Diyanet Vakfi = Ve dediler ki: Bizi çağırdığın şeye karşı kalplerimiz kapalıdır. Kulaklarımızda da bir ağırlık vardır. Bizimle senin aranda bir perde bulunmaktadır. Onun için sen (istediğini) yap, biz de yapmaktayız!
Diyanet Vakfi = De ki: Ben de ancak sizin gibi bir insanım. Bana ilâhınızın bir tek İlâh olduğu vahy olunuyor. Artık O'na yönelin, O'ndan mağfiret dileyin. Ortak koşanların vay haline!
Diyanet Vakfi = O, yeryüzüne sabit dağlar yerleştirdi. Orada bereketler yarattı ve orada tam dört günde isteyenler için fark gözetmeden gıdalar takdir etti.
Diyanet Vakfi = Böylece onları, iki günde yedi gök olarak yarattı ve her göğe görevini vahyetti. Ve biz, yakın semâyı kandillerle donattık, bozulmaktan da koruduk. İşte bu, azîz, alîm Allah'ın takdiridir.
Diyanet Vakfi = Âd kavmine gelince, yeryüzünde haksız yere büyüklük tasladılar ve: Bizden daha kuvvetli kim var? dediler. Onlar kendilerini yaratan Allah'ın, onlardan daha kuvvetli olduğunu görmediler mi? Onlar bizim âyetlerimizi (mucizelerimizi) inkâr ediyorlardı.
Diyanet Vakfi = Bundan dolayı biz de onlara dünya hayatında zillet azâbını tattırmak için o uğursuz günlerde soğuk bir rüzgâr gönderdik. Ahiret azabı elbette daha çok rüsvay edicidir. Onlara yardım da edilmez.
Diyanet Vakfi = Semûd'a gelince onlara doğru yolu gösterdik, ama onlar körlüğü doğru yola tercih ettiler. Böylece yapmakta oldukları kötülükler yüzünden alçaltıcı azabın yıldırımı onları çarptı.
Diyanet Vakfi = Derilerine: Niçin aleyhimize şahitlik ettiniz? derler. Onlar da: Her şeyi konuşturan Allah, bizi de konuşturdu. İlk defa sizi o yaratmıştır. Yine O'na döndürülüyorsunuz, derler.
Diyanet Vakfi = Siz ne kulaklarınızın, ne gözlerinizin, ne de derilerinizin aleyhinize şahitlik etmesinden sakınmıyordunuz, yaptıklarınızdan çoğunu Allah'ın bilmeyeceğini sanıyordunuz.
Diyanet Vakfi = Şimdi eğer dayanabilirlerse, onların yeri ateştir. Ve eğer (tekrar dünyaya dönüp Allah'ı) hoşnut etmek isterlerse, memnun edilecek değillerdir.
Diyanet Vakfi = Biz onlara birtakım arkadaşlar musallat ettik de onlar önlerinde ve arkalarında ne varsa hepsini bunlara süslü gösterdiler. Kendilerinden önce gelip geçmiş olan cinler ve insanlar için (uygulanan) azap onlara da gerekli olmuştur. Kuşkusuz onlar hüsrana düşenlerdi.
Diyanet Vakfi = İşte bu, Allah düşmanlarının cezası, ateştir. Âyetlerimizi inkâr etmelerinden dolayı, orada onlara ceza olarak ebedî kalacakları yurt (cehennem) vardır.
Diyanet Vakfi = Kâfirler cehennemde: Rabbimiz! Cinlerden ve insanlardan bizi saptıranları bize göster de aşağılanmışlardan olsunlar diye onları ayaklarımızın altına alalım! diyecekler.
Diyanet Vakfi = (31-32) Biz dünya hayatında da, ahirette de sizin dostlarınızız. Gafûr ve rahîm olan Allah'ın ikramı olarak orada sizin için canlarınızın çektiği her şey var ve istediğiniz her şey orada sizin için hazırdır.
Diyanet Vakfi = (31-32) Biz dünya hayatında da, ahirette de sizin dostlarınızız. Gafûr ve rahîm olan Allah'ın ikramı olarak orada sizin için canlarınızın çektiği her şey var ve istediğiniz her şey orada sizin için hazırdır.
Diyanet Vakfi = İyilikle kötülük bir olmaz. Sen (kötülüğü) en güzel bir şekilde önle. O zaman seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki candan bir dost olur.
Diyanet Vakfi = Gece ve gündüz, güneş ve ay O'nun âyetlerindendir. Eğer Allah'a ibadet etmek istiyorsanız, güneşe de aya da secde etmeyin. Onları yaratan Allah'a secde edin!
Diyanet Vakfi = Senin yeryüzünü kupkuru görmen de Allah'ın âyetlerindendir. Biz onun üzerine suyu indirdiğimiz zaman, harekete geçip kabarır. Ona can veren, elbette ölüleri de diriltir. O, her şeye kadirdir.
Diyanet Vakfi = Âyetlerimiz hakkında doğruluktan ayrılıp eğriliğe sapanlar bize gizli kalmaz. O halde, ateşin içine atılan mı daha iyidir, yoksa kıyamet günü güvenle gelen mi? Dilediğinizi yapın! Kuşkusuz O, yaptıklarınızı görmektedir.
Diyanet Vakfi = (Resûlüm!) Sana söylenen, senden önceki peygamberlere söylenmiş olandan başka bir şey değildir. Elbette ki senin Rabbin, hem mağfiret sahibi hem de acı bir azap sahibidir.
Diyanet Vakfi = Eğer biz onu, yabancı dilden bir Kur'an kılsaydık, diyeceklerdi ki: Ayetleri tafsilatlı şekilde açıklanmalı değil miydi? Arab'a yabancı dilden (kitap) olur mu? De ki: O, inananlar için doğru yolu gösteren bir kılavuzdur ve şifadır. İnanmayanlara gelince, onların kulaklarında bir ağırlık vardır ve Kur'an onlara kapalıdır. (Sanki) onlara uzak bir yerden bağırılıyor (da Kur'an'da ne söylendiğini anlamıyorlar.)
Diyanet Vakfi = Andolsun biz Musa'ya Kitab'ı verdik, onda da ayrılığa düşüldü. Eğer Rabbinden bir söz geçmiş olmasaydı, aralarında derhal hükmedilirdi (işleri bitirilirdi). Onlar Kur'an hakkında derin bir şüphe içindedirler.
Diyanet Vakfi = Kıyamet gününün bilgisi, O'na havale edilir. O'nun bilgisi dışında hiçbir meyve (çekirdeği) kabuğunu yarıp çıkamaz, hiçbir dişi gebe kalmaz ve doğurmaz. Allah onlara: Ortaklarım nerede! diye seslendiği gün: Buna dair bizden hiçbir şahit olmadığını sana arzederiz, derler.
Diyanet Vakfi = Andolsun ki, kendisine dokunan bir zarardan sonra biz ona bir rahmet tattırırsak: Bu, benim hakkımdır, kıyametin kopacağını sanmıyorum, Rabbime döndürülmüş olsam bile muhakkak O'nun katında benim için daha güzel şeyler vardır, der. Biz, inkâr edenlere yaptıklarını mutlaka haber vereceğiz ve muhakkak onlara ağır azaptan tattıracağız.
Diyanet Vakfi = De ki: Ne dersiniz, eğer o (Kur'an), Allah tarafından ise siz de onu inkâr etmişseniz o zaman (haktan) uzak bir ayrılığa düşenden daha sapık kim vardır?
Diyanet Vakfi = İnsanlara ufuklarda ve kendi nefislerinde âyetlerimizi göstereceğiz ki onun (Kuran'ın) gerçek olduğu, onlara iyice belli olsun. Rabbinin her şeye şahit olması, yetmez mi?
Diyanet Vakfi = Dikkat edin; onlar, Rablerine kavuşma konusunda şüphe içindedirler. Bilesiniz ki O, her şeyi (ilmiyle) kuşatmıştır.
Fussilet
41-FUSSİLET:
1-4- Âyetleri
"tafsîl olunmuş" hem lafzı itibarıyla fâsılaları ve sûrelerinin başları ve
sonları ayırt edilmiş, hem de mânâsı itibarıyla vaad ve tehdit, kıssalar ve
ahkâm ve diğer kısımlara ayrılarak açıklanmış ve izah olunmuştur. (Hud Sûresi'nin
başındaki Hud, 11/1 âyetinin tefsirine bkz.) "Kalblerimiz örtüler içinde..."
Bunu söyleyenler Ebu Cehil ile yanında bulunan Kureyş'ten bir topluluktu.
Hz. Ömer'den rivayet olunmuştur ki Kureyş Resululallah'a doğru bakmışlardı.
Resulullah onlara "Sizi İslâm'a gelip de Araplara efendilik etmekten alıkoyan
nedir?" buyurdu. Dediler ki: "Ya Muhammed, biz senin söylediğini anlamıyoruz,
işitmiyoruz, kalplerimizde gılîf var". Ebu Cehil de tuttu kendisiyle Resulullah'ın
arasına bir perde çekip ya Muhammed dedi.
