الْقَارِعَةُ

 Kâri’a / 1 -

 Diyanet Vakfi = (1-3) Kapı çalan! Nedir o kapı çalan? O kapı çalanın ne olduğunu bilir misin?


مَا الْقَارِعَةُ

 Kâri’a / 2 -

 Diyanet Vakfi = (1-3) Kapı çalan! Nedir o kapı çalan? O kapı çalanın ne olduğunu bilir misin?


وَمَا أَدْرَاكَ مَا الْقَارِعَةُ

 Kâri’a / 3 -

 Diyanet Vakfi = (1-3) Kapı çalan! Nedir o kapı çalan? O kapı çalanın ne olduğunu bilir misin?


يَوْمَ يَكُونُ النَّاسُ كَالْفَرَاشِ الْمَبْثُوثِ

 Kâri’a / 4 -

 Diyanet Vakfi = (4-5) İnsanların, ateşin etrafını sarmış pervaneler gibi olduğu, dağların da atılmış renkli yüne döğnüştüğü gündür (o Kâria!)


وَتَكُونُ الْجِبَالُ كَالْعِهْنِ الْمَنفُوشِ

 Kâri’a / 5 -

 Diyanet Vakfi = (4-5) İnsanların, ateşin etrafını sarmış pervaneler gibi olduğu, dağların da atılmış renkli yüne döğnüştüğü gündür (o Kâria!)


فَأَمَّا مَن ثَقُلَتْ مَوَازِينُهُ

 Kâri’a / 6 -

 Diyanet Vakfi = (6-7) O gün kimin tartılan ameli ağır gelirse işte o, hoşnut edici bir yaşayış içinde olur.


فَهُوَ فِي عِيشَةٍ رَّاضِيَةٍ

 Kâri’a / 7 -

 Diyanet Vakfi = (6-7) O gün kimin tartılan ameli ağır gelirse işte o, hoşnut edici bir yaşayış içinde olur.


وَأَمَّا مَنْ خَفَّتْ مَوَازِينُهُ

 Kâri’a / 8 -

 Diyanet Vakfi = (8-9) Ameli yeğni olana gelince, işte onun anası (yeri, yurdu) Hâviye'dir.


فَأُمُّهُ هَاوِيَةٌ

 Kâri’a / 9 -

 Diyanet Vakfi = (8-9) Ameli yeğni olana gelince, işte onun anası (yeri, yurdu) Hâviye'dir.


وَمَا أَدْرَاكَ مَا هِيَهْ

 Kâri’a / 10 -

 Diyanet Vakfi = (10-11) Nedir o (Hâviye) bilir misin? Kızgın ateş!


نَارٌ حَامِيَةٌ

 Kâri’a / 11 -

 Diyanet Vakfi = (10-11) Nedir o (Hâviye) bilir misin? Kızgın ateş!


Kâri’a

101-KAARİ'A:

1-2-3.O kâria. O çarpacak bela, yani kıyamet. Çünkü "kâria", "kâr' "dan türemiştir. Maddesinden "kar'", şiddetli bir ses çıkaracak derecede şiddetle dayanıp çarpmaktır. Sopayı başına çaldı. "Tokmak" mânâsına "mikraa", kapı çalmak mânâsına "kar'-ı bâb"; kılıçla çarpışmak mânâsına "kılıçla vuruştu" ifadesi bundandır. Bu şekilde çarpan her şeye kâria, çoğulunda kavari' denilir. Sonra dehr (zaman)ın başlara çarpan büyük hadiselerine kâria denilmiştir. Nitekim "Küfredenlere, yaptıkları işler sebebiyle bir felaket isabet edecek." (Ra'd, 13/31) buyurulmuştur. Kur'ân'ın inzar (korkutma) âyetlerine de denilir. Bilhassa elif-lâm ile "el-Kâria" da "el-Hâkka" gibi kıyametin isimlerinden olmuştur. Ki başlangıcı, birinci sûr üfleme, sonu da kaza etmektir. Böyle isimlendirmenin de bir kaç vechi söylenmiştir.

1- İnsanların akıllarını alacak, ödlerini patlatacak olan ilk haykırıştır.

"(Birinci defa) Sûr'a üflendi, göklerde ve yerde olanlar (korkudan) düşüp bayıldılar." (Zümer, 39/68) buyurulduğu üzere "sa'k" üflemesinde olacaktır. "Onlar, başka değil, sadece korkunç bir sese bakıyorlar." (Yâsin, 36/49) buyurulması da bunu teyit eder.

2- Âlemin tahribi zamanında ulvî ve süflî cisimlerin şiddetle, çarpışacaklarından dolayıdır.

3- Kâria, insanları korku ve dehşet ile çarpan demektir. Bu ise gökde yarılma ve parçalanma; Güneş ve Ay'da dürme, çarpıp yıkma; yıldızlarda saçılmak; dağlarda ufalmak ve kökünden sökmek; yerde dürmek ve değiştirme iledir. Bu, Kelbi'nin görüşüdür.

