64-TEĞABUN:
1. Yukarılarda
ve aşağıda bulunan bütün yaratıklar her zaman, devamlı surette Allah'ı tenzih
eder durur. Bu sûrenin böyle tesbih ile başlaması, önceki sûrede zikredilen
İlâhî üstünlüğün bir beyanı, müminleri Allah'ı zikre teşvik etmenin bir müeyyidesidir.
Ayrıca eceli gelen bir kimsenin ecelini tehir etmemesi de, kudretindeki bir
kusurdan dolayı değil; zat, sıfat ve fiillerinde her noksanlıktan berî olarak
mülk ve tasarruflarında tam üstünlük ve hakimiyyetinden dolayı olduğuna bir
tenbih ve bu sûrede zikredilecek yeniden dirilme konusunda bir mukaddime demektir.
Ölüm, gözlerinin önünde duran gafiller, kâfirler anlamaz düşünmezlerse de
göklerde ve yerde her ne varsa Allah Teâlâ'nın kemal ve yüceliğini her an
ilan edip durmakta, zerresinden cisimlerine, cisimlerinden fezasına her neye
bakılsa hepsi O'nun yüceliğine şehadet etmektedir. Mülk O'nun, hamd O'nundur.
O'ndan başkasının değildir. Çünkü hepsini yaratan, hepsini tutan, koruyan
O'dur. Hepsinde dilediği gibi yaratma ve yok etme, öldürme ve yaşatma, üstün
ve zelil kılma vesaire gibi tasarruf etme hakkı da O'nun, her nede olursa
olsun hamd ve şükür, övülme ve ta'zim edilme hakkı da O'nundur. Ve o her şeye
kâdirdir. Binaenaleyh bu gün fakir ve güçsüz gibi görünenleri yarın kuvvetlendirip
büyük galibiyetlere erdirmeye, zengin ve güçlü zannedilenleri zelil ve perişan
etmeye, sorumlu olmayız zannedenleri sorumlu tutmaya, uykudakileri uyandırmaya,
ölüleri diriltmeye, Resulü'ne vaad ettiğini yerine getirmeye, kısacası varları
yok, yokları var etmeye kâdirdir.
2. Kudretinin
izlerinden bazısının beyanı şöyledir: O, o kudret sahibidir ki sizi yaratmıştır
sonra da içinizden kimi kâfir, O'nu, O'nun kudretini ve kudretinin delillerini
tanımaz, inkâr eder, yalanlar, nankörlük eder, hakikati örter ve kendi yaratılışında
gizlenmiş bulunan alâmetleri görmemezlikten gelir, kimi de mümin; O'na, O'nun
kudretine, gönderdiklerine, indirdiklerine inanır ve yaratılıştaki görüntüye
muttali olur. Şu halde kâfir de, mümin de O'nun yaratığıdır. İnsanın yaratılışı,
yaratıcıya imanı gerektirmekle beraber, küfre de imana da kabiliyetlidir.
Mahlukat içinde hepsinden farklı bir insan cinsi yaratmak, sonra da aynı cins
içinde bir birine zıt iki grup meydana çıkarmak şüphesiz yaratıcının her şeye
kadir olduğuna delalet eden kudretinin izlerinden önemli bir delildir. Bu
cümlenin "kâfiren ev müminen" gibi hal ve kayd veya "ba'züküm kâfir ve ba'züküm
mümin" gibi fâsıl suretinde ifade edilmeyip de açıklama veya kısımlara ayrılma
ile tertibe delalet eden ile şeklinde yan bir cümle olarak getirilmesi, küfür
ve imanın da Allah tarafından yaratılıp takdir edilmesiyle beraber insanların
bizzat yapma ve iradeleriyle alakalı olarak talî ve gerekli bir şekilde yaratılmış
bulunduğuna işaretle kâfirlere bir tehdit ifade etmektedir.
Kadî Beydâvî
daha ziyade birinci noktaya işaretle şöyle demiştir: "Kâfir, küfrü takdir
edilen ve üzerine yüklenilen, mümin ise, imanı takdir edilen ve gereğini yapmaya
muvaffak kılınan demektir." Ebu's-Suud da ikinci noktaya temas ederek şunları
söylemiştir: "Sizi ilmî olgunlukların ve ameliyenin prensiplerini içeren güzel
bir yaratılışla yaratmış, bununla beraber bazılarınız yaratılış gereğinin
aksine olarak küfrü tercih etmiş ve böylece kâfir olmuş, bazılarınız da yaratılışının
gereği olarak imanı tercih etmiş ve mümin olmuştur. Halbuki üzerinize vacib
olan hepinizin imanı tercih edip halk ve îcad nimetine ve ona bağlı diğer
nimetlere şükretmekti. Siz ise yaratılışınız itibarıyla buna kabiliyetli olduğunuz
halde öyle yapmadınız da kiminiz kâfir, kiminiz mümin olup gruplara ayrıldınız."
Mamafih bu grup ve fırkalara ayrılmayı, Cebriyye'nin dediği gibi kulun hiç
bir rolü olmayarak sırf Allah'ın takdirine nisbet etmek nasıl doğru değilse,
Mu'tezile'nin anladığı gibi Allah'ın yaratma ve takdiri olmaksızın sadece
kulların yaratmasına nisbet de doğru değildir. Âyet açıkladığımız gibi iki
cihetin ikisine de işaret etmektedir. Abd b. Humeyd, İbnü Münzir, İbnü ebi
Hatim, İbnü Cerir ve İbnü Merduye, Ebu Zerr (r.a)'den şöyle bir rivayet nakletmişlerdir:
Ebu Zerr demiştir ki: "Resulullah (s.a.v) buyurdu ki: Meni rahimde kırk gün
durunca ona nüfus meleği gelir, sonra O Allah'a yükseltilir. Melek "Ya Rab,
Erkek mi dişi mi?" der. Allah Teâlâ ne kaza buyuracaksa buyurur. Sonra melek
"Cehennemlik mi cennetlik mi?" der. Böylece ne ile karşılaşacaksa o yazılır."