5-8- "Kalplerimiz
senin bizi çağırdığın şeyden örtüler içinde, kulaklarımızda da bir ağırlık
var ve seninle bizim aramızdan bir perde çekilmiştir" dedi. dedi. Fakat ertesi
gün onlardan yetmiş kişi Resulullah'a gelip "Ya Muhammed bize İslâm'ı anlat"
dediler, arzedip anlatınca İslâm'a girdiler. Resulullah gülümseyip "Elhamdülillah,
dün benim davetime karşı kalplerinizde gılîf, kabuk olduğunu, kulaklarınızda
ağırlık bulunduğunu söylüyordunuz, bugün müslüman oldunuz" buyurdu. "Ya Resulallah,
biz dün yalan söylemişiz, öyle olsa idi asla hidayet bulamazdık" dediler.
Meâl-i Şerifi
9- De ki:
"Siz yeri iki günde yaratanı gerçekten inkâr edip duracak mısınız? Bir de
O'na eşler koşuyorsunuz ha? O bütün âlemlerin Rabbidir."
10- O, yerin
üstünde sabit dağlar yarattı. Orada bereketler meydana getirdi. Orada araştırıp
soranlar için rızıkları tam dört günde belli bir seviyede takdir edip, düzene
koydu.
11- Sonra
duman halinde bulunan göğe yöneldi. Ona ve yerküreye: "İsteyerek veya istemeyerek
buyruğuma gelin." dedi. Her ikisi de: "İsteyerek geldik" dediler.
12- Böylece
Allah onları iki günde yedi gök olmak üzere yerine koydu. Her göğe kendi işini
bildirdi. Biz en yakın göğü kandillerle süsledik ve koruduk. İşte bu çok güçlü
ve her şeyi bilen Allah'ın takdiridir.
13- Eğer onlar,
yine yüz çevirirlerse de ki: "Ben sizi Âd ve Semud'un başına gelen yıldırıma
benzer bir yıldırıma karşı uyardım."
14- Onlara
Allah'tan başkasına kulluk etmeyin diye önlerinden ve arkalarından peygamberler
geldiği zaman: "Eğer Rabbimiz dileseydi mutlaka melekler indirirdi. Biz sizin
tebliğ için gönderildiğiniz şeylere inanmayız." dediler.
15- Âd kavmine
gelince onlar yeryüzünde büyüklük tasladılar ve: "Bizden daha kuvvetli kim
vardır?" dediler. Onlar kendilerini yaratan Allah'ın kendilerinden daha kuvvetli
olduğunu görmediler mi? Onlar bizim âyetlerimizi bile bile inkâr ediyorlardı.
16- Bu yüzden
biz de onlara dünya hayatında rezillik azabını tattırmak için o uğursuz günlerde
dondurucu bir kasırga gönderdik. Ahiret azabı ise elbette daha çok rezil edicidir.
Onlara yardım da edilmeyecektir.
17- Semûd
kavmine gelince, biz onlara doğru yolu gösterdik. Fakat onlar körlüğü doğru
yola tercih ettiler. Bunun üzerine kazandıkları kötülük yüzünden alçaltıcı
azabın yıldırımı onları çarpıverdi.
18- Biz iman
edenleri ve kötülükten sakınanları ise kurtardık.
9- Bu kaydında
iki ihtimal vardır. Birisi "Yarattı" fiiline bağlı olarak mef'ulün fîh olmak,
ikincisi zarf-ı müstekar olarak "arz" kelimesinden "Hal-i mukaddere" olmaktır.
Birinci cümle analizine göre mânâ, yeryüzünü iki günde yarattı demek olur.
Yeryüzü yaratılırken henüz bildiğimiz "gün" bulunmayacağından "yevm" (gün)
mutlak zaman, mânâsına, yani iki nöbette demek olur ki Allah en iyisini bilir.
Birisi "Göklerle yer bitişik halde iken, bizim onları birbirinden yarıp ayırdığımızı...
görmediler mi?" (Enbiya, 21/30) ifadesi gereğince, yeryüzünün gökten, ayrıldığı
gün, birisi de "O yeri uzatıp döşeyendir." (Ra'd, 13/3) buyurulduğu üzere,
yeryüzünün "medd" olunduğu, yani yerkürenin kabuğunun kaymak halinde döşenmeye
başladığı gündür. İkinci tahlile göre, mânâ yerküreyi iki günde olmak üzere
yarattı demek olur. Bu şekilde yerkürenin kaç günde yaratıldığı söylenmiş
olmayarak yaratıldıktan sonra iki gün içinde bulunması hali anlatılmış olur
ki, bu da bir seneyi ikiye bölen iki gün dönümü nöbetidir. Çünkü yeryüzü bu
iki zaman içinde deveran etmek, dönmek üzere yaratılmıştır.
10- Hem onda
üstünden baskılar yaptı; dağlar, yeryüzünün kabuğunu tabanına çiviler gibi
kazıklar. Bu "vav", istinafiyedir, fiiline atıf değildir, çünkü fasıl vardır.
Ve onda bereketler meydana getirdi. Yeryüzünde hayır ve hayrata elverişli
şeyler, sular madenler, doğma ve gelişme kuvvetleriyle bitkiler ve hayvanlar
gibi feyz ve bereket kaynaklarını yetiştirdi. Ve onda azıklarını da takdir
buyurdu, yani bitkilerin ve hayvanların yaşamak için muhtaç oldukları yağmur
ve diğer hasılatı da miktar ve sayılarıyla tayin buyurup yeryüzünde biçimine
koydu. Dört gün içinde, yani bütün bunları dört gün içinde yaptı. Yahut dört
gün içinde olarak yaptı. Önceki "iki"de içinde dahil olmak üzere, "dört" ki,
bunda da gösterdiğimiz şekilde öbürleri gibi iki mânâ vardır. Birisi, madenlerin
ve dağların yaratılması nöbeti, biri de bitkilerin ve hayvanların yaratılması
nöbeti ki iki önceki ile dört olur. Birisi de dan hal olmasıdır ki, dört mevsimi
göstermiş olur, bu şekilde önceki iki burada dahil olmuş bulunur. Benim aciz
anlayışıma göre burada bu mânâ, öbüründen daha ön plânda, ifadenin akışına
daha uygundur. Çünkü yeryüzünün bereketleri ve rızıkları her sene bu dört
mevsim içinde yetişir. Sayısı ve miktarı ile biçimini bunlar içinde alır,
bu sebepten dolayı nin, ve fiillerine bağlanması dahi aynı mânâyı ifade edebilir.
Ve bu mânâca şu kayıt da açık olur. Bütün araştıranlar için eşit olmak üzere
dört gün, çünkü her yerde rızık isteyenlerin hepsinin rızkı bu dört mevsim
içinde yetişir, rızıklar eşit olmazsa da günler eşittir. Dört mevsim hepsi
için dörttür. Burada ye müteallık (bağlı) olmaması ve meseleyi soranlar mânâsına
olması da düşünülebilir.
Bu dört günü,
önceki "iki"ye ekleyerek, toplamını "altı" olmak üzere tefsir etmeyi uygun
görmüyorlar, çünkü bu şekilde gökyüzünün zikrolunacak iki günüyle günlerin
toplamı sekize ulaşıyor. Oysa birçok âyetlerde "O gökleri ve yeri altı günde
yarattı." (A'raf, 7/54) buyurulmuş olmakla bu günler, o altı günün beyanı
olduğuna göre o sayıyı aşmamak gerekir.
(Bu nokta
için A'raf Sûresi'ndeki "Şüphesiz ki Rabbiniz gökleri ve yeri altı günde yaratan,
sonra (emri) Arş üzerinde hükümran olan Allah'tır." (A'raf, 7/54) âyetine
bkz.)
11- Sonra
"sema"ya (göğe) doğru doğruldu, yani ilâhî inayetini, ilgisini dosdoğru göğe
yöneltti. Kelimesi ile kullanıldığı zaman "istikamet almak", "dosdoğru yönelmek"
mânâsınadır ki, yüce Allah hakkında doğrudan doğruya "irade" ile tefsir olunur.
Yani ilâhî inayetini, iradesini göğe doğru yöneltti. O bir duman halinde idi.
İrade buyurdu da ona ve yeryüzüne dedi ki ikiniz de ister istemez gelin. İkiniz
birden emrime boyun eğin, huyunuza gerek uygun olsun, gerek olmasın, yahut
ikiniz de vücuda gelin, yoktan var olun.
Dediler ki
ikimiz de isteyerek geldik. Buradaki yi, Râzî ve Kâdı Beydâvî gibi tefsir
bilginlerinin bir kısmı "zamanî" değil, "rütbî terahî" (sonralık) ile anlamışlar,
yani göğün yaratılışı, yeryüzünün yaratılışından önce olup, yalnız burada
yeryüzünün yaratılmasını beyandan sonra açıklanmıştır. Bu şekilde demek, "vücuda
gelin" (var olun) mânâsına gelen "tekvin"den ibarettir. "Dühan" (Buhar) da
ilk maddenin yaratıldığı haldir. İlk önce, ilk madde yaratılmış ve onda henüz
bir ışık olmadığı, karanlık bir halde bulunduğu veyahut madde tabiatı esas
itibarıyla karanlık bulunduğu için "duhan" denilmiştir. Bu güzel bir mânâdır.