4- Hak düşmanlarını zillet, azap ve işkence ile çarpacağından dolayıdır ki, bu da Mükatil'in görüşüdür. Bazı araştırmacılar demiştir ki, bu, Kelbi'nin görüşünden daha kuvvetlidir. Çünkü "Ve onlar (hayır işleyenler) o gün korkudan emin kalırlar." (Neml, 27/89) buyurulmuştur. Bununla beraber bu sûrede gelecek beyan ile yetinmek daha uygundur.

Nedir o kâria? Mâ konumunda mahiyet ve hakikatten sorudur. Fakat bununla maksat gerçekten soru değil, "o ne dehşetli kariadır?" meâlinde korkutmak için olması açıktır. Nitekim ne bildirdi sana ki, nedir o kâria (kıyamet)? buyurulması da onun hakikati, insanların ilim dairesinin dışında, yani fiilen görülmedikçe şiddet ve dehşetinin büyüklüğünü hiç kimsenin hatta Peygamber'in bile dirayetle bilemeyeceğini hatırlatmak suretiyle o korkutma te'kit ve takviye edilmiştir. Zamir ile ifade edilmeyip de "kâria" isminin üç defa açıkça tekrar edilmesi de o korkutmayı terbiye ve anlatmak içindir. Bundan dolayı Râzî'nin zikrettiği üzere birtakım tefsir bilginleri nün irabı tahzir (sakındırma) babından olduğuna kâni olmuşlardır. Çünkü "sakın kendini, arslan var aslan!" mânâsında diye tahzir (sakındırma) nesb ile de, ref ile de caizdir. Buna göre mânâ: Sakının kendinizi kâria var, çok korkunç kâria, öyle ki onun ne büyük kâria olduğunu görmeyince dirayetle bilemezsiniz, demek olur. Bunun aslı (kork) fiilinin mef'ulü olarak nasıbdan değiştirmedir. Diğer bir kısım tefsirciler de "size kâria gelecek", çok dehşetli kâria, mânâsına olduğunu söylemişlerdir. Fakat fiil takdirine ihtiyaç olmayacak "el-Kâria" doğrudan doğruya mübteda, ...'l-kâria) da haber ve mübteda olarak cümlesi onun haberi olmak, tahzir (sakındırma) ve tehvil (korkutma) kelâmın mânâsından anlaşılmak, yukarıki sûreye göre de, gösterildiği üzere, takdir edilmiş sorunun cevabı olmak daha açık ve daha tercihe değerdir.

4. "O gün insanlar olur." Bu kelimesinin zahiri zarf olmak üzere mensub olmaktır ki, yani o kâria o gün çarpacak ki demek olur "Keşşaf" sahibi bu vechi tercih etmiştir. "An o günü" diye mukadder ile mansub olduğunu da söyleyenler olmuştur. Bir de cümlesine muzaf olmak hasebiyle feth üzere mebnî, mahal itibarıyla merfu olarak mahzuf mübtedanın haberi de olur. Ki Ebu's-Suud'un beyanı üzere Kûfelilerin tercihi budur. Yani o kâria o gündür ki demek olur. Günden maksad da uzun zamandır. "pervaneler gibi" "Ferâş", "feraşe"nin çoğuludur. Geceleri ışık ve ateş etrafında çırpınıp uçarak kendisini ateş içine atan ve Farsça'da olduğu gibi dilimizde de pervane diye bilinen küçük kelebeklere denir. Ateşe çarptıktan sonra kanatlarını yayıp döşendiği için feraşe diye isimlendirilmiştir.

Yayılmış, demek olduğu için onların çok ve yayılmakla çırpınıp çırpınıp yayılış, dağılış ve seriliş hallerini özellikle ifade etmektedir. Bundan görünen de sa'k (bayılma) halidir. Şiir ve edebiyatta pervane, kendisini ateşe atıncaya kadar mum ve ateşe düşkünlüğü sebebiyle kendini feda etmekle darb-ı mesel olmuştur. Nitekim Şeyh Sadi feryadıyla meşhur olan bülbüle aşkı öğretmek için:

Ey murğ-i seher zi-pervâne biyâmuz

K'ân sûhterâ can şüd ü âvâz neyâmed

"Ey seher kuşu! Aşkı pervane (kelebek)den öğren.

Zira o yanmışın canı gitti de sesi çıkmadı".

Yani sen de onun gibi can verde feryat edip durma! demiştir. Şüphe yok ki Sâdi, bununla bir ateşe tapıcılık remzi değil, ilâhî aşkda sabır ve ihlas ile bir fedakârlık misali kastetmiştir. Bu mânâ ile bizim Divan Edebiyatı'nda da nar (ateş)dan çok, nur üzerine dönen pervane (kelebek)ye dair:

"Döner pervane-âsâ bâşıma her ârif-i billâh

Dilim bezm-i hakikatte çerağ-ı ruşen olmuştur"

"Allah'ı tanıyan herkes pervane gibi etrafımda döner.

