49-HUCURAT:
Ey
iman edenler! Hitabın böyle nida ile başlaması karşıdakiler gelecek sözün
önemini, dikkat ve özenle dinlenmesi gereğini hatırlatır. İman özelliği ile
sıfatlandırmak da sevinç ve neşe vermek ve imanın, o söylenecek sözü korumaya
yönelttiğini, ve bozukluğa engel olduğunu, bütün o özelliğe sahip olanlara
ilan etmektir. Yani Ey iman şerefi ile mutlu olan kimseler! Haberiniz olsun,
bütün sizlere o imanın, dikkat ve özenle dinleyip tutmayı gerektirdiğine dair
önemli bir tebliğ yapılıyor, şöyle ki: Allah ve Resulünün önüne geçmeyin,
geçirtmeyin. Takdim'den nehy-i hazırdır.
TAKDİM,
aslı itibarıyla müteaddi bir fiildir. Bir şeyi diğerinin üzerine geçirmek
demektir ki çoğunlukla ikinci mef'ûlüne ile müteaddi olur. Burada ise hiç
mefûlü bih yok. Onun için burada iki vecih vardır: Birisi; herhangi bir mefûle
bağlılığı görüşünden uzaklaşarak lazım fiil yerinde fiilin kendisini kasdetmektir
ki, Allah'ın ve Resulünün önünde öne geçmek denilen fiili yapmayın, şunu veya
bunu takdim, öne geçirmek diye düşünmek şöyle dursun, öne geçmek denilebilecek
hiçbir fiili yapmayın, demektir. İkincisi de mef'ûlün umumilik için hazfedilmiş
olmasıdır ki hangi mef'ul takdir edilse, tercih sebebi olmadan tercih yapılmış
olacağından hazfolunur. Hiçbir şeyi, hiçbir emri, ne kendinizi ne başkasını
asla öne geçirmeyiniz, demek olur. Birincisi, fiilin kendisini yasaklamak
itibarıyla makamın hakkına daha uygun, ikincisi ise kullanılması daha çok
ve genelde daha açık olması yönünden daha belirgin görülmüştür. Bu sözde iki
mecaz olduğu hatırlatılır: Birisi tabirinde mecâz-ı mürsel'dir. Zira bunun
gerçek mânâsı iki el arası demektir. Fakat örfte, bundan mücaveret (yakınlık)
alâkasıyla sağ ve sol taraftan iki yönün paralelliği sebebiyle düşünülerek
ön mânâsına kullanıldığı gibi burada Allah ve Resulünün önüne geçmek veya
geçirilmek istiâre-i temsiliyyedir ki Allah ve Resulünün emri ve hükmünü gözetmeden
hiçbir emri kestirip atmayın, demek olup Kitap ve Sünnet'in ahkâmını göz önüne
almaksızın acele veya baskı ile bir işe kalkışmaktan men etmektir. Bir de
fiili mânâsına lâzım (edilgen) fiil olur. Nitekim askerin öncüsüne, mukaddime
denilir ki, mütekaddime, öne geçen demektir. Burada bu mânâdan olarak Allah'ın
ve Resulünün önüne geçmeyin diye tefsir edilmiştir. Bunda mefûlü bih olan
mef'ulü bih çeşnisini almak yönüyle de müteaddi fiil neşesi verebiliyor. Ancak
bunda yalnız kendiniz geçmeyin demek olur. Diğerini geçirmemek için de bir
emri bi'l-ma'ruf ve nehyi ani'l-münker görevi gerekli olabileceğini ifade
etmez. Meğer ki işaret ettiğimiz şekilde geçmeyin, geçirmeyin diye açıklanmış
olsun. Fakat bu da önceki geçişlilik mânâsından çıkabilecektir. Bazı tefsirciler
de demişlerdir ki, burada mânânın aslı Resulullah'ın önüne geçmeyin, demektir.
Allah'ın isminin zikredilmesi yalnız tazim ve Resulullah'ın, Allah yanında
yüksek şerefini ve yüce özelliğini bildirmek içindir. Nitekim bundan sonraki
âyetler yalnız peygamber hakkındadır. Buna göre mânâ şu olur: Allah'ın resulünün
önüne geçmeyin, çünkü onun Allah'a yakınlık duygusu vardır. O hep Allah'ın
huzurundadır, onun önüne geçmek Allah'ın huzurunda cüretkârlıkta bulunmaktır.
Bu
âyetin sebeb-i nüzûlünde birkaç rivâyet vardır;
1-
Buhari'nin Abdullah b. Zübeyr'den bir rivayetine göre Beni Temim'den Resulullah'a
bir heyet gelmişti. Hz. Ebu Bekir (r.a.) Ka'ka b. Ma'bed'i onlara emir yap
dedi, Hz. Ömer (r.a.)'de Akra b. Habis'i emir yap dedi. Ebû Bekir: Sırf bana
muhalefet etmek istedin, dedi. Ömer de: Hayır sana muhalefet etmek istemedim
dedi, münakaşa ettiler, sesleri yükseldi bundan dolayı "Ey iman edenler!
Allah ve Resulünün önüne geçmeyin." âyeti nazil oldu.. Fakat yine Buharî'nn
ve diğerlerinin rivayetlerine göre bu münakaşa bundan sonraki âyetin nüzulüne
sebep olmuştur.
2-
Abd b. Humeyd'in ve İbnü Cerir'in ve İbnü Münzir'in Hasen'den rivayetlerine
göre bazı kimseler kurban bayramı günü Resulullah'tan önce kurban kesmişlerdi,
Peygaber (s.a.v.) onlara yeniden kesilmesini emretti, bu âyet indirildi. Keşşâf'ın
nakline göre Bayram namazından önce kesmişlerdi bu âyet nazil oldu, Resulullah
da onlara diğer bir kurban keserek iade etmelerini emir buyurdu.
3-
İbnü Cerir'in Katâde'den rivayetine göre birtakım kimseler şunun hakkında
şöyle nazil olsa idi, şöyle şöyle olurdu, diye söyleniyorlardı bu âyet indi.
4-
Alûsî'nin kaydettiğine göre Hasen'den şu da rivayet edilmiştir ki Resulullah
(s.a.v.) Medine'de oturmaya başladıktan sonra kendisine uzak yerlerden sefaret
heyetleri geliyor, pek çok meseleler soruyorlar, çok söylüyorlardı. Resulullah
başlamadan meseleye başlamaktan men edildiler. Ebû Hayyan Bahir'de der ki:
Resulullah'a bir kavim geldiği vakit nasıl selam vereceklerini öğretmek üzere
Ebû Bekir onlara bir adam gönderir ve Resulullah'ın huzurunda sükûnet ve vakar
üzere bulunmalarını isterdi. Bazıları öne geçmeyi özel örneklerle tefsir etmişlerse
de âyetten görünürde anlaşılan, gerek söz ve gerek fiil hepsine umumi olmasıdır.
Resulullah'ın meclisinde bir mesele geçtiği zaman ondan önce cevaba kalkışmamaları
için de olduğu gibi, yolda giderken bir izin, işaret veya ihtiyaç olmaksızın
önünde yürümemeleri ve sofrada ondan önce yemeye başlamamaları da içinde olur
ki buna usulde umumi mecaz yahud beyanda kinaye tabir edilir. Hakikati iradeye
engel olmaz. Namazda hiçbir şekilde imamın önüne geçmenin caiz olmamasındaki
mânâ da budur. Resululah'ın huzurunda birisi imam edilip namaz kılınacak olsa
onun izni olmaksızın sahih olmaz. Bu şekilde bu âyetten herşeyde şeriata uymanın
gerekliliğine delil getirilir. İşte bu âyet Resulullah'ın protokolü ile ilgili
böyle bir ara prensiptir ki, bundan sonraki âyetin mânâsı da bunun anlamı
içindedir. Bazıları bununla kıyasın aleyhine de delil getirmek istemişlerse
de kıyas Allah ve Resulünün hükmünde öne geçmek değil, uymak için mânâ araştırmasıdır.
Evet hiçbir şekilde Allah ve Resulü'nün önüne geçmek mânâsı bulunan hiçbir
saygısızlık yapmayın. Ve Allah'tan korkun, gerek yapacağınız ve gerek çekineceğiniz
her hususta, her söz ve fiilde ve bunun üzerine ve özellikle bu hususta ileri
gitmekte Allah'ın gazabından korkup emrine uyup korunun. Çünkü Allah işitendir,
bilendir. Dolayısıyla bütün söylediklerinizi işitir, yaptıklarınızı
bilir, ona göre ceza verir.
2-"Ey
iman edenler!" Nidâ yukarda yeni geçmişken tekrar edilmesi, bunun da
aynı şekilde dikkatle dinlenmesi gerektiğine tenbihtir. Öncekinde nefsi söz
ve fiilin aslında ileri gitmek yasaklandığı gibi bunda da sözün niteliğinde,
yani söyleyişte aşırı gitmek yasaklanıyor. Şöyle ki: Seslerinizi peygamberin
sesinden fazla yükseltmeyin yani seslerinizi peygamberin sesinin vardığı hadden
ileri geçirmeyin. Ve ona söz söylerken birbirinize bağırdığınız gibi yüksek
sesle söylemeyin, akran gibi de konuşmayın. Yani önceki, ileri gitmeyi yasaklıyor,bu
cümle de aynı düzeyde olmayı yasaklıyor. Rivayet edilir ki bu âyet inince
Hz. Ebû Bekir (r.a.): "Ya Resulullah vallahi ben bundan sonra Allah'a
kavuşuncaya kadar sana gizli veya gizli gibi konuşurum demiş." Hz. Ömer
(r.a.) de Peygamber'e öyle yavaş konuşur olmuştu ki, sormayınca işittirmezdi.
Öyle yaparsanız, öyle farkına varmadan amelleriniz boşa gider de haberiniz
olmaz. Çünkü Peygamber'e saygısızlığa ve sıkıntıya sebep olabilen şeyler küfre
varabilir; küfür ise amelleri bozar "Kim imanı kabul etmezse, ameli boşa
gider.." (Maide, 5/5) Burada "Haberiniz olmaz" kaydıyla şuurun
yok olmasından şu anlaşılır ki, bu yasaklanan sesi yükseltmek ve kaldırmaktan
maksat yalnız hafife almak ve saygısızlık kasdiyle olanlar değildir. Çünkü
o müminlerden çıkması mümkün olmayan açık küfürdür. Fakat açık küfür olmamakla
beraber, dolayısıyla ona varan küfür zannedilen haller de vardır. Bazı fiiller
vardır ki küfür kasdıyla yapılmasalar bile küfür tehlikesini içinde bulundururlar.
Peygambere sıkıntı bu şekilde olur. Buhârî ve Müslim, Enes (r.a.)'ten rivayet
etmişlerdir ki, bu âyet inince Sâbit b. Kays (r.a.) evinde oturmuş "Ben
cehennemliklerdenim." diyerek kendini hapsetmişti. Hz. Peygamber (s.a.v.)
Sa'd b. Muaz'a: Ey Ebâ Âmir, Sabit ne halde, rahatsız mı? diye sordu, Sa'd
da; o benim komşumdur; rahatsızlığını bilmiyorum dedi ve gitti sordu. Sabit,
dedi ki: "Bu âyet indirildi, halbuki bilirsiniz ben sizin en yüksek seslinizim,
demek ki ben cehennnemliklerdenim." dedi, Sa'd bunu peygamber'e söyledi,
Resulullah, hayır o, cennetliklerdendir, buyurdu. Diğer bir rivayette de de,
Resulullah haber gönderip getirtti, sordu. Ya resulullah, dedi; Allah Teâlâ
sana bu âyeti indirdi, benim ise sesim kuvvetli, korkarım amelim yok olur.