Ebu Zerr bu hadisi rivayet edip Teğâbün Sûresi'nin baş tarafından üç âyeti
'e kadar okumuştur. Bunun gibi başka hadisler de vardır. Bunlar insanın yaratılışının
içerisinde gelecekteki mukadderatının takdir edilmiş bulunduğunu gösterir.
Fakat bilindiği gibi bu mukadderatın böyle Allah tarafından bilinip takdir
edilmesi onun, bir kısmını kulun işlemesine ve tercih etmesine engel değildir.
Kulun bir fiili yapması üzerine cereyan eden yaratma da, "Sizi ve yapmakta
olduklarınızı Allah yarattı. " (Saffât, 37/96) âyetine göre yine Allah'a aittir.
Binaenaleyh iman da, küfür de yaratılmıştır. Ancak Allah'ın imana rızası var,
küfre rızası yoktur. Bu suretle iman ve küfrün yaratılması insanın iradesiyle
ilgili tali ve gerekli bir yaratma olduğundan "İçinizden kimi kâfir, kimi
mümindir." buyurulmuştur. Bu izahta, hem Kâdî Beydâvi'nin işaret ettiği mânâ,
hem de Ebu's-Suud'un tercih ettiği anlam mevcuttur. Bunlardan birisi, "Allah
dilemedikçe siz bir şey dileyemezsiniz." (Tekvir, 81/29) âyetine, diğeri de
"Dileyen Rabbine varan bir yol tutar." (İnsan, 76/29) âyeti doğrultusundadır.
Küfür ve nankörlükten sakındırma, iman ve iyiliğe teşvik mânâsını ifade eden
şu cümle de, kulun fiilî tarafını kuvvetlendirmektedir. Halbuki Allah, her
ne yaparsanız görücüdür. Gerek küfür ve gerek küfürle ilgili ameller ve gerekse
iman ve imana bağlı ameller olsun her ne yaparsanız hepsini görüp duruyor.
İyiliği de, kötülüğü de görüyor. Siz O'nu göremeseniz de O sizi ve yaptıklarınızı
görüyor. O halde O'na karşı küfür ve nankörlükten utanmaz mısınız? Utanmazsanız
korkmaz mısınız? Şüphe yok ki insanın işledikleri ameller içinde, elinde olmayan
mecburi fiiller de vardır. İnsan bunların da dünyada lezzet ve acı gibi sonuçlarına
dayanmaya mecbur olursa da, başlangıçları itibariyle olsun hiç kesb ve iradeye
bağlı olmayan cebri fiiller, sırf mecburi olduklarından dolayı ahiretle ilgili
sorumlulukları yönüyle insana ait değildir. "İnsana çalışmasından başka bir
şey yoktur." (Necm, 53/39) ve "Herkes kendi kazandığına bağlıdır." (Tûr, 52/21)
âyetlerinden de anlaşılacağı üzere insana ait olan, insanın gayreti ve çalışması
ile alakalı bulunan fiilerdir. Onun için bu âyette de "ne yaparsanız" ifadesi
ile kasdedilen, gerek doğrudan doğruya, gerek başlangıçları itibariyle insanın
çalışmasıyla ilgili amellerin olması lazım gelir ki, küfür ve imana sebeb
olanlar da nazar ve düşünce yönüyle bu kabildendir. Gerçi Allah Teâlâ insanların
yaptıkları her fiili de görür. Fakat sırf vehbî (Allah'ın lütfuyla) veya zorunlu
olan fiillerde sorumluluk ve yükümlülük bulunmadığından bu cümlenin ifade
ettiği tehdit, ancak irade ile yapılan fiillere yöneliktir. Bu suretle sorumluluğun
mânâsı da, kulun ihtiyar ve iradesini Allah Teâlâ yerine getirdiği takdirde
ilâhî hikmetin gereği olarak, yaratılacak iyi veya kötü bütün sonuçların kula
ait olması ve böylece kulun, Allah'ın yanında ceza veya mükafat görmesi demektir.
O halde Allah yaptıklarımızı görürse ne olur? denilmemelidir.
3. Çünkü Allah
Teâlâ bütün gökleri ve yeri hak ile yaratmıştır. Boşuna ve oyuncak olarak
değil, kendisinin vasfı olan hak mânâsını gösteren, eşya arasında bir sıralanma
ve intizam ifade edip hepsini hak gayesine doğru götüren sabit bir irade ve
üstün bir hikmetle yaratmıştır. Onun için yaratıcının hakkını yaratığa, yaratanın
hakkını da yaratıcıya isnad etmemek nasıl bir hak ise, bir yaratığın hakkını
diğer bir yaratığa isnad etmemek de aynı şekilde bir haktır. Bütün fiilleri
görüp duran Allah Teâlâ, her birine hakkıyla gerekli görerek yaratacağı sonuçları,
elbette ki mahallinden başkasına isnad etmez. Küfür ve nankörlüğe vereceği
cezayı imana, iman ve ihsana (iyiliğe) vereceği mükafatı da küfre ve nankörlüğe
vermez. O, bütün gökleri ve yeri hak ile yaratmıştır ve size suret vermiş,
bütün yaratıkları içinde sizi ayrı şekil ve suret ile tasvir edip insan biçimine
koymuş sonra suretlerinizi, güzel de yapmıştır. Ahsen-i takvim denilen en
güzel biçime sokmuştur. Haşr Sûresi'nde "O, yaratan, var eden, şekil veren
Allah'tır..." (Haşr, 59/24) âyetinde geçtiği üzere suret, hususi olan bedenle
ilgili şekil ve biçime denildiği gibi akılla anlaşılan manevî sınır ve belirtilere
de denir. İnsanlar da gerek beden ve boy uygunluğu ve gerek eşyayı birbirinden
ayırdettiren suretlerini kavramakla hak anlamını idrak eden ruhanî şekillenmeler
açısından en güzel surette yaratılmışlardır. Bu suretle kâinatın hak ile yaratılmış
olan özelliklerini kendinde hülasa ederek hakkı batıldan, güzeli çirkinden,
hayrı şerden, tatlıyı acıdan ayırmak mümkün ve mukadder olduğu kadar tasarruf
edip dilediğini yaratıcıdan isteyebilir. Böylece hayatta elde ettiği şeye
göre insan kendini ya daha ziyade güzelleştirir, cennetin en yüksek makamına
ulaşır, yahutta çirkinleştirir, cehennemin dibine yuvarlanır. Denilmiştir
ki :"İnsan cennet ile cehennem arasını birleştiricidir." Bu da soyutlar âleminden
Rabbın emri olan ruhu ile maddeler âleminden olan bedeni sebebiyledir. Şu
beyti Hz. Ali'ye nisbet ederler:
"Sanırsın
ki sen bir küçük cisimsin
Halbuki o
büyük âlem sende dürülüdür."