Fakat cümlesinin hal cümlesi olarak, ya, bitişmesi ve emrinden önce olması
gerekeceğine göre, bu tefsirin maddenin "kıdem"ini (ezelî oluşunu) ifade etmek
gibi, bir kusur ve lekesi vardır. Buna karşılık çoğu tefsir bilginleri ise
nin "terahisi" (sonralığı)nin zamanî olduğu kanaatine varmışlar ve yeryüzünün
ilk yaratılışı gökyüzünden önce olup, ancak "Bundan sonra da yeri yayıp döşedi."
(Naziat, 79/30) âyetinin ifadesince döşenmesinin sonra olduğunu söylemişlerdir.
Acizane ben de bunu cumhurun üslubu üzere anlamayı tercih ediyorum. Şu kadar
ki gökten murad, "Biz gökten de su indirdik." (Lokman, 31/10) âyetinde olduğu
gibi, yeryüzünün yukarısı, hava tarafı demek olduğu kanaatine varıyorum. Bu
şekilde "Sonra göğe doğru doğruldu" âyeti yukarıdaki ya atfedilmiş olarak
şöyle demek olur: İlk kez yeryüzünü yarattıktan sonra doğrudan doğruya yukarısını
yaratmayı irade buyurdu, bir duman olarak. Demek ki yeryüzü ilk yaratılışında
ilkin gökten ayrıldığı sırada ateş halinde idi, sonra bu ateşten onun yukarısına
doğru seması olarak duman halinde gazlar püskürüyordu. Bu halde bu duman halindeki
göğe ve yeryüzüne
"İkiniz de
ister istemez gelin. Tabiatınıza uygun gelse de gelmese de ikiniz birlikte,
birbirinize uyarak, bir nizam üzere hareket edin" dedi. Bütün gökyüzü içinde,
yeryüzünün ve havasının birlikte hareket etmesini emreyledi. "İkimiz de isteyerek
geldik" dediler. Bazıları bu emri ve isteyerek boyun eğmeyi şuurî mânâda anlamak
istemişlerse de mutlak emre uyma ve boyun eğme mânâsına olması daha ağır basmaktadır.
Yani verilen emirde, icra edilen tesirde her biri tabiatındakinin aksine bir
fiil ve harekete dahi sevkedilseler, onlar onun kabulünü bir tabiat, bir huy
edinmişlerdir. Onun için hareket ve hareketsizlik gibi çeşitli tabiatta tesirleri
tabiî gibi kabul ederler. İlâhî emre karşı hiçbir muhalefetleri meydana gelmez.
Onun için "atalet" kanunu denilen bu boyun eğme ve kabiliyet ile bütün gök
cisimlerinin ve yeryüzü cisimlerinin olayları tabiî imiş gibi açıklanabilir.
Burada eserden olmak üzere şöyle bir (söz) de naklederler: Denilmiş ki gökler
ve yeryüzü yaratılmadan arş su üzerinde idi, sudaki sıcaklıktan bir kaymak
ve bir duman çıktı, kaymak suyun yüzünde kaldı, ondan kuraklığı yarattı ve
ondan yeryüzünü meydana getirdi. Duman da yukarı yükseldi ondan da gökyüzünü
yarattı. Fahrü'r-Râzî der ki: Bu hikaye Kur'ân'da yoktur. Yahudilerin Tevrat
dediği kitabın başında vardır. Bir delil delalet ederse kabul olunabilir.
Zemahşerî garip bir fıkra daha nakleder de kuraktan bir yeryüzü yaptı, sonra
da onu ayırdı, iki yeryüzü yaptı der. Ayrılan bu iki yeryüzü nedir? Ya yeryüzünden
ayın ayrılması olacak, yahut da Amerika'nın ayrılması olacaktır.
12- Şimdi
asıl, göklere geçilerek buyuruluyor ki Kısacası onları iki günde sağlam yedi
göğe tamamladı. Bu iki günün birisi yeryüzünün de yaratılmasından önceki ilk
maddenin yaratılması, birisi de cisimlerin teşekkülü günleridir ki A'raf Sûresi'nde
beyan olunduğu üzere altı günden ikisini teşkil eder. Yahut birisi yerin yaratılmasından
önce, birisi de yerin yaratılmasından sonradır. Çünkü Ay, Zühre (Venüs) ve
Utarid (Merkür) gibi bazı gök cisimlerinin yaratılması, yeryüzünün yaratılmasından
sonradır. Buna göre deki, nın takip mânâsı da saklı kalmış olur. (Bakara Sûresi'nde
"Onları yedi gök halinde düzenledi." Bakara, 2/29 âyetinin tefsirine bkz.)
Benim acizane fikrime göre, bu iki gün, göklerden hâl-i mukaddere olmak üzere
birisinin dünya, birisinin ahiret olması da muhtemeldir. Bunları böyle sağlam
yaptı ve tamamladı. Her gökte ona ait emri de vahyetti. Her "sema"nın meleklerine
orada cereyan edecek işlerin emrini de telkin buyurdu ki bu da "tamamlama"
cümlesindendir. Bütün bunların bu yolda ortaya çıkmasından ve tamamlanmasından
yüce Yaratıcının kudretinin delilleri tecelli edip ortaya çıktığı için bu
noktada "gıyab"dan (üçüncü tekil şahıs) "tekellüm"e, (birinci şahsa) dönülüyor
ki ve dünya göğünü mısbahlar, yani parlak kandillerle donattık, süsledik.
"En yakın göğü bir zinetle, yıldızlarla süsledik." (Saffât, 37/6) . Hem de
korunmuş kıldık. Şeytanlar yanaşamazlar. İşte o, o azîz ve her şeyi bilen
Allah'ın takdiridir.
13- Siz onu
hep inkâr mı edip duracaksınız, de. Yine yüz çevirir aldırmazlarsa, o zaman
de ki size bir yıldırım tehlikesi haber veriyorum. Yani yıldırım gibi bir
çarpışta helak edecek şiddetli bir azap "Âd ve Semud'un uğradığı yıldırım
gibi". Delailü'n-Nübüvve'de Beyhakî ve İbnü Asâkir Cabir b. Abdullah'tan rivayet
ederler. O demiştir ki: Ebu Cehil ile Kureyş'in ileri gelenlerinden bir topluluk
şöyle dediler: "Muhammed'in işi bizi şüpheye düşürdü, sihir, kehanet, falbakıcılık
ve şiiri bilen bir adam arasanız, onunla konuşsa da bize onun durumunu bir
anlatsa." dediler. Bunun üzerine Utbe b. Rebia: "Ben vallahi şiiri, fal bakmayı,
sihri dinlemişim, ona dair bir ilim edinmişimdir. Eğer öyle ise Muhammed bana
gizli kalmaz." dedi ve vardı: "Ya Muhammed, sen mi daha hayırlısın, Haşim
mi; sen mi hayırlısın, Abdulmuttalib mi?" dedi. Resulullah cevap vermedi.
"Ya sen bizim ilâhlarımızı kötülüyor, atalarımızı sapık olarak gösteriyorsun,
eğer başkanlık senin olsun istiyorsan bayraklarımızı sana dikelim ve eğer
mal istiyorsan sana mallarımızdan senin ve arkandakilerin ihtiyaçlarını giderecek
mal toplayalım ve eğer kadın ihtiyacın varsa Kureyş kızlarından beğeneceğin
on tanesini seninle evlendirelim." dedi. Resulullah susuyor söylemiyordu.
Utbe sözünü bitirdiği zaman, Resulullah (s.a.v.) "Bismillahirrahmanirrahim"
deyip, diye okudu. "Bunun üzerine yine başlarını çevirirlerse o zaman de ki:
Size Ad ve Semud yıldırımı gibi bir yıldırım haber veriyorum." âyetine gelince,
Utbe hemen Resulullah (s.a.v.)ın mübarek ağızlarını tuttu "Rahime" yemin vererek
vazgeçmesini rica etti. Kureyş'e çıkmadı, birkaç gün görünmeyince Ebu Cehil
"Ey Kureyş topluluğu!" dedi. "Utbe neden görünmüyor? Zannederim Muhammed'e
saptı, galiba onun yemeği hoşuna gitti, bu mutlak ihtiyacından olmalı, kalkın
gidelim bakalım" dedi. Vardılar. Ebu Cehil "Ey Utbe" dedi. "Sen Muhammed'e
saptın o galiba hoşuna gitti, bir ihtiyacın varsa seni Muhammed'e muhtaç etmeyecek
mal toplayabiliriz." Bunun üzerine Utbe kızdı ve bundan sonra Muhammed'e ebediyyen
bir şey söylemeyeceğine billahi diyerek yemin etti de dedi ki: "Bilirsiniz,
ben Kureyş'in malca en zenginiyim, fakat ben ona vardım.." diye hikayeyi anlattı.
"Bana" dedi, "bir şey ile cevap verdi ki: Vallahi o sihir değil, şiir de değil,
fal bakıcılık da değildir" O, okudu: âyetine gelince, ben ağzını tuttum ve
Rahîm'e yemin verdim, bunun üzerine kesti. Vallahi bilirsiniz ki Muhammed
bir şey söylediği zaman yalan çıkmaz, onun için başınıza bir azap inmesinden
korktum."