Peygamber (s.a.v.) buyurdu ki: Hayır sen hayır ile yaşayacak, hayır ile öleceksin.
Taberânî ve Hakim'in rivayetlerine göre Resulullah ona: Razı olmaz mısın,
Allah'a hamd ederek yaşayasın, şehit olarak öldürülesin ve Cennet'e giresin!
buyurdu, o da: Razıyım ve artık sesimi peygamberin sesinin üstüne kaldırmam."
dedi.
3-
Sakındırmaktan sonra yapışmaya teşvik için buyuruluyor ki: O kimseler ki Resulullah'ın
yanında seslerini kısarlar, yasaklamaya muhalefetten sakınarak ve terbiyeye
uyarak seslerini indirir, pesten alırlar. Şüphesiz onlar, o kimselerdir ki,
Allah Teâlâ onların kalplerini takva için imtihan etmiştir. Fetih Sûresi'nde
geçtiği üzere onlara takva kelimesini gerekli kılıp türlü sıkıntılarla tecrübe
sahasında takvaya alıştırmış takvalarını tecrübe ile ortaya çıkarmıştır. Onlara
mağfiret ve büyük bir ecir vardır.
4-
Şüphesiz ki sana hücrelerin gerisinden bağıranlar, arkasından veya önünden
çağıranlar.
HÜCRE,
etrafı çevrilerek içine girilmekten menolunan toprak parçasıdır. Hucurât'tan
maksat, Peygamber (s.a.v.)'in hâne-i saadetinin odalarıdır ki, her biri hanımlarından
birine ait olmak üzere dokuz oda idi. Alûsî şöyle kaydeder: "İbnü Sa'd'ın,
Atâ-i Horasânî'den rivayet ettiğine göre, hurma dallarından ahşap idi ve kapılarının
üzerinde siyah kıldan çullar vardı." Buhârî, Edeb'de ve İbnü Ebi'd-dünya
ve Beyhakî, Davud b. Kays'tan şöyle rivayet etmişlerdir ki: Hücreleri gördüm
"hurma kerestesi"nden olup dışından kıl çullarla kaplanmış idi,
hücrenin kapısından evin kapısına kadar uzunluğu altı veya yedi zira zannederim
ve iç evi ise on zira' tahmin ediyorum yüksekliği de yedi ile sekiz zira''
arası sanırım, demiştir. Hasan-ı Basrî'den de rivayet etmişlerdir ki Hz. Osman'ın
hilafetinde Peygamber'in hanımlarının evlerine girerdim, tavanlarına elimle
yetişirdim, Abdü'l-Agelik'in oğlu Velid zamanında onun emriyle Resulullah'ın
mescidine katıldı ve bundan dolayı insanlar ağladı ve o gün Said b. Müseyyeb
şöyle dedi: Vallahi arzu ederim ki, bulundukları hal üzere bıraksalar da Medine
halkından bir kısım kimseler neşelenseler ve hariçten gelenler de Resulullah'ın
ne ile yetindiğini görseler de zühd dersi alsalardı...
Siyercilerin
çoğu bu bağıranları Beni Temim'den olmak üzere zikretmişlerdir. Şöyle ki:
Beni Temim'den yetmiş veya seksen kişi kadar bir heyet gelmişti. İçlerinde
Zibrikân b. Bedir, Utârid b. Hacib b. Zurâre ve kays b. Âsım ve kays b. Haris,
Amr b. Ehtem ve Akra b. Habir vardı. Ebu Hayyan'ın Bahir'de anlattığına göre
bunlar gelmişler, öğle sıcağında mescide girmişlerdi, Resulullah henüz uyuyordu,
Ey Muhammed! Bizim yanımıza çık! diye bağırdılar, bunun üzerine uyandı ve
çıktı, Akrâ b. Habis: Ey Muhammed! Benim övmem güzel, kötülemem, ayıplıdır,
dedi. Resulullah; yazıklar olsun sana, öyle olan Allah Teâlâ'dır, buyurdu;
derken insanlar mescide toplandı. Bunlar Beni Temim: Konuşmacımızla, şairimizle
sana şiirlerle konuşmalarla atışacağız, dediler. Peygamber (s.a.v.) "Ben
şiirle gönderilmedim, övünmekle de emrolunmadım fakat haydin bakalım."
dedi. Zibrikân içlerinden bir gence haydi kavminin faziletlerinden seç, söyle
dedi. Bir genç kalktı: "Bizi yaratılmışların en hayırı kılan ve bize
mallar veren Allah'a Hamd olsun." diye bir konuşma yaptı. Resulullah
(s.a.v.) Sâbit b. Kays b. Şemmâse ki kalk cevap ver, dedi. Sâbit de: "Hamd
Allah'a mahsustur. Ben O'na hamdediyor, O'ndan yardım diliyor ve O'na inanıyorum."
diye başlayan bir hutbe ile cevap verdi. Zibrikân, diğer bir gence kalk kavminin
yüceliğini anlatacak bir kaç beyt söyle dedi. O da:
"Biz
cömert kimseleriz, hiçbir kabile bize denk olamaz. Bizim içimizde reisler
vardır ve ganimetin dörtte biri bizim aramızda taksim edilir.
Eğer
savaş korkusu hissedilmezse kıtlık zamanında biz bütün nüfusa deve hörgücü
yediririz.
Biz,
bir şeyi yapmak istemeyip çekindiğimiz zaman da kimse bize karşı duramaz.
İşte biz iftihar anında böyle yükseliriz."
dedi, Hz. peygamber
(s.a.v.), Hassan b. Sabit'i çağırdı, Hassan söylediğini bana tekrar et, dedi.
Dinledi şöyle cevap verdi.
"Fihr
kabilesi ve kardeşlerinden ileri gelen kimseler, insanlara uyulacak bir yol
çizmişlerdir.
İçinde
Allah korkusu olan herkes, bu yolu tavsiye eder. Her türlü hayır da bu yoldan
beklenir."
Daha
hazı beyitlerden sonra Hassan şunları da söyledi:
"Biz,
Ma'd kabilesinden, hazırda bulunanlara ve bulunmayanlara rağmen Allah'ın Resulü'ne
ve dine büyük bir güçle yardım ettik.
Bu
yardımı, gebe devenin sidiğini dağıttığı gibi düşmanı dağıtan kılıç darbeleriyle
ve göğüslerde deve ağızları gibi yara açan mızrak vuruşlarıyla yaptık.
Onların
toplulukları geldiği gün, yuvasını ve yavrularını koruyan aslanlar gibi vuruşumuzu
Uhud'a bir sor!
Askerler
arasında ölüme gitmek, suya gidercesine hoş görününce savaş alanlarında ölüme
dalan biz değil miydik?
Biz,
iki kolla kafaları vururuz. Biz Gassan kabilesinin parlak bir kolundan gelen
şerefli bir soya mensubuz.
Eğer
Allah'tan haya etmeseydik insanlar üzerinde (canlarını korumak ve ikramda
bulunmak gibi) iki hakkımız olduğunu bir şeref vesilesi olarak söylerdik.
Bu hususta bize karşı çıkan var mı?
Hayatta
olanlarımız, çakıl taşlarına basıp dolaşanların en hayırlılarındandır. Ölülerimiz
de kabirlerde bulunanların en hayırlılarındandır."
Bunun
üzerine Akra' b. Habis kalkmış, vallahi ben bir iş için geldim ve bir şiir
söyledim onu dinleteceğim, demiş ve şunu söylemiş:
"İyiliklerin
anılması esnasında bize muhalefet ederlerse, insanlar bizim üstünlüğümüzü
bilsinnler diye sana geldik.
İster
Necid'de İster Tihâme topraklarında olsun, her hücumda biz insanların başıyız.
Her
toplulukta bizim için (ganimetten) dörtte bir hisse vardır. Hicaz topraklarında
Beni Dârim gibisi de yoktur."
Hz.
Peygamber (s.a.v.) Hassan'a: Kalk cevap ver buyurdu. Hassan (r.a.) da dedi
ki:
"Ey
Benî Dârim! Övünmeyin. Çünkü iyiliklerin anılması esnasında sizin övünmeniz
bir vebal olur.
Siz,
bize karşı övünmekle kaybettiniz. Çünkü siz, kiminiz süt ana, kiminiz hizi
olmak üzere bizim hizmetkârlarımızsınız."
Bu
noktadan Peygamber (s.a.v.) buyurdu ve peygamberin bu sözü onlara Hassan'ın
söylediklerinin hepsinden daha çok tesirli geldi. Hassan şiirini şöyle bitirdi.
"Eğer
kanlarınızı ve mallarımızı taksim yerlerinde bölüşülmekten korumak için gelmiş
iseniz,
Allah'a
eş koşmayın, İslâm'a girin ve peygamberin yanında Benî Dârim ile övünmeyin.
Yoksa
Beytin Rabbine yemin ederim ki keskin kılıçlarla mızraklar başınızın üzerine
iner."
Bunun
üzerine Akrâ b. Hâbis "vallahi bilmem bu ne iştir? Hatibimiz söyledi,
onların hatibi daha güzel söyledi, şairimiz söyledi, onların şairi daha şair
daha güzel söylüyor" dedi, sonra Resulullah'ın huzuruna daha yakın vardı:
dedi. Hz. Peygamber (s.a.v.) de "o halde bundan önce olan sana zarar
vermez" buyurdu, sonra onlara hediyeler ve ihsanlarla iltifatta bulundu.
İbnü Hişam Siyer'inde, kıssayı biraz daha farklı nakletmiş olduğunu da Âlûsî
kaydeder. Bu âyetin Beni Anber hakkında nazil olduğunu da söylemişlerdir.
Fakat Beni Anber, Beni Temim'den bir bölüm olduğuna göre öncekine ters düşmez.
Nitekim Kâmus'ta Anber, Temim'den birinin babasıdır, der. Onların çoğunun
aklı ermez, henüz dini öğrenmemiş, edeb ve yol bilmez, kaba nirâbi güruhudur.
5-
Ve eğer sen onlara çıkıncaya kadar sabretselerdi kendileri için daha hayırlı
olurdu. Çünkü güzel davranışla Peygamber'e tazim etmiş olurlardı o da övgüye
ve sevaba ve sorumlularının isteklerinin yerine gelmesine daha elverişli olurdu.
Zira denildiğine göre Beni Anber esirlerine şefaatçi olmak üzere gelmişlerdi,
yarısı hür bırakıldı, yarısı için de fidye alındı. Bununla beraber Allah gafur
ve rahimdir, tevbe ve iyileşerek akıllanmaya yüz tuttukları takdirde affeder,
sıkıştırmaz.
6-
Ey iman edenler! Eğer fâsıkın biri size bir haber getirirse onun doğruluğunu
araştırın, birden bire kapılmayın da, açıklama isteyin, araştırıp anlayın
dinleyin, fısk'tan kaçınmayan yalandan da kaçınmaz. Fâsıkın karşılığı adildir.
Fahreddin
Razî der ki: Bu sûrede müminleri ahlakın en güzeline bir yöneltme vardır.
O ise ya Allah ile veya Peygamber ile veya kendi cinsi ile olur. Bunlar da
iki sınıftır, çünkü ya müminler yolunda gider, tâat rütbesinin içinde veya
dışarda olurlar. Dışarıda olan fasıktır. Müminler gidişinde dahil olanlar
da yanlarında hazır veya uzakta bulunurlar. Bu suretle ahlak beş kısım olur:
1- Allah'a ait olanlar,
2- Peygambere ait olanlar,
3- Fâsıklara ait olanlar,
4- Hazır olan müminlere
ait olanlar,
5- Gaib olan müminlere
ait olanlar.