Câsiye Sûresi'nde
geçen "Göklerde ve yerde ne varsa hepsini kendinden size boyun eğdirdi..."
(Câsiye, 45/13) âyetinde de bu mânâya işaret vardır. Yine bu anlamdan dolayı
Ebu'l-Feth el-Busti şöyle demiştir:
"Nefsine dikkat
et, onun faziletlerini tamamla
Çünkü sen
cisimle değil, ruh ile insansın."
Kısacası Allah
Teâlâ, "Biz insanı en güzel biçimde yarattık." (Tin, 95/4) buyurduğu üzere
insanı en güzel surette yaratmıştır. O halde bunun hakkı, layıkı ve gereği
de insanların çirkin hallerden sakınıp "Hanginizin daha güzel iş yapacağınızı
denemek için..." (Mülk, 67/2) buyurulduğu gibi en güzel amellerle yarışarak
Allah'a yaklaşmaya çalışmasıdır. Çünkü nihayet dönüş O'nadır.
Masîr, sayruret
etmek, rücu' etmek, dönüp gitmek mânâsına mimli mastar, bir de dönüp varılacak
yer anlamında ism-i mekândır. Burada birincisi yani dönüş mânâsı, 'de ikincisi,
dönüş yeri mânâsı daha uygundur. İlk yaratılış ve geliş Allah'tan olduğu gibi
nihayet gidiş de O'nadır. O gökleri ve yeri hak ile yaratıp size o güzel suretleri
veren ve hiç bir leke kabul etmeyip bütün güzellikler, mülk ve hamd kendisinin
olan, her şeye kâdir ve her noksanlıktan berî olan Allah'a varılacak, O'nun
hiçbir haksızlığa yer vermeyen yegane huzurunda toplanılıp haklı, haksız,
iyi ve kötü ayırdedilerek yeniden dirilişte iyiye iyi, kötüye kötü ceza verilecektir.
4. O, göklerde
ve yerde ne varsa hepsini bilir ve siz her ne gizliyor ve açıklıyorsanız hepsini
bilir ve Allah bütün göğüslerin hakikatini de bilir. Onun için gerek kalblerinizin
ve ruhlarınızın derinliklerinde, gerek bedenlerinizin içinde dışında ve gerek
bulunduğunuz bütün muhitlerde neler tutuyor, neler saklıyor, aranızda neler
konuşuyor, neler yapıyor, âleme neler yayıyor, âlemden neler alıp neler yutuyorsanız,
iyi ve kötü, güzel ve çirkin, haklı ve haksız hepsini bilir, sizin bildiklerinizi
de bilmediklerinizi de hepsini tamamiyle bilir. O halde insan olanlar O'na
iman edip, O'nun yarattığı o güzel yaratılışı, hakkıyla güzel kullanmalı,
O'nun nimetlerini yerinde sarfetmeli, hamd ve şükrünü yerine getirmeli de
O'nun huzuruna yüz akıyla gitmeli, küfür ve nankörlük, fısk ve isyan ile yüz
karası içinde gidip de o çok acı veren azaba atılmamalıdır.
5. Ey bugünkü
kâfirler! Bundan önce küfredip de yaptıklarının vebalini tatmış olanların
önemli haberleri size gelmedi mi? Nuh, Âd, Semud, Lut kavmi ve Firavun gibi
küfürde ısrar edenlerin küfürlerinin, azgınlıklarının vebali olan o ağır ve
acı felaketleri bu dünyada nasıl tattıklarını ve nasıl battıklarını işitmediniz
mi? Gerek önceki kitablarda ve gerek Kur'ân'da bunlar size haber verilmedi
mi? Halbuki onlar yalnız bu dünyada tattıkları o acılarla kalmadılar. Onlar
için daha çok acıklı, dayanılmaz bir azap da vardır ki o da ahirettedir. Bunlar
size haber verilmişken sizler niçin ibret almayıp küfürde ısrar ediyorsunuz.
6. İşte o,
haber verilen dünyadaki tattıkları vebal ve ahirette tadacakları acıklı azap
şu sebepledir ki onlara peygamberleri beyyinelerle, açık deliller ve mucizelerle
geliyorlardı da bize bir beşer mi yol gösterecek? Dediler, bu suretle küfrettiler
Hakk'ı tanımadılar, o peygamberlere ve delillere inanmadılar. Ve aksine gittiler,
Allah da muhtaç olmadığını gösterdi. Onların ne iman ve itaatlarına, ne de
kendilerine asla ihtiyacı bulunmadığını anlattı. Onların hepsini helak edip
arkalarını kesti. Şüphe yok ki yaratan Allah gani (zengin) olmasaydı öyle
yapmazdı. Evet Allah ganidir, sadece onlardan değil, bütün âlemlerden ganidir.
Dilerse hepsini mahveder, yenisini yapar. Hamîd'dir, zatında her güzelliği,
her üstünlüğü toplayıcı, her türlü hamd ve hürmete müstehaktır.