14-18- Önlerinden
ve arkalarından, yani her taraflarından geldiler ve her yönden her şekilde
çalıştılar, uğraştılar yahut ilerisini gerisini, geçmişi geleceği anlattılar,
korkuttular, uyarıda bulundular. "Sarsar" rüzgarı, soğuğunun şiddetinden yakıp
kavuran veya gürültüsü çok olan fırtına uğursuz günlerde, müneccimler buradan
bazı günlerin uğursuz olduğuna delil getirmişlerdir. Fakat kelam bilginleri
demişlerdir ki günlerin "uğurluluk" ve "uğursuz"lukla nitelenmeleri zatî değil,
izafîdir. Yani gün bir adama göre uğursuz, diğer bir adama göre de uğurlu
olabilir. Elem gören bir adam için uğursuz, nimet gören bir adam için uğurlu
olur. Denilir ki bu günler Şubat'ın sonundan "Berdü'l-acûz" (kocakarı soğuğu)
denilen günleri idi. Şevval'in sonunda çarşambadan çarşambaya olduğu da rivayet
edilmiştir.
Meâl-i Şerifi
19- O gün
Allah'ın düşmanları cehennem ateşine sürülmek üzere hep bir araya toplanırlar.
20- Nihayet
oraya vardıkları zaman kulakları, gözleri ve derileri yaptıkları şeyler hakkında
onların aleyhinde şahitlik ederler.
21- Onlar
derilerine: "Niçin aleyhimize şahitlik ettiniz?" derler. Derileri de: "Bizi
her şeyi konuşturan Allah konuşturdu, sizi ilk defa yaratan O'dur ve siz yine
O'na döndürülüyorsunuz" derler.
22- Siz kulaklarınızın,
gözlerinizin ve derilerinizin aleyhinizde şahitlik edeceğinden korkarak kötülükten
sakınmıyordunuz. Fakat yaptıklarınızdan birçoğunu Allah'ın bilmeyeceğini zannediyordunuz.
23- İşte Rabbiniz
hakkında beslediğiniz bu zannınız sizi helak etti de zarara uğrayanlardan
oldunuz.
24- Şimdi
eğer dayanabilirlerse onların yeri ateştir. Yok eğer hoşnutluğa dönmek isterlerse
bile artık onlar hoşnut edileceklerden değildirler.
25- Biz onlara
birtakım arkadaşlar musallat ettik de onlar kendilerine önlerinde ve arkalarında
ne varsa hepsini güzel gösterdiler. Böylece kendilerinden önce gelip, geçmiş
olan cin ve insan toplulukları hakkındaki, azab sözü onlar için de hak oldu.
Doğrusu onların hepsi de kendilerine yazık etmişlerdir.
19- Kulakları,
gözleri ve derileri aleyhlerine şahitlik ederler. Kendilerinin duyu, idrak,
kavrama ve ezberleme araçları olan organları ve âletleri şahitlik ederler
ki değişikliklerin en dehşetli ve korkunç safhalarından biridir. Kâdı Beydâvî
şöyle diyor: Allah'ın onları konuşturması ile veya üzerlerinde kazançlarını
gösterecek birtakım eserler, izler ortaya çıkarmasıyla ki, bu şekilde lisan-ı
hâl (durumlarının dili) ile söylemiş olurlar. Fakat biraz sonra "Bizi her
şeyi söyleten Allah şöyle söyletti" diye açıkça ifade edilecektir. Hadiste
yer almıştır ki "İnsanda ilk söyleyen fahz-i yüsra sol oyluktur, sonra organlar
söyler." Bunun üzerine kahrolası der, ben seni savunuyorum.
20-25- Ve
işte bu sizin Rabbinize karşı beslediğiniz zannınızdır ki sizi helak etti.
Bu zann Allah hakkında yanlış olan kötü zandır ki helak edicidir. Demişlerdir
ki "Zann iki çeşittir. Biri kurtarıcı, biri de helak edicidir." "Ben kulumun
hakkımda beslediği zanna göre olurum." kudsi hadisinin mânâsını yanlış anlamamalıdır.
Hasan Basri hazretleri bu âyeti okumuş da demiştir ki: İnsanların amelleri
Rablerine karşı besledikleri zanna göredir. Mümin Allah'a güzel zan besler,
güzel amel yapar, kâfir ve münafık da kötü zanda bulunur, kötü amel yapar.
Artık onlar arzularına erdirilecek, döndürülecek değillerdir. Bir hadis-i
şerifte, "Öldükten sonra geri çevrilecek yoktur" buyurulmuştur. Ve onlara
birtakım arkadaşlar takdir ettik, sardırdık. Şeytanlardan kendilerine yakın
olup yanaşan birtakım arkadaşlar ki, kabuğunun yumurtayı sarması gibi onları
sarmışlar, başlarına dolanmışlardır. Çünkü "Kim o çok esirgeyici (Allah)nin
zikrinden göz yumarsa, biz ona şeytanı musallat ederiz. Artık bu onun (ayrılmaz)
bir arkadaşıdır." (Zuhruf, 43/36) buyurulmuştur. Ve üzerlerine o söz, hak
oldu. O söz, azab kelimesi, yani Hak Teâlâ'nın İblis'e şu sözüdür: "İşte bu
doğru. Ben şu gerçeği söyleyeyim: Andolsun cehennemi senden ve onların sana
tabi olanlarından, topunuzdan tıka basa dolduracağım." (Sâd, 38/84-85).
Meâl-i Şerifi
26- İnkâr
edenler: "Bu Kur'ân-ı dinlemeyin, okunurken gürültü yapın, belki üstün gelirsiniz"
dediler.
27- Biz mutlaka
inkâr edenlere şiddetli bir azab tattıracağız. Ve onlara yaptıkları amellerin
en kötüsünün cezasını vereceğiz.
28- İşte Allah'ın
düşmanlarının cezası ateştir. Âyetlerimizi bile bile inkâr etmelerinin cezası
olarak, onlar için orada ebedî olarak kalacakları cehennem yurdu vardır.
29- İnkâr
edenler: "Ey Rabbimiz! Cinlerden ve insanlardan bizi doğru yoldan saptıranları
bize göster de onları ayaklarımızın altına alalım, böylece cehennemin en altında
kalanlardan olsunlar." diyeceklerdir.
30- "Rabbimiz
Allah'tır" deyip, sonra da doğrulukta devam edenlere gelince, onların üzerine
melekler iner ve derler ki: "Korkmayın, üzülmeyin, size vaad edilen cennetle
sevinin."
31- "Biz dünya
hayatında da, ahirette de sizin dostlarınızız. Cennette sizin için canınızın
çektiği ve istediğiniz her şey vardır."
32- Bunlar
çok bağışlayıcı ve çok merhametli olan Allah tarafından bir ağırlamadır.
26-29- Bir
de dedi ki o inkâr edenler: Şu Kur'ân'ı dinlemeyin ve onun hakkında yaygara,
gürültü yapın. Rivayet olunduğuna göre Resulullah (s.a.v.) Mekke'de iken yüksek
sesle Kur'ân okuduğu zaman müşrikler etraftan dinleyen insanları kovar, dağıtırlar;
dinlemeyin şu Kur'ân'ı ve asılsız yaygara, gürültü yapın derler ve ıslık çalar
gürültü ederlerdi.
30-Cenab-ı
Allah kâfirlere olan tehdit ve uyarıdan sonra müminlere vaad ve müjde ile
buyuruyor ki: Onlar ki Rabbimiz Allah'tır dediler, sonra istikamet üzere bulundular,
doğru gittiler, yani Allah'ın birlik ve Rabliğini tasdik ve ikrar edip şirke
dönmeksizin o ikrarda sabit olarak gereğince gittiler. Keşşaf tefsirinde denilir
ki: Âyet metnindeki "sonra" istikametin mertebede ikrardan terahisi (sonralığı)
ve onun üzerine üstünlüğü dolayısıyladır. Çünkü bütün mesele istikamettedir."
"Müminler ancak o kimselerdir ki Allah'a ve Resulüne iman ettikten sonra şüpheye
sapmayıp..." (Hucurat, 49/15) ifadesi de bunun benzeridir. Mânâ: "Sonra o
ikrar ve gereği üzerinde sebat ettiler" demektir. Hz. Ebu Bekir'den bir rivayette:
"Sözde doğru yolda oldukları gibi fiilde de doğru yolda oldular." Diğer bir
rivayette de yine Ebu Bekir Sıddık (r.a.) bu âyeti okuyup "Ne dersiniz?" dedi.
"Günah işlemediler" dediler. "Pek zor ihtimale tefsir ettiniz, ibadeti yaparlarken
putlara dönmediler" dedi. Hz. Ömer (r.a.) bir hutbesinde bu âyeti tefsir edip
demiştir ki: "Allah'a itaatte istikamet yaptılar, tilkiler gibi hilekarlığa
sapmadılar." Hz. Osman (r.a.)dan, "Amelde ihlas yaptılar." Hz. Ali (k.v.)den:
"Farzları eda ettiler." Süfyan-ı Sevri'den: "Dediklerine uygun amel ettiler."