İşte bunlardan herbirine
ait olmak üzere yüce Allah bu sûrede beş kere "Ey iman edenler!"
buyurmuştur. Allah ve Resulüne ait olan açıklamadan sonra üçüncü olarak burada
fâsıkların sözlerine güvenilmemesi gerektiğini açıklıyor. Çünkü onlar araya
fitne sokmak isterler ki o fitne "Eğer müminlerden iki grup birbirleriyle
vuruşurlarsa..." âyetinde açıklanacaktır... Bununla beraber fâsıkın sözünü
de büsbütün hiçe saymayıp araştırma ve açıklanması emrolunmuştur. Demek ki
fâsık olmayıp da adil olacak olsa yerine göre haber-i vâhid dinlemeye layık
olacaktır. Bu âyetin indirilmesine sebeb olmak üzere şöyle rivayet ediyorlar:
Resulullah Velid b. Ukbe'yi Beni Mustalik'a vali ve zekât memuru olarak göndermişti.
Onunla onlar arasında bir kin varmış; yaklaştığı zaman karşısına gelen atlıları
kendisini öldürecekler sanmış, korkmuş geri dönmüş. Resulullah'a varıp onlar
dinden döndüler, zekatı vermeyi reddettiler, demişti. Resulullah da öfkelenmiş
ve onlarla harp etmeyi kurmuştu, bu âyet bunun üzerine indi. Bir rivayette
de Halid b. Velid'i göndermiş, gözetlemiş, ezan okuduklarını ve gece namazı
bile kıldıklarını görmüş ve zekâtlarını da ona teslim etmişler o şekilde geri
dönmüştür. "Fâsık" ile "nebe" kelimelerinin nekre oluşu
umumilik içindir. Herhangi bir fâsık, herhangi bir nebe' (haber) demektir.
Çünkü Razî'nin hatırlattığı şekilde şartın bulunduğu yerde sübut yönünde umumilik,
nefi yönünde hususilik olur. Nitekim haberler de nefi tarafında genel, sübut
tarafında özeldir. denilmeyip de şüphe harfi olan ile ifade edilmesi müminlerin
fâsıklara aldanmayacak kadar uyanık olmaları gerektiğini ihtar ve öyle uyanık
müminlere herhangi bir fâsıkın cüretinin ender olacağına işaret nüktesini
taşımaktadır. Çünkü bir bilgisizlikle, hallerini bilmeyerek, bir kavmi musibete
uğratırsınız, vurursunuz, bir zarara uğratırsınız da sonra yaptığınıza pişman
olursunuz, çünkü haber yanlış olunca sonra temiz oldukları ortaya çıkar da
telafisi mümkün olmayan bir üzüntü çekilir. İman vicdanı, öyle bir haksızlığa
karşı devamlı olarak sızlar. Zemahşerî der ki: Nedamet, yani pişmanlık, bir
çeşit üzüntüdür ki, meydana gelen şeyin olmamasını dileyerek gam yemektir.
Böyle bir üzüntü ve gam ise devamlı ve etkili olur, çünkü olay akla geldikçe
pişmanlık yapışır.
7-
Ve biliniz ki içinizde Allah'ın Resulü var. Bundan dolayı Allah'tan korkun
da yalan ve batıl söylemekten sakının, çünkü Allah ona doğrusunu bildirir
ve bir haber işittiğiniz vakit de açıklanması için ona sorun, o size açıklar,
kendi görüşünüzle onu kandırmaya çalışmayın. Şayet o birçok işlerde size uysaydı
sıkıntıya düşerdiniz. Sarpa sarardınız, haliniz yaman olurdu, çok zahmetler,
felaketler çeker, yok olmaya doğru giderdiniz. Çünkü öyle kendisine uyulması
gerekenin, uyan durumuna düşmesi bir ihtilâl ve işlerin tersine gitmesi demek
olan bir ihtilaldir.
ANET:
Meşakkat ve helâk, sıkıntı ve günah mânâlarına geldiği gibi aslında kırılan
bir kemiğin sarıldıktan sonra tekrar kırılması demektir. Buradan anlaşılıyor
ki, birtakım kimseler o haber üzerine o kavmi vurmak fikrinde bulunmuşlardı.
İşlerin birçoğunda deniliyor. Demek ki bazı işlerde itaat sakıncalı değildir.
Belki gönüllerini çekerek güzel bir siyaset olur. Bir de in geçmişe ait olması
gerekirken diye muzârî sigası getirilmiştir ki takdirindedir. Bunda iki mânâ
vardır: Birisi, "itaat eder olsa idi" demek olur ki devamlı olmanın
imkansızlığını ifade ederek, itaatın aslı değil, devamlı oluşunun sakıncalı
olduğunu anlatır. Buna göre devamlı ve sürekli olmayıp da bazen birçok işlerde
itaat dahi sıkıntıya sebep değilmiş gibi anlaşılır. Bundan dolayı diğer bazı
tefsircilerin maksat itaatin devamlılığının imkansızlığı değil, imkansızlığın
devamı demek olduğunu söylemişlerdir ki, buna göre mânâ "'birçok işte
itaat edecek olsa idi" demek olur. Yani birçok işlerde itaat hiç olmaması
gerekir. Ebu's-Suud bu iki görüşü münakaşa etmiştir, isteyen oraya bakabilir.
Sonra Zemahşeri işbu cümlesinin bağlantısı hakkında şöyle bir açıklama yapmıştır.
Bu cümle yeni başlayan bir söz olmaz, çünkü âyette bir ahenksizliğe neden
olur ve fakat 'deki gizli merfu zamirden veya açık mecrur zamirden hal olarak
makabline bitişiktir, mânâ şöyle demek olur: İçinizde Resulullah öyle bir
halette bulunuyor, yahut öyle bir halde bulunuyorsunuz ki onu değiştirmeniz
üzerinize vaciptir. O hal şudur: Siz istiyorsunuz ki, o size tabi imiş gibi
olaylarda sizin görüşünüze göre amel etsin halbuki öyle yapsa haliniz yaman
olur, helake giderdiniz.
Fakat
Allah size imanı sevdirdi, sevgili kıldı, dolayısıyla iman etiniz, bu gösteriyor
ki, iman etmek için yalnız bilgi yeterli değil, bir iradenin fiil olabilmesi
için sevmek de gereklidir. Bundan dolayı dinin başı muhabbettir, sevgidir.
Nitekim bir hadis-i şerifte "Kişi dostunun, yani sevdiği dostunun dini
üzeredir, onun için herbiriniz iyi bakın, kime dostluk ediyor, kiminle sevişiyor?"
buyurulması bu mânâdadır. Yine bundan dolayıdır ki; "De ki: Eğer Allah'ı
seviyorsanız, bana uyunuz ki Allah da sizi sevsin." (Âli-i İmran, 3/31)
buyurulmuştur. Ancak alimler sevgiyi tabiî ve aklî olmak üzere ikiye taksim
etmişlerdir. Tabiî sevgi, yaratılışa uygunluktur. Aklî sevgi gayede bir hayır
ve fayda idrakinden doğar ki, sağlık için ilacı sevmek olabileceğinden gayeye
nazaran tabiî, başlangıcına nazaran aklî ve mecazî bir sevgi demek olur. Bundan
dolayı başlangıcı elde edilmiş olmak itibarıyla o da kazanılmış sayılır. Ve
bu yönden bu şuurlu sevgi iman ve terbiyenin kazanılması itibarıyla önemi
haiz olur. Nitekim Hz. Ömer "Ya Resulullah: Sen bana iki yanım arasındaki
nefsimden başka herşeyden sevgilisin." demişti, Resulullah "Ben
sana nefsinden de daha sevgili olmadıkça imanın tamam olmaz, buyurdu, bunun
üzerine Hz. Ömer hemen "Vallahi sen bana iki yanım arasındaki nefsimden
daha sevgilisin." dedi, Resulullah da, "şimdi ya Ömer! İmanın tamam
oldu." buyurdu. İşte Hz. Ömer'in böyle bir an içinde sevgisini artırarak
yemin ile ikrar verebilmesi bunun gibidir. Bununla beraber her iki takdirde
de sevginin kendisi bir akıl işi değil, doğrudan doğruya Allah Teâlâ'nın verdiği
bir histir. Allah'ın sevdirmediği şeyler düşünmekle sevilmez, ancak Allah'ın
sevdirdiği şeyler bilinmek düşünülmek sayesinde akıl ile, tecrübe ile sevgi
şuuruna erebilir. İşte böyle imanın esası bir sevgi ile ilgili olduğu, sevgi
de Allah'ın bir vergisi bulunduğu için burada buyuruluyor ki: Allah size imanı
sevdirdi, yani o sayede Resulullah'a iman ettiniz. Ve onu, o imanı kalbinizde
güzelleştirdi, gereğince amel edip peygambere itaat ettiniz. Ve küfrü, fıskı
ve isyanı size çirkin, iğrenç kıldı. Onun için onlardan sakınınız.
KÜFÜR,
imanın karşılığı inkâr ile Allah'ın nimetlerini örtmektir.
FÜSÛK,
esasen çıkmak demek olup bazan dinden çıkmak mânâsına da kullanılırsa o, küfürde
dahil olduğu için burada ondan ayrı bir mânânın kastedilmiş olması gerekir.
Bu sebeple çoğunlukla doğruluk ve itaatten çıkış, yani sözlü ve fiilî imanın
gereklerine uymamak mânâsında kullanılır. Burada küfür imana; füsûk ve isyan
da imanın tezyinine, güzelleştirilmesine karşılık demek olduğundan füsûk yalancılık
ve sözle doğruluk ve itaatten çıkmak; isyan da emri terk ile fiilen taatten
çıkmak mânâsında olması daha uygun görülmüştür. Füsûk'u büyük günahlara, isyanı
küçük günahlarda kullanmak isteyenler de olmuştur. Şu halde âyetinde fâsık,
sözü iman yönünde olmayan bir yalancı, yahud büyük günah işleyen bir günahkâr
demek olur. İşte onlar, öyle imanı sevip peygambere iman eden ve kalplerinde
iman zinetlenip gereğince amel ederek doğrulukla itaat eden ve küfrü, füsûku,
isyanı iğrenç görüp imanın gösterdiği yönde doğruluk ve itaatten ayrılmayan
kimselerdir ki ancak rüşd sahibidirler. Hak yolunda sarsılmadan dosdoğru giden
kimselerdir.
RÜŞD,
hak yolunda sağlam ve sabırlı ve tam bir isabetle dosdoğru gitmektir.
8-
Allah'ın lütuf ve nimetinden, yani o rüşd, yahut hep bu zikrolunan sevdirme
ve kötüleme ve rüşd, Allah'ın lütuf ve nimetinden olarak cereyan etmektedir.
İşbu "İşte onlar" işaret isminde hitap peygambere, işaret ve zamir
'deki muhataplaradır. Görünüşe göre 'deki muhataplar da bunlarda dahil görünüyor.
Yani peygamberin açıklaması ve hatırlatması üzerine görüşlerinde ısrar etmeyip
hepsi iman ve itaatle doğruluk ve uyum gösterdiler, füsûk ve isyandan sakındılar.
Fakat Zemahşeri bunları Peygambere karşı görüş ileri sürmekten sakınan ve
takvada ciddiyetleri ile öyle bir cüret ve cesaretten korunan ve yukarıda
"Onlar, Allah'ın kalplerini takva ile imtihan ettiği kimselerdir."