7. Küfredenler
şöyle zannettiler, bilgiçlik taslayarak ahireti inkâr edip şu batıl fikir
ve itikada "doğru" diyerek saplandılar ki asla dirilmeyeceklermiş, öldükten
sonra yeniden diriltilmeleri, önce yaptıklarının başlarına vurulması, iyilik
nasılmış, kötülük nasılmış, acı mıymış, tatlı mıymış, anlatılarak ceza çektirilmesi
kabil değilmiş, öldükten sonra her şey yok olur biter, iyilik de kötülük de,
doğruluk da, eğrilik de boşa gider, hak ve hakikat denilen sabit bir şey yoktur,
insan sadece kokup çürüyüp gidecek olan tenden ibarettir diye sandılar ve
o gidişin nereye olacağını düşünmediler de o yaptıkları haksızlıklara, karıştırdıkları
haltlara, o küfür ve nankörlüğe ondan dolayı düştüler. De ki: Hayır! Rabbim
hakkı için sizler gerek kâfir, gerek mümin bütün insanlar elbette diriltileceksiniz.
"İnsanlar uykudadırlar, öldükleri zaman uyanırlar." denildiği gibi hakkın
huzurunda ayıltılıp uyandırılacaksınız. Sonra da yaptıklarınız size haber
verilecektir. Hesaba çekilip cezalandırılacaksınız iman edip iyi işler yapanlar
kârlı çıkıp bahtiyar olacak, küfür ve nankörlüğe gidenler zarara uğrayıp belalarını
bulacaklardır. Bu, dirilme ve ceza sizlere zor gelse de Allah'a göre kolaydır.
Çünkü O yaratıcı, her şeye kâdirdir.
8. O halde
yanlış zanlardan Allah'a ve Resulü'ne, bunları size tebliğ eden peygamberi
Muhammed (s.a.v.)'e ve indirmiş olduğumuz nura yani şuurları, basiretleri
aydınlatacak Hak nuru olan Kur'ân'a iman ediniz. İnanıp gereğince amel ediniz,
gösterdiği yolda, anlattığı huy ve ahlâkta çalışınız, emirlerini tutup nehiylerinden
kaçınarak, Hak uğrunda güzel işler yapınız ki Allah her ne yaparsanız haberdardır,
küçük büyük, iyi ve kötü hepsini bilir, sırası gelince hepsini size haber
verir.
9. Ne günü
bilir misiniz? Sizleri o dernek gününe derleyip toplayacağı gün O gün teğabün
günüdür. Kimin aldatıp kimin aldandığı, kâr ve zararın belli olacağı gündür.
Teğabun,
gabn'den türetilmiş "tefaul" vezninde bir kelimedir. Gabn, alış verişte veya
görüşte aldanmak yahut aldatmak, yani değerinden aşağı veya yukarı almak,
ya da vermek demektir. Aradaki fark az olursa gabn-i yesir, çok olursa gabn-i
fahiş denilir. Teğabün de karşılıkla aldatma yahut aldatma veya aldanmanın
ortaya çıkması anlamını ifade etmektedir. Alış verişte meydana gelirse gayn'ın
üstünü, ba'nın sükunuyla "ğabn", re'yde olursa ikisinin de üstünüyle "gaben"
diye ayırd edilir. Mamafih muameledeki de re'ye ait olacağından sonuçta ikisi
de aynı yere çıkmaktadır. Aldatan gabin, aldanan mağbun demektir. Rağıb der
ki: "Gabn, aranızdaki muamelede sana, arkadaşının bir nevi gizlice alçaklık
etmesidir. Malda olursa "Falanca aldattı." denir. Re'yde olursa "Şöyle aldandı
veya aldandım." denilir ki gaflet, gabin sayılır. "Yevmu't-teğabun" kıyamet
günü anlamını ifade eder. Çünkü "İnsanlardan öylesi de var ki kendisini Allah'ın
rızasına satar.." (Bakara, 2/207), "Allah, müminlerden mallarını ve canlarını
cennet kendilerinin olmak üzere satın almıştır." (Tevbe, 9/111), ve "Fakat
Allah'a verdikleri sözü ve yeminlerini az paraya satanlar var ya, işte onların
ahirette bir payı yoktur.." (Âl-i İmrân, 3/77) âyetlerinde işaret edilen alış
verişte ğabin bulunup bulunmadığı o gün ortaya çıkacak, kâr ve zarar olup
olmadığı o zaman anlaşılacaktır." Bazıları, hakkında soru sorulduğu vakit
şöyle demişlerdir: "O gün eşya onlara, dünyadaki miktarlarının tersine görünecektir."
Bazı müfessirler de demişlerdir ki: "Ğabnın aslı, şey'i gizlemektir. Şey'in
gizlendiği yere de üstünle "ğaben" denilir. Organlardan dirsek, kasık gibi
büklüm yerlerine de gizlenmesinden dolayı "meğabin" adı verilir. Bu anlamda
kadına da "tayyibetu'l-meğabin" (gizli güzel) denir." Zemahşeri de der ki:
"Teğabün burada, kavmin ticarette birbirlerini aldatmaları mânâsında ödünç
olarak kullanılmış olup, şaki (sapık) olanların said (bahtiyar) oldukları
takdirde işgal edecekleri mevkilere saidlerin konması ve said olanların şaki
oldukları takdirde işgal edecekleri mevkilere de şakilerin konması mânâsınadır.
Resulullah'ın hadisinde de, "Cennete giren her kula, şayet kötülük yapmış
olsaydı cehennemde bulunacağı yer muhakkak gösterilirdi ki şükrü artsın, cehenneme
giren her kula da şayet iyilik yapsaydı cennette bulunacağı makam mutlaka
gösterilir ki üzüntüsü artsın." diye zikredilmiştir. (Bu konuda bilgi için
"İşte size cennet; yaptıklarınıza karşılık o size miras bırakıldı diye seslenildi."