Rebi'î b. Enes'ten: "Allah'ın masivasından (Allah'tan başka her şeyden) yüz
çevirdiler." Süfyan b. Abdillahi's-Sakafî (r.a.) hazretleri de demiştir ki:
"Ya Resulallah! Bana tutunacağım bir iş haber ver." dedim. Resulullah buyurdu
ki "Rabbim Allah de, sonra da, dosdoğru ol." Bunun üzerine, "Benim hakkımda
en korkacağım şey nedir?" dedim. Resulullah (s.a.v.) kendi dilini tutup
"işte bu" buyurdu. Üzerlerine peyderpey Allah'ın elçileri melekler iner. Kâfirlere
şeytanlar arkadaş olduğu gibi, bunlara da melekler iner. Mücahid ve Süddî
demişlerdir ki: Ölüm anında; Mukatil: Yeniden dirilme anında; bazıları da
hem ölüm, hem kabir, hem yeniden dirilme anında demişler. Bununla birlikte
âyet mutlaktır. Dünyada hayatın her anına da uyar. fiili Hem "müzari" kipi
olmakla, "istimrar" süreklilik, hem "tefe'ul" kalıbından olmakla tekellüf
(kendini zorlama) ve tevali (peşi peşine olma) ifade eder. Özellikle biraz
sonra hem dünya ve hem ahiret açıkça belirtilecektir. Yani sürekli olarak
iner iner dururlar. Şöyle diye korkmayın, gelecekten endişe etmeyin, hüzünlü
de olmayın, yani geçmişe de merak etmeyin. Çünkü "Haberiniz olsun ki Allah'ın
velileri için hiçbir korku yoktur. Onlar mahzun da olacak değillerdir." (Yunus,
10/62). Vaad olunup durduğunuz cennet ile müjdelenin, neşelenin,
31- biz sizin
evliyanız, dostlarınızız, hem dünyada, hem ahirette. Bu kayıt gösterir ki
meleklerin inişi hem dünya, hem ahirete şamildir. Ancak bazıları bunun doğrudan
doğruya ilâhî kelam olduğu kanaatine varmışlardır ki "Allah iman edenlerin
yardımcısıdır." (Bakara, 2/257) gibi "veliyyülemir" (işlerini üstlenen), "veliyyünnimet"
(nimet veren), koruyucu ve muhafaza eden demek olur. Fakat açık olan ihtimal
bu sözün meleklerin sözlerinden olmasıdır. Cennet ile sevinecek ne var derseniz,
Orada size canlarınız ne arzu ederse var, hem orada size ne isterseniz var,
yani her neye gelsin derseniz hemen gelir.
32- Bir ağırlama,
yani konukluk, ikramiye olarak çok bağışlayıcı ve çok merhamet edici Allah'tan.
Mutluluk mertebeleri tam ve tamüstü olmak üzere ikidir. Tam mutluluk zatında
mükemmel olacak üstün nitelik kazanmaktır. Bu dereceyi geçip de noksanları
mükemmelliğe erdirmek için çalışmak da tamüstüdür. Birinciye işaret olmak
üzere "Rabbimiz Allah deyip sonra istikamet edenler..." buyurulduğu gibi,
ikinciyi anlatmak üzere de buyuruluyor ki:
Meâl-i Şerifi
33- Allah'a
davet eden, salih amel işleyen ve: "Ben gerçekten müslümanlardanım" diyen
kimseden daha güzel sözlü kim olabilir?
34- Hem iyilik
de bir değildir, kötülük de. Kötülüğü en güzel bir şekilde sav. O zaman seninle
kendi arasında bir düşmanlık olan kişinin, sanki samimi bir dost gibi olduğunu
görürsün.
35- Bu olgunluğa
ancak sabredenler kavuşturulur, buna ancak hayırdan büyük bir pay sahibi olan
kavuşturulur.
36- Eğer şeytandan
gelen kötü bir düşünce seni dürtecek olursa hemen Allah'a sığın. Çünkü O her
şeyi işitir ve bilir.
37- Gece ile
gündüz ve güneş ile ay Allah'ın kudretinin delillerindendir. Güneşe ve aya
secde etmeyin. Eğer sadece Allah'a kulluk yapmak istiyorsanız, onları yaratan
Allah'a secde edin.
38- Eğer onlar
büyüklük taslarlarsa bilsinler ki, Rabbinin yanındaki melekler gece gündüz
O'nu tesbih ederler ve hiç usanmazlar.
39- Senin
yeryüzünü boynu bükük, kupkuru görmen de Allah'ın kudretinin delillerindendir.
Biz onun üzerine suyu indirdiğimiz zaman titreşir ve kabarır. Şüphesiz ki
ona hayat veren Allah mutlaka ölüleri de diriltir. Doğrusu O'nun her şeye
gücü yeter.
40-
Âyetlerimiz hakkında doğruluktan ayrılıp inkâra sapanlar bize gizli kalmazlar.
O halde ateşe atılacak olan mı daha hayırlıdır, yoksa kıyamet günü güven içinde
gelecek olan mı? İstediğinizi yapın. Şüphesiz ki Allah, yaptığınız şeyleri
hakkıyla görür.
41- Kur'ân
kendilerine geldiğinde onu inkâr edenler, mutlaka cezalarını çekceklerdir.
O gerçekten çok değerli bir kitaptır.
42- Ona ne
önünden, ne de ardından batıl gelemez. O hüküm ve hikmet sahibi, öğülmeye
layık olan Allah tarafından indirilmiştir.
43- Ey Muhammed!
Sana senden önceki peygamberlere söylenenden başka bir şey söylenmiyor. Şüphesiz
ki senin Rabbin hem mağfiret sahibidir hem de acı verecek bir azap sahibidir.
44- Eğer biz
onu yabancı dilden bir Kur'ân yapsaydık onlar mutlaka: "Bu kitabın âyetleri
genişçe açıklanmalı değil miydi? Arap bir peygambere yabancı dil, öyle mi?"
derlerdi. Sen de ki: "O, iman edenler için bir hidayet ve şifadır." İman etmeyenlerin
kulaklarında ise bir ağırlık vardır. Kur'ân onlara göre bir körlüktür. Sanki
onlar uzak bir yerden çağrılıyorlar (da duymuyorlar).
33- Ve kimdir
o kimseden daha güzel sözlü ki, yani sözü ve görüşü o kimseden daha güzel
hiçbir kimse olamaz ki, Ben şüphesiz müslümanlardanım deyip, yani ihlas ile
Allah'a yüz tutup, İslâm yoluna seve seve girip hayır ve düzeltmeye çalışarak
Allah'a davet etmektedir. Sûrenin başında geçtiği üzere "Kalplerimiz senin
bizi çağırdığın şeylerden örtüler içinde." (Secde, 41/5) diyen kâfirlerin
sözlerine karşı ne güzel bir cevaptır. Allah'a davet peygamberlerin ve peygamber
varisleri olan ermişlerin gittikleri yoldur. "De ki: 'İşte bu benim yolumdur.
Ben Allah'a bir basiret üzere davet ediyorum. Ben de, bana tabi olanlar da
böyleyiz." (Yunus, 12/108) buyurulduğu gibi, bu âyet de başta peygamber olmak
üzere onun izinden giden ve basiret ile Allah'a davet edenlerin hepsini kapsamaktadır.
Bu sebepledir ki İbnü Abbas'tan bir rivayette bunun Resulullah hakkında, bir
rivayette de ashabı hakkında nazil olduğu nakledilmiş, Hz. Aişe'den de müezzinler
hakkında nazil olduğu rivayet olunmuştur. Bununla birlikte nüzul sebebi özel
olsa bile, bu niteliklerle vasıflı bulunan, yani İslâm'a inanan samimi bir
tevhidçi ve hayra, düzelme etkeni olarak Allah'a davet eden, her davetçinin
bu kavrama dahil olduğunda şüphe yoktur. Sûrenin Mekkî, yani Mekke inişli
olması, ezanın ise Medine'de meşru bulunması dolayısıyla müezzinler hakkında
indiği rivayetini, hükmün onlara da şümulü, yani onları da kapsaması mânâsına
anlamak gerekir. Ezanın da en güzel sözlerden olduğu söz götürmez. Demek olur
ki Allah'a davet yalnız imana davet etmek demek değildir. Müminleri amel etmeye
davet etmek de bu mânâya dahildir. Bundan dolayı Allah'a davet, tevhid ve
itaatine davet demektir ki, bunun neticesi de Allah'a kavuşmaya davete varır.
Kısacası Allah'a davet en güzel sözdür, ancak böyle olması iki şart ile şartlıdır.
Birisi o davet yalnız kuru bir laftan ibaret kalmamalı, durumu sözüne aykırı
olmamalı, sözü ile birlikte salih ameli de olmalıdır. Yani önce kendini düzeltmeli,
kendisi ilâhî ahlak ile ahlaklanmalı, başkalarını davete layık ve sözüne kendi
fiili şahid olacak şekilde çalışarak, güzel iş yaparak davet etmeli ki, basiret
üzere bulunmak ve icabında kılıca sarılmak bu salih ameldendir. Birisi de
İslâm'dır. Davetçi müslümanlardan olmalı, davetine hiç şirk karıştırmayarak
"Rabbimiz Allah deyip sonra istikametle giden" samimi müslümanlardan bulunmalıdır.
İslâm olmayınca amelde tam düzgünlük bulunmaz ve Allah'a davet edilmiş olmaz.
Ebu Hayyan Bahr'da der ki: "Zeyd b. Ali "Allah'a kılıçla davet eden..." demiştir.