(Hucurat, 49/3) diye anlatılan kısım olmak üzere açıklamış da şöyle demiştir:
"Eğer size uysaydı..." ifadesi delalet eder ki, müminlerin bazısı
Velid'in sözünü tasdik ile Beni Mustalik'i vurmak fikrini Resulullah'a iyi
göstermek istediler, bu ise hata ve onların kusurlarından idi. Diğer bazıları
ise sakınıyorlardı ve takvada ciddiyetleri öyle bir cesarete engel oluyordu
ki onlar "fakat Allah, size imanı sevdirdi" âyeti ile istisna kılınanlardır.
Bu "bazılarınıza" demektir. Fakat sıfatlarının öbürlerinden farklı
olması kelimesinin zikredilmesini gereksiz kılmıştır. Bunlar Kur'ân'ın öyle
icazlarından ve ince parıltılarındandır ki, onları ancak yüksek kişiler sezebilir.
Tefsircilerin bazısından bunlar, "Onlar, Allah'ın kalplerini takva ile
imtihan ettiği kimselerdir." (Hucurat 49/3) buyurulanlardır diye rivayet
edilmiştir. "İşte Onlar doğru yolda olanlardır" âyetindekiler de
bu müstesnalardır. "Allah, Alim ve Hakîm'dir" herşeyi bilir. Lütuf
ve nimeti de hikmetiyle verir.
9-
Fâsıkın sözüne kapılmanın ve Peygamber'i dinlemenin neticelerinden biri olan
anet, sıkıntı ve günah ve öne geçmeye bir işaret olmak üzere buyuruluyor ki:
Ve eğer müminlerden iki grup vuruşurlarsa, rivayetlerin özetine göre: Resulullah
(s.a.v.), Sa'd b. Ubâde'nin hastalığında ziyaretine giderken, Abdullah b.
Übeyy b. Selûl'e de uğraması istenilmiş ve bir merkebe binerek uğramıştı.
Abdullah b. Selûl, "Merkebin kokusu bizi rahatsız etti" demiş. Orada
hazır bulunan Ensar'dan Abdullah b. Revaha Hazretleri de "Vallahi Resulullah'ın
merkebinin kokusu senden daha hoştur." demiş. Bunun üzerine Abdullah
b. Übeyy'in kavminden taraftarları kızmış, Abdullah b. Revaha Hazretlerinin
arkadaşları da kızmışlar, İbnü Revaha Hazrec kabilesinden, İbnü Übeyy Evs
kabilesinden olduklarından iki kabileden birtakım kimseler, silahsız olarak
elleriyle, papuçlarıyla, sopalarla döğüşmeye başlamışlar, bunun üzerine bu
âyet inmiş, Resulullah âyeti okumuş, bu şekilde barışmışlar. Fakat İbnü Cerir'in
ve İbnü Ebi Hatim'in, Süddi'den rivayetlerine göre: Ensar'dan İmran namında
bir zatın Ümmü Zeyd adında bir hanımı vardı, kadın yakınlarını ziyaret etmek
istemiş, kocası göndermemiş ve onlardan kimsenin gelmemesi için de evinin
üst katında hapsetmişti. Kadın ailesine haber göndermiş onun üzerine kavmi
gelmiş oradan indirip götürmek istemişler, kocası da çıkmış kendi kavminden
yardım dilemiş, bunun üzerine amcasının oğulları gelip kadın ile ailesinin
aralarına girmeye çalışmışlar, onlar da müdafaa etmekle döğüşmüşler, bu âyet
inmiş, Resulullah adam göndermiş barıştırmış, taraflar Allah'ın emrine dönmüşler.
Önceki, birinci âyetin mânâsına daha yakındır. Dikkat çekicidir ki, âyette
önce "Eğer iki taife" diye tesniye ile başlanıldığı halde fiilde
"ikisi vuruşurlarsa" denilmeyip çoğul sigası ile "onlar vuruşurlarsa"
buyurulmuştur ki, bu fark tercemede gösterilemiyor. Bunun nüktesi, azdan başlayan
bir kıtâl'in bastırılamadığı takdirde genişleyeceğini hatırlatmaktır. Onun
için derhal ikisi arasını islah edin, düzeltin, nasihat ile ve şayet orada
bir şüphe varsa onu gidermekle, olmadığı takdirde Allah'ın hükmüne çağırmakla
sulh edin, barıştırın. bunun üzerine şayet birisi diğerine karşı saldırırsa.
BAĞY,
haksız yere yükselmek isteyerek düşmanlık etmektir. Yani barış teşebbüsü yapıldığı
ve şüphe varsa giderildiği halde birisi barışa yanaşmayıp her ne olursa olsun
haksızlıkla üste çıkmak sevdasını beslerse: O vakit o saldıran grupla savaşın.
Ta ki, o Allah'ın emrine dönene kadar. Allah'ın emri "Allah'a itaat ediniz.
Resulullah'a ve sizden olan emir sahiplerine itaat ediniz." (Nisâ, 4/59)
âyetine göre hükmüdür. Razî der ki: İşaret eder ki, bu savaş, saldırgana had
cezası gibi, saldırmayı terk halinde de uygulanacak bir ceza değildir. Dönünceye
kadardır, saldırganı önlemek gibidir. Onun için saldırganın vazgeçmesi hakkındaki
emre dönünce, savaşmak haram olur. Buyuruluyor ki: Eğer dönerse o vakit de
adaletle aralarını düzeltin, barıştırın, yani yalnızca andlaşma ile bırakmayın
da Allah'ın hükümlerine göre haklarını gözeterek hükmedip aralarını bulun.
Öncekinde mutlak olarak "aralarını sulh edin" buyurulduğu halde
burada "adaletle" kaydı ile kayıtlanmıştır. Çünkü savaştan sonra
olduğu için bunda haksızlık tehlikesi vardır. Onun için bir de tamamına göre
şu şekilde te'kid edilmiştir. Hem her hususta adalet ve hakkaniyeti gözetin,
her hak sahibine haktan hissesini verin, saldırmaktan, zulümden sakının. Çünkü
Allah adalet yapanları sever. Ebu Hayyan'ın Bahir'de açıkladığına göre bu
âyetteki "savaşınız" ve "sulh yapınız" hitapları "Emir
yetkisi kendilerinde" olan velayet sahiplerinedir. Bu mânâ İbnü Abbas'tan
rivayet edilmiştir. Yani aynen vücub, hükümet adamlarına yöneliktir. Çünkü
bu savaşa müdahale ile barış yapabilme kudreti yalnız ferdî bir kudret olarak
düşünülemez, fakat herhangi bir şekilde barış ve savaş yapmaya yetkili olanlar
hakkında farz-ı kifaye olmak üzere ümmetin tamamına hitap olması "Ey
iman edenler" çağırısının zahirine daha uygundur. Onun için saldırma
gerçekleşince ona karşı emir ve yetki sahiplerine yardım cihadda olduğu gibi
umuma gereken bir vecibe olur. Nitekim Hakim ve Beyhaki'nin rivayetlerine
göre Abdullah b. Ömer (r.a.) Hazretleri ben şu "Vazgeçen saldırgana savaş
açmadığımdan dolayı işbu âyetinden nefsimde bulduğumu hiçbir şeyden bulmadım."
demiştir. Yolkesici, saldırganlar hakkında Fıkıh kitaplarında özel bölüm vardır.
10-
"adalet yapınız" emri gibi şu da bütün müminlere umum ifade eder:
Bütün müminler ancak kardeştirler. Zira hepsi ebedi hayata sebep olan iman
esasında birleşir din kardeşidirler. Onun için iki kardeşiniz arasını düzeltin,
gerek iki fert, gerek iki mümin topluluk bozuştuklarında hemen aralarını bulup
barıştırın, dinde kardeşliğin gereği budur. Ve Allah'tan korkun, yani bu düzeltme
ve kardeşlik takvadandır. Bozuşmaktan korunun, müminlerin kendi aralarında
barış ve iyilik bulunmazsa, kardeşlikleri kuvvetli olmazsa kâfirlere karşı
mücadele edemezler, Allah'ın azabından iyi korunamazlar. Onun için Allah'tan
korkun, bozuşmayın, bozuşursanız, barışmaktan, barıştırmaktan kaçınmayın,
her işinizde takva yolunu tutun ki rahmete erdirilesiniz.
Meâl-i
Şerifi
11-
Ey iman edenler! Bir topluluk diğer bir toplulukla alay etmesin. Belki de
onlar, kendilerinden daha iyidirler. Kadınlar da kadınları alaya almasınlar.
Belki onlar kendilerinden daha iyidirler. Kendi kendinizi ayıplamayın, birbirinizi
kötü lakaplarla çağırmayın. İmandan sora fâsıklık ne kötü bir isimdir! Kim
de tevbe etmezse işte bu kimseler zalimlerdir.
12-
Ey iman edenler! Zannın bir çoğundan kaçının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır.
Birbirinizin kusurunu araştırmayın. Biriniz diğerini arkasından çekiştirmesin.
Biriniz, ölmüş kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz.
O halde Allah'tan korkun. Şüphesiz Allah, tevbeyi çok kabul edendir, çok merhamet
edendir.
13-
Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle
tanışmanız için sizi milletlere ve kabilelere ayırdık. Muhakkak ki Allah yanında
en değerli ve en üstününüz O'ndan en çok korkanınızdır. Şüphesiz Allah bilendir,
herşeyden haberdar olandır.
14-
Bedevîler "inandık" dediler. De ki: Siz iman etmediniz ama "İslâm
olduk." deyin. Henüz iman kalplerinize yerleşmedi. Eğer Allah'a ve Resulüne
itaat ederseniz, Allah işlerinizden hiçbir şeyi eksiltmez. Çünkü Allah çok
bağışlayan, çok merhamet edendir.
15-
Gerçek müminler ancak Allah'a ve Resulüne iman eden, ondan sonra asla şüpheye
düşmeyen, Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla savaşanlardır. İşte doğrular
ancak onlardır.
16-
De ki: Siz dininizi Allah'a mı öğretiyorsunuz? Oysa Allah göklerde olanları
da bilir, yerde olanları da. Allah herşeyi hakkıyla bilendir.
17-
Onlar İslâm'a girdikleri için sana minnet ediyorlar. De ki: Müslümanlığınızı
benim başıma kakmayın. Bilakis sizi imana erdirdiği için Allah sizin başınıza
kakar. Eğer doğrulardan iseniz (Allah'a minnettar olmanız gerekir.)
18-
Şüphesiz Allah, göklerin ve yerin görülmeyen esrarını bilir. Allah yaptıklarınızı
görür.
11-
"Ey iman edenler! Bir kavim bir kavimle alay etmesin." Müminler
arasında iyilik ve takva emredildikten sonra o kardeşlik ve iyilikleri bozabilecek
cahilliklerden sakındırmak ve müminler arasında iyilik ve takva duygusunu
en yüksek bir içtenlikle uygulayarak karşılıklı saygı telkin etmek ve bu şekilde
İslâm'ın daha bir çok kavimlere yayılıp gelişeceğine işaret ile o geniş kardeşliği
süsleyecek temizliğe yükseltmek üzere bu iki âyet ümmete edeb öğretmekle huzur
ve gıyab'da ahlaki bir yol göstermedir. Âyetin inişi hakkında bir kaç sebep
nakledilmiştir. Dahhak'tan rivayet olunduğuna göre: Beni Temim'den bir kavim,
Bilâl-i Habeşî, Habbab, Ammar, Süheyb, Ebû Zerr, Sâlim, Mevlâ Huzeyfe gibi
kimselerle alay etmişlerdi. Âişe (r.anha)'dan: Zeyneb binti Huzeymete'l-Hilâliyye'yi
kısalığından dolayı eğlenmişti. Bunun gibi Hz. Âişe ile Hz. Hafsa, Ümmü Seleme
Hazretlerini kısa diye konuşmuşlardı. İbnü Abbas'tan: Hz. Safiyye binti Huyey
Resulullah'a gelmiş, kadınlar bana; Ey yahudi kızı yahudi! diye söz atıyorlar,
demiş, Resulullah da: Babam Harun, amcam Musa, zevcim de Muhammed niye demedin?
buyurmuştu. Şu da rivayet olunmuştur ki; Sabit b. Kays'ın kulağında biraz
ağırlık vardı, Reslullah'ın meclisine geldiği vakit işitsin diye yer açarlardı.