(A'râf, 7/43) âyetinin tefsirine bkz.) Gerçi insanların o günün dışında da
aldatma ve aldanmaları olmaz değildir, ancak bu ne kadar büyük olursa olsun
dünya işlerinde aldanma ve aldatma, hakiki teğabun olmayıp, gerçek teğabunun
kıyamet günü olduğunu hatırlatmak için ona denilmiştir." Ticarette Teğabun'un
"tefaul" babının meşhur mânâsına bakarak ekseriya alış veriş yaparken karşılıklı
olarak birbirini aldatmaya çalışmak mânâsına "iki kişi arasında" vuku bulduğu
söylenirse de, "tevazu" (alçak gönüllü olma) ve tekaud" (emekli olma) kelimelerinde
olduğu gibi tek kişi için de kullanılır. Burada Mücahid ve Katade'den "Cennet
ehlinin, cehennem ehlini aldattığı gün" diye tefsir edildiği de nakledilmiştir.
Biz buna hakiki aldatma ve aldanmanın gerçekleştiği kâr ve zarar günü demekle
her iki ihtimali de ifade etmiş olacağımızı zannediyoruz. Dünya muhabbetine
dalmış olan bedbahtların en büyük arzuları, ticaret sevdasıyla şunu bunu aldatmak
olduğu cihetle, burada onların kınanması için teğabun tabiri kullanılmıştır.
Esasen maksad, en büyük kâr ve zararın tahakkuk edeceğini ifade etmekle o
günün büyüklüğünü anlatmaktır. Kimlerin kâr, kimlerin zarar edeceği konusuna
gelince her kim Allah'a iman edip yararlı işler yaparsa işte o kâr edecektir.
Çünkü Allah ondan onun günahlarını örtecek ve onu altından ırmaklar akan cennetlere
koyacaktır. Öyle ki içlerinde ebediyyen kalacaklardır. İşte büyük kurtuluş,
büyük zafer odur. Çünkü her tehlikeden kurtulup en büyük murad, en büyük zevk
olan o yüce rızaya ermek oradadır.
10. Küfredip
bizim âyetlerimize yalan diyenler ise işte onlar, aldanıp zarar edenlerdir.
Çünkü onlar ateş ashabıdırlar, cehennem ateşinde kalmaya mahkûmdurlar. Öyle
ki orada ebedi olarak kalacaklardır. Ki o da ne fena masir , ne kötü varılacak
yer, ne çirkin yataktır. Onun için insan olanlar bundan sakınıp o büyük kurtuluşa
ermek için iman edip yararlı işler yapmalıdır. Öyle iman ve bağlılıkla çalışmak
ve hangi amelin daha faydalı, o gün için daha kârlı olduğunu bilmek kolay
mı? Ve öyle çalışan müminlerin başlarına da dünyada bir takım belalar gelmiyor
mu? denilecek olursa:
Meâl-i Şerifi
11- Allah'ın
izni olmayınca hiç bir musibet isabet etmez. Kim Allah'a inanırsa, Allah onun
kalbini doğruya götürür. Allah her şeyi bilendir.
12- Allah'a
itaat edin, Peygamber'e de itaat edin. Yüz çevirirseniz bilin ki, elçimize
düşen apaçık bir duyurmadır.
13- Allah
ki O'ndan başka tanrı yoktur. Müminler Allah'a dayansınlar.
14- Ey iman
edenler! Eşlerinizden ve çocuklarınızdan size düşman olanlar da vardır. Onlardan
sakının. Ama affeder, kusurlarını başlarına kakmaz, hoş görür ve bağışlarsanız,
bilin ki Allah çok bağışlayan çok merhamet edendir.
15- Doğrusu
mallarınız ve çocuklarınız sizin için bir imtihandır. Büyük mükafat ise Allah'ın
yanındadır.
16- O halde
gücünüzün yettiği kadar Allah'tan korkun, dinleyin, itaat edin, kendi iyiliğinize
olarak harcayın. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa işte onlar kurtuluşa
erenlerdir.
17- Eğer Allah'a
güzel bir borç verirseniz, Allah onu sizin için kat kat yapar ve sizi bağışlar.
Allah çok mükafat verendir, halimdir.
18- Görünmeyeni
ve görüneni bilendir. Üstündür, hikmet sahibidir.
11-13. Bir
musibet isabet etmez ki Allah'ın izniyle olmasın. Yani gerek kâfir, gerek
mümin, ferd yahut topluluk her kim olursa olsun başına can, mal veya başka
şeylerle ilgili herhangi bir musibet, maddî, manevî, kavlî veya fiilî hoşa
gitmeyecek acı bir hadise gelirse o, her halde Allah'ın izniyledir. Allah'ın
izni olmayınca hiç kimsenin istemesiyle, çalışmasıyla kimseye bir musibet
erişmez. Allah'ın izni olmayınca bir yaprak bile yerinden oynamaz. (Hadîd
Sûresi'nde geçen (57/22) âyetinin tefsirine bkz). Gerçi "Başına gelen kötülük
ise nefsindendir." (Nisâ, 4/ 79), "Bir millet kendi durumlarını değiştirmedikçe,
Allah onların durumlarını değiştirmez." (Ra'd, 13/11) âyetlerinde geçtiği
üzere bazı musibetlerin kaynağı, insanın veya kavmin kendisi olduğu muhakkak
ise de böylesi musibetler bile, yine de Allah'ın takdiri, iradesi ve izni
olmadıkça meydana gelmez. Onun için "De ki hepsi Allah'tandır.." (Nisâ, 4/78)
buyurulmuştur. Bu ancak Allah'ın izniyle olduğu gibi her kim de Allah'a iman
ederse Allah onun kalbine hidayet verir, yardım eder, doğruyu düşündürür,
gelen musibetin ancak Allah'ın izniyle olabileceğini ve kendisinin de Allah'ın
olup yine O'na döneceğini hatırlatarak "Biz Allah için varız ve biz sonunda
O'na döneceğiz." (Bakara, 2/156) tesellisiyle gönlünü rahatlatır. "Böylece
elinizden çıkana üzülmeyesiniz ve Allah'ın size verdiği nimetlerle şımarmayasınız.."