Kendisini Emevî hükümdarlarından bazı zalimlere karşı kılıçla ayaklanmaya
sevkeden de bu olsa gerektir. Adı geçen Zeyd Allah'ın kitabını bilirdi. Hişam
b. Abdülmelik'in hapsinde iken kendisinden not tutanlara açıklamış olduğu
tefsirinden bir kısmını gördüm ki, ilimde ve Arap kelamı ile delil getirmede
çok büyük bir ilmî nasibi vardır. Denilir ki kardeşi Muhammed Bakır ile ikisi
tartıştıkları münazara ettikleri zaman herkes mürekkep şişelerini alıp toplanır,
onların ilimlerinin ürünlerini yazarlardı. Allah her ikisine de rahmet etsin
ve onlardan razı olsun."
34-Allah'a
davetin mertebeleri ve mertebesine göre zahmetleri, çileleri ve yorgunlukları
bulunduğundan dolayı da buyuruluyor ki: Bununla birlikte güzellik de eşit
olmaz, kötülük de. Güzellik ile kötülük eşit olmak şöyle dursun, her iyilik
de bir olmaz, her kötülük de. Hem güzel huyların, iyi amellerin eserlerde
ve hükümlerde mertebeleri çeşitlidir; hem de kötülüklerin, kötü huyların mertebeleri
çeşitlidir. Mesela kötülüğe karşı kötülükle iyiliğe karşı kötülük bir olmayacağı
gibi, iyiliğe karşı iyilikle, kötülüğe karşı iyilik de bir olmaz. Onun için
en güzel olan davete karşı yapılan kötülükler, o inkârlar, nankörlükler, eziyetler
de kötülüklerin kötüsüdür. Bununla birlikte o kötülüklerin de çeşitli mertebeleri
vardır. O halde ne yapmalı? Emri bi'l-ma'ruf ve nehyi ani'l-münker ile Allah'a
davet yapılırken kötülüklerin şiddetlenmesine sebep olmayarak en güzel hasene
olan muamele ile veya Allah'a davetin en güzel biçimi ile sav. O çeşitli mertebelerdeki
kötülüğü savmak için en güzel yol, Allah'a davet yolu; Allah'a davetin en
güzel tarzı, İslâm ile birlikte salih amel işleyerek olanı; salih amelin en
güzeli de kötülüğe karşı iyiliktir ki, sadece bağışlamadan, sabırdan daha
güzelidir.
O durumda
bir de bakarsın ki seninle arasında düşmanlık bulunan kimse şefkatli bir hısım,
akraba gibi olmuştur. Denilmiştir ki nitekim Ebu Süfyan öyle oldu.
35- Ona ise,
kötülüğü en güzel iyilikle savmak huyuna, karakterine ancak sabredenler, sabrı
huy edinenler erdirilir. Çünkü nefsi intikam duygusundan alıkoymak, ancak
gerçek sabır ile olur. Ve ona ancak büyük nasip sahibi erdirilir. Ruhî kuvvetlerden
ve nefsî faziletlerden yüksek bir derece ile ilâhî nimetten büyük bir paya
erişmiş olan bahtiyar kimseler erişir.
36- Ve şayet
seni şeytandan bir dürtme dürtecek olursa ona uyma da şerrinden hemen Allah'a
sığın. "Kovulmuş şeytandan Allah'a sığınırım." deyip Allah'ın korumasını iste.
Şüphesiz ki her şeyi işiten ve bilen O'dur. Senin sığınmanı işitir, niyetini
ve her halini bilir.
37-39-Allah'a
davetin amellerin ve sözlerin en güzellerinden olduğu beyan olunduktan sonra,
onun büyüklük ve kudretini en göz kamaştırıcı âyetlerle göstermek üzere buyuruluyor
ki: Ve O'nun âyetlerinden, varlık ve kudretinin, ilim ve hikmetinin delillerinden
ve alametlerindendir gece ile gündüz. Âlemdeki bu olaylar zamanın akışındaki
bu değişiklikler, gösterir ki, yukarıda yaratıldıkları beyan olunan yeryüzü
ve seması ile bu âlem bir kararda, bir tabiatta durup kalmaz, ân'dan ân'a,
halden hale değişir, bugünü yarın izler; bu şekilde bütün bu değişiklikler
yaratıcısının yaratmasını ve kudretini ve bu dünyanın bir ahireti bulunduğunu
gösterir. Gaflet etmemek gerekir ki gece ile gündüzün bu hatırlatılmasında
mağrurlara bir korkutma ve uyarı, kederli ve üzgünlere bir teselli vardır.
Böyle gece
ile gündüz O'nun âyetlerinden olduğu gibi, ve güneşle ay da, biri gündüz sultanı
olan ışık, biri de gece sultanı olan nur, ikisi de yüce Allah'ın sanat ve
kudretinin, dünya semasını süsleyen en güzel tecellilerindendir. Gece ile
gündüze karşılık güneş ile ayın birbirine ters bir tertip içinde ifade edilmesinde
birkaç fayda vardır. Birincisi: Güneşin gündüze bitişik olmasını korumak.
İkincisi: Güneşin aya göre, asil olduğuna işaret etmek. Üçüncüsü: Geceden
gündüze geçildiği gibi, gündüzden de geceye olan değişimi vurgulamak. Dördüncüsü
de leylü nehar (gecegündüz) ile şems ve kamer (güneş ve ay) arasında "râ"
harfinde bir denge hoşluğu vermektir. Güneş ve ayın bu tecellilerinden dolayı
ne güneşe, ne de aya secde etmeyin. Çünkü onlar da sizin gibi yaratıklardır.
Bütün onları yaratmış olan Allah'a secde edin. Eğer siz gerçekten O'na ibadet
edecekseniz, başkasına secde etmezsiniz, çünkü secde ibadetin en özelidir.
fiilinde zamiri Zemahşerî'nin ifadesine göre, "...." âyetler te'vili ile gece
ve gündüzün, güneş ve ayın yerine geçmek üzere müennes ve çoğul getirilmiştir.
Bununla birlikte "Hepsi de birer yörüngede yüzerler." (Yâsin, 36/40) gibi,
güneş ve ayla birlikte bütün yıldızların yerine kullanılmış olması da düşünülebilir.
İmam Şafiî'ye göre, secde bu âyetinde yapılır. Fakat İmam Azam Ebu Hanife
Hazretlerine göre ikinci âyetin sonunda (41/38) de yapılmalıdır. Çünkü söz
orada tamam oluyor. İbnü Abbas, İbnü Ömer, Ebu Vâil ve Bekir b. Abdullah da
bu kanaate varmışlardır. Mesruk, Sülemî, Nehaî, Ebu Salih ve İbnü Sîrîn'den
de böyle naklolunmuştur.
Yine âlemin
değişikliklerine işaretle buyuruluyor ki ve onun âyetlerindendir ki sen yeryüzünü
boyun eğmiş görürsün. Boynu bükük bir zelil gibi kuraklıktan çökmüş, perişan
bir hale düşmüştür. Yeryüzünün hüsran ve kuraklık halindeki perişanlığı, zillete
düşmüş bir kimsenin boynunu büktüğü huşu, yani perişan halinde benzetilmiştir.
Bu benzetme bir taraftan secde etmek istemeyen kibirli kimselerin nihayet
toprak olup zelil olduklarını hatırlattığı gibi, bir taraftan da alçak gönüllü
olanların yükseleceklerine işaret için buyuruluyor ki derken onun üzerine
o suyu indirdiğimiz zaman titrer, deprenir ve kabarır şüphe yok ki ona o hayatı
veren, o yeryüzünü öyle dirilten elbette ölüleri de diriltir. Ruhsuz cesetlere
ruh verir. Şüphesiz ki O, her şeye kadirdir. İradesinin yöneldiği her şey
vücuda gelir, kâfirler yıkılır, müminler yükselir. Onun için şu andan itibaren
yılmayıp davete atılmalıdır.
40-Bu ifadeden
sonra istikametin zıddına giden inkârcıları tehdit ile buyuruluyor ki: Bizim
âyetlerimizde ilhad edenler (inkâra sapanlar).
İLHAD: Aslında
lahde (mezara koymak) demek olup, doğruluktan eğrilmek, haktan batıla sapmak
mânâsına da gelir. Rağıb der ki: İlhad iki türlüdür.) "Birisi Allah'a şirk
ilhadı, birisi de esbabda (sebeblerde) şirk ilhadıdır." Birincisi imana aykırı
olur onu yok eder.(3) İkincisi ise, onu yok etmezse de tutanaklarını zayıflatır.
Âyetlerde ilhad, doğru mânâ vermeyip istikametten ayrılarak eğrisine çekmek
demek olur ki yalanlamayı, inkârı, yanlış tevili ve tahrifi kapsar. "Âyetler",
zikrolunan gece ve gündüz, güneş ve ay gibi kâinata dair âyetler ve mucizelerle,
Kur'ân gibi indirilmiş olan ve hüküm getiren âyetlerden daha geniş kapsamlıdır.
Her ikisine de aykırı gitmek "ilhad"dır. İlhadın da cezası ateşe atılmaktır.
Çünkü ilhad ateşe gülistan diye atılmak gibidir. Onun için buyuruluyor ki:
"Ateşe atılan mı daha hayırlıdır, yoksa kıyamet günü güven içinde gelecek
olan mı?" Dilediğinizi yapın." Bu âyet tehdittir.