Gönlüm hakikat meclisinde parlak bir kandil olmuştur." gibi binlerce mazmun söylenmiştir.

Peygamber'e ait Mevlid'de Süleyman Çelebi Efendinin:

"Bir aceb nur kim Güneş pervanesi", mısrası da bunun en güzellerindendir. Fakat görülüyor ki, bu âyette "feraş-i mebsus" (yayılan pervaneler) diye ifade olması kelebeklerin hali övülecek ve gıbta olunacak bir durum olarak değil, son derece sakınılması gereken kârianın (kıyametin) dehşetini, en büyük bir felaket perişanlığının şiddet ve korkusunu temsil biçiminde zikrolunmaktadır. Bu itibar ile burada ateşe tapanların ve onlar gibi batıl inançlarıyla kendilerini ateşlere atanların durumlarındaki fecaate de bir işaret yok değilse de, yalnız onları değil, iyi ve kötü bütün insanları saracak olan ve gerek hak uğrunda ve gerek batıl peşinde can vermek için çırpınıp serilenlerin hepsiyle ilgisi bulunan bir günün korkusunu düşündürmektedir. Alûsî'nin naklettiği üzere "Te'vilat" sahibi demiştir ki: "Bunun yorumunda bir kaç vecih üzerinde ihtilaf etmişlerse de hepsi bir mânâya dayanır: O günün korkusundan hayret ve ıstıraba işarettir." Katade'den rivayet olunduğu üzere bir takımları şu fikri benimsemişler ve demişlerdir ki: "İnsanlar mahşere çağırıldıkları sıra, çağıran davetçiye doğru uçuşmakta ve nizamsız gelip gidişteki perişanlıkta, zayıflık ve düşkünlükte, çokluk ve yayılmada uçuşup çırpınan çeşitli kelebeklere benzetilmişlerdir." Bu mânâ ise Kamer Sûresi'ndeki: "O çağırıcının görülmemiş, tanınmamış bir şeye çağırdığı gün. Gözleri düşkün düşkün (zillet ve dehşet içinde) kabirlerden çıkarlar, tıpkı yayılan çekirgeler gibi. Boyunlarını çağırana doğru uzatmış koşarlarken." (Kamer, 54/6-8) mefhumu olduğundan, buradaki "feraş-i mebsus" (yayılan kelebekler) benzetmesi, oradaki "yayılan çekirgeler" teşbihi (benzetmesi) mânâsında demek olur. Nitekim Ferra, yerde yapılan ve dehşetle birbiri üzerine yığılan çekirge kavgası, yani çekirge hurdalarına da "faraş" denildiğini söylemiş olduğundan "yayılmış kelebek", "yayılmış çekirge" demek olduğunu söyleyenler de olmuştur. Fakat genellikle lügat ve tefsirlerde bilinen "feraş", yukarıda açıklandığı üzere kelebeklerdir. Bununla beraber ikisine de teşbihten kastedilen, o günün dehşetinden hayret ve ıstırabı tasvir olmak itibarıyla, asıl mânâ bir demektir. Şu kadar ki, "yayılmış çekirge"de zarar durumu, kelebekte ise imtihan durumu daha açık görünür. Bir de kelebekler heyecan zamanında hep bir yöne değil, her biri çeşitli yöne dönerek dağılır, bayılırlar. Çekirgeler ise yayılmalarında çoğunlukla yığılarak bir semte yönelerek çılgın bir halde dalgalanır giderler. Bu itibar ile "yayılan kelebek", kıyamet gününde çeşitli insanların, çeşit yönlere fırlayıp yayılışları halini; "yayılan çekirge" çoğunlukla bir semte sevkedilişleri halini ifade eder denilmiştir.

Hâsılı o gün o "kâria" (kıyamet) öyle çarpacak ki, insanlar "yayılmış kelebekler" gibi olacak.

5. Dağlar da atılmış renkli yünler gibi olacak. Dağlar böyle olunca insanların ne hale geleceği artık kıyas olunabilirse olunsun. O halde Allah'ın rahmeti yetişmeyecek olursa vay o insanların haline.