(Hadid, 57/23) irşadıyla sabır, metanet ve "Yalnız sabredenlere, mükafatları
hesapsız ödenecektir." (Zümer, 39/10) müjdesiyle ferahlık verir. Ve Allah
her şeyi bilicidir. Binaenaleyh ona izin vermesindeki hikmetini, ne gibi hayırlar
ve faydalar gerektireceğini, bu yüzden mümin kulunu ne gibi sevaplara ulaştıracağını,
böyle iman eden bir kulun ne şekilde hareket etmesi gerekeceğini bilir ve
kalbine o suretle hidayet vererek muvaffak kılar. O halde yararlı işlerin
neler olduğunu bilmek için de Allah'a ve Resulü'ne ve o nura (Kur'ân'a) iman
edin. "Allah'a itaat edin, peygambere itaat edin." Bu emir, yukarıda geçen
cümlesine yahut âyetinin mânâsıyla ilgili olarak takdir edilen ya bağlıdır.
14. "Ey iman
edenler! Eşlerinizden ve çocuklarınızdan." Toplumda iç huzurun en önemli prensiplerinden
biri de aile düzenidir. Böylesine mühim bir mesele olmasından dolayı burada
müminlere yararlı işlerin beyanı sırasında aile problemleriyle ilgili bazı
talimatları içeren bir hitap ile sûreye son verilecektir ki bu husus, hem
önceki iki sûrenin sonunda yer alan hitabelerine bir nazire, hem de bundan
sonra gelecek olan iki sûreye bir mukaddimedir. Tirmizi, Hakim, İbnü Cerir
ve daha başkaları İbnü Abbas'tan şöyle rivayet etmişlerdir ki: "Bu âyeti bazı
Mekkeliler hakkında nazil olmuştur ki, onlar müslüman olmuşlar ve Medine'ye
Peygamber (s.a.v)'in yanına gitmek istemişlerdi. Hanımları ve çocukları da
onları bırakmaya razı olmadılar. Sonra kalkıp Resulullah'a geldiklerinde insanların
dinî bilgileri kavramış olduklarını görünce zevcelerine ve çocuklarına ceza
vermeyi düşündüler. Bunun üzerine Allah Teâlâ bu âyeti indirdi." Diğer bir
rivayette de şöyle denilmiştir. "Bir adam hicret etmek istemişti, ancak karısı
ve çocuğu ona mâni olmuştu, o da "Eğer Allah Teâlâ sizinle beni Daru'l-hicre
(Medine)'de bir araya getirirse vallahi şöyle şöyle yapacağım." diye yemin
etmişti. Böylece bu âyet nazil oldu." Ata b. ebi Rabah'tan rivayet edildiğine
göre: "Avf. b Mâlik el-Eşcei Peygamber'le beraber gazaya gitmek istemişti.
Çoluk çocuğu toplanıp engel olmaya uğraştılar ve biz senin ayrılığına dayanamayız
diye sızlandılar. O da merhamet gösterip gazaya katılmamış, sonra da pişmanlık
duymuştu. Bunun üzerine söz konusu âyet indi." Bu da gösteriyor ki âyetin
nüzul sebebiyle ilgili birden çok rivayet vardır. Ancak bu rivayetleri birleştirmek
mümkündür. Âyetin söz gelimi ve mânâsı bu ve benzeri rivayetlere uygun olduğu
gibi daha da kapsamlıdır.
Ezvac, zevc
kelimesinin çoğuludur. Erkeğe de dişiye de denir. Burada hitab, âyetin dış
anlamı itibarıyla erkeğe olduğuna göre murad da, onların eşleri olan hanımlar
demektir. Ancak "Ey iman edenler!" gibi erkeklere yapılan hitab'ın tağlib
yoluyla kadınları da kapsaması kaidesine bakarak, ezvacın da erkek ve kadın
eşleri içine aldığı söylenebilir. Önceki ifadeden bu mânâ, işareten veya delaleten
anlaşılır. Buyuruluyor ki: Ezvacınızdan, yani eşlerinizden ve çocuklarınızdan
size bir düşman vardır. Kadın ve çocuklardan oluşan ailelerinizin tamamı değilse
de içlerinden bazıları; yani bazı kadın, bazı çocuk veya bazı kadınla çocuklardan
teşekkül eden bir takımı, size bilerek veya bilmeyerek bir nevi düşmandır.
Dünyada kocalarına düşmanlık eden, canına bile kıymaya kadar giden, yemeğine
zehirler katan, aklını karıştıran, malına ırzına, namusuna hıyanet eden, dinini
diyanetini yıkan ve cehenneme sürükleyen nice kadınlar ve çocuklar bulunagelmiştir.
Bunu bile bile kasden yapanlar olduğu gibi bir takımları ve belki de birçokları
bilmeyerek ve kötü bir maksat beslemeyerek kocalarını veya babalarını zararlara,
sıkıntılara, keder ve üzüntülere düşürür, böylelikle bir takım hayırlı işlere,
ibadetlere engel olurlar. Çocuklar hakkında ifade edilen bu ikinci husus,
bundan sonra gelen âyette fitne tabiriyle gösterilmiş olmasına nazaran burada
daha ziyade kasdi olan düşmanlık ilk akla gelirse de, o âyette zikredilmemiş
olan ezvacla beraber burada da aynı mânâ düşünülerek mutlak anlamda olan düşmanlığın
kasıtlı veya kasıtsız olma ihtimalinin bulunması, iki âyet arasında bir "intibak"
sanatı ifade edebileceği cihetle daha beliğdir. Ailede böyle kasıtlı yahut
kasıtsız düşmanlık zevce ve çocuklar tarafından olabildiği gibi koca tarafından
da olabilir. Karılarına hıyanet eden nice erkekler de vardır. Ancak hitabın
zahiren erkeklere olması itibarıyla o taraf açıklanmayıp mânânın işaret ve
delaletine bırakılmıştır. Bunun da sebebi şudur: "Allah'ın insanlardan bir
kısmını diğerlerine üstün kılması sebebiyle ve erkekler mallarından harcama
yaptıkları için erkekler kadınların yöneticisi ve koruyucusudur..." (Nisâ,
4/34) âyeti gereğince erkeklerin infak, idare ve terbiyeyi üzerlerine alan
reisler olmaları hasebiyle hitab, öncelikle onlara yapılmış ve özellikle iman
sıfatıyla nida edilmiş olduğu cihetle akil, baliğ, mükellef bir mümin olarak
seslenilmiş, bir aile reisinin kendi ailesine karşı düşmanlık ve ahlâksızlığının,
erkeğin akıl ve iman yönüyle bağdaşmayacağı ifade edilmiş ve onlara ancak
bu gibi durumlarda uyanık bulunup birtakım mahzurlardan sakınmak, af, bağışlama
ve müsamaha gibi ahlâkî faziletlerle idare etmenin uygun olacağı anlatılmak
üzere bu cihet açıkça belirtilip mukabili terk edilmiş veya gizlice zikredilmiştir.
