaktır ki, bu
da aynı zamanda adalet ve hakkın gereği olarak yine Senin yükletmiş olduğun
bir yük olacaktır. Bu açıdan bakılırsa âlemde her kavmin kendine göre bir
kanunu olduğu görülür. Ve o kanun kaçınılmaz şekilde ilâhî bir yüklemenin
varlığına dayanır. Şu kadar ki, müminlerinki müstakimdir ve ilâhî rahmet eseridir;
kâfirlerinki gayr-i müstakimdir, dolaylı olarak ilâhî adaletin ve gazabın
eseridir. Müminlere adalet olan şey kâfirlere adalet olmaz, kâfirlere adalet
olan şey de müminlere adalet olmaz. Bütün bu liyakat ümmetin ruhunda ve kalbindedir.
Kalbler ise "Ya Rab! Sen Rahmân ve Zülcelal'in iki parmağı arasındadır.
Onu dilediğin gibi evirir çevirirsin. Bundan dolayı bizi, İslâm dininin kolay
hükümlerinin yükümlülüğünden ve doğru yoldan ayırma! Bundan ayrılmaya ve rahmetinden
uzak düşmeye dayanamayız. Bizi böyle dayanılmaz dertlere uğratma Rabbimiz!
O şekilde sorumlu tutmayı ve bu şekilde yük yükletmeyi yapma da günahlarımızın
izlerini bizden gider. İtiraf ederiz ki, biz Senin koyduğun hükümlere itaat
etmeyi bütün gücümüz ve ihlasımızla taahhüt etmiş olduğumuz halde yine de
kusurdan, günahtan uzak kalabilmiş değiliz, bütün çalışmalarımız esas itibariyle
Senin bir nimetinin bile şükrünü edaya yetmez. Sarfettiğimiz ve edeceğimiz
güç ve vüs'at esasen Senin bize ihsan ettiğin bir nimettir. Onun kullanılmasından
doğacak faydalar da yine bize bahşedilmiş olduğu halde, bizim de onu tamamen
Senin yolunda kullanmamız gerekirken, biz tutuyoruz da onunla Senin rızana
aykırı olarak kendimize zararlar bile verebiliyoruz. Kesb ve kazanç sermayesi
olarak verdiğin irade ve gücümüzü, akıl ve fikrimizi tamamen bir araya getirip
hepsini kendi menfaatimizle ilgili yollara kullanamıyoruz. Bunun için Senden
dilediğimiz dilekleri, hak etmiş olduğumuzdan dolayı değil, fazl u rahmetinden
ümid ederek diliyoruz. Halbuki olacak, olacaktır: Bizden herhangi bir şekilde
sadır olmuş olan günahlar, Senin ilâhî bilginde zaten belli ve sabittir. Onların
oradan silinmesi imkansızdır. Fakat Sen, yüce kudretinle onların bize yönelik
olan sonuçlarını istersen silebilirsin. Zira sebepleri yaratan ve gerçekten
etki sahibi olan ancak Sensin. Bizim kötü işlerimizle onların doğuracakları
sonuçlar arasındaki ilişkiyi sen dilersen mahvedebilirsin, bizden onları affettikten
başka bize mağfiret de et! Ayıplarımızı ilâhî ilminde gizle, örtbas eyle,
eller içinde bizi rezil ve rüsvay eyleme, ayrıca rahmetinle muamele et, rahmetinle
bize ihsanda bulun, Sen bizim Mevlâmız'sın, sahibimiz, malikimiz, yardımcımız
ve işlerimizin tedbircisisin. "Allah, inananların dostudur." (Bakara,
2/257) buyurdun. İşte bundan dolayıdır ki, o kâfirler güruhuna karşı bize
yardım et, nusret ihsan eyle; maddeten ve manen hakkın savunulmasında ve Allah
adının yüceltilmesinde bizi üstün getir ve zaferlere ulaştır, muzaffer eyle!.
Hz.
Peygamber (s.a.v.) Efendimiz, bu dualarla dua ettiği zaman, Allah tarafından
"peki yaptım" buyurulduğu Müslim ve Tirmizî'de rivayet edilmiştir.
İlerideki sûrelerde de bu dualara çeşitli yönlerden verilmiş cevaplar göreceğiz;
bu cevaplardan biri olmak üzere Âl-i İmran Sûresi, bu nusret duasına bir cevap
olarak başlayacaktır.
Kütüb-ü
Sitte'de Abdullah b. Mes'ûd'dan rivayet olunan bir hadis-i şerifte buyurulmuştur
ki: "Her kim geceleyin Bakara Sûresi'nden bu iki âyeti okursa ona yeter".
Hakim
ve Beyhakî'nin Ebu Zer'den naklen tahric ettikleri bir diğer hadis-i şerifte
de Fahr-i Risâlet Efendimiz buyurmuştur ki: "Allah Teâlâ, Bakara Sûresi'ni
iki âyetle sona erdirdi ki, bunları bana arşın altındaki bir hazineden verdi.
Bunları öğreniniz, kadınlarınıza, oğullarınıza belletiniz, öğretiniz. Çünkü
bunlar hem salattır, hem duadır, hem Kur'ân'dır".
Hz.
Ömer ile Hz. Ali (r.anhümâ)'den rivayet edilmiştir ki, her biri: "Aklı
başında bir adam görmezdim ki, Bakara Sûresi'nin sonundaki bu âyetleri okumadan
uyusun." demişlerdir.
"Cibrîl,
Hz. Peygamber'e Bakara Sûresi'nin sonunda 'âmin' demeyi telkin etti."
diye de Ebu Meysere'den gelen bir rivayet bulunmaktadır.
Cenab-ı
Allah, biz kullarını da daima bu duaların mânâlarını duyan, anlayan ve gereğini
yerine getirerek, vaad ettiği icabetinin feyzinden büyük büyük nasiplerle
pay alan kullarından eylesin. Amin.