Bir gün gelmiş açılın diye Resulullah'ın yanına kadar varmıştı, bir zata çekil
dedi, o aldırmadı bu kim? dedi, o zat da ben filanım dedi, o hayır sen filan
kadının oğlusun, diye cahiliyyede ayıplanan bir kadın söyledi, adamcağız mahcup
oldu, bu âyet inince Sâbit bundan sonra kimseye karşı haseb ile de iftihar
etmem, dedi. Bir de Ebu Cehil'in oğlu İkrime müslüman olmuştu, bazı kimseler
ona "bu, bu ümmetin firavunu'nun oğlu" demişlerdi, gücüne gitmiş,
Resulullah'a şikâyet etmişti, işte bu âyet bu sebeple indi. Kurtubi demiştir
ki; alay etmek; hakaret ve horlamak ve gülünecek şekilde ayıp ve kusura dokunmaktır.
Bazı fiilini veya sözünü hikâye ve işaret veya imâ ile yahut lakırdısına veya
işine veya herhangi bir kusuruna veya suratına gülmek ile de olur... Diğer
bir tarife göre bir şahsı huzurunda gülünecek şekilde sözle veya hareketle
tahkir etmektir. Kamûs'un ifadesine göre eğlenmektir. Râzî burada kastedilen
mânâya göre bunu şöyle tarif etmiştir: "Mümin kardeşine tazim ve hürmet
gözü ile bakmayıp, derecesinden düşürerek iltifat etmemektir ki, kardeşlerinizi
tahkir etmeyin, küçültmeyin, demektir. Kavim demek aslında kâimin çoğulu veya
masdarla isimlendirme gibi iş gören kendilerini savunmaya kalkışabilecek yani
dirişebilir erkek topluluğuna denir, "Nuh Kavmi, Firavun Kavmi"
ifadelerinde olduğu gibi kadınları da ifade etmesi, dolayısıyla ve tabi olma
yoluyladır. Burada erkek ve kadına ayrı ayrı hatırlatılmak üzere kavim ve
kadın diye açıkça ortaya konulmuştur. "Kavim" ve "kadın"
kelimelerinin nekre (belirsiz) oluşu, yasaklamada genellik ve umum ifade etmesi
içindir. Tekil'in genel mânâ ifade etmesi daha genel olduğu halde "kavmün
velânisâün" diye cemi ve nekire getirilmesinde de incelikler vardır.
Bu önce İslâm'ın yalnız fertlere değil, bir çok kavimlere yayılacağını bir
hatırlatmadır. İkinci olarak alaya alma işinin zararının büyük olup ona tek
başına bir erkek veya kadının devam edemeyeceğine işarettir. Üçüncü olarak,
alay eden veya maskaralık yapan kişinin yanında çoğunlukla gülüp eğlenecek
ve bu şekilde ona arkadaş olacak kimselerin eksik olmayacağına ve bu yüzden
tek kişinin topluluğa dönüşerek işin büyüyebileceğine de işaret eder. Netice
olarak hiçbir mümin topluluk, hiçbir mümin kavim ile eğlenmesin alay etmesin.
Belki onlar kendilerinden daha hayırlı olurlar. Bu cümle yasaklamanın sebebidir.
Bundan dolayı gibi bir edat ile bağlanması gerekli gibi görünürken bir soru
ve cevap tarzında zihinlere yerleştirilmek için başlangıç cümleleri halinde
getirilmiştir. Yani bu yasaklamanın sebebi sorulmak istenilirse her mümin
şöyle inanmalıdır: Olabilir ki, eğlenilen. Allah yanında o eğlenenden daha
hayırlı olsun, çünkü insanlar yalnız görülebilen halleri bilebilirler, iç
yüzünde gizli yönleri bilemezler. Allah yanında tartı tutacak olan ise vicdanların
ihlası, kalplerin takvasıdır. İnsanın ilmi ise onun Allah yanındaki tartısını
tartmağa, iki kalbin gizli meyillerini ölçmeye yeterli değildir. Onun için
kimse dış görünüşe bakıp da gözünün kestiğini horlamaya, eğlenmeye cür'et
etmesin, eğer Allah yanında vakarlı, saygılı olan bir şahsa, hakaret etmiş
olursa nefsine ne büyük zulmetmiş olur. Bununla birlikte... "Kadınlar
da kadınları alaya almasınlar, belki onlar kendilerinden daha iyidirler."
Ve kendi kendinizi ayıplamayın, ayıp sürmeyin.
LEMZ,
dil ile yaralamak, ayıplamak, kötülemek ve yermektir. Burada iki mânâ vardır
ki ikisi de doğrudur: Birincisi, müminlerin hepsi bir nefis gibi olduklarından
bir mümini ayıplayan kendi nefsini ayıplamış gibi olur. İkincisi de ayıplanacak
şey yapan kimse, kendi nefsini ayıplamış olur. Birinciye göre mânâ: Müminleri
ayıplamayın, kötüleme ve yerme yapmayın ki kendi nefsinizi ayıplamış olursunuz.
İkinciye göre mânâ: Bir mümini, eğlenmek gibi ayıplanacak, kendinize leke
olacak şeyler yapmayın ki kendinizi ayıplamış, lekelemiş olmayasınız demektir.
birinci mânâ kardeşlik noktasından daha samimi, ikinci mânâ izzet-i nefis,
şeref açısından daha temiz ve güzeldir.
Lâkaplarla
da atışmayın, yani birbirinizi kötülemek için kötü lâkap takarak da çağırmayın.
LÂKAB,
övmeye veya kötülemeye işaret eden isim veya vasıftır. Kötülüğe işaret eden
lâkaplar çirkin lâkaplardır.
NEBZ,
örfte kötü lâkap takmak mânâsına olduğu için burada yasaklanan lâkaplar, kötü
lâkaplardır. Yoksa karşıdakinin haliyle uygun olarak övgü ve saygıyı ifade
eden güzel lâkaplarla anmak yasak değildir. Keşşâf'ta der ki: Hz. Peygamber
(s.a.v.)'den rivayet edilmiştir: "Müminin mümin kardeşi üzerindeki hakkından
birisi de onu en sevdiği ismiyle çağırmasıdır." Onun için künye koymak
sünnetten ve güzel hareketlerdendir. Hz. Ömer (r.a.) "Künyeleri yayın,
çünkü uyarıcıdır." demiştir. Gerçekte Hz. Ebu Bekir, Atîk ve Sıddîk,
Hz. Ömer Fâruk, Hz. Hamza Esedullah, Halid b. Velid Seyfullah lâkaplarıyla
lâkaplanmışlardır. Ve bilinen kimselerin çoğu hep lâkaplarıyla hatırlanmışlar
ve anılmışlardır. Hem böyle güzel lâkaplar gerek Arab'ın ve gerekse diğer
milletlerin hemen hemen hepsinde süregelmiştir... Fakat mümini gücendirmesi
ve ayıplaması düşünülegelen lâkaplarla çağırmak çağrıştırmak müminler arasında
yapılmamalıdır. İmandan sonra fâsıklık! Ne fena isim! Yani imandan sonra bu
yasaklanan şeyleri; alay etmeyi veya ayıplamayı veya kötü lâkap takmayı işleyenler,
fısk yapmış ve böylece kendilerine fâsıklığı uygun görmüş olurlar. Halbuki
imandan sonra fâsıklık veya fısk ile anılmak ne fena bir anılma, ne çirkin
bir addır. Bundan dolayı bir mümin bunu ne kendine, ne de kardeşlerine uygun
görmemelidir. Ve her kim şu yasaklanan şeyleri yapar da tevbe etmezse işte
onlar zalimlerdir. İtaat yerine isyanı koyarak zulmetmiş, hem imandan sonra
fısk adını takınarak ve kendini azaba layık kılıp nefsine yazık eylemiş kimselerdir.
Nîsâburî Garâibü'l-Kur'ân'da der ki: Zira yasaklanan şeyde ısrar küfürdür,
yasaklanan şeyi emredilmiş gibi saymaktır.
12-
Ey iman edenler! Zannın bir çoğundan kaçının, uzak bulunun; beslemekten, yahut
onunla amel etmekten sakının. Çünkü zannın bazısı ağır günahtır.
İSM,
sonunda üzerine ceza gerektiren günahtır. Çünkü zan, ihtimal üzere bir hüküm
olduğundan bir kısmı hakka hiç isabet etmez, etmeyince de başkasının hakkına
ait hususta o şekilde aleyhine hüküm bühtan ve iftirâ ve bundan dolayı bir
vebal olur. Özellikle zannın kaynağı yalnız nefsi işler olduğu zaman hata
daha büyük olur. Zannın bazısı günah ve vebal olunca da böyle bir vebal ve
zarara düşmemek için tedbirli davranmak ve hangi çeşit zandan olduğunu düşünebilmek
üzere onun bir çoğundan sakınmak gerekir. Yasaklanan çirkinliklerden bir çoğu
da böyle zanlardan ortaya çıkar. Gerçi zannın hepsi günah ve vebal değildir.
Allah'a ve müminlere güzel zan gibi vacip olan zan da vardır. Nitekim Nur
Sûresi'nde: "Erkek ve kadın müminlerin bu iftirayı işittiklerinde kendi
vicdanları ile iyi zanda bulunup da..." (Nur, 12) buyurulmuş ve Kudsi
Hadis'te "Ben kulumun bana zannı yanındayımdır." diye rivayet olunmuştur.
Hz. Peygamber (s.a.v.) buyurmuştur ki: "Her biriniz ancak Allah'a iyi
zanda bulunarak ölsün." ve: "İyi ve güzel zan imandandır."
buyurulmuştur. Uygulamada kati olmayan hususlarda zanni delil ile amelin vacip
olduğu yerler de vardır. Sonra geçime ait hususlarda olduğu gibi mübah olan
zanlar da vardır. Lâkin zannın bir kısmı da haramdır. Yakîn vacip olan ilâhî
hususlarda ve peygamberlik konusunda zan haram olduğu gibi Allah'a ve iyi
kimselere karşı kötü zan da haramdır. Peygamber (s.a.v.) buyurmuştur ki: "Allah
Teâlâ müslümandan kanını ve ırzını ve kendisine kötü zanda bulunulmasını haram
kılmıştır." İşte bu âyet de bu mânâda indirilmiştir. Ve hepsinin değil,
bazı zannın günah olduğu açıkça ortaya konulmuştur. Burada mârife olarak denilmeyip
de nekre olarak belirsiz şekilde buyurulmasının nüktesinde de Keşşâf gibi
belagat ehli olan tefsirciler diyorlar ki: Bunun nekire gelmesi "bazılık"
mânâsını ifade etmek ve zanların içinde meydana çıkarma ve belirleme olmaksızın
genellikle sakınılması vacip olanlar bulunduğunu işaret etmek içindir ki,
herkes hak ve batılı açık belirtileriyle seçmeden ve iyi araştırmadan ve düşünmeden
zanna cür'et etmesin. Allah'tan korksun. Eğer nekre değil mârife getirilseydi
zandan sakınma emri az bir zanna değil, çok olan zanna ait imiş ve sakınılması
gereken zann çoklukla sıfatlanmış olan zann olup az olan zanna ruhsat varmış
gibi kabul olunabilirdi. Sakınılması vacip olan zannı diğerinden ayıracak
olan ayırıcı özelliğe gelince: Açıkta bir sebebi ve doğru bir işareti bulunmayan
zan haramdır, kaçınmak gerekir. Bundan dolayı bilinmeyen bir adama iyi zan
vacip olmasa bile kötü zan da caiz olmaz. Fakat fısk ve fücur ile tanınan
kimselere kötü zan haram olmaz. Bununla beraber: Tecessüs de etmeyin, yani
müminlerin eksikliklerini bulacağız, açık delil ve işaretler elde ederek zan
ve yakîn meydana getireceğiz diye casus gibi inceden inceye yoklayıp araştırmayın
da açık olanı tutun, Allah'ın örttüğünü örtün.