Yani gerçekte kâmil bir mümin için öyle bir ahlâksızlığı düşünmek bile mümkün
değildir. O halde müminlerin zevcelerine ve çocuklarına yakışan da onlara
düşman değil, cidden dost ve esirgeyici olmak, o imanın alâmet ve terbiyesini
kazanmaktır. Hal ve ifade yönünden örnek olarak bunu telkin ve idare etme
vazife ve sorumluluğu ise öncelikle erkeklere yöneltilmiştir. Bunun da sebebi,
kadınların akıldan ziyade hislerine tabi olmalarıdır. Binaenaleyh meâlin kısaca
özeti şöyledir: "Ey iman eden ve aile üzerinde yönetici olması gereken erkekler.
Sizlerin erkekliğiniz, aklınız, imanınız ve gereğince iyilik fikriniz size
bağlı olan ailenize düşmanlık yapmaya müsaade etmemeyi icab ettirirse de,
zevceleriniz ve çocuklarınız içinden akıl veya dinde noksanlıkları sebebiyle
sizlere düşman olan, başınıza problem çıkarmak isteyen bazılarının da bulunabileceği
muhakkaktır. O halde düşmanlardan sakınınız. Onlara dikkat edip mahzurlarından
korununuz, şerlerinden, keder ve sıkıntılarından emin olup kendinizi onlara
kaptırmayınız. Bundan dolayı eş seçerken dış güzelliğine, malına, şusuna busuna
kapılıvermeyip her şeyden önce dinini, edebini, iffetini ve ahlâkını aramak
gerekir. Nitekim bir hadiste "Çöplükte biten yeşillikten sakınınız!" buyurulmuştur.
Sonra da aile hukukuna riayet ve onların dinî terbiyelerine dikkat etmeli,
ayrıca onların yüzünden gelmesi beklenilen dünyevî ve uhrevî zararlardan sakınmalı,
gelişi güzel bırakıvermeyip uyanık durumda bulunmalı, sevgi ve alaka sevdasıyla
şımartmamalıdır. Bununla beraber sakınacağız diye tazyik edip de sıkmamalı,
her kusurlarına aldırmamalıdır. Ve eğer affederseniz yani affetmek hakkınız
olup tarafınızdan affı mümkün olan suçlarını bağışlarsanız -ki bunlar, size
karşı yapılan ve başkalarını ilgilendirmeyen dünya işleriyle alakalı yahut
da dinî konularda olup da tevbe ettikleri suçlardır affeder yüzlerine vurmaz,
başlarına kakmaz ve ayıblarını, eksikliklerini örter, müsamaha gösterirseniz,
şüphesiz Allah da gafurdur rahîmdir. O da sizin günahlarınızı rahmetiyle bağışlar.
15. Her halde
mallarınız ve evlatlarınız bir fitnedir. Sizi kendilerine tutkun edip zahmetlere
ve günahlara sokmaya sebeb olan ve bir takım hayırlardan, itaatlardan alıkoyan
bir imtihan ve sıkıntıdır. Halbuki büyük mükafat Allah'ın yanındadır. Binaenaleyh
Allah muhabbetini, zikir ve taatı mal ve evlat sevgisine tercih etmeli, mal
ve evlat kaygılarıyla uğraşırken Allah için olan ibadet ve itaatı bozmamalıdır.
16. Onun
için gücünüzün yettiği kadar Allah'tan korkun. Fitneden, Allah'ın rızasına
muhalif olan şeylerden sakınıp Allah'ın korumasına sığınarak takva yolunu
tutun. Bu emir, "Allah'tan O'na yaraşır şekilde korkun..." (Al-i İmrân, 3/102)
emrine nazaran çok hafifletilmiştir. Yani Allah'a layık bir şekilde, tam hakkıyla
takva yapamazsanız bile gücünüzün yettiği kadar müttaki olun, korunun, Allah'ı
zikirden gaflet etmeyin. Ve dinleyin ve Allah'ın emirlerini, nehiylerini,
vaaz ve nasihatı dinleyin ve itaat edin, dinlediklerinizi tutup kendi gönlünüzle
tatbik ve icra edin ve infak edin, çoğalmak ve iftihar etmek için mal toplayıp
biriktirmek hırsına kapılmayıp gerek çalışarak kazandıklarınızdan gerek yerden
çıkan madenlerden, Allah'ın size rızık olarak verdiği şeylerden zevcelerin
ve çocukların nafakalarını verdikten sonra Bakara ve Berae sûrelerinde emir
ve teşvik edilen cihetlere; ana baba ve yakın akraba, yetimler, miskinler
ve yolcular için nafakalar, müslüman topluluğun fakir kulların ihtiyaçları,
İslâm dinini yayma ve müdafaa ile Allah yolunda cihad, iyilik ve takvada yardımlaşmak
için gücünüzün yettiği kadar vergi, zekât ve sadaka verin. Nefisleriniz için
hayır yapın, Allah'ın koruması altında olmanız için kendi nefisleriniz hakkında
en hayırlı, en faydalı olanı işleyin. Yani büyük mükafatın Allah'ın yanında
olması, dünya zevklerinin yok olup Allah'ın yanındakilerin kalması sebebiyle
Allah rızası için harcamak, netice itibarıyla nefisleriniz hakkında mal ve
evlattan daha hayırlıdır. Bundan dolayı mal ve evlat dert ve hırsıyla Allah'ı
ve kendilerinizi unutup da hayır için infaktan geri kalmayın. Allah için hayırlar
yapın ve O'nun için çalışın, mal ve evlada da o maksadı gözeterek bakın ve
her kim nefsinin hırs ve cimriliğinden korunursa ki bu ancak Allah'ın korumasına
sığınmakla olabilir. İşte onlar felah bulanlardır. O'nun için gücünüzün yettiği
kadar Allah'a sığının da hırslı ve cimri olmamaya çalışın. Nefislerinizin
hırsına düşkün olup da vurgunculuk ve cimrilik ile kendinizi, çoluk, çocuğunuzu
ve cemaatinizi felaketlere sürüklemeyin. Cömert ve asil olmaya çalışarak Allah
için hayır işlerde yarışın. (Konuyla ilgili olarak (Haşr, 59/7 ve 9. âyetlerin
tefsirine bkz.)