IHN , yün, özellikle çeşitli renkte yün; MENFÛŞ de didilmiş, atılmış yani parçaları parmaklarla birbirinden ayrılıp dağılmakta veya hallaçla atılmakta bulunan demektir ki, zerre zerre uçuştuğu haldir. Zira dağlar önce ufalanacak, sonra korkunç kum yığını olacak, sonra bulut gibi geçerek "atılmış renkli yün"ler gibi olacak. Sonra da serap olacaktır. Bu iki hal, yani insanların "yayılmış kelebekler" gibi ve dağların "atılmış renkli yünler" gibi olmaları hali, bizim idrakimize göre bütün yer küresinin volkan gibi infilak edip patlaması halini düşündürdüğü gibi, son zaman savaşlarının o hali almaya doğru giden yıkıcı manzaralarını da göz önüne getirmektedir. Bununla beraber burada yalnız insanları nihayet ölüme sevketmek üzere parçalayıp seren ölüm bayılması değil, önceki sûrenin "Kabirlerdekilerin fırlatılacağı zaman." (Âdiyat, 100/9) âyetinden anlaşıldığı üzere "Kabirlerden çıkarlar." (Kamer, 54/7) âyeti delaletince kabirlerden fırlayıp yeniden dirilmek ile ahirette hesap ve tartı için mahşere sevkedecek olan kıyamet sûrunun üflenmesine kadar geçen zamanı içine alan bir mânâdır ve bu itibarladır ki hakikati bizim dirayetlerimizin tasavvurları hududu dışında ve ancak Allah'ın haber vermesiyle hakkın ğaybına eren, iman sahasına giren bir durumu haiz olduğu "kârianın ne olduğunu sana ne bildirdi?" hitabıyla anlatılmıştır. Bundan dolayı kıyametin başlangıcı olan korku üflemesinden "(O gün insanlardan) bir kısmı cennette, bir kısmı ateştedir." (Şûrâ, 42/7) ayrımının tahakkuk edeceği kaza faslı zamanına kadar devam edecek olan bu kâria günü iki kısma ayrılmış demektir ki, birincisi ölüm üflemesi ile dirilip ayaklanma üflemesinin ayırım günü olan mizan (tartı) ve fasıl (ayrılma) zamanına kadar olan haşr ve neşr kısmı; ikincisi de insanların "(O gün insanların) bir bölümü cennette, bir bölümü ateştedir." (Şûrâ, 42/7) olmak üzere iki kısma ayrıldıkları fasl (ayrılma) ve hüküm anından ötesi, yani cennet ehlinin cennete, cehennem ehlinin cehenneme sevk ve sokulmalarıyla hükmün yerine getirilmesi devri demek olan ebedilik safhasıdır. İşte "kâria"nın herkesi içine alan birinci bölümünü açıkladıktan sonra netice ve sonu bulunan, insanları mes'ud ve bedbaht iki kısma ayıracak olan bu ikinci safhasını açıklayarak buyuruluyor ki:

6-7. İşte o gün mizan (tartı)ları ağır basan her kimse.

MEVÂZÎN kelimesi, "mîzân"ın çoğuludur. Zira veznin aslında "vâv"ile "mivzân"dır. "Vav" sakin, önceki harf esreli olduğu için "yâ"ya dönüştürülmüştür. Bununla beraber "mevâzîn", "mevzûn"un çoğulu da olur. Bilinmektedir ki "mizân", tartı âleti, eşyanın veznini, yani ağırlık nisbetini ölçmeye mahsus olan terazi demektir. Bununla birlikte ağırlığa mahsus olmayarak adalet ve hukuk gibi manevi olan her hangi bir nisbeti mukayese ile tayin için de mecaz olarak kullanılır. Nitekim toplama ve çıkarma gibi bir hesap işleminin doğruluğunu denemek için yapılan karşıt işleme mizan denilmek meşhur olduğu gibi, bir hesap defterinin matlub alacak ve borcunun karşılaştırılmasına da mizan denilir. Yine bilinmektedir ki, bir mizanın ağır gelmesi, ağır basması, onunla tartılan mevzunun (tartılanın) ağırlığıyla orantılıdır. Asıl kastedilen tartılanın tartısıdır. Onun için burada da "mevazin", mizanın veya mevzunun çoğulu olmak üzere iki görüş rivayet edilmiştir. Nitekim Râzî der ki: "Mevâzîn"de iki görüş vardır:

Birincisi: "Mevzûn"un çoğulu olmasıdır ki, Allah katında vezin ve kıymeti olan ameldir. Ferrâ bunu kabullenmiş ve demiştir ki: Bunun benzeri: Bende senin dirhemimsi mîzânın, senin dirheminin vezni ile bir dirhem var ve benim evim, senin evinin tam mîzanında ve veznindedir. Yani tam hizasında veya dengidir denilmesindeki mânâdır.