TECESSÜS,
cess'ten tefe'uldür. Cess aslında hastalığı sağlığı anlamak için nabız yoklamaktır
ki el ile yoklamak ve haber araştırmak mânâlarına gelir. Tecessüs de bundan
tekellüftür ki dikkat ve gayretle araştırmak demektir. Nitekim casus da bu
maddedendir. Bir Hadis-i Şerif'te şöyle rivayet edilmiştir: "Müslümanların
eksiklerini ayıplarını araştırmayın. Zirâ her kim müslümanların ayıplarını
araştırırsa Allah Teâlâ da onun ayıbını takip eder, nihayet onu evinin içinde
de olsa rezil ve rüsvay eder." Rivayet edilir ki: Hz. Ömer (r.a.) Medine'de
geceleyin karakol gezerdi, bir gece bir evde şarkı söyleyen bir adamın sesini
işitti, duvardan aştı içeri girdi, baktı ki yanında bir kadın, bir de şarap
var, ey Allah'ın düşmanı dedi: Sen günah işleyeceksin de Allah seni muhakkak
örtecek mi sandın? Adam, sen de acele etme ey müminlerin emiri! dedi: Ben
bir günah işledim ise sen üç konuda günah işledin: Allah Teâlâ "Eksikleri
araştırmayın." buyurdu, sen gizliliği araştırdın, Allah Teâlâ "Evlere
ön kapılarından giriniz." (Bakara, 2/189) buyurdu sen duvardan aştın,
Allah Teâlâ "Kendi evinizden başka evlere, geldiğinizi fark ettirip ev
halkına selam vermedikçe girmeyin." (Nûr, 24/27) buyurdu. Sen benim üzerime
izinsiz girdin. Bunun üzerine Hz. Ömer (r.a.), nasıl şimdi sizi affedersem,
sizde hayır var mı? Yani sen de beni affeder, tevbe eder misin? dedi, o da
evet, dedi, bu şekilde bıraktı, çıktı.
Ve
bazınız bazınızı gıybet de etmesin.
GIYBET,
bir kimsenin arkasından hoşlanmayacağı bir şey söylemektir. Hz. Peygamber
(s.a.v.) buyurmuştur ki: "Bilir misiniz gıybet nedir?" "Allah
ve Resulü daha iyi bilir" dediler. "Kardeşini, hoşlanmayacağı bir
şeyle anmandır." buyurdu. "Ya söylediğim kardeşimde varsa?"
denildi. "Eğer söylediğin onda varsa gıybet etmiş olursun ve eğer onda
yoksa o vakit ona iftira etmiş olursun." buyurdu ki bu, Müslim, Ebu Davûd,
Tirmizî, Nesaî ve diğerlerinde geçmiştir. Demek ki bundan önceki âyette yüzüne
karşı ayıplamak yasaklandığı gibi burada da gıybet yasaklanmıştır. Birgivî
Tarikat-ı Muhammediye'de bu hadisi naklettikten sonra der ki; gıybet, din
ve dünya ayıplarının anılmasını içine alır. Fakat bizim alimlerimize göre
karşıdakinin tanıması ve sövme yoluyla olması da şarttır. Kadıhan Fetâvâ'sında
"Bir adam, kardeşinin günah ve kusurlarını ona özen gösterdiği için söylerse
o gıybet olmaz. Gıybet ancak öfke şekliyle sövme kastedilerek anmaktır diye
zikredilmiştir. Bundan dolayı kötülüğü gidermek için veya fetva almak için
veya şerrinden korunmak için yahut 'topal" demek gibi tarif için olursa
gıybet olmaz. Bunun gibi, işlediği fıskı, zulmü açıklayan bir kimse olur da
onun fıskını, zulmünü anarsa yine gıybet olmaz. Lâkin başka bir ayıbını zikrederse
gıybet olur. İbnü Şeyh, Enes (r.a.)'den: Hz. Peygamber (s.a.v.) buyurdu ki:
"Her kim haya örtüsünü atarsa, artık onun gıybeti yoktur." İbnü
Ebi'd-Dünya Behz b. Hakim'den, o, babasından, o da dedesinden nakleder: Hz.
Peygamber (s.a.v) buyurdu ki: "Fâcir kimseyi insanlar tanırken anmaktan
korkacak mısınız? Onu onda olan ile anın ki, insanlar sakınsınlar."
Gazâlî sövmeyi, daha çok daraltmıştır. Sonra gıybet üç çeşittir. Birincisi,
gıybet edip de, ben gıybet etmiyorum, onda olanı söylüyorum, demektir. Bu,
fakih Ebulleys'in Tenbih'te dediği gibi kesin olan haramı, helal saymak olduğu
için küfürdür. İkincisi gıybet edip gıybeti, gıybet edilen kimseye ulaşmaktır,
bu günahtır, helalleşmedikçe tevbe de tamam olmaz, çünkü eziyet etmiş, kul
hakkı oluşmuştur. İbnü Ebiddünya ve Taberânî'nin Câbir'den rivayet ettikleri
şu hadisin mânâsı da budur: "Gıybet, zinadan daha kötüdür." buyurulmuş;
nasıl olur? denilmiş, Peygamber (s.a.v.) buyurmuştur ki: Adam zina eder sonra
tevbe eder. Allah mağfiret buyurur, gıybet eden ise gıybet edilen affetmedikçe,
mağfiret olunmaz. Üçüncüsü, gıybet edilene ulaşmaz. Bu hem kendisine ve hem
gıybet ettiği kimseye istiğfar ederek tevbe etmekle affolunabilir. Bazıları
mutlaka helalleşmeye muhtaçtır demişler, bazıları da mutlaka tevbe ve istiğfar
yeterlidir, demişlerdir...
Hiç
biriniz kardeşinin ölü olarak etini yemesini sever mi? Gıybetin tabiî olarak,
aklen ve şer'an kötülüğünü ve çirkinliğini tasvirdir. Gıybet edilen, kimse
orada bulunmayıp söylenen sözü bilmemesi ve o anda savunacak durumda olmaması
dolayısıyla bir ölü, hem de kardeş olan bir ölü ve o vaziyette onun kötülüğünü
söyleyerek gıybet ile şerefine saldırmak bir ölünün etlerini parçalayıp yemek
ve özellikle o saldıranın zannınca da fena ve bundan dolayı kurtlu bir leş
halinde bulunan bu etleri hırs ve iştah ile seve seve yemek şeklinde bir canavarlık
olmak üzere tasvir buyuruluyor ki ifadedeki bir kaç kez yapılan mübalağalar
da dikkatten kaçmayacak kadar, açıktır. Bir taraftan takrire, bir taraftan
da inkara ihtimali olan soru, son derece iğrenç bir şeye sevgi ile alaka,
fiili genelleme ile bir'e dayama, hem yalnız insan eti ile değil, kardeş eti
yemekle, hem de sağ değil, ölü leş halinde yemekle temsil ediliyor. Ve insanın
namus ve haysiyetinin eti ve kanı gibi ve belki daha önemli olduğuna işaret
ediliyor. Demek ki gıybet, böyle sefil bir canavarlık, gıybet eden öyle alçak
bir canavar derecesindedir. İşte gıybetin tarifinde Hanefi ulemâsının gösterdikleri
öfke ve sövme yoluyla olması kaydı da, bu temsilin mânâsından açıkça anlaşılmaktadır.
Çünkü etini yemek duygusu düşmanlık ve öfke neticesidir. Keşşaf sahibi gibi
Ebu's-Suud ve bazıları soruyu takrirî gibi göstermiş bulunuyorlar. Buna göre
mânâ şu olur: Biriniz kardeşinin ölü olarak etini yemeyi sevecek öyle mi?
Fakat biz Fahrü'r-Razî'nin dediği gibi inkârî olmasında ısrar etmek istiyoruz.
O'nun için şu mânâyı gösteriyoruz: Hiç biriniz kardeşinin ölü olarak etini
yemeyi sever mi? Elbette sevmez değil mi? Demek ki ondan, o eti yemekten tiksindiniz
çünkü insan fıtratı bundan tiksinmeyi gerektirir. Öyle ise yapmayın ve Allah'tan
korunun. Burada atıf vâvı, bir mâtûfu aleyhin hazfine delalet eder. "Öyle
yapmayın, Allah'tan korunun." demektir. Yani madem ki, onu yemekten tiksindiniz
o halde gıybet etmeyin de Allah'ın kaçınmayı emrettiğinden sakınarak ve yaptıklarınızdan
pişmanlıkla tevbe ederek korumasına girin korunun. Çünkü Allah Rahîm ve Tevvâb'tır,
tevbeyi kabulde ve rahmetini bereketlendirmede çok belağat sahibidir.
TEVVÂB,
ism-i şerifi, tevbesi pek çok mânâsına mübalağalı ism-i fail olup delalet
ettiği mübalağada üç özellik vardır.
1-
Kendisine tevbe eden ve yönelen kulları çok demektir.
2-
Öyle çok tevbe kabul eder ki, tevbe ile her günahı affedebilir. Hiç bir günahkârın
tevbe ile affolunamayacak bir günahı düşünülemez. Çünkü en büyük günah şirktir.
Tevbe ve iman ile Allah onu da affeder. "Kendisine şirk koşulmasını asla
bağışlamaz." (Nisâ, 4/48) ifadesi tevbe etmeyenler hakkındadır.
3-
Tevbeyi kabulde çok fasih'tir. Öyle ki tevbe eden bir günahkârı hiç günah
yapmamış gibi edip, rahmetiyle mutlu kılar. Böyle tevbeyi kabul, rahmetinin
eseri olduğu gibi gıybetten, kötü zandan kötü ahlaktan yasaklaması da rahmetinin
eseridir. Rivayet olunur ki Selmân-i Fârisî sahabeden iki kimseye hizmet eder,
yemeklerini yapardı, bir gün işinden uyuya kalmıştı, bunun üzerine bir katık
istemek için onu Peygamber'e gönderdiler, peygamberin yemeğine de Üsâme bakıyordu,
yanımda bir şey yok dedi, Selman da gidip haber verdi. O iki zat aralarında
Selman hakkında "Biz onu taşkın bir kuyuya göndersek suyu çekilir."
demişlerdi. Sonra bu iki zat Resulullah'ın huzuruna vardıklarında Resulullah
"Niye ben sizin ağızlarınızda et yeşilliği görüyorum?" buyurdu,
et yemedik dediler, "Her halde siz gıybet etmişsiniz." buyurdu ki
bu âyet inmişti.