17. Eğer Allah'a
karz-ı hasen (güzel borç) vermek suretiyle borç verirseniz (bilgi için Bakara,
2/245; Hadîd, 57/11 âyetlerinin tefsirine bkz.) Bu âyet de infaka teşvik etmektedir.
Bazıları bundan maksat, farz olan zekâttır demişler, bazıları mendub, bazıları
da hepsinden daha umumi olduğunu söylemişlerdir ki teşvike en uygun olan da
budur. Yani Allah'tan güzel mükafat istemekten başka bir maksat beslemeyerek
samimi niyetle verilen ödünçler gibi "(Yapacağınız hayırlar), kendilerini
Allah yolunda cihada adamış, Allah'a taatten başka bir düşüncesi olmayan,
o sebeble yeryüzünde dolaşıp kazanmaya imkan bulamayan, durumunu bilmeyen
kimselere karşı gösterdikleri tokluktan dolayı onlarca zengin sayılan fakirlere
verilmelidir..." (Bakara, 2/273) buyurulduğu şekilde Allah yolunda çalışan
ve çalışacak olanların ihtiyaçlarından ve bu kabil diğer iyilik ve hayırlardan
Allah rızası için mal veya emek sarfederek infak ve bağışta bulunursanız,
bu şekilde sarfedilen şeyler, sandıklarda para saklamaktan, dünya istekleri
için sarfetmekten veya borç vermekten, tefecilik ve faizcilik şöyle dursun
meşru ticaretlerden bile daha kârlıdır. Çünkü Allah onu kat kat mükafatıyla
öder. On kattan yedi yüze kadar ve hatta daha ziyade katlar. Memlekette bu
yüzden meydana gelecek güzel çalışma ve işlerle umumi zenginlik artıp, zenginlerle
fakirler arasında sevgi oluşturmanın dışında ahirette de kat kat sevab verir.
Hem de günahlarınızı bağışlar, ve Allah Şekûr'dur. Şükür, iyiliği iyilikle
karşılamak demek olup, Allah Teâlâ da rızası için yapılan azıcık bir iyiliğe
bile büyük mükafatlar verir. Nimet esasen kendisinin olduğu halde onun şükrünü
bilip de Allah için Allah'ın sarfını emrettiği yerlere sarfedenlerin hem daha
güzel ve daha fazlasıyla mükafatını artırır, hem kıymetlerini yükseltir, hem
de Halim'dir. Günahkârları hemen cezaya çarptırmayıp mühlet verir. Gerçi hesab
görmek istediği zaman hesabı çok seridir, bir anda bütün hesabları görüp bitiriverir.
Fakat her günahın peşinden hesabını görmez, bir çoklarına mühlet verir. Bu
da kendisine her hangi bir şey gizli kaldığı için değil, büyüklüğündendir.
18. Çünkü
gaybın da alimidir, şehadetin de, gizli yapılanları da bilir, açık yapılanları
da bilir. Meydana gelenleri de bilir, gelmeyenleri de bilir. O öyle Aziz,
öyle Hakîm'dir. Şekûr ve Halîm olmakla beraber Azizdir. İsyana karşı zorlama
ve cezası şiddetlidir. Dilerse hiç birine mühlet vermez, izzetiyle hepsinin
hesabını görüverir, hatır ve hayale gelmeyecek şeyler yapar. Bununla beraber
Hakîm'dir. Yaptıklarını öncesini sonrasını birbirine bağlayıp üzerine hikmetler
gerektirerek hakkıyla muntazam yapar. Her yaratmasında ve her emrinde hikmet
vardır. Onun içindir ki dünyadan sonra bir ahiret söz konusudur. Bütün bu
emirler de O'nun hak hikmetiyledir. Bunlarla amel edenler kıyamet günü aldanmazlar.
Bu sûrenin
sonundaki hitabede aile halleriyle ilgili olmak üzere "Eşlerinizden ve çocuklarınızdan
sizin için bir düşman vardır. O halde onlardan sakının!" buyurularak düşmanlık
mahzurundan sakınılması emredilmiştir. Halbuki evlat alakası yaratılıştan
gelen, feshi ve yok edilmesi mümkün olmayan bir neseb alakası olarak sabit
olup, zevciyet alakası ise nikâh akdi sebebiyle muteber olup, feshi ve ortadan
kaldırılması mümkün olan bir sebeb alakası olması hasebiyle karı ve koca arasında
bundan istenilen sevgi ve iyi geçinme nefret ve düşmanlığa dönüşünce bunun
mahzurundan kurtulmak bazı durumlarda yavaş yavaş veya katiyyen boşama çaresine
müracaatı gerektireceği cihetle İlâhî hikmet ve izzet, boşamayı meşru kılmış
ve bu münasebetle Teğabun Sûresi'ni de Talak Sûresi takip etmiştir.