41- "Kendilerine
geldiği zaman zikri (Kur'ân'ı) inkâr edenler." ifadesi yukarıki "Âyetlerimizde
ilhada sapan sapkınlar..." (Fussilet, 41/30) âyetinden bedeldir. Bundan dolayı
haberi, de geçen "Elbette bize gizli kalmazlar." (Fussilet, 41/30) âyetidir.
Âyette geçen "zikir" kelimesinden maksat, Kur'ân olduğu için mutlak "âyetlerden"
sonra, özellikle Kur'ân'ın değerine ve önemine özen gösterme ifadesidir. Demek
ki "âyetler" Kur'ân'dan daha genel olduğu gibi, "ilhad"da inkârdan daha geneldir.
Aziz bir kitap, yani bir kitap ki eşi bulunmaz
42-43 ne önünden,
ne ardından O'na batıl yanaşamaz. İçindekiler hiçbir şekilde iptal edilemeyecek
derecede doğru ve sağlam, ona karşı yapılan asılsız gürültü, inkâr ve ilhad
onun haddi zatındaki delil ve sağlamlığına hiçbir eksiklik veremez, öyle aziz
hamîd, yani bütün kâinatın üzerindeki nimetleriyle hamd ve medhettiği bir
hikmet sahibinden indirilmiştir.
Ey Muhammed!
Sana senden önceki peygamberlere söylenenden başka bir şey söylenmiyor. Kâfirler
tarafından sana söylenen sözlerin bütün özeti, "Biz sizin gönderildiğiniz
şeyleri inkâr etmekteyiz." (Sebe', 34/34) diye önceki peygamberlere karşı
söylenen inkâr, yalanlama ve ilhaddan başka bir şey değildir. Dolayısıyla
üzülme de onlar gibi sabret. Şüphe yok ki Rabbin muhakkak mağfiret sahibi,
hem de acı verecek bir ceza sahibidir. Peygamberlerine ve tevbekar olanlara
bağışlaması büyük olmakla birlikte, düşmanlarına ve günahkarlara vereceği
ceza çok elem vericidir. Günü gelir o yola gelmek istemeyen kâfirlerin, inkârcıların
belalarını verir. Yukarıda, "Öz Arapça bir Kur'ân olmak üzere âyetleri ayırt
edilmiş bir kitaptır, bilecek bir kavim için." (Fussilet, 41/3), burada da,
"Bütün kainatın övdüğü bir hikmet sahibinden indirilmedir." (Fussilet, 41/42)
buyurulmasına karşı o yapılan ilhaddan olmak üzere demişler ki "O öyle indirilmiş
bir kitap ise neden Arapça olmuş, başka bir dil ile indirilse de mucizeliği
daha açık olsa ya".
44-Ona cevaben
isti'naf vav'ı ile buyuruluyor ki ve eğer biz onu A'cemî bir Kur'ân yapsaydık.
Yani fasih Arapça'nın dışında başka bir dil ile indirseydik muhakkak diyeceklerdi
ki âyetleri tafsil edilse, anlaşılacak bir dil ile ayırt edilip anlatılsa.
Veya diğer bir mânâ ile her dilden ayrı ayrı olarak bazısı Arapça bazısı A'cemî
(yabancı dilde) olsa ne vardı? Arab'a Acemce mi? Arap bir peygambere Acemce
(yabancı dilde) bir Kur'ân olur mu? Yahut bir Arab'a yabancı dilde söylenir
mi? derlerdi ve o zaman "Kalplerimiz, senin bizi çağırdığın şeyden örtüler
içinde." (Fussilet, 41/5) demelerinin bir mânâsı olurdu. (İbrahim Sûresi'nde
"Biz hiçbir peygamberi kavminin dilinden başkası ile göndermedik ki onlara
apaçık anlatsın." İbrahim, 14/4 âyetine bkz.)
A'cemî, Acem
cinsine mensup olan. Acem Arab'ın dışında, Türk, Fars, Hindli, Avrupalı vs.
Hangi cinsten olursa olsun fasih olmayan, iyi söyleyemeyen, gerek tutukluktan
ve gerek dilinin yabancılığından dolayı, dediği anlaşılmayana A'cemî denir
ki biz bunu her hususa genelleme yaparak acemi deriz, A'cem de aynı mânâdadır.
Onun için A'cemînin sı nisbet mi, mübalağa (abartma) mı diye münakaşa edilmiştir.
Bununla birlikte Kamus'un işaret ettiği üzere A'cem, bir de Arap'dan olmayana
denilir, tekil ve çoğulu birdir. "Yabancı bir adam, yabancı bir topluluk"
denilir. Arap değil demek olur. Şu halde A'cemî, nisbet olarak Arapların dışında
Acemî mânâsına da gelebilecektir. Nitekim âyette de A'cemî, Arapların dışında
diye tefsir edilmiştir.
De ki: O
Arapça Kur'ân iman edenler için -ki gerek Arap olsun, gerek Arap'tan başkaları-
hidayetin kendisi, doğru yolu gösteren rehber ve sırf şifadır. Kalplerinizdeki
hastalıklara: Cehalet, ahlaksızlık, şüphecilik gibi dertlere devadır. İman
eden ondan yararlanmanın yolunu da bulur, hiç olmazsa "Eğer bilmiyorsanız
zikir ehline (bilenlere) sorun." (Enbiya, 21/7) emri gereğince bilen ehlinden
sorar. İman etmeyenlere gelince, onların kulaklarında bir ağırlık vardır.
Arap olsalar da iyi işitmezler. Hem de o, onlara karşı bir körlüktür. Onun
güzelliğini, hikmetlerini, inceliklerini göremezler, aksine üzüntü duyarlar.
Onlara uzak bir mekandan bağırılır. Bu ifadede birkaç mânâ vardır. Birincisi,
hitaba kabiliyetleri olmadığını "O inkâr edenlerin hali bağırıp çağırıştan
başka birşey duymayıp haykıranın haline benziyor." (Bakara, 2/171) ifadesi
üzere bir temsildir. İkincisi "Gerek ufuklarda, gerek kendi nefislerinde âyetlerimizi
yakında onlara göstereceğiz." (Fussilet, 41/ 53) buyurulacağı üzere, İslâm'ın
sesinin ve gücünün ufuklara dağılıp uzaklara kadar yayıldıktan sonra, onun
değerini takdir etmeyen Araplara uzaktan sesleneceğine işarettir. Üçüncüsü,
Mümin Sûresi'nde geçtiği üzere, "İnkâr edenlere nida edilir: Allah'ın buğzu
sizin kendinize olan buğzunuzdan elbet daha büyüktür. Çünkü siz imana davet
ediliyorsunuz da küfrediyorsunuz." (Mümin, 40/10) âyeti uyarınca kendilerine
nida olunacağına da işaret olur.
Meâl-i Şerifi
45- Andolsun
ki biz Musa'ya Tevrat'ı vermiştik de onda ihtilafa düşmüşlerdi. Eğer Rabbin
tarafından azabın ertelenmesine dair bir söz geçmeseydi mutlaka aralarında
hüküm verilirdi. Gerçekten onlar Kur'ân hakkında bir şüphe ve tereddüt içindedirler.
46- Her kim
iyi bir iş yaparsa, kendi lehine yapmış olur. Kim de bir kötülük yaparsa,
kendi aleyhine yapmış olur. Rabbin kullara zulmedecek değildir.
45- Andolsun
ki Musa'ya o kitabı verdik de onda ihtilaf edildi; kimi inandı, kimi inanmadı,
sonra inananlar da türlü çekişmelere düştüler. Bu âyetin, üst tarafı ile iki
yönden ilgisi vardır. Birincisi, "Sana, senden önceki peygamberlere de söylenmiş
olandan başka bir şey söylenmiyor." (Fussilet, 41/43) ifadesini bir örneği
ile gerçekleştirmektir. Yani inkâr ve muhalefet ilk defa sana ve Kur'ân'a
karşı oluyor değil, Musa'ya ve Tevrat'a karşı da olmuştu. İkincisi, Kur'ân'ın
Arapça, Acemce (yabancı dilde), her dilden ayrı ayrı aralıklarla inmiş olması
tasavvurundaki sakıncasını açıklamaktır. Yani Tevrat bir dilde inmiş iken,
onun aslında türlü ihtilaf çıkarıldı. O halde onları tevhide davet için inen
bu Kur'ân'ın çeşitli dillerde indirilmesi daha çok ihtilafa sebep olmak gibi
bir çelişki olmaz mıydı? Ve eğer Rabbinden ezelde bir kelime (hüküm) geçmiş
olmasa idi -ki azabın bir ecel-i müsemma (belirli bir süre) ile vakit ve saatine
geri bırakılması, yani kıyamet vaadi takdir edilmiş bulunmasa idi- o ihtilaf
edenler arasında, yani iman edenlerle etmeyenler arasında iş bitiriliverirdi.
Fakat o kelimenin hükmüyle, saatine geri bırakılmıştır. Bununla birlikte onlar,
o iman etmeyenler herhalde ondan (yani o Kur'ân'dan) kuşkulu bir şüphe içindedirler.
İman etmemekle birlikte hallerinden emin de değildirler. Şüpheler içinde ızdırap
içindedirler.