Bu
şekilde müminlerin kardeşliği ve ahlakın en güzeli ile temizlenmeleri yerleştirildikten
sonra hitap bütün insanlara duyurularak buyuruluyor ki:
13-
Ey insanlar haberiniz olsun ki biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık.
Âdem ile Havva'dan veya her birinizi bir ana ile bir babadan yarattık, yani
bu yönden hepiniz eşitsiniz, birbirinize karşı övünmeye veya şu kavim, bu
kavim diye aşağılamaya hak yoktur. Bu sebeple bir insanlık kardeşliği vardır
ki o bile öyle alay etmeye ve birbirinin etini yercesine gıybete mani olmak
gerekir. Ve sizi milletler ve kabileler yaptık ki tanışasınız, yani soylarınız,
atalarınızla iftihar için değil birbirinizi soyu sopu ile tanıyarak ona göre
yardımlaşmanız içindir.
ŞUÛB:
Şa'bın çoğulu; KABÂİL: Kabilenin çoğuludur. Araplar, topluluk taksimini insan
bedeninin yaratılışını esas alarak yapmışlardır. Şöyle ki: İnsanın kafatasını
meydana getiren kemiklerden herbirine kabile ve hepsine kabâil denir ve bu
baş kemiklerinin birbirine kavuşup bitiştiği eke de şa'b denilir. Bir babanın
sulbünden dallanan çok bir topluluğa bundan alınmış olarak kabile denildiği
gibi çeşitli kabileleri toplayan ve hepsi bir asla mensup olan büyük cemiyete
de re's veya şa'b denilir. Bu şekilde bir asla mensup olan toplumların hepsinin
başı ve büyüğü olan toplum şa'b'dır ki, kabileleri içinde bulundurur. Kabile
amareleri içinde bulundurur ki sadır, yani göğüs derecesindedir. Amâre batınları
içinde bulundurur ki, Türkçe'de göbek deyimine benzer. Batın fahızları içine
alır, fahızlar de fasileleri içine alır, toplamı altı tabaka eder. Bazıları
fasileden sonra yedinci olarak aşireti saymışlardır. Mesela: Huzeyme bir şa'b,
Kinâne bir kabile, Kureyş bir amâre, Arab batınlarına, şuûbun da Acem yani
Arab'ın dışındaki kavim batınlarına işaret olduğunu söylemişlerdir. Netice
olarak bir erkekle bir dişiden yaratılıp da şuûb ve kabilelere ayırış, daralıp
daralıp dağılmak ve döğüşmek söğüşmek için değil, tanışıp yardımlaşarak sevişmek
ve güzel ahlakları tatbik ederek daha büyük daha güzel toplumlar meydana getirip
korunmak içindir. Zira muhakkak ki Allah indinde en itibarlınız, en takvalınızdır,
nefislerin olgunlaşmasının ve şahısların mertebe ve derecelerinin bütün medarı
takvadır. Şu veya bu kimsenin nesebinden veya filan kavmin soyundan olmak
değildir. "Sûra üfürülünce artık aralarında neseb yoktur." (Müminûn,
23/101) Allah yanında yüksek derecelere ulaşmak isteyenler takvaya sarılmalıdırlar.
ETKÂ,
takvadan ism-i tafdil'dir. Yukarılarda da geçtiği üzere takva lügatte vikâyedendir.
Vikâye gayet iyi korunup sıkınmaktır. Aslı, vakyadır harfi tüklân ve tücâh
gibi harfine, harfi de bakvâ gibi harfine kalbedilmiştir ki nefsi korkulacak
şeylerden muhafazaya koyup korumak, diğer bir ifade ile sipere girip korunmak
demektir. Lügatta hakikati budur. Sonra bazan korkuya takva, takvaya korku
tabir edilir. Şeriatte iki mânâda kullanılır: Birisi geniş olan âmm mânâsınadır
ki sonunda ahirette zararlı olandan sakınıp korunmak demektir. Bunun fazlayı
ve eksiği kabul eden geniş bir sahası vardır ki, en aşağısı cehennemde ebedi
kalmayı neticelendiren şirkten sakınmaktır. En yükseği de sırrını haktan alıkoyabilecek
her husustan temiz tutarak bütün varlığı ile hakka dönüştür. Bütün manasıyla
Allah'ın korumasına girmektir ki,
"Allah'tan
hakkıyla korununuz." (Âl-i İmrân "/102) âyetinde kastedilen hakiki
takva budur. Bir de şeriatte bilinen özel mânâsı vardır ki, mutlak olarak
takva denildiği ve karine bulunmadığı zaman maksat bu olur; nefsi günaha layık
kılacak gerek fiil ve gerek terk, herhangi bir günahtan korumaktar. "Ufak
tefek kusur dışında onlar, büyük günahlardan ve hayırsızlıktan kaçınırlar."
(Necm, 53/32) âyeti gereğince bunda büyük günahlardan kaçınmak ittifakla gereklidir.
Küçük günahlar hakkında söz edilmiştir. Tirmizî ve diğerlerinin rivayet ettiği
bir hadis-i şerifte: "Kul zarar olan şeyden sakınmak için kendisinde
zarar olmayan şeyi terk etmedikçe muttakilerden olmaz." buyurulmuş olması
sebebiyle haram şüphesi olan helallerden, yani tahrimen mekruh olanlardan
da kaçınmak gerekir. Ragıb der ki: Şeriatın tarifinde takva: nefsi günahtan
korumaktır, bu ise haramı terk ile olur, bu da işlenmesi mübah olan şeyleri
terk ile tamamlanır. Çünkü rivayet olunan "Helal belli, haram da bellidir,
aralarında şüpheli şeyler vardır..." hadisi gereğince koru'nun kenarında
otlayan içine düşebilir. Buhârî, Müslüm ve diğerlerinde rivayet olunduğuna
göre Resulullah (s.a.v.) buyurmuştur ki: "Helâl, belli haram da bellidir,
yane şeran açıklanmıştır." Fakat bu ikisi arasında, her ikisine de benzeyebilen
şüpheli şeyler vardır ki, insanların çoğu onları bilmez, bundan dolayı şüpheli
şeylerden korunan kimse dinini ve ırzını temiz tutmuş olur. Şüpheli şeylere
düşen ise harama düşer, nitekim koru kenarında (koyun) güden çobanın koruya
düşmesi pek mümkündür. Haberiniz olsun ki her padişahın bir korusu vardır.
Allah'ın korusu da yasak kıldığı şeylerdir. Haberiniz olsun ki cesette bir
et parçası vardır, o iyi olursa cesedin hepsi iyi olur. O bozuk olursa cesedin
hepsi bozuk olur. Biliniz ki o kalptir. Birgivî bu hadisi naklettikten sonra
der ki: sözlük mânâsı, şeriata mümkün olduğu kadar geçerlidir. Aşırı korunma
mânâsı ise küçük günahlardan ve şüpheli şeylerden bile korunmayı gerektirir.
Fakat bu zamanda şüpheli şeylerin hepsinden korunmak mümkün değildir. Onun
için harama yakın olan şüphelerden başkası hariç olur. İbadet ve itaat, güç
yetirilebilen miktar ve ölçüdedir. O halde takvanın meydana gelmesinde herbir
haramdan, bir de harama yakın bir kerahatle mekruh olanlardan kaçınmak gereği
ortaya çıkmış olur... Bu açıklamada takvanın yukarılarda zikredilmiş olan
üç derecesine de işaret edilmiş oldu, bunlar gösteriyor ki, takvalı olabilmek
için korunulması gereken günahları, tehlikeleri bilmek gerekecek; ilim olmadan
takva olamayacaktır. Bu ise "Kulları içinden ancak alimler Allah'tan
(gereğince) korkar." (Fâtır, 35/28) âyetine işaret olur. Bundan dolayı
takva gereği olan korku ve korunma ile tefsir edilecek olursa, en takvalı
demek, Allah'tan en çok korkan mânâsını da ifade eder. Bu şekilde bu âyet,
yani bu âyette işbu "Allah nezdinde en şerefliniz, Allah'tan en çok korkanınızdır."
düsturunun bu sûrenin, bir gayesi olarak düşünülmesi gerekecektir. Başta "Allah'tan
korkunuz" ve "İşte bu kimseler Allah'ın, kalplerini takva ile imtihan
ettiği kimselerdir." (Hucurat, 49/3) buyurulması da bunu anlatır. Bir
hadis-i şerifte buyurulmuştur ki; "Her kimi insanların en şereflisi olmak
sevindirirse, Allah'a takvalı olsun." Diğer bir hadis-i şerifte de Peygamber
(s.a.v.) buyurmuştur ki: "Ey insanlar! İnsanlar iki kişiden ibarettir:
Biri mümin, muttakî, Allah yanında şerefli; biri de fâcir, kötü, Allah yanında
değersiz." İbnü Abbas'tan da şöyle rivayet olunmuştur: Dünyanın şerefi
zenginlik, âhiretin şerefi takvadır. Şüphe yok ki Allah, herşeyi bilir ve
herşeyden haberdardır, sizi ve her yaptığınızı bilir ve hallerinizin iç yüzünden
de haberdardır. "Hanginizin daha muttakî olduğunu o bilir."
14-
Şimdi müslüman olup da henüz imanın bu yüksek zevkine erecek kadar terbiye
almamış olanlara bu temizliği vermek ve hakka özen ile talim ve terbiye esnasında
ayıplama ve gıybet hükmü cari olmayacağını anlatmak üzere buyuruluyor ki:
O a'rabiler inandık, dediler. Medine civarında Beni Esed İbn-i Huzeyme kabilesi
ganimet hevesiyle müslümanlığa girmişlerdi, rivayet olunduğuna göre bir kıtlık
senesi Medine'ye gelmişler ve iki kelime-i şehadeti söylemişlerdi. Peygamber'e
karşı: "Biz filan oğulları ve filan oğulları gibi sana savaş açmadık,
ağırlık ve ailelerimizle geldik." diyorlar, sadaka gözetiyorlardı ve
yaptıklarını peygambere bağışlatmak istiyorlardı, bu indi. De ki: Siz iman
etmediniz. Çünkü iman, yalnız dil ile ikrardan ibaret değil, yürekten sevgi
ile güven ve inançla kesin bir şekilde tasdik olması gerekir. Bu ise anlatılacağı
üzere henüz ortaya çıkmadı, yoksa müslüman olduk diye peygamberi minnettar
etmeye kalkışılmazdı. Ve fakat henüz iman kalplerinize girmemiş olduğu halde
İslâm'a geldik, deyin, yani müslümanlığa karar verdik, sulha girdik deyin,
böyle derseniz yalan söylememiş olursunuz. Çünkü harbin zıddı olan sulha girmek
ve bağlanmak mânâsına İslâm, savaşı terkedip de görünüşte karar vermekle oluşabilir.
Halbuki kalpte sağlam tasdik olmadan iman ettik demek yalan olur. Burada sözün
gelişi "iman ettik", demeyin ve fakat "İslâm olduk" deyin,
veya "siz iman etmediniz ve fakat İslâm'a girdiniz" denilmektir.