İkincisi: "Mîzân"ın çoğuludur. İbnü Abbas demiştir ki: Mîzânın bir dili ve iki kefesi vardır. Onda ancak ameller tartılır. Allah'a itaat edenlerin haseneleri, sevapları en güzel şekilde getirilir, üstün olunca cennet onun olur. Kâfirin de kötülükleri en çirkin şekilde getirilir, tartısı hafif gelir, cehenneme girer. Hasen'den de: İki kefesi vardır, fakat tansif olunamaz, diye rivayet edilmiştir. Kelâm bilginleri demişlerdir ki, sevapların ve kötülüklerin kendileri işin bitmesinden sonra tartılması mümkün değildir. Ancak yazılmış oldukları amel sayfaları tartılır. Yahut nur, iyilik alâmeti kılınır; zulmet kötülük alâmeti kılınır. Yahut iyilikler, iyilik şekliyle; kötülükler, kötü şekliyle şekillenir de o şekilde ağırlık ve hafiflik ortaya çıkar. Bunun faydası da ilâhî adaleti ortaya çıkarmak ve mazeretleri defetmek için halkın toplandığı büyük topluluk içinde iyilik sahibinin güzel hal ve tavırları açık olarak sevinci artmış olması ve kötülük sahibinin çirkin hal ve tavırları açık olarak kepaze ve rüsvay olmasıdır". Bazıları da vezn (tartı), doğru kaza ve adil hükümdür, demişler. Mücahid, A'meş ve Dahhak buna kani olmuşlardır. Müteahhirînden birçoğu da bunu benimsemişler ve demişlerdir ki: Terazi ile ancak cisimlerin ağırlıkları, miktarı bilinebilir, bitmiş araz (kendi kendine bulunamayan) olan amellerin miktarları onunla nasıl tartılır? Fakat şunu itiraf etmek gerekir ki bunun mânâsı, mutlak mîzân (terazi) ve vezni inkar değil, amellerin cismani tartı ile tartılamayacağını söylemektir. Yoksa ister manevi olsun, iki şey arasında bir hak ölçü ve tartısı olmayınca bir adalet tecellisi düşünülemez. Onun içindir ki, "Kitabı ve ölçüyü, bir gerçek olarak indiren Allah'tır." (Şûrâ, 42/17) buyurulmuştur. "Biz kıyamet günü için adalet terazileri kuracağız. Hiç bir kimse, hiç bir zulme uğratılmayacaktır." (Enbiya, 21/47) buyurulduğu üzere kıyamet günü için konulacak olan adalet tartıları da aynı mânâda olarak adaleti hakkıyla tecelli ettirmek üzere konulacak hak kanunu olmalıdır ki, kıyametin bütün karışıklık ve buhranı onun ortaya çıkardığı adalet tartısıyla halledilip ayrılacaktır, demek olur. Bu mânâ ile tartının tatbiki ise yalnız cisimlerde değil, arazda da cereyan eder. Nasıl ki ısı ve soğuk gibi arazdan olan şeyler de kendilerine mahsus tartılarla tartılır. Şu halde "O gün tartı haktır." (A'raf, 7/8) buyurulduğu üzere kıyamet günü hak olduğunda şüphe olmayan amellerin tartılması da gereği gibi bir tartısı olmak ve her tartı gibi onun da iki tarafın eşitliğine işaret eden bir dil ile iki tarafı bulunmak gerekirse de, amellerin hakikatine göre bunun durum ve niceliğinin tayin ve tarifi bizim idrak ve dirayetimizin kapsamı sahasından uzaktır. Onun için demişlerdir ki tartı ve terazinin hakikat olduğuna iman etmek lazım gelmekle beraber, niceliğinin tarifine iman etmek şart değildir. Bununla beraber şunu da itiraf etmek gerekir ki, amellerin cismanî bir şekilde tartılması da hiç tasavvur olunamaz değildir. Zira ameller kendileri durumları itibariyle cisim değilseler de, eserleri itibarıyla cismanî değer ve kıymetleri içerdiklerinde de şüphe yoktur. Bütün cisimlerin yaratılışı Allah'ın fiili olduğu gibi, insanlar en güzel sanat ve amelleriyle müsabaka ve imtihan edilmek için yaratılmışlar hayat ve ölüm ile mübtela kılınmışlardır. Bu yönden ameller, Allah yanında değeri olan sevap veya ıkâb (ceza) ile karşılanmak için ahirette üzerlerine düşecek eserler noktasından kazanacakları şekle göre bir terazi ile tartılması gerekir. Dünyada bunların akıl ve mantık, için şeriat itibarıyla mizanları indirilmiş olduğu gibi Allah katında hakikat âlemindeki değerlerine göre de bir tartıları var demektir ki, bu onların ahiret neş'etinde ortaya çıkacakları hakiki şekilleriyle orantılı olan bir tartı olarak ruhani ve cismani her iki itibarla da tecelli edebilir. İşte İbnü Abbas hazretlerinden rivayet edilen iyiliklerin, iyi şekilleri; kötülüklerin çirkin şekilleri ile tartılmaları önermesi de eserler itibariyle tartıları demek olacağı gibi, amel defterlerinin tartısı veya alametleri olan nur ve karanlığın tartısı hakkındaki görüşler veya rivayetler de yine eserler itibariyle tartı mânâsına dönüşür. Bunların her birine delalet eden eserler (rivayetler) de varid olmuştur. Şu halde amellerin tartısı netice itibarıyla ilâhî hüküm ve adaleti ortaya çıkarma mânâsı şüphesiz olmakla beraber, layık olan her hangi bir şekil ile doğru tartıda gerçekten vezin mânâsı da imkansız değildir. Şu halde amellerin mutlaka vezin ve tartısını inkar etmek küfür olursa da, niceliği hakkındaki tafsilatı inkar, küfrü gerektirmiş olmaz. Bundan dolayı Alûsî demiştir ki: Bu âyet amellerin tartılmasına işarettir ve buna hakikat olarak iman etmek vaciptir. Ancak inkâr eden küfre nisbet olunmaz. Yani zahiri vechile cismani mânâyı inkar edip de adalete yorma gibi mecaza kani olanlar küfre nisbet edilmez. Zira onlar inkarcı değil, yorumcudurlar. Nassın yoruma ihtimali de açıktır. Yoksa mutlaka vezin (tartı), Kur'ân'da açık olduğu için inkârının küfür olacağında şüphe yoktur. Ve bu tartı, sayfaların uçuşmasından, sağdan ve soldan verilip alınışından, sual ve hesaptan sonradır. Vahidi ve daha başkaları böyle zikretmişlerdir. Ve "Kenzu'l-Esrar" sahibi de buna kesin hüküm vermiştir. Ve o, bir dili ve yer ve göğün tabakaları gibi iki kefesi bulunan bir terazi ile olacaktır ki mahiyetini ancak Allah bilir.