46- "Her kim
iyi bir iş yaparsa kendi lehine yapmış olur. Kim de bir kötülük yaparsa kendi
aleyhine yapmış olur." Fakat o saat ne zaman denecek olursa;
Meâl-i Şerifi
47- Kıyamet
zamanını bilmek ancak Allah'a havale edilir. Onun bilgisi dışında hiçbir meyve
kabuğundan çıkmaz, hiçbir dişi gebe kalmaz ve doğurmaz. Allah onlara: "Bana
koştuğunuz ortaklarım nerede?" diye seslendiği gün, onlar: "Senin ortağın
olduğuna dair bizden hiçbir şahit olmadığını sana arz ederiz." derler.
48- Önceden
tapmakta oldukları şeyler, kendilerinden uzaklaşıp kaybolmuştur. Onlar da
kendileri için kaçacak bir yer olmadığını anlamışlardır.
49- İnsan
hayır istemekten usanmaz, fakat kendisine bir kötülük dokununca üzülür ve
ümitsizliğe düşer.
50- Andolsun
ki kendisine dokunan bir zarardan sonra, biz ona tarafımızdan bir rahmet tattırsak,
O: "Bu benim hakkımdır, kıyametin kopacağını da sanmıyorum, Rabbime döndürülmüş
olsam bile mutlaka O'nun yanında benim için daha güzel şeyler vardır" der.
Biz o inkâr edenlere yaptıkları şeyleri mutlaka haber vereceğiz ve onlara
ağır bir azap tattıracağız.
51- Biz insana
bir nimet verdiğimiz zaman o yüz çevirir, yan çizer. Ona bir kötülük dokunduğu
zaman da uzun uzun yalvarır.
52- Ey Muhammed!
De ki: "Ne dersiniz? O Kur'ân Allah tarafından gelmiş olup da sonra siz onu
inkâr etmişseniz, o takdirde Hak'tan uzak bir ayrılığa düşenden daha sapık
kim olabilir?"
53- Biz onlara
hem ufuklarda ve hem kendi nefislerinde delillerimizi göstereceğiz ki, Kur'ân'ın
hak olduğu kendilerine açıkça belli olsun. Senin Rabbinin her şeye şahit olması
kafi değil mi?
54- İyi bilin
ki onlar Rablerine kavuşmaktan bir şüphe içindedirler, yine iyi bilin ki,
Allah her şeyi ilmiyle kuşatmıştır.
47-52-"(O'nun
bilgisi olmadan) meyvelerden hiç biri tomurcuklarından çıkmaz." Saatin arkasından
böyle meyvelerle hamile kalmaktan ve doğurmaktan bahsedilmesi, ahiret hallerine
de bir işareti kapsaması itibarıyla mânâlıdır. Çünkü dünya ahiretin tarlası
olduğu için kıyamet, meyvelerin toplanıp koparılacağı bir hasat zamanını andıracaktır.
Aynı zamanda "Ey insanlar, Rabbinizden sakının. Çünkü o saatin zelzelesi büyük
bir şeydir. Onu göreceğiniz gün emzikli her kadın emzirdiğini unutup geçer,
yüklü her kadın yükünü düşürür." (Hacc, 22/1-2) âyetinin mânâsına da bir işaret
vardır.
53- İlerde
biz onlara, o inkâr edenlere âyetlerimizi, Kur'ân'ın hakikatine delalet edecek
delillerimizi göstereceğiz, hem ufuklarda, kendilerinin bulunduğu Harem hududu
dışında hem de kendi nefislerinde. Mekke ve Harem içinde, İslâm'ın ileride
cihanın her yanına yayılacağını böyle kesin bir dil ile haber veren bu âyet,
Kur'ân'ın hak, Allah kelamı olduğunu açık açık isbat etmiş gayb mucizelerindendir.
Bunun Mekke'de iken nazil olduğu bir düşünülür, bir de ondan sonra peygambere
ve halifelerine Allah Teâlâ'nın nasip ettiği şerefli fetihleri ve İslâm'ın
şark ve garba yayılmasındaki olağanüstülük düşünülürse, bunun ne yüksek bir
âyet ve mucize olduğu ortaya çıkar. İlmî açıdan bir gerçeğin ispatı için delil
ya objektif (âfâkî) olur, ya sübjektif (enfüsî); ya gözlerden dış gözlemden,
ya gönülden iç gözlemden gelir; varlık bu iki pencereden görülür. Yüce Allah
bu âyette bu taksimi gösterdikten sonra, Kur'ân'ın gerçek yüzünü, peygamberin
peygamberliğinin doğruluğunu, İslâm'ın yüceliğini ispat için, bu iki çeşit
âyetlerin ikisini de göstereceğini vaad buyuruyor. Öyle ki Onun hak olduğu
o kâfirlerce ortaya çıkıncaya kadar, "Bedr"den Mekke'nin fethine kadar, Mekke
müşrikleri bunu hem kendi nefislerinde, hem dış dünyada gördüler. Ondan sonra
diğerleri görmeye başladılar. Bunlar görüldükten, bu gerçek ortaya çıktıktan
sonra sanki hiç görülmemiş gibi hâlâ inkârda devam eden sonraki kâfirler de
ilerde göreceklerdir. Buna şahit istersen Rabbinin her şey üzerine şahit olması
yeterli değil midir? O halde kâfirler şüphe ederse de, sen etme.
54- İyi bil
ki onlar, o inkâr edenler Rablerine kavuşmakta şüphe içindedirler. Kıyamet
günü Hakk'ın huzuruna varacaklarına imanları yok, onunla birlikte şüpheden
de muzdariptirler. Fakat iyi bil ki O, her şeyi ihata etmiştir ilmiyle, kudretiyle
herşeyi kuşatmıştır. Onlar, O'nun cezasından kurtulacak değillerdir. Allah'a
kavuşmak haktır, muhakkaktır. İşte Secde Sûresi'nin sonu budur. Bunu da Şûra
Sûresi izleyecektir.
"(O'nun bilgisi
olmadan) meyvelerden hiç biri tomurcuklarından çıkmaz." Saatin arkasından
böyle meyvelerle hamile kalmaktan ve doğurmaktan bahsedilmesi, ahiret hallerine
de bir işareti kapsaması itibarıyla mânâlıdır. Çünkü dünya ahiretin tarlası
olduğu için kıyamet, meyvelerin toplanıp koparılacağı bir hasat zamanını andıracaktır.
Aynı zamanda "Ey insanlar, Rabbinizden sakının. Çünkü o saatin zelzelesi büyük
bir şeydir. Onu göreceğiniz gün emzikli her kadın emzirdiğini unutup geçer,
yüklü her kadın yükünü düşürür." (Hacc, 22/1-2) âyetinin mânâsına da bir işaret
vardır. İlerde biz onlara, o inkâr edenlere âyetlerimizi, Kur'ân'ın hakikatine
delalet edecek delillerimizi göstereceğiz, hem ufuklarda, kendilerinin bulunduğu
Harem hududu dışında hem de kendi nefislerinde. Mekke ve Harem içinde, İslâm'ın
ileride cihanın her yanına yayılacağını böyle kesin bir dil ile haber veren
bu âyet, Kur'ân'ın hak, Allah kelamı olduğunu açık açık isbat etmiş gayb mucizelerindendir.
Bunun Mekke'de iken nazil olduğu bir düşünülür, bir de ondan sonra peygambere
ve halifelerine Allah Teâlâ'nın nasip ettiği şerefli fetihleri ve İslâm'ın
şark ve garba yayılmasındaki olağanüstülük düşünülürse, bunun ne yüksek bir
âyet ve mucize olduğu ortaya çıkar. İlmî açıdan bir gerçeğin ispatı için delil
ya objektif (âfâkî) olur, ya sübjektif (enfüsî); ya gözlerden dış gözlemden,
ya gönülden iç gözlemden gelir; varlık bu iki pencereden görülür. Yüce Allah
bu âyette bu taksimi gösterdikten sonra, Kur'ân'ın gerçek yüzünü, peygamberin
peygamberliğinin doğruluğunu, İslâm'ın yüceliğini ispat için, bu iki çeşit
âyetlerin ikisini de göstereceğini vaad buyuruyor. Öyle ki Onun hak olduğu
o kâfirlerce ortaya çıkıncaya kadar, "Bedr"den Mekke'nin fethine kadar, Mekke
müşrikleri bunu hem kendi nefislerinde, hem dış dünyada gördüler. Ondan sonra
diğerleri görmeye başladılar. Bunlar görüldükten, bu gerçek ortaya çıktıktan
sonra sanki hiç görülmemiş gibi hâlâ inkârda devam eden sonraki kâfirler de
ilerde göreceklerdir. Buna şahit istersen Rabbinin her şey üzerine şahit olması
yeterli değil midir? O halde kâfirler şüphe ederse de, sen etme. İyi bil ki
onlar, o inkâr edenler Rablerine kavuşmakta şüphe içindedirler. Kıyamet günü
Hakk'ın huzuruna varacaklarına imanları yok, onunla birlikte şüpheden de muzdariptirler.
Fakat iyi bil ki O, her şeyi ihata etmiştir ilmiyle, kudretiyle herşeyi kuşatmıştır.
Onlar, O'nun cezasından kurtulacak değillerdir. Allah'a kavuşmak haktır, muhakkaktır.
İşte Secde Sûresi'nin sonu budur. Bunu da Şûra Sûresi izleyecektir.