Fakat birincisi imanı söylemekten açıkça yasaklama şeklinde olacağı, ikincisi
de Şer'an itibarının şartı olan iman, istenildiği halde İslâmlarına kesin
karar ifade edeceği için bunlardan sakınmak üzere nazmın üslubu bu nazik şekle
dökülmüştür. Fahreddin Razî burada "Mümin ile müslim ehl-i sünnete göre
birdir. Nasıl olup da burada bu fark anlaşılabiliyor?" diye sorarak buna
şöyle bir cevap verir: "Genel ile özel'in farkı vardır. İman ancak kalp
ile olur. Bazan onunla beraber lisan ile olur. İslâm ise daha geneldir, fakat
özel şeklinde genel ile özel birleşmiş olur." Ragıb da Müfredat'ında
şöyle der: "İslâm şeriatta iki kısımdır. Birisi imanın altındadır ki
bu dil ile ikrardır. Bununla kan korunmuş olunur. Beraberinde itikat gerek
olsun gerek olmasın " O A'râbiler inandık, dediler, de ki: Siz iman etdiniz
fakat İslâm'a geldik, deyin." âyetinde bu mânâ kastedilmiştir. Birisi
de imanın üstündedir ki bunda dil ile ifade ile beraber hem kalben iman, hem
vefa hem de Allah Teâlâ'ya bütün kaza ve kaderinde teslimiyet vardır. Nitekim
İbrahim (a.s.) hakkında "Rabbi ona: "İslâm ol" dediği anda,
"Âlemlerin Rabbına teslim oldum." dedi. (Bakara, 2/131) buyurulması
böyledir. Bunun gibi "Allah nezdinde hak din ancak İslâm'dır." (Âl-i
İmran, 3/19) âyeti ve "Beni müslüman olarak öldür." (Yusuf 12/101)
âyeti de bu mânâyadır. Beni rızana teslim olan kullarından eyle, demektir.
Şeytanın bağlamasından güvenli kıl mânâsına olması da caizdir. İmam-ı Azam'a
nisbet edilen Fıkh-ı Ekber'de de şöyle denilmiştir: İman, ikrar ve tasdiktir,
İslâm Allah Teâlâ'nın emirlerine teslim olmak ve bağlanmaktır. Bundan dolayı
iman ile islâm arasında lügat yönünden fark vardır. Fakat şer'î hükümde İslâm'sız
iman, imansız İslâm olmaz. Bu ikisi zahir ile batın, yüz ile astar gibidir.
Din de iman ve İslâm ve şeriatın hepsine birden konulan isimdir... Demek olur
ki yukarılarda "Allah nezdinde hak din ancak İslâm'dır." (Âl-i İmran,
3/19) âyetinde ve daha bazı yerlerde geçtiği üzere İslâm kelimesi sözlükte
asıl maddesi olan barış ve güven hemzesinin duhul ve müteaddi hale koyma ve
diğer mânâlarına göre barış ve karşılıklı anlaşmaya girmek veya koymak, güvenliğe
çıkarmak, kurtulmak veya kurtarmak; ihlas ve teslimiyet ve bağlanmak gibi
birkaç mânâya gelebildiğinden İslâm ve iman kavramlarında sözlük bakımından
çeşitli farklar bulunduğundan şeriat daha çok bunların ikisinin birlikte toplanmasına
ve gerçekleşmesine itibar etmiş olmakla beraber sözlük anlamlarını da az çok
gözden uzaklaştırmamış bulunmasından dolayı şer'i kullanılışta, üç mânâ meydana
gelmiş olur.
Birincisi:
Biri diğerinin şartı olmak, biri açık, biri gizli olma bakımından asıl bulunmak
gibi bir anlam farkıyla beraber gerçek olarak meydana gelmesinde eşit, şeref
ve haysiyette birbirine gerekli olmalarıdır. Meselâ imanda islâmın hem bâtında
ihlas kavramı, hem zahirde teslim kavramı şart olduğu gibi islâmda da iman,
hakkında delil getirilen bir şey olmak üzere şarttır. Bundan dolayıdır ki
Nisâ Sûresi'nde: "Size selam veya sulh veren kimseye mümin değilsin,
demeyin." (Nisâ, 4/94) buyurulmuş ve bu sebeble mümin ve müslim gerçekte
bir sayılmıştır. Buna bilinen mânâsıyla İslâm demek uygun olur.
İkincisi:
İslâm imandan daha genel ve onun bir başlangıcı olmak üzere imanın altında
bir ikrar ve iman, İslâm'ın bir gayesi olmak üzere üstünde delil gösterilen
bir şey ifade etmesidir ki bu âyet bu mânâ üzere gelmiş ve Râzî yalnız bu
farkı kaydetmiştir. Bunu gerçek samimi müslümanlık karşılığında resmî müslümanlık
diye de ifade edebiliriz. Bu henüz müslümanlık değil, müslümanlığa bir giriştir.
Burada ihtar olunuşu da özellikle bu incelik içindir. Ve onun için "fakat
siz islâm oldunuz." diye tasdik buyurulmamış "İslâm olduk, deyiniz"
diye sözlük açısından ihtar yapılmıştır, bir de "Sâdikûne" karşılık
olarak ifade edilmiştir.
Üçüncüsü:
İmandan daha özel ve onun bir kemali, bir gayesi olmak üzere üstünde olan
İslâm'dır ki "Bilakis, iyilerden olarak kim yüzünü Allah'a döndürürse."
(Bakara, 2/112) buyurulduğu üzere ihsan mertebesini dahi kendisinde bulunduran
ve "Allah nezdinde din ancak İslâm'dır" (Âl-i İmran, 3/19) gerçeğinin
ifade ettiği ve "Muhakkak ki Allah yanında en değerli ve en üstün olanınız,
O'ndan en çok korkanınızdır." hitabıyla da burada işaret ve teşvik buyurulan
mânâdır. Bu mânâya götürmek üzere buyuruluyor ki: Ve Allah'a ve Resulüne itaat
ederseniz, yani açıktan şehadet ile ikrar edildiği gibi kalben de samimiyetle
imana yükselip olgun mümin, dosdoğru müslüman olmak üzere gereğince amel ederek
Allah ve Resulünün emirlerini seve seve yerine getirirseniz Allah size amellerinizden
hiçbirini eksik olarak ödemez, değerinden eksik ecir ile karşılamaz. Çünkü
Allah Gafur'dur, itaat edenlerin kusurunu bağışlar, Rahim'dir, rahmetinden
ihsanı ile ecir verir.
15-Mümin
nasıl olur, denilirse: müminler ancak o kimselerdir ki Allah ve Resulüne iman
etmişlerdir, yani dilleriyle ikrar verdikleri gibi kalpleriyle de sağlam inanmışlardır.
Sonra da işkillenmemiş, şüpheye düşmemişlerdir. Demek ki iman etmek için önce
kalpten şüpheyi atmak şart olduğu gibi ileride devamı için şüpheden uzak olmak
da şarttır. Onlar sonradan da şüpheye düşmemişlerdir. Mallarıyla, canlarıyla
Allah yolunda cihad etmektedirler, yani Allah'a itaat yolunda her türlü zahmet
ve sıkıntıya göğüs germektedirler; mallar ve canlar ile cihad, mâli ve bedenî
her türlü ibadeti içine alır. Ve işte onlar Sadıklar'dır, iman davasında sadık,
verdikleri ikrara kalpleriyle ve fiilleriyle içten bağlılık göstermiş samimi
müslümanlardır. De ki: Allah'a dininizi öğretiyor musunuz? Yani, Allah'a diyanetinizi,
dindarlığınızı haber verip bildirmek mi istiyorsunuz ki biz iman ettik diyorsunuz.
16-Halbuki:
Allah göklerde olanları da bilir, yerde olanları da. Allah her şeyi hakkıyla
bilendir. Bu âyet o A'rabileri kınamaktadır.
17-
Müslüman olduklarını sana karşı başa kakıyorlar, sana bir minnmet sayıyorlar,
başına kakıyorlar, seni minnettar etmek istiyorlar.
MİNNET,
o nimettir ki onu veren verdiği kimseden hiç bir sevap istemez, yalnız onun
ihtiyacını kesmek ister ki bu ebedi şükre değer bir nimet olur. Veren hiçbir
karşılık beklemediği ve hiç bir şey yapmamış gibi kesip attığı için alan kimse
ebediyyen minnettar kalır. Öyle nimet cana minnet kesilir. İşte fiilen böyle
bir nimet ile minnettar etmeye başa kakma denildiği gibi onu hesaba alıp
söylemeye, yani başa kakmaya da mennetmek, minnet saymak denilir. İkisi de
kesmek mânâsına 'den alınmıştır. İn'âm fiili ihtiyacı keser, söylemek de nimeti
keser ve şükrün kesilmesini gerektirir. Fakat, Ragıb, bu menn ve minnetin
ağırlık ölçülerinden olan batman mânâsına 'den alınmış olduğuna inanmış olarak
der ki: minnet ağır nimet demektir. Ve bu iki şekilde söylenir, birisi fiil
ile olur. Filan filana menn etti denir ki, nimet ile ağırlaştırdı, yani çok
nimet verdi demektir. "Allah müminlere büyük lütuf vermiştir." (Âl-i
İmran, 3/164) "Allah size lütfetti." (Nisâ, 4/94), "Andolsun
Musa'ya da nimetler verdik." (Saffat, 37/114), "Allah nimetini...
dilediğine lütfeder." (İbrahim, 14/11), "İstiyorduk ki... onlara
lütufta bulunalım" (Kasas, 28/5) hep bu mânâyadır. Hakikatte bu ancak
Allah Teâlâ'dan olur. İkincisi de ancak söz ile olur, o ağırlık laf ile verilir
ki insanlar arasında bu çirkin sayılır. Ancak nimeti inkâr mealinde de
olursa başka ve bu çirkin olduğu için "Minnet iyiliği yıkar." denilmiştir.
Küfran halinde söylenmesi iyi düşeceğinden dolayı da "Nimet nankörlükle
karşılanınca minnet güzelleşir." denilmiştir. "Onlar İslâm'a girdiklerini
sana karşı başa kakıyorlar." âyet-i kerimesinde onlardan olan minnet
söz ile Allah'tan onlara olan minnet de fiil iledir ki onlara hidayettir,
onları doğru yola eriştirmedir. Ragıb'ın bu son sözü dikkate değerdir. Burada
Allah Teâlâ'nın onlara menni hidayet nimetine karşı, küfran halinde güzel
olan sözle ihtar mânâsında olmalıdır. Çünkü fiil ile minnet ve hidayette sakındırma
mânâsı yoktur. Halbuki bu ilâhî minnet yasaklamadan sonra bir sakındıma mânâsındadır.
De ki: İslâm'ınızı bana minnet saymayın, benim başıma kakmayın belki Allah
size minnet eder, yani başa kakmak sizin hakkınız değil, aksine Allah'ın hakkıdır.
Siz müslüman olduk diye başa kakarsanız doğrusu Allah size minnetinin ağırlığını
yükletir, nimetini başınıza kakar. Çünkü sizi imana hidayet buyurmuştur eğer
sadık iseniz, yani "biz iman ettik" demekte doğru iseniz, dediğiniz
gibi gerçekten mümin, doğru müslüman iseniz, iman çok büyük bir nimet, buna
hidayet Allah'tan bir minnet olduğu için siz buna şükretmeyip de onu peygamberin
başına kakarsanız Allah Teâlâ bu hidayete karşı küfrünüzden dolayı sizin başınıza
kakar, azarlayıcı hitabının ağırlığı altında ezer, nimetini keser.
18-
Haberiniz olsun ki Allah göklerin ve yerin gaybını bilir, bundan dolayı sizin
içinizi, dışınızı bilir. Müslümanlığınızda doğru olup olmadığınızı kalplerinizde
iman ve doğruluk bulunup bulunmadığını niyetlerinizden neler geçirdiğinizi
tamamen bildiği gibi alemde, göklerde ve yerde neler olacağını ve sizlerin
nelerle karşılaşacağınızı da bilir. Ve Allah bütün amellerinzi görür, her
ne yaparsanız görür, hiç birini kaçırmaz. Bundan dolayı siz de içinizi dışınızı
düzelterek ona göre korunup ona göre çalışınız.