İbnü Abbas'tan ve Hasan-ı Basrî'den böyle rivayet olunmuştur. Ve "Şerh-i Makasıd"da tefsircilerden çoğuna nisbet edilmiştir. "Nevadiru'l-Usul"de zikredildiğine göre yeri de cennet ile cehennem arasıdır. En meşhur ve sahih olan da bu, bütün ümmetler ve bütün ameller için zikredildiği üzere bir terazidir. Çoğul kipiyle buyurulması ise ya "Âd (kavmi) de Peygamberleri yalanladı." (Şuarâ, 26/123) âyetinde olduğu gibi tazim (büyükleme) için veya (başının ortasındaki saçları ağardı) kabilinden kısımları itibariyle yahut itibari değişimle fertlerinin çoğalması itibarıyladır ki şairin:

"Şimşeğin parıltısı yahut güneşlerin ışığı" mısraındaki "şümûs" (güneşler) gibidir. Konunun çoğul olduğuna göre ise yoruma ihtiyaç yoktur. Ağırlık da rüçhan (üstün gelme) mânâsına olması tartışmasız olur.

Böyle "mevazin" (tartılar)i ağır basan, güzel amelleri üstün gelen kısım artık o bir hoşnut geçimdir. Râzî (razı olucu) bir hayat, hoşnut bir geçim ve yaşayış içindedir. Gerçekte razı ve hoşnut olmak, hayatın şanı değil, sahibinin sıfatı olduğundan görünürde ifadenin hakkı, "geçim, razı olmak" değil, razı olunan olması yani "razı olunan hayat" denilmek iken tersi zâhir olarak "hoşnut olan hayat" buyurulması belagatlı bir nükteyi içerir ki, rızanın tasavvurlar üstünde olan kemalini belagatle ifade ederek sahibinin o hayata tam ehliyetini, hem razı olan, hem razı olunan (râdiye ve mardıyye) makamında bulunduğuna işaret eder. Yani öyle güzel bir hayat ve geçim ki güzel amelleriyle ona sebep olan kimseyi sadece razı ve hoşnut etmekle kalmaz, aynı zamanda onu, "Ey huzura ermiş nefis, razı olmuş ve razı olunmuş olarak Rabbine dön, (iyi) kullarım arasına gir, cennetime gir." (Fecr, 89/27-30) âyeti delaletince nefs-i râdiyye (razı olan nefis) makamından, nefs-i mardıyye (kendisinden razı olunan nefis) makamına yükselterek ebedi olarak mesud edecek ve ondan asla ayrılmak istemeyecek şekilde kendisini bütün hoşnutlukla sarar, ebedi bir rıza ve hoşnutluğa ait muhiti içinde ihata eder, kuşatır, donatır, Âlûsî der ki: Meşhur olan burada razıye (razı olucu), nisbet bakımından olmaktır, yani rızanın kendisi: Rızalı, hoşnutluklu bir hayat demektir. Kelimenin kendisinde veya isnadda mecaz olarak "râzîye"nin, "merdıyye" mânâsı olması da caiz görülmüştür ki, bunun hakikati, sahibinin razı olacağı bir hayat demek olur. Meâni kitaplarında anlatıldığı üzere bunda "istiare-i mekniye" ve tahliliyye de caiz görülmüştür. Fakat bazı büyükler burada çok güzel bir beyanda bulunmuşlar ve demişlerdir ki, "niseb" babında olanlar diye tevil olunur ve müennes getirilmez. Çünkü bir mevsuf üzerine cereyan ettirilmeyip cansızlara katılır. Sirafi'den de şöyle nakledilmiş: de nin sükutu meselesinde yaptıkları tâlile atıp tutarak demiştir ki: Halbuki bunda iki vecih vardır: Birisi, o hayat, ehline razı olmuştur, onlardan hoşnut kendilerinden ayrılmaz. Onları bırakmaz, ayrılmaz mânâsına olmasıdır. diğeri de "allame", "raviye" gibi mubalağa için olmaktır. Bir de şöyle tevcih edilmiştir. nin lüzumu nın sukûtuyla bünye (yapı)ye noksanlık vermemek içindir. ve gibi. Halbuki derler "Müf'ıl" ve "mif'al" babı müenneslenmez. Bununla beraber gibi bazılarında kattıkları da vardır. Sonra demiştir ki: Kabul etmeye değer olan budur. Bunun neticesi birkaç vechile cevaptır:

Birincisi: Burada "radıye" nisbet babından değil, ism-i faildir, mânânın lazımı kastedilmiştir. Zira bir şeye razı olan ve dileyen ona devam eder. Bu mecaz-ı mürsel veya istiaredir. İsnadda mecaz olup zikrolunan mânâ, neticesini beyan olması da caizdir.

İkincisi: Mübalağa için olmaktır. Bu da "allame" gibi, "faal" veznine özel değildir. Onun için "raviye" ile de temsil etmiştir.

Üçüncüsü: İlletlide 'nin katılması kelimenin yapısını muhafaza etmek içindir. "Misakke", ya söz (istisna)dür, yahut muctebbi mudaafe benzetmektir." Âlûsî bunu naklettikten sonra: "Bunu hıfzet, çünkü çok güzeldir, kitapların çoğunda bu yoktur" diye de bir hatırlatma yapmıştır. Birçok hususta bu "razı olan geçim" terkibi misal olarak zikredilegeldiği için biz de bu izahı kaydetmeye lüzum gördük.

8. Ve fakat tartıları hafif gelen her kimse, yani sevabı olmayan yahut günahları ağır basıp da sevapları hafif gelen kısımdan olan kimse artık onun anası haviye (uçurum)dir. Yani varacağı yeri, yatağı kucağına sığınacağı anavatanı haviyedir. Barınacak yeri kalmayacak, artık "haviye" denilen cehennem uçurumunun kucağına atılacaktır. Diğer bir mânâ ile onun ümm-i dimağı, yani beyninin kökü haviye olacak, tepe takla cehennemin dibine atılacak öyle kaynayacaktır.

9. Ve fakat tartıları hafif gelen her kimse, yani sevabı olmayan yahut günahları ağır basıp da sevapları hafif gelen kısımdan olan kimse artık onun anası haviye (uçurum)dir. Yani varacağı yeri, yatağı kucağına sığınacağı anavatanı haviyedir. Barınacak yeri kalmayacak, artık "haviye" denilen cehennem uçurumunun kucağına atılacaktır. Diğer bir mânâ ile onun ümm-i dimağı, yani beyninin kökü haviye olacak, tepe takla cehennemin dibine atılacak öyle kaynayacaktır.

10. O haviyenin ne olduğuna, mahiyetine gelince şöyle beyan buyurulur: Bildin mi ki o haviye nedir? ( inkârî istifham; hâviyeye râci müennes zamiridir; sonundaki fasıla için ha-i şehittir. Aslı dir) mahiyeti neden ibarettir?

11. O kızgın bir ateştir, yani şiddetli, kızışkan bir ateş. Bundan sonraki sûrede "cahim" diye zikrolunacak olan cehennem ateşi, daha sonra "Hümeze" Sûresi'nde tarif olunacak olan Allah ateşidir.

"Kamus"ta kelimeleri, cehennemin isimleri olarak geçmektedir. Yukardan aşağıya düşmek, sukut etmek mânâsına "hüviy" ve "heveyân"dan türemiş ism-i fail olarak "sakuf" mânâsına gelir ve hava boşluğu gibi içi boş, derin, düşüldükçe düşülür engin uçuruma, "mehvat" gibi sukut yerine denir. Çukur demek olduğu gibi, "haviye" de devamlı aşağıya doğru düşen uçurum veya uçuruma düşen demek olabilir. Bu mânâdan cehenneme isim olmuştur. Ve Alûsî'nin naklettiği üzere denilmiştir ki: Ona "hâviye" denilmesi gayet derin olmasındandır. Bazıları da ateşin en aşağı kapısına tahsis etmişlerdir. İncil tercemelerinde de "haviye"ye tesadüf edilir. "Ümm-i haviye" denilmesine gelince: Bunda işaret ettiğimiz vechile üç mânâ söylenmiştir:

Birincisi: Ümm, ana mânâsından me'vâ, yani varılacak, kucağına sığınılıp barınılacak yurt ve yatak mânâsına istiare yoluyla mecazdır. Zira ana kucağı, çocuğun sığınıp barınacağı sığınağı olmak bakımından me'va ona benzetilmiştir ki, bunda pek acıklı bir alay etme, küçümseme vardır. Nihayet sığınıp varacağı en şefkatli anası, hâmisi kızgın ateş olan haviyeden ibaret bulunan bir kimsenin halindeki felaket ve fecaatin şiddet ve büyüklüğünü düşünmeli.

İkincisi: Araplar, bir kimsenin yok olmasına dua makamında kinaye yoluyla derler ki, "anası ağlayıp düşesi, bayılası!" demek gibidir. Zira bir kimse düştüğü, helak olduğu zaman anası ağlar, merakından düşer bayılır. Bu bizim, "anası ağlasın", yahut "anası ağladı", yahut "anası ağlayasıca" deyimlerimizi andırır. Bununla beraber, "kahrolası, Allah canını alası" duaları gibi duası da her zaman vaki olması istenilen dualardan olmayıp, teaccüb (hayrete düşme), takdir ve medhetmek için de söylenir. Nitekim Ka'b b. Sa'di Ğanevi'nin şu beyti bu kabilden olarak meşhurdur:

"Anası ağlasın, o giderken sabah ne gönderdi?

Ve dönerken gece ne çevirdi?" Yani ne kahraman, ne afacan adamdı!

Hamase'nin şu beyti de o türdendir:

"Anaları bayılası! Ne olmuştu onlara yıkıldıkları gün. Ceyşan denilen yerde kesilen şan ve şeref sebeplerinden dolayı. Mızraklar gerdanlarında iken kaçmak ve ölüm korkusundan bir merdivene çıkmak istemediler. Eğer kaçsalardı yine aziz olacaklardı. Fakat ölüme karşı sabrı daha çok değerli gördüler."

İşte Katade'den bir rivayet olarak geldiği üzere bir çok tefsirciler: İş bu tabirinden olduğunu söylemişlerdir "Keşşaf" sahibi ve "Müfredat"da Rağıb bunu tercih etmişler. "Keşşaf" sahibi bunun "razı olan hayat" kavline "tıbak sanatı"nı içermesi itibarıyla daha bedi olduğunu söylemiş, Taybî de buna "daha açık" demiştir. Bu mânâda "ümm", hakikaten ana demek olduğu gibi, "haviye" de cehennemin ismi değil, sakıta (düşen) mânâsına demektir. Yani "anası düşmüştür" demek olup bununla kıyamette helak ve cezasının şiddetinden kinaye edilmiş olur. Bunun inceliğinde şüphe yoktur. Fakat bu şekilde " mahiye" zamiri "haviye"ye dönmeyip, kelamın delâletinden anlaşılan, yani anasını ağlatan "dahiye"ye raci olmak gerekir. Halbuki önceki mânâda "haviye"ye dönüşü açık, istiare itibariyle mübalağa belağatı da şüphesiz olduğu için daha açıktır.

Üçüncüsü: Yine Katade'den, Ebu Salih'den, İkrime, Kelbi ve diğerlerinden rivayet edildiği üzere "ümm", beyin ve başın aslı ve kökü mânâsına olmaktır ki, bu şekilde "haviye", cehennem demek de, ona sakıta (düşücü) demek de olabilir. Yani beyninin kökü haviye olmuştur. Yahut "tepe taklak haviyeye yuvarlanmıştır" demek olur. Çünkü tepesi aşağı olarak cehenneme atılacaktır. Şu halde "mahiye" zamirinde iki vecih cereyan eder: Nâr (ateş), (bu ateştir) takdirinde mahzuf mübtedanın haberidir.

HÂMİYE yani ısının şiddeti mânâsına "hami"den, kızgın ve kızışgın demektir "fırın kızıştı" demek olduğu gibi, "güneş ve ateş kızıştı, hararetleri şiddetlendi" demektir. Masdarı "hamyen" ve "humyen" ve "humuyyen" gelir. Ateş zaten kızgın demek iken, "nâr" denildikten sonra bir de "hamiye" (kızgın) diye tavsifi, diğer ateşlerin buna oranla sanki "hamiye" (kızgın) değil, soğukmuşlar gibi hafif kalacaklarına işaret eden bir teşdid (kuvvetlendirme)dir. İşte o kâria (kıyamet)da tartıları hafif gelenlerin sonu budur. "Allah korusun."